Sultan II. Abdülhamid Han

Sultan II. Abdülhamid Han


Sultan II.Abdülhamid Han 31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909
Sultan II.Abdülhamid Han
31 Ağustos 1876-
27 Nisan 1909
(Osmanlıca: عبد الحميد ثانی `Abdü’l-Hamīd-i sânî- d. 22 Eylül 1842 – ö. 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu‘nun 34. padişahı ve 113. İslam halifesidir. Bunalımlı bir dönemde tahta çıkan Abdülhamid, Batı‘ya karşı dengeci, Doğuya karşı İslamcı politikalar izlemiş, ülke içindemutlakiyeti güçlendirmiştir.

Gençliği

Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürdü.

Siyasi olaylar

Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han
Amcası Abdülaziz’in 1876′da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat’ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı’na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876′da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te kılıç kuşandı.Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa’yı sadrazam yaptı. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. 1871′de Âli Paşa’nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875′te devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesiile moratoryum ilan etmiş, Rusya’nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu. Abdülhamid, tahta geçmeden Mithat Paşa’ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876′da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî’yi ilan etti.Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877′de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına rağmen egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak, daha meclis toplanmadan Mithat Paşa’yı sürgüne yolladı.

Toprakları elde tutma dönemi

   Berlin anlaşması, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887′de Maraş’a bağlı Zeytun’da, 1891′de ise Siirt’e yakın Sason’da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895′te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul’da Ermeni örgütlerinin Kumkapı’da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti tarafından Anadolu’da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu.
Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han
1897 yılında, Girit’in Yunanistan’a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine “barut kokusu” artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, ülkenin durumunun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek hata olur, diye rey veriyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi. Zaman zaman dışarı çıkarak padişahın yanına gidiyor, müzakereler hakkında bilgi veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç devlet adamı, eğer Yunanistan’a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamid ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Savaş taraftarı olan padişah hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya’ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya’daki Osmanlı tümeni, Yunan birlikleri önünden ric’at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul’daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir’i (Tesalya) ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez de dikleri bu geçitleri aşan ordu, güneye çekilen Yunan ordusu ise, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordu hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina’ya girdi.
15-17 Mayıs tarihinde Dömeke’de yapılan muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti’ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit’e özerklik verilmişti.
İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine “Devr-i İstibdâd” (İstibdat Dönemi) adı verilir.
Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han

Tedbir Dönemi

II. Abdülhamid Meclis’i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurdu. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid’in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid’e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.
  • Abdülhamid’in dönemi bazı uzmanlarca Osmanlı Devleti’nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürülmüştür:
  • Düvel-i Muazzama’nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür.
  • İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı.
  • Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır.
II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878′de Meclisi tatil etti.
Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat’ı Padişah, Mithat Paşa’yı sadrazam başbakan yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’in hafiye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti.

Hamidiye Camii

1904 yılı ve sıcak temmuz ayı.. Günlerden Cuma ve Sultan Hamidiye Camiinde, Cuma selâmlığında. Cuma namazını eda ettikten sonra tam cami çıkışına doğru ilerleyen Sultan bir kenarda Şeyhülislâm’ı görür ve 1 veya 2 dakikalık sohbete dalar. Sohbetin ne olduğu ise sanırım yeni zuhur etmiştir ve şudur. Şeyhülislâmın yanında kutsal topraklarımız olan mekkeden gelen ziyaretçilerin olmasıdır. Sultan onlara iltifat ederken muazzam bir patlama. Zemini yerinden oynatan büyük bir patlama. Dışarıda büyük bir korku, telaş, koşturmaca.. Her tarafta kan, insan ve hayvanların parçalanmış uzuvları. Ortama dehşet bir panik havası hakim. Sultan II.Abdülhamid Han Şeyhülislâm’a endişe etmemesini söyleyerek rüzgâr gibi önüne ilk gelen bir saray arabasının arabacı yerine binip, şahlanan atların dizginlerini eline dolayarak saray istikametine gidiyor. 

Şahsiyeti

Fiziksel görünümü ve kişiliği

II. Abdülhamid, 1867′de amcası Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında İngiltere Balmoral’da iken
Sultan Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zeka ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenir. Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus’i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen,” derdi. “Bu ikisine de itikat etmek caiz” olduğunu söylerdi.

Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık,güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı’nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi.
Sultan II. Abdülhamid  Han 'ın cenazesi
Sultan II. Abdülhamid Han ‘ın cenazesi

Hasret olduk eski istibdâda (baskıya) biz

Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın saltanat zamanını istibdat (baskı) devri îlan eden İttihat ve Terakki cemiyeti, hürriyet, adalet ve müsavat (eşitlik) teraneleri ile 1908 yılında İkinci Meşrutiyeti “Hürriyet” ismi ile îlan ettikten sonra bir tertiple meşhur 31 Mart isyanını çıkarmış ve pâdişâhı tahttan indirdikten sonra milleti kan deryasında boğmaya başlamışlardı.
İttihatçıların hürriyet teraneleri birçok şâir ve edip tarafından desteklenmişti. Hattâ büyük halk kitleleri arasında da revaç bulmasından kısa bir müddet sonra hürriyet perestlerin pişmanlığı ve istibdat(baskı) devri dedikleri o 33 yıllık huzur devrini mumla aramaya başlamaları ibret vericidir. Bunlardan Süleyman Nazîf, Sultan İkinci Abdülhamid devrine olan hasretini şöyle dile getirmiştir: Pâdişâhım, gelmemişken yâda biz İşte geldik senden istimdada biz Öldürürler, başlasak teryâda biz Hasret olduk, eski istibdada biz. Dem-bedem coşmakta fakr u ihtiyaç Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç Memleket matemde, öksüz taht u taç Hasret olduk eski istibdada biz.
Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han

Sultan Abdülhamid Han’ın eşi Müşfika Hanım anlatıyor: “Kadınım! Hakkını helal et!”

İstanbul, Beşiktaş’ta Serencebey yokuşunu çıktıktan sonra en sonda sol kolda eski üç katlı, fakat gayet mütevazi bir evde büyük Osmanlı hânedânının son temsilcilerinden olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın değerli eşi Müşfika Hanım, kızı Ayşe Sultan ile birlikte oturuyorlardı. Bir hünkârın eşi ve kızı olarak senelerce yaşadıkları bir ömürden sonra, ânî olarak sıkıntılı ve zaruret dolu bir hayatın en acı hakikatleri arasına düşmüşlerdi.

Müşfika Hanım, pek değerli eşi Sultan Abdülhamîd Han’a âit çok manalı bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

“Bir gün Sultan Abdülhamîd Han rahatsızlanmıştı. Sabahleyin yataktan kalkmak istediğinde kendisinde kuvvetli bir halsizlik ve kırıklık hissetmişti. Çoraplarını giyip odadan dışarıya çıkması gerekmişti. Fakat biraz öne eğilip ayağına çoraplarını dahi geçirecek hali yoktu. Ben hemen çorapları alıp karyolanın önünde yere çökerek pâdişâhın ayaklarına çorapları giydirdim. Benim bu içten hareketim ve alâkamdan pek mütehassıs olan Sultan: “Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helâl et!… dedi. Ben de bu mukabele karşısında cevaben: “Aman efendimiz! Size karşı hakkımı helâl ettirecek ne yaptım ki? Bu benim vazifemdir, siz müsterih olunuz!… dedim.” Pâdişâh: “Hayır bir kadının kocasına karşı olan hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helâl et!” diyerek sözünü tekrarladı. Ben ne söyledimse, kocama rahatsızlığı sırasında yaptığım hizmetin normal hareket olduğunu bir türlü kabul ettiremedim. Sultan tam beş defa bana: “Kadınım hakkını helâl et!..” dedi ve ben de bu ısrar karşısında âciz kaldım ve utanarak hakkımı helâl ettiğimi söyledim”.

Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri – Kadir Mısıroğlu

Filistin elimizden nasıl çıktı ve Yahudi oyunu… 1789 büyük Fransız İhtilâli’ne kadar yahudiler, yaşadıkları her ülkede umûmî bir nefrete muhatabdılar. Kendileri de hayatlarını bu nefretin icabınca şekillendirmiş, hemen her yerde gettolaşmışlardı. Fakat zamanla maddî bakımdan güçlendikçe Batı sosyetesinde söz sahibi bir hale geldiler ve pek çoğu yahudiliklerini gizleyerek Almanya’da alman, Fransa’da fransız… ilh. telakkî olunabilecek derecede yerleştiler. Fikrî temellerini hazırladıkları Fransız İhtilâli’nden sonra devlet hizmetine kabul olunmak, idârî , siyâsî, askerî… ilh. mevkîler elde etmek imkânına kavuştular. Kendi aralarında millî ve dinî hüviyetlerini muhafaza etmelerine rağmen hârice karşı, her ülkenin sıradan vatandaşları gibi bir görünüme büründüler. Bilhassa 19. asra gelindiğinde bu gelişme hızlandı ve yahudiler batı âleminde sadece iktisâdî bir güç olmaktan çıkıp aynı zamanda fikrî ve siyâsî bakımdan da içinde yaşadıkları topluluklara nâfiz bir mevkie yükseldiler. Eskiden en küçük bir memuriyete bile kabul edilmeyen yahudiler artık en üst seviyede siyâset adamı ve hatta subay bile olabiliyorlardı. Fransa’da ki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir örneğidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana’da “Nueie Freie Presse” (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Teodor Herzl, gazetecilik mesleğinden istifade ederek, Batı’daki nüfuzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti. Neticede, yahudilerin Filistin’e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfî gelebileceğine hükmetti. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. “Der Juden Stat” yani “Yahudi Devleti” ismiyle, Almanca bir kitap hazırladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini hesap edebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir:
 
1. Fikir 
2. Kadro 
3. Para
Teodor Herzl, fikirlerini duyurmak için 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde bir Yahudi kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin’e dönme hareketini ifade eden siyonizmin ilk kongresidir. “Siyon” kelimesi Kudüs yakınında bir dağın adıdır. Herzl, Yahudilerce Siyonizm hareketinin babası ve İsrâil Devleti’nin kurucusu kabul edilmektedir. Basel kongresine bazı Yahudi münevverlerinin katılmasına mukabil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden Teodor Herzl, bunu temin için bir plan düşündü. Herhangi bir Yahudi zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü. Bunun için o gün dünyanın da Yahudilerin de en zengini olan Rochild âilesini seçti. Kendi tesbitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bazı kanunsuz işlerin bir kısmını Münih’de bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete kupürlerini alarak Rochild’in iş merkezi olan Frankfurt’a geldi. Bunları Rochild’e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları öğrendikleri takdirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin’e nakledebileceğini söyledi. Çünkü onun Arjantin’de çiftlikleri vardı. Teodor Herzl, Rochild’e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere Arjantin’e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün şartlarında Arjantin’den Filistin’e dönmek, Avrupa’dan dönmekten daha güçtü. Teodor Herzl, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda kendisini Almanya’ya iâde edeceğini, ama dünyada bir Yahudi devleti olsa orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama bu nasıl olacaktı? Herzl planını şöyle anlattı: “Osmanlı Devleti’nin pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyanın en zengini olan bir yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul’a gidersem, padişah bir yatırım yapacağım düşüncesiyle beni kabul eder, ben de ondan dış borçlarını ödemek mukabilinde isteyen yahudinin gidip Filistin’e yerleşme müsadesini koparırım” dedi. Bu esas üzerine anlaştılar. Teodor Herzl, bu maksatla iki defa İstanbul’a geldi ve Sultan Abdülhamid ile görüştü. Binnetice emeline muvaffak olamadı. Zira o büyük hükümdar: “Ecdadımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı bekliyorsunuz?” diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu.  Bu hadise üzerine Sultan Abdülhamid Han’ı bertaraf etmedikçe emellerine muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan Kızıl Sultan lâkâbı, Ermenilere mal edilirse de aslında bir Yahudi icadıdır. Esasen Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçen Ermeniler, bu tarihten itibaren propaganda ve silah temini hususunda Yahudilerden büyük ölçüde destek görmüşlerdir. Viyana’da imal edilmiş olan bir saltanat arabasına saatli bir bomba yerleştirerek onun Yıldız Câmii şerifi ile Yıldız Sarayı arasındaki kısacık mesafede patlayabilmesinin dakik hesabını yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece ermeni kıpırdanışına destek vermekle iktifa etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak iki çareye başvurdular: 1) Filistin’de birtakım Arapları menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vasıtasıyla arsa ofisi kurdular. İsteyen herkesin yerini, bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dair ilanlar dağıttılar. Alıcılar arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar, arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Arazisini satan, gidip Beyrut’a, Mısır’a ve Şam’a yerleşiyordu. Hatta: “Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz” kaygısıyla birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Bu durumu zamanında haber alan Sultan Abdülhamid Han, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu halka îzah etti ve bu arâzîlerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arazîlerini satmak isteyen varsa bunları Sultan’ın şahsî servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş bulunduklarını beyan ederek Yahudi hareketine engel olundu. Sultan Abdülhamid Han’ın “Filistin Çiftlikât-ı Şâhânesi” adıyla bilinen arazîler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan indirince, emlâkini millîleştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar kaybedildiği takdirde bile şahsî mülkiyet hakkı, beyne’l-milel hukuk kâidelerine göre bâkî kalacaktı. Dışarıda Sultan Abdülhamid Han’ı karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dâhilde de İttihad ve Terakkî Cemiyeti’ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu cemiyetin tamamen Yahudi usul ve esasları dahilinde onların talimatıyla hareket ettikleri şüphesiz olmakla beraber, bunu Rumeli’de dağa çıkarak Meşrûtiyet’in ilânını bir emr-i vâkî haline getirmiş bulunan hürriyet kahramanı(!) Resneli Niyazi de hatıratında açıkça itiraf etmektedir. Fakat ne hacet… O devrin vukûâtını firâsetle tedkik ve ittihatçılardan hâtırat yazanların söyledikleri, bu gerçeği bin defa isbata kâfidir. Sultan Abdülhamid Han’ı hal’eden yani tahttan indiren kararın tebliği için huzuruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebusu Emanuel Karasu Yahudi değil midir? Mübârek padişah bunu görünce vukuâtın gerçek müessirini ifşâ edercesine heyete dönerek: “Ben Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır?” süalini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecburiyetinde kalmışlardı. Emanüel Karasu ve Metr Salem gibi su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan ve 1914-18 Harb-i Umûmî’ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu eserin hacmi müsait değildir. Şu kadarını söyleyelim ki, Filistin’in harb-i umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddia edildiği gibi “Arap İhâneti”nin eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Orduları Cephesi’nin –askerî bir mantıkla izahı kâbil olmayan- hezimeti sebebiyledir. Not: Bu yazı, Kadir Mısıroğlu’nun Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri isimli eserinden iktibas edilmiştir.   Sultan II. Abdülhamid Han

Sultan Abdülhamid Han’ın Filistin’de Toprak Satışını Yasaklaması

Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın Filistin’de Toprak Satışını Yasaklaması “Eğer Herzl, senin, arkadaşın ise ona nasihat et, bu mevzuda bir adım daha atmasın. Ben bir karış toprak bile olsa satmam. Zîrâ bu vatan bana âit değil, milletime âittir. Benim milletim bu topraklan savaşta kanlarını dökerek kazanmışlar, onu kanları ile verimli kılmışlardır. Bu toprak bizden sökülüp alınmadan ev­vel, biz onu tekrar kanlarımız ile sularız. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efrâdı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir. Onlardan bir tanesi dahi dön­memek üzere muharebe meydanların­da canlarını vermişlerdir.” (Sultan İkinci Abdülhamid Han)   Osmanlıların “Arz-ı Filistin” dediği topraklar aslında üç coğrafî bölgeden oluşuyordu: Kâzımiye Nehri’yle Mukatta Nehri arasındaki bölge yani “Akkâ Sancağı“:  Mukatta Nehri’yle Zerduludce Nehri’nin kaynağı arasındaki “Nablus Sancağı” ve Nablus’un güneyinde Berseba vâdisine kadarki mıntıka olan “Kudüs Sancağı“.
Sultan II. Abdülhamid Han
Sultan II. Abdülhamid Han
Osmanlıların mülkî idâre sistemine göre Kudüs, 1887 yılında merkeze bağlı müstakil bir mutasarrıflık hâline getirilmiştir. Bir yıl sonra Beyrut vilâyeti oluşturulmuş ve Kuzey Filistin’deki iki sancak, Nablus ve Akkâ, bu vilâyetin sınırları içine alınmıştır. Böylece Fi­listin iki kısma ayrılmıştı. Filistin’in kuzeyi Beyrut valiliğinden idâre edilirken, Kudüs mutasarrıfı, mukaddes toprakların güney kısmından mesuldü. Romanya'dan Filistin'e göç edilmesine mani olunmasına dair vesika belge Beyrut vilâyetine bağlı Akkâ Sancağı’nın her biri bir kaymakamın idâresinde olan ve merkez Akkâ kazası, Hayfa, Tiberyas, Safed ve Nâsıra (Nazareth)’dan oluşan beş kazası vardı. Osmanlıların “Nablus” dediği sancak ise merkez kaza, Cenin, Benî Sa’b ve Cemâ’în olmak üzere dört kazadan oluşuyor­du. Kudüs-i Şerîf Mutasarrıflığı ise 127 köy­den oluşan merkez livâsı, 58 köyden oluşan Yafa, 91 köyden oluşan Gazze ve 52 köy­den oluşan Halîlü’r-Rahman kazalarına bölünmüştü. Filistin’in Osmanlı idâresinde bulunması, Siyonistlerin bütün teşebbüslerinin Osmanlı üzerinde artarak devam etmesine sebep olacaktır. Siyonistler, Filistin’de bir Yahûdî yurdu ku­rulması için önce, belirli bir meblağ karşılığında Filis­tin topraklarını satın almayı planlamışlardır. Siyonist­ler, bir yandan Osmanlılarla müzakerelere devam ederken, diğer yandan da Filistin’de kolonizasyona girişmişler ve taraftarlarını tarıma bağlı iskân merkez­leri kurmak sûretiyle Arz-ı Mev’ud‘da (Vaad edilmiş topraklarda)  iskân etmeye başlamışlardı. İşte Yahûdîlerin bir gün Filistin’e dönerek burada bir “Yahûdî devleti” kurma emeli olan Siyonizm böy­lece uyanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin zayıf­laması neticesinde de Siyonistler bu hedeflerini tatbi­ke koymaya başlamışlardır.
Kubbetü's-Sahra
Kubbetü’s-Sahra
Siyonizm’in kurucusu Theodore Herzl 1896 yılın­da yayınladığı “Der Judentaat” adlı eserinde bu he­defin maddelerinden bahsetmiştir. Herzl, fikrini ger­çekleştirmek maksadıyla Avrupa ve Amerika’da ya­şayan Yahûdî ileri gelenleri ile görüşmeler yapmış, çok büyük para kaynakları elde etmiştir. Theodore Herzl’in teklifi Theodore Herzl nabız yoklamak maksadıyla Hazi­ran 1896′da istanbul’a gelmiştir. Herzl, Sultan ikinci Abdülhamîd Han’dan Filistin’in Yahûdî göçlerine açıl­ması ve buranın muhtar bir Yahûdî idâresine sahip ol­masına karşılık, Osmanlı’nın Avrupa devletlerine olan borçlarının ödenmesi ve Avrupa basınında pâdişâh lehine propaganda yapmak tekliflerini sunmak için görüşme talebinde bulundu. Ancak kendi­si pâdişâh ile görüşemeyip, tekliflerini yakın adamı Polonyalı Philip Newlinsky vasıtasıyla yapmıştır. Sultan ikinci Abdülhamîd Han ise bu tekliflere hiddetlenmiş ve şöyle cevap vermiştir: “Eğer Herzl, senin, arkadaşın ise ona nasihat et, bu mevzuda bir adım daha atmasın. Ben bir karış toprak bile olsa satmam. Zîrâ bu vatan bana âit değil, milletime âittir. Benim milletim bu topraklan savaşta kanlarını dökerek kazanmışlar, onu kanları ile verimli kılmışlardır. Bu toprak bizden sökülüp alınmadan ev­vel, biz onu tekrar kanlarımız ile sularız. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efrâdı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir. Onlardan bir tanesi dahi dön­memek üzere muharebe meydanların­da canlarını vermişlerdir.”   Bu cevap üzerine Herzl hayal kırıklığına uğrayarak ikâmet et­tiği Viyana’ya geri dönmüştür. 29-30 Ağustos 1897′de isviçre‘nin Basel şehrinde bir “Dünya Siyonist Kongresi” toplanarak, Basel Programı denilen ve Filis­tin’i bir “Yahûdî Millî Yurdu” haline getirmeyi ihtiva eden bir karar alınmıştır. Dünya Siyonist Kongresi’nin toplanmasını sağla­yan Theodore Herzl, Filistin’i Yahûdî millî yurdu hâline getirecek olan komitenin de başkanlığına getirilmiştir. Nüfus arttırma gayretleri Filistin’de bir Yahûdî yurdu kurma gaye­sinin gerçekleşmesi yolunda bölgedeki Yahûdî nüfûsunu arttırmak için buraya göçü sağlamaya çalışmışlardır. Sultan ikinci Ab- dülhamîd Han, Yahûdîlerin bu tehlikeli ni­yetlerini sezdiğinden dolayı Filistin’e göçü yasaklamıştır. Artık Yahûdîler Filistin’e sade­ce ziyaret için gelebilecekler ve bu süre üç ay olacaktı. Kendilerine verilen kırmızı tez­keredeki ikâmet süresi dolunca Filistin’i terk edeceklerdi. Fakat Yahûdîler yine de gizli olarak ve çeşitli yollardan gelip Filistin’e yer­leşme teşebbüsünde bulunmuşlardır.
Kubbetü's-Sahra'nın avlusu - Yıl 1900
Kubbetü’s-Sahra’nın avlusu – Yıl 1900
1883′te çıkarılan bir irâde-i seniyye ile de Yahûdîlere mülk satışı yasaklanmıştır. Ayrıca pâdişâh Hazîne-i Hâssa’daki şahsî mal varlığı ile Filistin’de mümkün olduğu kadar fazla toprak ala­rak, Yahûdîlerin toprak satın almalarını engellemeye çalışmıştır. 1891′de çıkarılan bir irâde-i seniyye ile hiçbir Yahûdî’nin Osmanlı vatandaşlığına alınmaya­cağı ve Yahûdîlerin Osmanlı topraklarına yerleşmele­rine müsaade edilmeyeceği belirtilmiştir. Daha sonra çıkarılan bir emir ile de başta Filistin olmak üzere bü­tün Osmanlı topraklarında Yahudilere toprak ve mülk satışı yasaklanmıştır. Yahudilerin Filistin'de osmanlı tebeası olarak toprak almalarına mani olunması hakkında vesika belge   Hîle ile Filistin’e yerleşmeleri Bu sırada Said Paşa’nın bir gafleti neticesinde Filis­tin’de arazi ve mülk satın alanların hepsinin Siyonist ol­madığı ve son günlerini ibadetle geçirmek isteyen bazı Mûsevîlerin de burada toprak satın almalarına mâni ol­manın haksızlık olduğunu beyan ile 1893 ilkbaharına kadar Filistin’de kânûnî yollarla toprak satın almış olan­ların Siyonizm ile münâsebetlerinin olmadığına dâir konsolosluklarından aldıkları belgeye göre tapuları ve­rilmiştir. Çeşitli ülkelerden yahudilerin Kudüs'e göç ederek cemiyet oluşturduklarına ve mani olunmasına dair vesika belge
Osmanlı Devleti bu kararla 1893′e kadar Siyo­nistlerin gayr-ı resmî yollardan almış oldukları toprakla­rı da tasdik etmiş olma durumuna düşmüştür.   Yahûdîler Filistin’e kânûnî olarak yerleşmenin müm­kün olmadığını anlayınca artık hileli yollara başvurmaya başlamışlardır. Rus ve Doğu Avrupa Yahûdileri önce Almanya,  Avusturya veya İngiltere’ye uğrayıp bu devletlerin vatandaşlığına geçip sonra Filistin’e sızmışlardır. Bu­nu gören Osmanlı Dâhiliye Nezâreti yeni tedbir alarak, 1898 Ağustos’unda Kudüs mutasarrıfı, yabancı devlet­lerin Filistin temsilcilerine bir bildiri dağıtarak, bundan böyle Filistin’in milliyet tefriki gözetmeksizin bütün Ya­hudilere kapalı olduğunu tebliğ etmiştir.

Mescid-i Aksa'nın giriş kapısı ve içi

Filistin’e yerleşmek için Sultanın tahtından inmesi lâzım 21 Kasım 1900 tarihinde de Yahûdîlerin Filistin’e yerleşmelerini önleyici bir tedbir olarak “Mukaddes Topraklara Duhûliye Şartları” adı altında yeni tedbirler getirilmiştir. Bu şartlara göre, Filistin’i ziyaret edecek her Yahûdî, üzerinde mesleği, milliyeti ve ziyaret sebe­bi yazılı bir tezkere veya pasaporta sahip olacaktır. Yahûdîlerin elindeki bu tezkere Filistin’e ulaşınca salâhi­yetli makamlarca alınıp kaydedilecek, otuz günlük sürenin dolmasından sonra ise sınır dışı edileceklerdi. Suriye'ye göç eden yahudilere arazi satışının yasak olmasına dair vesika belge Meşru yollarla Sultan ikinci Abdülhamîd Han’a is­teklerini kabul ettiremeyeceklerini anlayan Yahûdîler, kendi emellerinin gerçekleşmesi önünde Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı büyük bir mâni olarak görmüşlerdir. Onun için de sultanı tahttan uzaklaştırmanın yolunu aramaya başlamışlar ve bu maksatla Jön Türk grubu içerisinde çalışmalara başlamışlardır. İttihat ve Terakkî Cemiyeti içerisinde büyük rolü bulunan Emmanuel Carasso bu yolda en çok faaliyet gösterenlerden birisidir. Mescid-i Aksa'nın için ve kubbetüs-Sahra
Emmanuel Carasso sultanın huzurunda Emmanuel Carasso, Siyonist bir heyetle 17 Eylül 1901′de Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın huzuruna çıkarak, Rusya’da zulüm gören Yahûdîlerin Filistin’e yerleştirilmesi ve muhtar idâreye sahip olmaları karşı­lığı olarak 20 milyon altın teklif etmiştir. Bu tekliflere sinirlenen Sultan ikinci Abdülhamîd Han heyeti huzu­rundan kovmuştur. Herzl, istanbul’a ikinci gelişinde Mâbeyn İkinci Kâtibi İzzet (Holo) Paşa ile görüşmüş­tür. izzet Paşa, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Yahûdîlerin Filistin dışında bir yere Osmanlı uyruğunu kabul etmek şartıyla yerleştirilmelerine izin verdiğini, karşılık olarak da Osmanlı borçlarının ödenmesini is­tediğini belirtmiştir. Ancak Herzl, Filistin’e yerleşmeye müsaade edilmediği için bunu kabul etmeyip, İstan­bul’dan tekrar eli boş ayrılmıştır.
Yahudilere, Kudüs ve çevresinde bir aydan fazla süre ikamet etme yasağına dair belge vesika
Siyonizm siyâsî bir meseledir Sultan İkinci Abdülhamîd Han, “Siyonizm”i siya­sî bir mesele olarak görmüş ve Yahûdîlerin Filistin’e yerleşmek istemelerindeki asıl gayelerinin Filistin’e sadece masumane bir yerleşme şeklinde olmayıp, burada bir devlet kurmak olduğunu sezmiştir.
Herzl’le görüşen ve bütün Siyonist kongrelerini takip eden Osmanlı elçisi Tevfik Paşa, Berlin’den gönderdiği bir raporunda; Herzl’in asıl maksadının müstakil bir Yahûdî devleti kurmak olduğunu, bu­nun için Filistin’le yetinmeyeceğini, komşu ülkelere de yayılacağını yazmıştır. Yahûdîler red cevabı alınca, Sultan Abdülhamîd Han’a karşı fiilî tavır alarak, sultanı tahttan indirme faaliyetlerini arttırdılar. Filistin’den toprak satın alıp yerleşmek için bu sefer bazı sanayi ve ziraat şirketle­ri kurarak, şirket için toprak satın aldıklarını basamak olarak gösterip, büyük topraklar satın alma yoluna gittiler. Devlet idaresi bunu fark edince Suriye ve Beyrut vilayetleri ile Kudüs sancağında bu çeşit şir­ketlerin kurulmasını yasaklamıştır. Yabancılara toprak satışına dikkat!
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında, Filis­tin’de yabancıların toprak alım ve satımına çok dikkat edilmiştir. Nablus sancağına tâbi Kefersaya köyünde arazi satın almış olan Fransa tebaasından Nersis Natanel’e geçici senet verilmiştir. Çünkü yapılan inceleme­de aldığı araziye Musevi iskân edeceği anlaşıldığından asıl senet verilmemiştir. Daha sonra da Nersis Natanel’in vekili araziye ağaç ekme izni istemiştir. Müraca­atı değerlendiren Meclis-i Vükelâ, 21 Nisan 1908′de aldığı kararda araziyi işlemek açısından asıl senet ile geçici senet arasında bir fark olmadığını ve araziye ağaç ekebileceğini belirtmiş ama araziye Yahûdî göç­menlerin yerleştirilmesine kesinlikle müsaade edilme­mesini istemiştir.
Thedore Herlz'in Filistin'den toprak talep etmesi karşılığında osmanlı'nın borçlarını ödeme teklifi mektubun orijinali
Sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın bütün titizliğine ve çabasına rağmen bazı devlet adamlarının ihmal ve basiretsizlikleri ve yabancı devletlerin Siyonistler lehi­ne Osmanlı’ya müdahale etmeleri ve siyasî nüfuzları­nı kullanarak Osmanlı Hükümeti’nin tatbik ettiği kısıt­lama ve yasakları birer birer ortadan kaldırarak Siyo­nistlerin işini kolaylaştırmaları ile Siyonistler binlerce taraftarlarını Filistin’e yerleştirmeyi başarmışlardı. İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve tavizler Reşad Paşa, Yahûdî ve Hıristiyanlara Bâb-ı Âlî’nin koyduğu sınırların üstünde inşâ izni verdiği için daha mutasarrıflığının ilk yılı dolmadan vazifeden uzaklaştırılmıştır.
Osman Kâzım Bey, İngiliz-Filistin şirketi mukaddes topraklarda şubeler açıp, malî muamelelere başlayın­ca, mutasarrıflığın bazı hizmetlerini karşılamak için Siyonistlerden borç almaktan çekinmemişti. Sultan Abdülhamîd Han, bu durumu öğrenince Osman Kâzım Bey’i Kudüs’ten alarak Haleb’e tayin etmiştir.
Yahudilerin Filistin'e göçlerini men etmek hakkında bir vesika belge
1904 yılında Osman Kâzım Bey’in yerine tayin edilen Ahmed Reşid Bey de aynı şeyi yapmış, vilaye­tin vergi açığını kapatabilmek için İngiliz Şirketi’nden borç alınca derhal vazifesinden alınmıştır. Kanun ve yasaklar Sultan ikinci Abdülhamîd Han tahtta olduğu müddetçe çok sıkı takip edilmiş, ancak İkinci Meşrutiyet’in ilanındaki serbest durumdan faydalanan Yahûdîler faaliyetlerini iyice arttırmaya başlamışlardı. İttihatçılar, ikinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Fi­listin’e Yahûdî göçlerini yasaklayan Sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın bütün kararlarını kaldırmışlardır. Meşrutiyet’in ilanından sonra Siyonistler, merkezi Ya­fa olmak üzere bir Filistin Ofisi açmışlar ve bu ofisin teşebbüsüyle Filistin Toprak Geliştirme Şirketi’ni kur­muşlardır. Bu şirketin başına getirilen Alman asıllı bir iktisatçı olan Dr. Ruppin, Filistin’e gelen göçmenleri koloniler kurarak istihdam etmiştir. Yahûdîler, 1908-1914 yılları arasında satın aldıkları elli bin dönüm ara­zi üzerinde dokuz yeni çiftlik ve yerleşim merkezi kurmuşlardır. Ruppin, Yafa yakınlarında 139 haneden ve 1500 kişiden oluşan bir Yahûdî şehri olan Tel-Aviv (İlkbahar Tepesi)’in temellerini atmıştır. Yahûdîler Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin ya­nında yer alıp, kurdukları Yahûdî Lejyoner kuvvetiyle onlar için savaşmışlardır, ingilizler de Yahûdîlerin bu hizmetine karşılık Balfour Deklarasyonu’nu yayınla­mışlardır. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıkıp, bölge­den çekilmek durumunda kalınca, ingiliz birlikleri 9 Aralık 1917 günü öğleden önce şehre girmişler ve böylece israil Devleti’nin temeli atılmıştır. “Ba’de harabi’l-Basra..” Netice olarak, Sultan ikinci Abdülhamîd Han, Ya­hûdîlerin Filistin’e yerleşmesini önlemek maksadıyla 1883 ve 1891 yıllarında çıkardığı kanunlarla Filistin’de Yahûdîlere mülk satışını yasaklamıştır. Filistin’e normal yollarla yerleşemeyeceklerini anlayan Yahûdîler bu sefer yabancı ülkelerin vatandaşlığını alarak ve çeşitli şirketler vasıta­sıyla toprak satın alma yoluna gitmişlerse de buna da Osmanlı Devleti mânî olmuştur. İkinci Meşrutiyetle birlikte ittihat ve Terakki’nin Sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın koydu­ğu kanunları kaldırması ile Filistin’e Yahûdî göçleri hızlanmıştır. İttihatçılar dört sene gibi bir zaman içinde koca devleti savaşların ve fe­lâketlerin içerisine sürüklediklerinden, devletin bu göç ve toprak satışlarına mânî olacak gücü de kalmamıştır. Göçün ve toprak satışlarının önüne tekrar geçilmek istenmişse de “ba’de harabi’l-Basra” hükmünce iş işten geçmiş ve kısa bir zaman sonra ortada ne devlet ve ne de tatbik edilecek bir kanun kalmıştır.

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMÎD HAN DİYOR Kİ

“Yahûdîler ise, kadîm (eski) mefkurelerine merbut (bağlı) olarak, Arz-ı mev’udu, kendilerine dînî kanâatlerine göre vaad edilmiş topraklarda müesses (kurulmuş) müstakil İsrail devleti hasreti içindedirler. Bu topraklar da bizim Kudüs Sancağı’mızın hudutları içindedir. Bu beldedeki, Hazîne-i Hâssa’ya âit Çiftlikât-ı Hümâyûnlar’ı evvelâ satın almak, daha sonra da doksan dokuz sene müddetle kiralamak tek­lifinde bulunmuşlardır. Görülüyor ki, bir devletin tebeası veya halkı olmak kâfi gelmiyor. Kânun önünde (nazarında) müsâvât (eşitlik) temin etmek de gayeyi temine bazen yetmiyor.”

 ABDÜLHAMİD HÂN Hazretlerinden Müthiş Çanakkale stratejisi!


Sultanın Topları
Sultanın Topları
18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı, kuşkusuz Türk tarihinin dönüm noktalarından biri. Zaferin 97. yıldönümünde ilginç bir ayrıntı ortaya çıktı. Çanakkale savunması ile ilgili hazırlıklar, II. Abdülhamit Han’ın emriyle başlatılmış. Çanakkale Boğazı’nın devletin savunmasında olmasının öneminin farkında olan Sultan Abdülhamit, çeşitli çalışmalar için girişimlerde bulunmuş. Düşman saldırısı ihtimaline karşı Çanakkale’ye torpil döşetmiş.Ayrıca boğaz ve  önemli bölgelerde çok güçlü toplar koydurtuğunu biliyoruz.   Padişahın başkimyageri olan Polonya asıllı Bonkowski Paşa, 1897 yılında deniz savunmasıyla alakalı bir rapor hazırlayarak, Abdülhamit‘e sunmuş. Raporu Osmanlı arşivlerinde bulan tarihçi Ahmet Temiz, Bonkowski’nin savaştan 18 yıl önce hazırladığı bu raporun savunmayla ilgili önemli bilgiler verdiğini belirtiyor. Abdülhamit Han’ın ileri görüşlülüğünün bu belgede de ortaya çıktığını kaydeden Temiz, şöyle konuşuyor: “Başkimyager, hazırlamış olduğu raporunda düşman devletler tarafından İstanbul ve Çanakkale Boğazı’na karşı vuku bulacak bir saldırı esnasında buraların muhafazası için denize döşenebilecek ve düşman gemilerinin geçişlerine engel olabilecek torpilleri ele almıştır.” Padişaha sunulan raporda şu bilgiler yer alıyor: “İstanbul ve Çanakkale boğazlarının muhtemel bir düşman saldırısına karşı muhafaza altına alınmasından bahsediliyor. Ben de Halife Hazretleri’ne verdiğim vatanın muhafazası sözü gereği, sadık tebaanın mesailerine gücüm yettiğince katılmak üzere fenne müracaat ettim. Biraz fikir yürüttükten sonra, bir nevi hareketli bir torpil icat ettim. Bu usul Çanakkale Boğazı sularında münasip bir şekilde kullanıldığında Akdeniz adalarından zorla girmek isteyen bir düşman filosunun girişini tamamen imkansız kılmazsa bile oldukça zorlaştırır.”

Kitap koleksiyonu

Abdülhamid matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı’nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere’ye, Almanya’ya ve Amerika’ya göndertti.
Abdülhamid dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid’in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiyeroman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes’un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcayatercüme ettirmişti.
Abdülhamid Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane 4 bölümden oluşmaktaydı:
  1. Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
  2. Gazeteler: Kütüphane, Avrupa’da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
  3. Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva’nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
  4. Coğrafya ve seyahatnameler: Yıldız Sarayına kapanmış bir hayat süren Abdülhamid’in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

Hakkındaki görüşler

Özellikle Ermeni isyanını bastırırken kullandığı tedbirler nedeniyle batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından “kızıl sultan” diye anılmıştır.Öte yandan, taraftarları onu “ulu hakan” gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Abdülhamid, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyaset ve muhafazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle sağ siyasi çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı olmaya devam etmektedir. Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Sultan Abdülhamid’e karşı olan Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir.
Padişahım gelmemişken yâda biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz - Süleyman Nazif

. Abdülhamid’in idare tarzı azami müsamahadır. Atatürk. Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamîd Han’da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir. ( Alman Milli Birliğinin kurulmasını gerçekleştiren meşhurAlman devlet adamıPrens Bismarck ) Ahmet Rıza Bey’den Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey’e:Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene Hakan ve Halife idi. Sultan Hamid için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftira olduğunu bildiğimiz halde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftira selinin yarınki muhatapları da bizler olacağız. Kızıl Sultan iddiası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid’in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid’in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte “Kızıl”, yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid’e Jön Türkler neden “Kızıl Sultan” dediler? 1915′te yüzbinlerce Ermeni’yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi

Sultanın Odası ve Meşhur Şifreli Masası

Masanın sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında… 164808_masa
Cuma günü gösterime giren Sultanın Sırrı filminde, Amerikalı ajan, II. Abdülhamit’e ait şifreli dolabın peşine düşüyor. Sultan Abdülhamit, Yıldız Sarayı’nda kendine özel yaptırdığı marangozhanede böyle bir dolap yaptı mı bilemiyoruz ama özel bölmeleri olan şifreli masası Beylerbeyi Sarayı 28 No’lu odada özenle korunuyor.
Sırlarla dolu bir padişah olarak tanınan II. Abdülhamit, 27 Nisan 1909′da tahttan indirildi ve sürgüne yollandı. Üç yıl boyunca Selanik’te kaldı. 1912′de Beylerbeyi Sarayı’na getirildi, son nefesini verdiği 10 Şubat 1918′e kadar burada yaşadı. II. Abdülhamit, hattat babası Abdülmecid Han gibi zeka ve dehasını konuşturan usta bir marangozdu. Tarih ve Toplum dergisinin Ekim 1986 sayısından öğrendiğimize göre Yıldız Sarayı’na taşındıktan sonra burada Tamirhâne-i Hümâyun’u kurmuştu. Aynı dergide Esbak Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa, Yıldız hatıralarında bu konuya değiniyor ve onun ne kadar maharetli olduğunu anlatıyor: “Bir aralık Beyoğlu’nda Şaven namı ile meşhur bir mağaza vardı. Bu mağazanın sahibi Avrupa’dan fevkalade zarif mobilyalar, biblolar celbederdi. Bir gün Şaven mağazasında son derece sanatkarene yapılmış bir yazıhane görüldüğü Hünkara arz olunmuştu. Hünkar bunu saraya aldırdı ve bir müddet sarayda kaldıktan sonra dükkana iade ettirdi. Aradan bir müddet geçti, bir gün zat-ı şahane mağaza sahibinin saraya davet olunmasını ve geldiğinde o yazıhanenin aynı olarak kendisinin imal ettiği yazıhanenin gösterilmesini emretti. Mağaza sahibi iki yazıhane arasında bir fark göremediğini samimi bir hayretle söylemişti.” Tahsin Paşa’nın anlattığına göre Sultan Abdülhamit, Avrupa’dan en son sistem marangoz alet ve edevatı getirtmiş, birçok usta ve çırakla Tamirhâne-i Hümâyun’nda çalışmış. Adının tamirhane olması yanıltıcı olmasın. Burası ne sadece bir marangozhane ne de sıradan bir tamirhane. Bir sanat akademisi gibi çalıştığını, yabancı sanatçıların bile sanat öğrenmeye geldiğini ve II Abdülhamit’in de o akademinin baş öğretmeni olduğunu söyleyebiliriz. Fildişi ve sedef kakmalı mücevher dolabı, maroken kaplı yemek sandalyeleri, altın yaldızlı beyaz lake vitrinli büfe ve birçok şifrelimobilyabu akademiden çıktı. O dönemde gerek Dolmabahçe, gerek Beylerbeyi sarayları için şifreli mobilyaların sık üretilmesi onun yönetim anlayışı, kişisel özellikleri ve güvenliğe verdiği önemle paralellik gösteriyor. Nitekim Yıldız Sarayı’nda şifre dairesi ve katibi vardı. Bugün Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarında Tamirhâne-i Hümâyun yapımı mobilyalara rastlıyoruz. II. Abdülhamit, marangozluk çalışmalarına tahttan indirildikten sonra Beylerbeyi Sarayı’ndaki odasında devam etmiş. Sultan’ın şifreli ve karizmatik yönetimi bu mobilyalarda somutlaştı. Aralarında en çok dikkat çeken bugünlerde de bir filme konu olan şifreli çalışma masası ya da Tahsin Paşa’nın ifadesiyle yazıhanesi. Aslında Sultanın Sırrı filminde tam olarak bu masadan söz edilmiyor. Amerikalı bir ajan, Sultan’a ait şifreli dolabın peşine düşüyor. Padişah böyle bir dolap yaptı mı bilemiyoruz ama özel çekmeceleri ve aynası olan çalışma masasını ince bir zeka ürünü olarak şifreli yapması sırlarla dolu bir padişah olduğu noktasında sanırım herkesi hemfikir yapıyor.

03 04 06

Masanın sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında burada üç çekmece gözü olduğunu anlamak zor. İlk çekmeceyi, işlemeler arasına ustalıkla yerleştirilen gizli bir düğme ile açabiliyorsunuz.
İkinci çekmeceyi ise ancak ilk gözü açtıktan sonra altına saklanan başka bir düğmeye basarak çekebiliyorsunuz. Masanın ortasına gömme şekilde yapılan aynanın da bir işlevi var. Arkanızdan geçen ya da sağ ve sol tarafta duran birini fark etmenizi sağlıyor.

Sultan’ın çalışma odası

08 II. Abdülhamit, 1912′den 1918 Şubat ayına kadar Beylerbeyi Sarayı’ndaki 28 No’lu odayı, çalışma odası olarak kullanmış. Gazetesini okuduğu, kadınefendileriyle ve kendisini bayramdan bayrama ziyarete gelen kızları ve şehzadelerle görüştüğü oda burası. Duvarlarında ayet-i kerimeler ve hatla yazılmış Peygamberimiz’i öven kasideler bulunuyor. Vefat ettiği 8 No’lu oda, buranın bir alt katında. Özel bölmeleri ve aynası bulunun şifreli çalışma masası da hâlâ bu odada duruyor. Kapaklı olduğu için ilk anda masa olduğu anlaşılmıyor. Ziyarete gidenler odayı ancak içeriye girmeden kapısından görebiliyor. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun, ‘Babam Abdülhamit’ kitabında anlattığına göre Sultan II. Abdülhamit, Yıldız Sarayı’ndaki marangozhanesinde, resim çizdiği (mobilya projeleri) ve boya ile uğraştığı zamanlar, kadife pantolon ve kolları sıvalı beyaz gömlek giyermiş. Beylerbeyi Sarayı yetkililerine göre Sultan Abdülhamit’in sürgün yılları ve mobilyalarıyla ilgili tarihi kaynaklarda bir boşluk var. Çok fazla bilgiye rastlayamıyoruz. Üzerinde çalışılması gerek bir konu.
Tuğralı her mobilyayı II. Abdülhamit mi yaptı? Sultan II. Abdülhamit döneminde yapılan mobilyaların hepsinde isminin yazıldığı tuğrası bulunuyor. Mobilyaların çoğu Tamirhane’yi Hümayun’da bir sanat eseri gibi işlenmiş. Beylerbeyi Sarayı’ndaki şifreli masada ve 12 No’lu odadaki Harem’de kullanılan sandalyelerin hepsinde bu tuğra var. Ancak mobilyaları özellikle de bu sandalyeleri birebir padişahın yaptığına dair bir belge yok.

Projeleri

abdulhamid-hanin-harita-ve-planlari-ilk-kez-gun-i38_galeri abdulhamid-hanin-harita-ve-planlari-ilk-kez-gun-8bw_galeri abdulhamid-hanin-harita-ve-planlari-ilk-kez-gun-ae1_galeri
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş., Sultan II.Abdülhamid dönemine ait 150 harita ve planı gün yüzüne çıkararak ilk kez tek kitapta bir araya getirdi. “Sultan II. Abdülhamid Devri Harita ve Planlarında İstanbul” adlı kitapta, Sultan II. Abdülhamid Han’ın emriyle hazırlanmış olan harita ve planların yanı sıra XIX. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul ve çevresindeki padişah mülkleri, imar faaliyetleri, köprü ve resmi dairelerin çizimleri, askeri yapılar ve nüfus ile ilgili haritalar da bulunuyor.Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı Koleksiyonu içinde yer alan 150 harita ve planın yer aldığı kitap, İstanbul ve çevresini haritalarla takip etmiş ve elinin altında toplamış olan padişahın yeterince bilinmeyen bir yönünü ortaya koyuyor. Kitapta yer alan bilgilere göre büyük fotoğraf albümleriyle ülkesinin her yanındaki gelişmeleri yakından takip eden II. Abdülhamid aynı zamanda İstanbul ve çevresini deyim yerindeyse semt semt haritalarıyla elinin altında toplamış. Padişahın ilgisi sadece İstanbul ile de sınırlı değil. Kitapta yer alan Osmanlı şehirlerinin haritalarını içeren atlas 1308/1891 tarihli. Karton üzerine, renkli, el yapımı, 24 haritadan oluşan atlas 76×122 cm boyutlarında.HARİTALARIN ÇOĞU EL YAPIMIÇoğu el yapımı olan haritaların arka kısımları atlas kumaş ile kaplanmış. Kitapta bulunan en eski tarihli harita 1806-1807 tarihli olup İstanbul’da yeniden inşa edilen tabyalarda yer alan topların menzillerini gösteriyor. Hendesehane ürünü olan harita, 82×92 cm ebadında renkli ve el yapımı. Çalışmada yer alan en yeni tarihli harita ise, Küçükçekmece kazasına tabi Alibeyköyü çiftliğinin karton üzerine bez, renkli, el yapımı, 134×190 cm ebadında olup 1902 tarihli.Kitapta yer alan haritaların yer ve konularına bakıldığında ülkenin askeri yönden müdafaasından başlayarak, ulaşım yolları, meşhur mahalleri ve stratejik yerlerinin dönemin çağdaş teknolojileri mümkün olduğunca kullanılarak tespit edildiği görülüyor. Bu sayede ihtiyaç halinde nerede ve ne tür tedbirler alınacağı kolaylıkla belirlenebiliyor. Kitaptaki 150 harita ve plana bakıldığında harita ilminin en azından son dönem Osmanlı devlet yöneticileri tarafından yeterince önemsendiği ve nimetlerinden faydalanıldığı anlaşılıyor.

Gerçekleştirdiği projeler

Ordu’nun Modernleştirilmesi ve Donanmanın Durumu:
1879′da Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra, Sultan II. Abdülhamid Rus Yayılmacılığı’na karşı Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi gerektiğine karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz komutasında bir Alman askeri heyeti İstanbul’a geldi. Von der Goltz, askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak bununla birlikte von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askeri teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını oluşturdu. Mamafih, Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.
II. Abdülhamit döneminde, borçların artmaması, genel durum vb. (ki gemiler hep borçlarla alınıyordu.) sebepler yüzünden Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Osmanlı Donanması Haliç Tersanesi’nde kalmıştır. Bu dönemde dünyada ilk kez Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ayrıca, ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı. (1897)Ancak, çeşitli sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı’nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir. En uzun süre Bahriye Nazırlığı yapan Hasan Hüsnü Paşa döneme damga vurmuştur.
Ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini verdiler. Von der Goltz, Almanya’nın ve Osmanlı Devleti’nin Doğu’daki nüfuzunu garantilemek için Bağdat tren yolunun inşa edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşaası lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.
Osmanlı Ordusunun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay’ın Sultan II. Abdülhamid’e haber göndererek, eğer derhal ateş-kes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum’a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.

Eğitim

İlk kız okulları II. Abdülhamid zamanında açılmıştır. Nitekim bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa’nın ilk defa bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, Sen mektebi aç, ben arkandayım, diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, daima kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir.
Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950′li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895′te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923′te bu sayı 95′e düşmüştür. 1895′teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909′da 900′e, 6 olan idadi sayısı 109′a çıkmıştır. 1877′de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905′te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

Ulaşım

Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryolu’dur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu’nun aksine, finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslam âleminden toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir. Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdulhamid’in yaptırdığı önemli binalardır. Haydarpaşa Garı’nın yapımına 30 Mayıs 1906′da başlanmıştır.
II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu’yu baştan başa dolaşacak bir karayolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip tatbikata geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4 gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılna kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamid döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.

İletişim

İlk olarak 1877′de Posta Telgraf Teşkilatı konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık haline getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900′de Posta Telgraf Teşkilatında ilk defa bir “havale kalemi” devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901′de Şehir Postaları kurulmuş, 30 Ağustos 1901′de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa’da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece 5 yıl sonra, yani 1881′de İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuştur. Telgraf hatları döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş ‘hava durumu’ raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.

Sağlık

1899 yılında, halen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi’ni kurdu.

Sosyal yardımlaşma

25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı’ndaki Darülaceze’yi kurdurmuştur.

Gerçekleştiremediği projeleri

II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da Haliç’e, dahası Boğaziçi’ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası’nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.
Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu’dur. Raporu 1898′de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen’deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.

İkinci Abdülhamid Han’ın PEROL ARAŞTIRMALARI

Paul Graskofp’un, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a sunduğu harita ve raporunda Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca mühim petrol yatakları yer alıyor. Doğu Ana­dolu’nun bir kısmını ve Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamına yakınını kapla­yan haritada Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etra­fı, Dicle civarı, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Habur, Fındık, Cizre ve Hakkâri mühim petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerdir. Paul Graskofp daha sonra raporunun de­ğerlendirme kısmına şunları ekliyor: “Bu bölge eğer iyi bir şekilde değerlendirilirse, gelecekte dünyanın en mühim merkezlerinden biri olacaktır.”   ***   Dünyada on dokuzuncu asırda teknoloji ve endüstri saha­sındaki gelişmeler petrolü, dünyanın en kudretli ve rakipsiz maddesi hâline getirdi. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan Musul ve Bağdat’ta ise petrolün varlığı bilinmekte ve ibtidâî yollarla da olsa çıkarılmaktaydı.   Petrole olan ihtiyacın artması Musul ve Bağdat petrollerine olan rağbeti de arttırdı. Osmanlı idaresinde bulunan bu bölge ingiltere, Fransa ve Almanya’nın alâkasını çekmeye başladı. Devrin pâdişâhı ise denge siyâsetinin büyük ustası Sultan ikinci Abdülhamîd Han’dı.   Petrol Mücâdelesi Başlıyor… Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a önce ingiltere büyükelçisi gelir. Osmanlı topraklarında arkeolojik kazılar yapacak ilim adamları için izin ister. Sultan, izni verir ama istihbarat eleman­larını da ardından yollar. Kısa bir süre sonra ingiltere büyükelçi­si tekrar gelir. Bu sefer beraberinde, kabzası değerli taşlarla süs­lü, ucu kırık eski bir kılıç getirir. Arkeolojik kazıda buldukları bu eseri pâdişâha sunar. Sultan, kazılarda işçi olarak ça­lışıp, kendisi için istihbarat toplayan hafiyelerden böy­le bir eserin çıkarıldığına dair rapor almamıştır. Bilgi teyit ettirilir. Yapılan kazılarda böyle bir esere rastlan­mamıştır. Kazıda bulunduğu iddia edilen kılıç Kapalıçarşı’da işten anlayan esnafa götürülür. Kılıç eski de­ğil eskitilmiştir. Aslında İngilizlerin aradığı da târihî eser değil, petroldür. a O devir için, ingilizlerin bölgedeki rakiplerinden biri olan Almanlar da İngilizlerden sonra arkeolojik kazı yapmak bahanesi ile İkinci Abdülhamîd Han’dan izin istemeye gelirler. Sultan, Alman İmparatoru ikin­ci Wilhelm ile arasındaki dostluğa güvenerek, Alman­lara da izin verir. Ancak, onların aradığı da çanak çömlek değil; petroldür. Esas gayeleri anlaşılan her iki devletin de -sözde- arkeolojik kazı yapma izinleri Sul­tan ikinci Abdülhamîd Han tarafından iptal edilir. İngiltere, Fransa ve Almanya’nın petrolün peşini bırakma gibi bir niyetleri yoktur. Bu maksat uğruna bütün siyâsîlerini, askerlerini ve iktisâdî kuvvetlerini seferber edip Musul, Bağdat ve o bölgeyi Osmanlı Devleti’nin elinden almak veya bir oyuna getirip en azından işletme imtiyazına sahip olmak için çalışma­lara başlarlar. Ancak hesaba katmadıkları bir şey var­dır: Devrin Osmanlı pâdişâhı, Sultan Abdülhamîd Han devleti büyük bir maharetle kullandığı denge siyaseti sayesinde uzun süre savaşlardan ve beraberinde ge­lebilecek toprak kayıplarından uzak tutmuştur. Şimdi ise mevzubahis olan, birkaç asır denge siyasetinin en mühim unsuru ve dünya siyasetine uzun süre damga­sını vuracak olan, Musul ve Bağdat petrolleridir. Sul­tan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Alman teknik komis­yonunun yaptığı araştırma neticesinde “gerçek bir petrol gölü” olarak tabir ettikleri bu bölgeyi kaptır­maya hiç niyeti yoktur. Sıra Abdülhamîd Han’da…     On dokuzuncu asrın son çeyreğine gelindiğinde yabancı devletler Osmanlı Devleti’nin iç işlerine iste­dikleri gibi müdâhale edebiliyorlardı. Ayrıca kapitü­lasyonlar yüzünden yabancılar Osmanlı Devleti içinde imtiyazlı hale gelmişler ve Osmanlı Devleti içinde top­rak satın alabilme hakkına da sahip olmuşlardı. İste­dikleri takdirde değerinin katbekat fazlasını ödeyerek bu petrol gölcüklerinin bulunduğu arazilerden satın alabilirlerdi. Ayrıca mücâdele kızışır, hâdiseler beklenmedik şekilde gelişir, savaş çıkarsa o an için mâliye hazînesi­ne âit olan ve petrol kaynayan bu bölgenin ingiltere, Fransa veya Almanya tarafından işgal edilmesi gibi bir durum söz konusu da olabilirdi. İşgal edilen bu arâziler hiçbir hak iddia edilmeksizin işgal eden devletin olacaktı. Oysa bu arâziler mâliye arâzisine yani devlete değil de pâdişâha âit olsa, şahsî mülkiyet kabul edilecek ve her­hangi bir işgal neticesinde pâdişâhın şahsî malı olarak kalacaktı. Onun vefâtı hâlinde ise bu mülk evlatlarına geçecek yani yine sultanın âile­sine kalacaktı.
Musul vilayetinde padişaha ait arazide çıkan petrolün arama ve işletme hakkının hazine-i hassaya verildiği hakkında bir vesika belge
Sultan ikinci Abdülhamîd Han, bütün bu meselelere çözüm bulmakta çok gecikmedi. Bü­tün menfî şartları dikkate alan sultan, petrolün bulunduğu bölgelerin ve stratejik ehemmiyete sâhip arâzilerin mâliye hazînesinden alınarak, Hazîne-i Hâssa’ya yani kendi husûsî hazînesine dâhil edilmesine ve bu şekilde koruma altına alınmasına karar verdi. Zaman kaybetmeden çı­karılan emirlerle bu arâziler sultanın hazînesi olan Hazîne-i Hâssa’ya dâhil edilerek Sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın şahsî mülkü hâline getirildi. Böylece petrol kaynayan bu arâziler hem yabancılar tarafından satın alınmaktan hem de herhangi bir iş­gal durumunda, elden çıkmaktan korundu. Sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın bu arazileri şahsî mülk hâ­line getirerek sağladığı diğer bir fayda ise, bu arazile­ri devlet mülkü olmaktan çıkararak, Düyûn-ı Umûmiye‘nin menfî durumlarından kurtarmasıydı. Bunun netîcesi olarak da, Düyûn-ı Umûmiye yerine Hazîne-i Hâssa’ya gelecek olan gelirleri Osmanlı coğrafyasına yapacağı hayır eserleri için kullandı. Bununla birlikte Sultan İkinci Abdülhamîd Han çeşitli târihlerde çıkar­dığı üç emir ile Musul ve Bağdat petrol, gaz maden­lerinin araştırma ve çıkarma imtiyazını da Hazîne-i Hâssa’ya yani kendi şahsî emlâkine dâhil etmiştir. Petrol Haritası Hazırlanıyor… Sultan ikinci Abdülhamîd Han, hiç vakit kaybet­meden Hazîne-i Hâssa Nezâreti’ne alınan madenler üzerinde araştırmalar yapmak ve verimlilik dereceleri­ni tespit etmek gayesiyle Avrupa’da maden işlerinden anlayan uzman arayışına girişmiştir. Uzman arama çabaları kısa süre içinde netîce vermiş ve Fransız ma­den uzmanı Emile Jakraz getirilmiştir. Musul ve Bağdat havalisinde Dicle-Fırat nehirleri havzasında yapılan petrol araştırmalarının yapıldığı yerleri gösterir harita   Jakraz, Hazîne-i Hâssa Nezâreti’nde başmühendis olarak 1895 târihinde hizmete başlamış ve ilk olarak Bağdat bölgesine gönderilmiştir. Daha sonra ise Mu­sul’a geçerek bu iki vilâyet çevresinde bulunan petrol madenleri üzerinde derinlemesine araştırmalar yap­mış, yaptığı bu araştırmaları raporlar ve haritalar hâ­linde pâdişâha sunmuştur. Jakraz bu raporlarda böl­ge petrollerinin ıslahı için neler yapılabileceği, ıslah çalışmaları için masrafların ne kadar olacağı ve petro­lün kârı ve menfî durumları üzerinde durmuştur. Avrupa’dan getirilen diğer bir mühendis ise Al­man maden mühendisi Graskofp’tur. Graskofp da Fransız maden mühendisi Jakraz gibi petrol bölgesin­de araştırmalarda bulunmuş ve bölgenin tafsilatlı (de­taylı) bir petrol haritasını çıkarmıştır. Paul Graskofp’un, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a sunduğu harita ve raporunda Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca mühim petrol yatakları yer alıyor. Doğu Anadolu’nun bir kısmını ve Güneydoğu Anadolu’nun nerdeyse tamamına yakınını kaplayan haritada Diyar­bakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Bat­man Çayı etrafı, Dicle civarı, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Habur, Fındık, Cizre ve Hakkâri mühim petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerdir. Paul Graskofp daha sonra raporunun değerlendirme kısmına şunla­rı ekliyor: “Bu bölge eğer iyi bir şekilde değerlendiri­lirse, gelecekte dünyanın en mühim merkezlerinden biri olacaktır.” Musul vilayetinde Şarkat ve Şemamek Mukataalarında bulunan madenlerin yerini gösteren keşif haritası Sultan Abdülhamîd Han’ın Tahttan İndirilmesiyle Gelen Son… Sultan İkinci Abdülhamîd Han 1909′da, hem de ona ihtiyacın en çok olduğu bir zamanda tahtan indi­rildi. Ondan sonra devletin başına geçenler, diğer me­selelere olduğu gibi Musul ve Bağdat petrollerine de gerekli alâkayı göstermediler. Abdülhamîd Hân’ın Hazîne-i Hâssa’ya geçirerek şahsî mülk hâline getirdiği ve bu sayede koruma altını aldığı petrol arazilerine tam tersini uyguladılar; bu arazileri, Hazîne-i Hâssa’dan mâliye hazînesine geçirdiler. Zaten Sultan Abdülha­mîd Han tahtan indirilmişti, şimdi ise petrollerimiz sa­hipsiz ve korumasız kalmıştı. Sonrası ise malum…

Sultan İkinci Abdülhamîd Han ve Osmanlı Donanması

Donanma-yı hümâyûnun elden çıkarılmasına katiyen rey ve rızam yoktur. Her Türlü fedakârlığı eder, fakat donanma maddesini esasından reddederim. Ve mucip sebeplerini dahi beyâna muktedirim, İcâbında donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım.” Sultan İkinci Abdülhamîd Han‘ın tahta oturmasının ikinci yılında Midhat Paşa ve avenesinin yanlış siyâsetleri neticesinde başlayan Osmanlı-Rus harbi, Devlet-i Aliyye’nin mağlubiyetiyle neticelenmiş, Yeşilköy‘e (Ayastefanos) kadar gelen Ruslarla çok ağır şartlarda bir antlaşma imzalanmıştı. Ayrıca Ruslara Ödenecek bir de savaş tazminatı meselesi vardı. Ruslar, savaş tazminatı olarak Osmanlı donanmasında bulunan altı büyük zırhlının kendilerine verilmesini istiyorlardı.
Hamidiye denizaltı gemisi Haliç 'te tecrübe seyrinde
Hamidiye denizaltı gemisi Haliç ‘te tecrübe seyrinde
Bu husus sultana bildirildiğinde “Başvekil Paşa’ya ve Safvet Paşa’ya ve diğer vekillere yeminle beyan ederim ki donanma-yı hümâyûnun elden çıkarılmasına kafiyen rey ve rızam yoktur. Her türlü fedakârlığı eder, fakat donanma maddesini esasından reddederim. Ve mucip sebeplerini dahi beyâna muktedirim. İcâbında donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım.” diyerek Rusların bu isteklerini şiddetle reddetmişti. Bu sözleri, sultanın donanmaya verdiği ehemmiyeti göstermektedir. Sultan İkinci Abdülhamîd devrinde donanmanın 33 yıl Haliç’te yatıp çürüdüğü, donanma ve tersane için hiçbir yeniliğin yapılmadığı, hiçbir gelişmenin olmadığı, bir gün kendisinin de tahttan indirilmesinde rol oynayacağından korktuğu için pâdişâhın donanma işlerini aksattığı iddialarını Başbakanlık Osmanlı Arşivi‘nde ve Deniz Müzesi Arşivi‘nde bulunan binlerce vesika yalanlamaktadır. Peki o halde Abdülhamîd Han devrinde denizcilik sahasında belli başlı neler yapılmış, ne gibi yeniliklere, gelişmelere imza atılmıştır? Yâni bu devirde bahriye sahasında hiçbir müspet faaliyette bulunulmamış mıdır? Bahriyeye hiç mi ehemmiyet verilmemiştir? Bu yazımızda Sultan İkinci Abdülhamîd Han devri denizciliğini enine boyuna incelemek iddiasında değiliz. Sadece bu suallere bazı cevaplar aramak düşüncesindeyiz. O halde buyurun, bu devirde denizcilik sahasında meydana gelen gelişmelere göz gezdirelim:
Hamidiye seyir tecrübelerinde tam yol giderken
Hamidiye seyir tecrübelerinde tam yol giderken
1886 yılında donanmamıza “Abdülhamîd” ve ‘ Abdülmecid” isimli iki denizaltı gemisi iştirak etmiştir. Bu denizaltılar aynı zamanda dünyadaki ilk modern denizaltılardır. Dünyada modern mânadaki ilk denizaltı tecrübeleri 19. asrın ikinci yarısından sonra artmaya başlamış, en dikkat çekici çalışmaları George William Garrett isimli bir İngiliz mühendis yapmıştı. Garrett, 1885 yılında İsveçli Nordenfelt fabrikasının desteğiyle modern manadaki ilk denizaltıyı inşa etmeyi başardı. Bu ilk denizaltının Yunanlılar tarafından satın alınması üzerine Sultan İkinci Abdülhamîd harekete geçerek Nordenfelt fabrikasının sonraki iki denizaltısını satın aldı. Nordenfelt tarafından imal edildikten sonra İstanbul’da Haliç Tersanesi‘nde monte edilen denizaltıların ilk tecrübeleri de Haliç’te yapıldı. Modern denizaltıiarın ilklerinden olması itibariyle o kadar fazla istifade edilememelerine rağmen bu denizaltılar, pâdişâhın denizcilik sahasında dünyada meydana gelen gelişmeleri yakından takip ettiğini göstermektedir. 1887 yılında bir İngiliz gazetesinde “Türk hükümetinin birden fazla Nordenfelt denizaltı gemisine sahip olduğu, Türklerin ikinci Nordenfelt gemisiyle bazı mühim tecrübeler yaparak hatırı sayılır neticeler almış oldukları” ifâde edilmektedir ki bu durum Türk donanmasındaki gelişmelerin Avrupalılar tarafından da yakından takip edildiğini göstermektedir.
Hamidiye Kruvazörü
Hamidiye Kruvazörü
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde yirmiden fazla yeni geminin inşâ edilip devlet hizmetine alınması ve eski gemilerden bir çoğunun yenilenmesi de pâdişâhın donanmaya verdiği ehemmiyeti gösterir. Donanmaya katılan gemiler arasında Rauf Bey’in meşhur akınını icra ettiği “Hamidiye” ile “Mecidiye”, “Lütf-i Hümayun”, “Feyza-i Bahrî”, “Hüdavendigâr” gibi kruvazörler ve büyük küçük pek çok gemi yer almaktadır.
Mesudiye Firkateyni 'nde topçuluk eğitimleri (1896)
Mesudiye Firkateyni ‘nde topçuluk eğitimleri (1896)
Modernize edilen gemiler olarak “Mesudiye“, “Asâr-ı Tevfik“, “Osmaniye“, “Aziziye“, “Feth-i Bülend“, “Muîn-i Zafer” gibi gemiler zikredilebilir. Bu gemilerden bir kısmı İstanbul’da yenilenirken diğer bir kısmı İtalya‘nın Cenova şehrinde bulunan Ansaldo Tersanesi ile Almanya‘da Kiel‘de bulunan Germanya Tersanesi‘nde modernize edilmişlerdir.
Donanmanın ıslâhı için İngiltere, Almanya ve Amerika’dan yabancı deniz subayları (müşavirler) getirilerek istihdam edilmesi de bu devirde denizciliğimizin gelişmesi için müracaat edilen teşebbüsler cümlesindendir. Bu getirilen subaylar bir Osmanlı zabiti gibi hareket ederek denizciliğimizin gelişmesi için mühim katkıda bulunmuşlardır.
Sultan Abdülhamîd Han devrinde bahriye sahasında istihdam edilen yabancı müşavirlerden Hobart ve Woods paşalar İngiliz olup esasen Sultan Abdülaziz Han devrinde devlet hizmetine alınmış olmalarına rağmen İkinci Abdülhamîd Han devrinde de hizmetlerine devam ederek faaliyetlerini sürdürmüşler ve devletin en üstün nişanlarıyla taltif edilmek şerefine erişmişlerdir. Hatta Hobart Paşa o sırada Osmanlı Devleti’nde bulunan askerî rütbelerin en yükseği olan “müşir” rütbesine çıkarılmıştır ki bu kendisine verilen kıymeti göstermektedir. Starcke ve Kalau Von Hofe paşalar ise Almanya’dan getirilen iki subay olup bunlar da donanmamızın kuvvetlenmesi için faaliyette bulunmuşlardır. Bu devirde son olarak getirilen yabancı müşavir ise Amerika’dan gelen Bucknam‘dır.
donanma paşalar
donanma paşaları
Devrinde Avrupa’ya, denizcilik fennini öğrenmeleri için yüzlerce bahriye talebesinin gönderilmesi de Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın denizcilik sahasındaki gelişmeleri yakından takip ettiğini gösterir. Personel olmadan donanmanın hiçbir işe yaramayacağı malum olduğundan personel yetiştirilmesine ağırlık verilmesi dikkat çekicidir. Talebeler başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Almanya gibi ülkelere gönderilmişlerdir.
1889 yılında ilk defa “Cerîde-i Bahriye” ve Mecmûa-i Fünûn-ı Bahriye” isimli bahriyeye dâir iki mevkute yayın hayâtına başlamıştır. Yeni buluşlardan, gemicilikle alakalı ilimlerden ve sair bahrî hususlardan bahsetmek üzere çıkarılacak bu gazete ve dergiyle bahriye subaylarının bilgilerinin genişletilmesine yardımcı olunması hedeflenmekteydi.1881 yılında “Matbaa-i Bahriye” ismiyle ilk deniz matbaasının açılması da Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın himmetiyle gerçekleşmiştir. Daha evvel Bahriye Mektebi’nde kurulan ve sonrasında çeşitli binalarda faaliyet gösteren matbaa, bu târihte müstakil bir binaya taşınarak tam teşekküllü hale getirilmiştir. Matbaada basılan yüzlerce kitapla ilim ve kültür hayatımıza katkıda bulunulmuştur.
Suttan Abdülaziz Han tarafından İngiltere 'de 1874 yılında inşâ ettirilen Mesudiye zırhlı firkateyni
Suttan Abdülaziz Han tarafından İngiltere ‘de 1874 yılında inşâ ettirilen Mesudiye zırhlı firkateyni
Sultan Abdülhamîd Han devri, Türk tarihçiliği nokta-i nazarından da ilk deniz tarihçilerimizin yetiştiği bir devir olmuştur. Süleyman Nutkî, Ali Rıza Seyfioğlu, Ali Haydar Emir Alpagut, Saffet Bey, Fevzi Kurtoğlu gibi denizcilik tarihçileri hep o devirde yetişmişleridir. 1897 yılında ilk defa bir Bahriye Müzesi‘nin açılması da Sultan Abdülhamîd Han devrinde gerçekleşmiştir. Bugün Beşiktaş’ta bulunan Deniz Müzesi’nin temelini işte bu müze teşkil eder. Görüldüğü gibi Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde bahriyenin gelişmesi yolunda pek çok ilke imza atılmış, denizciliğin geliştirilmesi için birçok faaliyette bulunulmuştur. Bütün bu gerçekler ortada iken Sultan İkinci Abdülhamîd Han için “Donanmayı çürüttü, Türk denizciliğinin gelişmesini baltaladı!” gibi iddialarda bulunmak büyük insafsızlık olsa gerektir!

Kaynaklar

Başbakanlık Osmanlı Arşivi BOA.  A.AMD.90/5. 1275 1.23 BOA. Y.PRK DH 7/29 BOA. A.MKT.MHM. 423/80-1; 495/44; 509/5-19; 559/40 BOA. Y.PRK PT 10/11 BOA. A.MKT.NZD. 313/6 BOA. Y.PRK TKM 29/76; 38/51 BOA. A.MKT.UM. 221/49; 563/11 BOA. Y.PRK UM 28/86 BOA. A.VRK. 847/18; 847/22 BOA. Y.PRK. ASK. 127/105; 76/73 BOA. DH. MKT. 1341/91; 1341/91; 1351/37; 1351/37; 1585/53-1 BOA. Y.PRK. AZJ 33/3; 33/32; 34/57; 27/39 BOA, DH.MUİ. 15-3/23; 15-3/23; 27-1/66; 67/62. BOA. Y.PRK.BŞK. 3/7; 51/100; 80/55. BOA. DH.EUM. 4.ŞB. 12/50; 16/24 BOA. Y.PRK. DH.7/23. BOA. DH.EUM.KLH. 1/17 BOA. Y.PRK. EŞA 13/67; 12/32 BOA, DH.KMS 46-1/29. BOA. Y.PRK. MYD. 10/64 BOA. DH.MKT. 1339/66; 1341/91; 1341/91; 1351/37; 1362/5; BOA. Y.PRK. PT 13/58 1362/5; 1367/18; 1399/83 BOA. Y.PRK. TKM. BOA, DH.SYS 27/6. BOA. Y.PRK. ZB 14/117; 18/41; 19/14; 6/23; 8/43; 9/30 BOA, DH.ŞFR 49/228. BOA. Y.PRK.A. 8/75 BOA. DH.UMVM 64/3 BOA. Y.PRK.ASK. 105/62 BOA. HAT. 1363/53840 BOA. Y.PRK.AZİ 33/3 BOA. HR.SYS. 2759/39; 2862/41 BOA. Y.PRK.AZN 5/22; 6/4; 1/8; 23/104; 23/5; 23/59 BOA. I. DH. 101862; 96900; 97971; 97972; 100986; 83195; BOA. Y.PRK.BŞK 6/77; 64/28 83573; 862/69004; 96609; 96898; 96899 BOA. Y.PRK.EŞA 39/85; 39/85 BOA. İ.HR. 159/8511-1; 273/16528; 290/18196; 2 – 1319.B.1 BOA.  Y.PRK.HR. 25/49′ BOA. İ.HUS. 49/2; 49-1; 99922; 1/1310/M-041; 2, 1319.B.1; BOA.  PRK KOM 7/19 35/1312.N.58; 49/1314.Ra.44 BOA Y.MK. 11/49 BOA, MV 118/91; 205/143. BOA. Y.PRK.MŞ. 1/33; 4/22; 5/18; 6/49 BOA. Y.PRK. BŞK. 26/62. BOA. Y.PRK.MYD 10/64 BOA. Y MTV 61/51. BOA. Y.PRK.SH 5/16 BOA. Y PRK AZN 7/34; 17/27. BOA. Y.PRK.ŞH 3/102 BOA. Y PRK TKM 31/57 BOA. Y.PRK.TKM 29/76 BOA. Y PRK ZB 12/77; 14/15; 19/4 BOA. Y.PRK.UM. 56/45 BOA. Y.A.HUS. 380/18; 377/51; 380/18; 506/48; 509/26. BOA. Y.PRK.ZB 13/29; 1/21; 3/90; 30/24; 30/70 BOA. Y.A.RES. 55/61; 93/38; 93/6 Mim Kemal Öke Kutsal Topraklardg Siyonistler ve Masonlar, İstanbul 1991 BOA. Y.EE 136/110; 136/56; 4/36 1313; 10/34; 136/48; 136/54 75/11,75/6,40/145 Ömer Osman Umar, “Osmanlı Döneminde Yahudilerin Filistin’e  yerleşme Faaliyetleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2002, c. 12, S. 2, s. 421-438. BOA. Y.MTV 53/24; 64/12; 69/17; 181/114; 181/22; 281/172; 298/141; 37/86