Sultan II. Abdülhamid Han

Sultan II.Abdülhamid Han
31 Ağustos 1876-
27 Nisan 1909
31 Ağustos 1876-
27 Nisan 1909
Gençliği
Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10
yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecid’in
diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi,
Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine
geçen amcası Abdülaziz diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in
eğitimiyle de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine
Abdülhamid’i de beraberinde götürdü.
Siyasi olaylar
Amcası Abdülaziz’in 1876′da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat’ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı’na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876′da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te kılıç kuşandı.Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa’yı sadrazam yaptı. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. 1871′de Âli Paşa’nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875′te devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesiile moratoryum ilan etmiş, Rusya’nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu. Abdülhamid, tahta geçmeden Mithat Paşa’ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876′da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî’yi ilan etti.Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877′de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına rağmen egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak, daha meclis toplanmadan Mithat Paşa’yı sürgüne yolladı.Toprakları elde tutma dönemi
Berlin anlaşması, Doğu
Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak
amacıyla, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu
düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid
yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini
muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine
Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı.
1887′de Maraş’a bağlı Zeytun’da, 1891′de ise Siirt’e yakın Sason’da
Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı.
1895′te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının
doğması ve İstanbul’da Ermeni örgütlerinin Kumkapı’da Batı kamuoyunu
etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti
tarafından Anadolu’da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma
tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını
bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye
Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895
yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda
genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa
basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep
oldu.
1897 yılında, Girit’in Yunanistan’a ilhakını
isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine
“barut kokusu” artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi
Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye
bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu.
Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu
söyleyenler, ülkenin durumunun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek
hata olur, diye rey veriyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi.
Zaman zaman dışarı çıkarak padişahın yanına gidiyor, müzakereler
hakkında bilgi veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç devlet adamı, eğer
Yunanistan’a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin
parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular
ve Sultan II. Abdülhamid ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona
bildirdiler. Savaş taraftarı olan padişah hemen hazırlıkların
yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu
Alasonya’ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya’daki Osmanlı tümeni,
Yunan birlikleri önünden ric’at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine
İstanbul’daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan
üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir’i (Tesalya) ele
geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve
burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir
mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez
de dikleri bu geçitleri aşan ordu, güneye çekilen Yunan ordusu ise,
Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların
son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan
edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede
Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordu hızla ilerleyerek birkaç saat içinde
Atina’ya girdi.
15-17 Mayıs tarihinde Dömeke’de yapılan
muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin
müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki
bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü.
Yunanistan Osmanlı Devleti’ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi
kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit’e
özerklik verilmişti.
İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine “Devr-i İstibdâd” (İstibdat Dönemi) adı verilir.
Tedbir Dönemi
II. Abdülhamid Meclis’i kapatarak yönetimi
kendi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir
polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat
Teşkilatını kurdu. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı
Abdülhamid’in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid’e
karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler
sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok
sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı.
Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek
faaliyetleri bildiriyorlar, böylece her türlü hareketin önü önceden
kesilmiş oluyordu.
- Abdülhamid’in dönemi bazı uzmanlarca Osmanlı Devleti’nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürülmüştür:
- Düvel-i Muazzama’nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür.
- İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı.
- Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır.
II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878′de Meclisi tatil etti.
Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat’ı
Padişah, Mithat Paşa’yı sadrazam başbakan yapmak için Genç
Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek tarihe Çırağan Baskını olarak
geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu
sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’in hafiye denilen gizli teşkilâtını
kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti.
1904 yılı ve
sıcak temmuz ayı.. Günlerden Cuma ve Sultan Hamidiye Camiinde, Cuma
selâmlığında. Cuma namazını eda ettikten sonra tam cami çıkışına doğru
ilerleyen Sultan bir kenarda Şeyhülislâm’ı görür ve 1 veya 2 dakikalık
sohbete dalar. Sohbetin ne olduğu ise sanırım yeni zuhur etmiştir ve
şudur. Şeyhülislâmın yanında kutsal topraklarımız olan mekkeden gelen
ziyaretçilerin olmasıdır. Sultan onlara iltifat ederken muazzam bir
patlama. Zemini yerinden oynatan büyük bir patlama. Dışarıda büyük bir
korku, telaş, koşturmaca.. Her tarafta kan, insan ve hayvanların
parçalanmış uzuvları. Ortama dehşet bir panik havası hakim. Sultan
II.Abdülhamid Han Şeyhülislâm’a endişe etmemesini söyleyerek rüzgâr
gibi önüne ilk gelen bir saray arabasının arabacı yerine binip, şahlanan
atların dizginlerini eline dolayarak saray istikametine gidiyor.
Şahsiyeti
Fiziksel görünümü ve kişiliği
II. Abdülhamid, 1867′de amcası Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında İngiltere Balmoral’da iken
“ | Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus’i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen,” derdi. “Bu ikisine de itikat etmek caiz” olduğunu söylerdi. | ” |
Hasret olduk eski istibdâda (baskıya) biz |
Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın saltanat
zamanını istibdat (baskı) devri îlan eden İttihat ve Terakki cemiyeti,
hürriyet, adalet ve müsavat (eşitlik) teraneleri ile 1908 yılında İkinci
Meşrutiyeti “Hürriyet” ismi ile îlan ettikten sonra bir tertiple meşhur
31 Mart isyanını çıkarmış ve pâdişâhı tahttan indirdikten sonra milleti
kan deryasında boğmaya başlamışlardı.
İttihatçıların hürriyet teraneleri birçok şâir ve edip tarafından
desteklenmişti. Hattâ büyük halk kitleleri arasında da revaç bulmasından
kısa bir müddet sonra hürriyet perestlerin pişmanlığı ve
istibdat(baskı) devri dedikleri o 33 yıllık huzur devrini mumla aramaya
başlamaları ibret vericidir. Bunlardan Süleyman Nazîf, Sultan İkinci
Abdülhamid devrine olan hasretini şöyle dile getirmiştir: Pâdişâhım,
gelmemişken yâda biz İşte geldik senden istimdada biz Öldürürler,
başlasak teryâda biz Hasret olduk, eski istibdada biz. Dem-bedem
coşmakta fakr u ihtiyaç Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç Memleket
matemde, öksüz taht u taç Hasret olduk eski istibdada biz.Sultan Abdülhamid Han’ın eşi Müşfika Hanım anlatıyor: “Kadınım! Hakkını helal et!”
İstanbul, Beşiktaş’ta Serencebey yokuşunu
çıktıktan sonra en sonda sol kolda eski üç katlı, fakat gayet mütevazi
bir evde büyük Osmanlı hânedânının son temsilcilerinden olan Sultan
İkinci Abdülhamîd Han’ın değerli eşi Müşfika Hanım, kızı Ayşe Sultan ile
birlikte oturuyorlardı. Bir hünkârın eşi ve kızı olarak senelerce
yaşadıkları bir ömürden sonra, ânî olarak sıkıntılı ve zaruret dolu bir
hayatın en acı hakikatleri arasına düşmüşlerdi.
Müşfika Hanım, pek değerli eşi Sultan Abdülhamîd Han’a âit çok manalı bir hâtırasını şöyle anlatıyor:
“Bir gün Sultan Abdülhamîd Han rahatsızlanmıştı. Sabahleyin yataktan kalkmak istediğinde kendisinde kuvvetli bir halsizlik ve kırıklık hissetmişti. Çoraplarını giyip odadan dışarıya çıkması gerekmişti. Fakat biraz öne eğilip ayağına çoraplarını dahi geçirecek hali yoktu. Ben hemen çorapları alıp karyolanın önünde yere çökerek pâdişâhın ayaklarına çorapları giydirdim. Benim bu içten hareketim ve alâkamdan pek mütehassıs olan Sultan: “Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helâl et!… dedi. Ben de bu mukabele karşısında cevaben: “Aman efendimiz! Size karşı hakkımı helâl ettirecek ne yaptım ki? Bu benim vazifemdir, siz müsterih olunuz!… dedim.” Pâdişâh: “Hayır bir kadının kocasına karşı olan hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helâl et!” diyerek sözünü tekrarladı. Ben ne söyledimse, kocama rahatsızlığı sırasında yaptığım hizmetin normal hareket olduğunu bir türlü kabul ettiremedim. Sultan tam beş defa bana: “Kadınım hakkını helâl et!..” dedi ve ben de bu ısrar karşısında âciz kaldım ve utanarak hakkımı helâl ettiğimi söyledim”.Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri – Kadir Mısıroğlu
Filistin elimizden nasıl çıktı ve Yahudi oyunu… 1789 büyük Fransız İhtilâli’ne kadar yahudiler, yaşadıkları her ülkede umûmî bir nefrete muhatabdılar. Kendileri de hayatlarını bu nefretin icabınca şekillendirmiş, hemen her yerde gettolaşmışlardı. Fakat zamanla maddî bakımdan güçlendikçe Batı sosyetesinde söz sahibi bir hale geldiler ve pek çoğu yahudiliklerini gizleyerek Almanya’da alman, Fransa’da fransız… ilh. telakkî olunabilecek derecede yerleştiler. Fikrî temellerini hazırladıkları Fransız İhtilâli’nden sonra devlet hizmetine kabul olunmak, idârî , siyâsî, askerî… ilh. mevkîler elde etmek imkânına kavuştular. Kendi aralarında millî ve dinî hüviyetlerini muhafaza etmelerine rağmen hârice karşı, her ülkenin sıradan vatandaşları gibi bir görünüme büründüler. Bilhassa 19. asra gelindiğinde bu gelişme hızlandı ve yahudiler batı âleminde sadece iktisâdî bir güç olmaktan çıkıp aynı zamanda fikrî ve siyâsî bakımdan da içinde yaşadıkları topluluklara nâfiz bir mevkie yükseldiler. Eskiden en küçük bir memuriyete bile kabul edilmeyen yahudiler artık en üst seviyede siyâset adamı ve hatta subay bile olabiliyorlardı. Fransa’da ki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir örneğidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana’da “Nueie Freie Presse” (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Teodor Herzl, gazetecilik mesleğinden istifade ederek, Batı’daki nüfuzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti. Neticede, yahudilerin Filistin’e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfî gelebileceğine hükmetti. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. “Der Juden Stat” yani “Yahudi Devleti” ismiyle, Almanca bir kitap hazırladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini hesap edebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir:
1. Fikir
2. Kadro
3. Para
Teodor Herzl, fikirlerini duyurmak için 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde bir Yahudi kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin’e dönme hareketini ifade eden siyonizmin ilk kongresidir. “Siyon” kelimesi Kudüs yakınında bir dağın adıdır. Herzl, Yahudilerce Siyonizm hareketinin babası ve İsrâil Devleti’nin kurucusu kabul
edilmektedir. Basel kongresine bazı Yahudi münevverlerinin katılmasına
mukabil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden
Teodor Herzl, bunu temin için bir plan düşündü. Herhangi bir Yahudi
zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi
devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü. Bunun için o gün
dünyanın da Yahudilerin de en zengini olan Rochild âilesini seçti.
Kendi tesbitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bazı kanunsuz
işlerin bir kısmını Münih’de bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete
kupürlerini alarak Rochild’in iş merkezi olan Frankfurt’a geldi. Bunları
Rochild’e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları
öğrendikleri takdirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna
ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin’e nakledebileceğini
söyledi. Çünkü onun Arjantin’de çiftlikleri vardı. Teodor Herzl,
Rochild’e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere
Arjantin’e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün
şartlarında Arjantin’den Filistin’e dönmek, Avrupa’dan dönmekten daha
güçtü. Teodor Herzl, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda
kendisini Almanya’ya iâde edeceğini, ama dünyada bir Yahudi devleti olsa
orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama
bu nasıl olacaktı? Herzl planını şöyle anlattı: “Osmanlı Devleti’nin
pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyanın en zengini olan bir
yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul’a gidersem, padişah bir yatırım
yapacağım düşüncesiyle beni kabul eder, ben de ondan dış borçlarını
ödemek mukabilinde isteyen yahudinin gidip Filistin’e yerleşme
müsadesini koparırım” dedi. Bu esas üzerine anlaştılar. Teodor
Herzl, bu maksatla iki defa İstanbul’a geldi ve Sultan Abdülhamid ile
görüştü. Binnetice emeline muvaffak olamadı. Zira o büyük hükümdar:
“Ecdadımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı
bekliyorsunuz?” diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu. Bu
hadise üzerine Sultan Abdülhamid Han’ı bertaraf etmedikçe emellerine
muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için
dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan Kızıl Sultan lâkâbı, Ermenilere mal edilirse de aslında bir Yahudi icadıdır. Esasen
Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçen Ermeniler, bu tarihten
itibaren propaganda ve silah temini hususunda Yahudilerden büyük ölçüde
destek görmüşlerdir. Viyana’da imal edilmiş olan bir saltanat arabasına
saatli bir bomba yerleştirerek onun Yıldız Câmii şerifi ile Yıldız
Sarayı arasındaki kısacık mesafede patlayabilmesinin dakik hesabını
yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece ermeni kıpırdanışına destek
vermekle iktifa etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak
iki çareye başvurdular: 1) Filistin’de birtakım Arapları
menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vasıtasıyla arsa ofisi
kurdular. İsteyen herkesin yerini, bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla
ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dair ilanlar dağıttılar.
Alıcılar arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar,
arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı.
Arazisini satan, gidip Beyrut’a, Mısır’a ve Şam’a yerleşiyordu. Hatta: “Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz” kaygısıyla
birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Bu durumu zamanında haber alan
Sultan Abdülhamid Han, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu
halka îzah etti ve bu arâzîlerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini
ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arazîlerini satmak isteyen varsa
bunları Sultan’ın şahsî servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş
bulunduklarını beyan ederek Yahudi hareketine engel olundu. Sultan
Abdülhamid Han’ın “Filistin Çiftlikât-ı Şâhânesi” adıyla bilinen
arazîler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra
gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan
indirince, emlâkini millîleştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar
kaybedildiği takdirde bile şahsî mülkiyet hakkı, beyne’l-milel hukuk
kâidelerine göre bâkî kalacaktı. Dışarıda Sultan Abdülhamid Han’ı
karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dâhilde de İttihad ve
Terakkî Cemiyeti’ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu
cemiyetin tamamen Yahudi usul ve esasları dahilinde onların talimatıyla
hareket ettikleri şüphesiz olmakla beraber, bunu Rumeli’de dağa çıkarak
Meşrûtiyet’in ilânını bir emr-i vâkî haline getirmiş bulunan hürriyet
kahramanı(!) Resneli Niyazi de hatıratında açıkça itiraf etmektedir.
Fakat ne hacet… O devrin vukûâtını firâsetle tedkik ve ittihatçılardan
hâtırat yazanların söyledikleri, bu gerçeği bin defa isbata kâfidir.
Sultan Abdülhamid Han’ı hal’eden yani tahttan indiren kararın tebliği
için huzuruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebusu Emanuel Karasu Yahudi değil midir? Mübârek padişah bunu görünce vukuâtın gerçek müessirini ifşâ edercesine heyete dönerek: “Ben
Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek
müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne
sıfatla bulunmaktadır?” süalini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecburiyetinde kalmışlardı. Emanüel Karasu ve Metr Salem gibi
su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet
gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan ve 1914-18
Harb-i Umûmî’ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu
hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu eserin
hacmi müsait değildir. Şu kadarını söyleyelim ki, Filistin’in harb-i
umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddia edildiği gibi “Arap İhâneti”nin
eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Orduları Cephesi’nin –askerî
bir mantıkla izahı kâbil olmayan- hezimeti sebebiyledir. Not: Bu yazı,
Kadir Mısıroğlu’nun Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri isimli eserinden
iktibas edilmiştir. 
Sultan Abdülhamid Han’ın Filistin’de Toprak Satışını Yasaklaması
Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın Filistin’de Toprak Satışını Yasaklaması “Eğer Herzl, senin, arkadaşın ise ona nasihat et, bu mevzuda bir adım daha atmasın. Ben bir karış toprak bile olsa satmam. Zîrâ bu vatan bana âit değil, milletime âittir. Benim milletim bu topraklan savaşta kanlarını dökerek kazanmışlar, onu kanları ile verimli kılmışlardır. Bu toprak bizden sökülüp alınmadan evvel, biz onu tekrar kanlarımız ile sularız. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efrâdı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir. Onlardan bir tanesi dahi dönmemek üzere muharebe meydanlarında canlarını vermişlerdir.” (Sultan İkinci Abdülhamid Han) Osmanlıların “Arz-ı Filistin” dediği topraklar aslında üç coğrafî bölgeden oluşuyordu: Kâzımiye Nehri’yle Mukatta Nehri arasındaki bölge yani “Akkâ Sancağı“: Mukatta Nehri’yle Zerduludce Nehri’nin kaynağı arasındaki “Nablus Sancağı” ve Nablus’un güneyinde Berseba vâdisine kadarki mıntıka olan “Kudüs Sancağı“.Osmanlıların mülkî idâre sistemine göre Kudüs, 1887 yılında merkeze bağlı müstakil bir mutasarrıflık hâline getirilmiştir. Bir yıl sonra Beyrut vilâyeti oluşturulmuş ve Kuzey Filistin’deki iki sancak, Nablus ve Akkâ, bu vilâyetin sınırları içine alınmıştır. Böylece Filistin iki kısma ayrılmıştı. Filistin’in kuzeyi Beyrut valiliğinden idâre edilirken, Kudüs mutasarrıfı, mukaddes toprakların güney kısmından mesuldü.


Kubbetü’s-Sahra

Kubbetü’s-Sahra’nın avlusu – Yıl 1900


Osmanlı Devleti bu kararla 1893′e kadar Siyonistlerin gayr-ı resmî yollardan almış oldukları toprakları da tasdik etmiş olma durumuna düşmüştür. Yahûdîler Filistin’e kânûnî olarak yerleşmenin mümkün olmadığını anlayınca artık hileli yollara başvurmaya başlamışlardır. Rus ve Doğu Avrupa Yahûdileri önce Almanya, Avusturya veya İngiltere’ye uğrayıp bu devletlerin vatandaşlığına geçip sonra Filistin’e sızmışlardır. Bunu gören Osmanlı Dâhiliye Nezâreti yeni tedbir alarak, 1898 Ağustos’unda Kudüs mutasarrıfı, yabancı devletlerin Filistin temsilcilerine bir bildiri dağıtarak, bundan böyle Filistin’in milliyet tefriki gözetmeksizin bütün Yahudilere kapalı olduğunu tebliğ etmiştir.


Emmanuel Carasso sultanın huzurunda Emmanuel
Carasso, Siyonist bir heyetle 17 Eylül 1901′de Sultan İkinci Abdülhamîd
Han’ın huzuruna çıkarak, Rusya’da zulüm gören Yahûdîlerin Filistin’e
yerleştirilmesi ve muhtar idâreye sahip olmaları karşılığı olarak 20
milyon altın teklif etmiştir. Bu tekliflere sinirlenen Sultan ikinci
Abdülhamîd Han heyeti huzurundan kovmuştur. Herzl, istanbul’a ikinci
gelişinde Mâbeyn İkinci Kâtibi İzzet (Holo) Paşa ile görüşmüştür. izzet
Paşa, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Yahûdîlerin Filistin dışında bir
yere Osmanlı uyruğunu kabul etmek şartıyla yerleştirilmelerine izin
verdiğini, karşılık olarak da Osmanlı borçlarının ödenmesini istediğini
belirtmiştir. Ancak Herzl, Filistin’e yerleşmeye müsaade edilmediği
için bunu kabul etmeyip, İstanbul’dan tekrar eli boş ayrılmıştır.

Siyonizm siyâsî bir meseledir Sultan İkinci
Abdülhamîd Han, “Siyonizm”i siyasî bir mesele olarak görmüş ve
Yahûdîlerin Filistin’e yerleşmek istemelerindeki asıl gayelerinin
Filistin’e sadece masumane bir yerleşme şeklinde olmayıp, burada bir
devlet kurmak olduğunu sezmiştir.
Herzl’le görüşen ve bütün Siyonist kongrelerini takip eden Osmanlı
elçisi Tevfik Paşa, Berlin’den gönderdiği bir raporunda; Herzl’in asıl
maksadının müstakil bir Yahûdî devleti kurmak olduğunu, bunun için
Filistin’le yetinmeyeceğini, komşu ülkelere de yayılacağını yazmıştır.
Yahûdîler red cevabı alınca, Sultan Abdülhamîd Han’a karşı fiilî tavır
alarak, sultanı tahttan indirme faaliyetlerini arttırdılar. Filistin’den
toprak satın alıp yerleşmek için bu sefer bazı sanayi ve ziraat
şirketleri kurarak, şirket için toprak satın aldıklarını basamak olarak
gösterip, büyük topraklar satın alma yoluna gittiler. Devlet idaresi
bunu fark edince Suriye ve Beyrut vilayetleri ile Kudüs sancağında bu
çeşit şirketlerin kurulmasını yasaklamıştır. Yabancılara toprak satışına dikkat!
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında,
Filistin’de yabancıların toprak alım ve satımına çok dikkat edilmiştir.
Nablus sancağına tâbi Kefersaya köyünde arazi satın almış olan Fransa
tebaasından Nersis Natanel’e geçici senet verilmiştir.
Çünkü yapılan incelemede aldığı araziye Musevi iskân edeceği
anlaşıldığından asıl senet verilmemiştir. Daha sonra da Nersis
Natanel’in vekili araziye ağaç ekme izni istemiştir. Müracaatı
değerlendiren Meclis-i Vükelâ, 21 Nisan 1908′de aldığı
kararda araziyi işlemek açısından asıl senet ile geçici senet arasında
bir fark olmadığını ve araziye ağaç ekebileceğini belirtmiş ama araziye
Yahûdî göçmenlerin yerleştirilmesine kesinlikle müsaade edilmemesini
istemiştir.

Osman Kâzım Bey, İngiliz-Filistin şirketi
mukaddes topraklarda şubeler açıp, malî muamelelere başlayınca,
mutasarrıflığın bazı hizmetlerini karşılamak için Siyonistlerden borç
almaktan çekinmemişti. Sultan Abdülhamîd Han, bu durumu öğrenince Osman
Kâzım Bey’i Kudüs’ten alarak Haleb’e tayin etmiştir.

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMÎD HAN DİYOR Kİ
“Yahûdîler ise, kadîm (eski) mefkurelerine merbut (bağlı) olarak, Arz-ı mev’udu, kendilerine dînî kanâatlerine göre vaad edilmiş topraklarda müesses (kurulmuş) müstakil İsrail devleti hasreti içindedirler. Bu topraklar da bizim Kudüs Sancağı’mızın hudutları içindedir. Bu beldedeki, Hazîne-i Hâssa’ya âit Çiftlikât-ı Hümâyûnlar’ı evvelâ satın almak, daha sonra da doksan dokuz sene müddetle kiralamak teklifinde bulunmuşlardır. Görülüyor ki, bir devletin tebeası veya halkı olmak kâfi gelmiyor. Kânun önünde (nazarında) müsâvât (eşitlik) temin etmek de gayeyi temine bazen yetmiyor.”
ABDÜLHAMİD HÂN Hazretlerinden Müthiş Çanakkale stratejisi!
18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı, kuşkusuz Türk tarihinin dönüm noktalarından biri. Zaferin 97. yıldönümünde ilginç bir ayrıntı ortaya çıktı. Çanakkale savunması ile ilgili hazırlıklar, II. Abdülhamit Han’ın emriyle başlatılmış. Çanakkale Boğazı’nın devletin savunmasında olmasının öneminin farkında olan Sultan Abdülhamit, çeşitli çalışmalar için girişimlerde bulunmuş. Düşman saldırısı ihtimaline karşı Çanakkale’ye torpil döşetmiş.Ayrıca boğaz ve önemli bölgelerde çok güçlü toplar koydurtuğunu biliyoruz. Padişahın başkimyageri olan Polonya asıllı Bonkowski Paşa, 1897 yılında deniz savunmasıyla alakalı bir rapor hazırlayarak, Abdülhamit‘e sunmuş. Raporu Osmanlı arşivlerinde bulan tarihçi Ahmet Temiz, Bonkowski’nin savaştan 18 yıl önce hazırladığı bu raporun savunmayla ilgili önemli bilgiler verdiğini belirtiyor. Abdülhamit Han’ın ileri görüşlülüğünün bu belgede de ortaya çıktığını kaydeden Temiz, şöyle konuşuyor: “Başkimyager, hazırlamış olduğu raporunda düşman devletler tarafından İstanbul ve Çanakkale Boğazı’na karşı vuku bulacak bir saldırı esnasında buraların muhafazası için denize döşenebilecek ve düşman gemilerinin geçişlerine engel olabilecek torpilleri ele almıştır.” Padişaha sunulan raporda şu bilgiler yer alıyor: “İstanbul ve Çanakkale boğazlarının muhtemel bir düşman saldırısına karşı muhafaza altına alınmasından bahsediliyor. Ben de Halife Hazretleri’ne verdiğim vatanın muhafazası sözü gereği, sadık tebaanın mesailerine gücüm yettiğince katılmak üzere fenne müracaat ettim. Biraz fikir yürüttükten sonra, bir nevi hareketli bir torpil icat ettim. Bu usul Çanakkale Boğazı sularında münasip bir şekilde kullanıldığında Akdeniz adalarından zorla girmek isteyen bir düşman filosunun girişini tamamen imkansız kılmazsa bile oldukça zorlaştırır.”
Kitap koleksiyonu
Abdülhamid matbaa ve yayın işlerine çok
meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirtip kaliteli
divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı’nı bastırıp bazı
nüshalarını İngiltere’ye, Almanya’ya ve Amerika’ya göndertti.
Abdülhamid dedektif romanlarına ve
seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid’in 2 ile 5 bin
adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiyeroman koleksiyonu vardı,
bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock
Holmes’un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcayatercüme
ettirmişti.
Abdülhamid Yıldız Sarayı’nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane 4 bölümden oluşmaktaydı:
- Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
- Gazeteler: Kütüphane, Avrupa’da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
- Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva’nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
- Coğrafya ve seyahatnameler: Yıldız Sarayına kapanmış bir hayat süren Abdülhamid’in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.
Hakkındaki görüşler
Özellikle Ermeni isyanını bastırırken kullandığı tedbirler nedeniyle batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından “kızıl sultan” diye anılmıştır.Öte yandan, taraftarları onu “ulu hakan” gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Abdülhamid, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyaset ve muhafazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle sağ siyasi çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı olmaya devam etmektedir. Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Sultan Abdülhamid’e karşı olan Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir.“ | Padişahım gelmemişken yâda biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz - Süleyman Nazif | ” |
Sultanın Odası ve Meşhur Şifreli Masası
Masanın sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında…
Cuma
günü gösterime giren Sultanın Sırrı filminde, Amerikalı ajan, II.
Abdülhamit’e ait şifreli dolabın peşine düşüyor. Sultan Abdülhamit,
Yıldız Sarayı’nda kendine özel yaptırdığı marangozhanede böyle bir dolap
yaptı mı bilemiyoruz ama özel bölmeleri olan şifreli masası Beylerbeyi
Sarayı 28 No’lu odada özenle korunuyor.
Sırlarla dolu bir padişah olarak tanınan II. Abdülhamit, 27 Nisan
1909′da tahttan indirildi ve sürgüne yollandı. Üç yıl boyunca Selanik’te
kaldı. 1912′de Beylerbeyi Sarayı’na getirildi, son nefesini verdiği 10
Şubat 1918′e kadar burada yaşadı. II. Abdülhamit, hattat babası
Abdülmecid Han gibi zeka ve dehasını konuşturan usta bir marangozdu.
Tarih ve Toplum dergisinin Ekim 1986 sayısından öğrendiğimize göre
Yıldız Sarayı’na taşındıktan sonra burada Tamirhâne-i Hümâyun’u
kurmuştu. Aynı dergide Esbak Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa, Yıldız
hatıralarında bu konuya değiniyor ve onun ne kadar maharetli olduğunu
anlatıyor: “Bir aralık Beyoğlu’nda Şaven namı ile meşhur bir mağaza
vardı. Bu mağazanın sahibi Avrupa’dan fevkalade zarif mobilyalar,
biblolar celbederdi. Bir gün Şaven mağazasında son derece sanatkarene
yapılmış bir yazıhane görüldüğü Hünkara arz olunmuştu. Hünkar bunu
saraya aldırdı ve bir müddet sarayda kaldıktan sonra dükkana iade
ettirdi. Aradan bir müddet geçti, bir gün zat-ı şahane mağaza sahibinin
saraya davet olunmasını ve geldiğinde o yazıhanenin aynı olarak
kendisinin imal ettiği yazıhanenin gösterilmesini emretti. Mağaza sahibi
iki yazıhane arasında bir fark göremediğini samimi bir hayretle
söylemişti.” Tahsin Paşa’nın anlattığına göre Sultan Abdülhamit,
Avrupa’dan en son sistem marangoz alet ve edevatı getirtmiş, birçok usta
ve çırakla Tamirhâne-i Hümâyun’nda çalışmış. Adının tamirhane olması
yanıltıcı olmasın. Burası ne sadece bir marangozhane ne de sıradan bir
tamirhane. Bir sanat akademisi gibi çalıştığını, yabancı sanatçıların
bile sanat öğrenmeye geldiğini ve II Abdülhamit’in de o akademinin baş
öğretmeni olduğunu söyleyebiliriz. Fildişi ve sedef kakmalı mücevher
dolabı, maroken kaplı yemek sandalyeleri, altın yaldızlı beyaz lake
vitrinli büfe ve birçok şifrelimobilyabu akademiden çıktı. O dönemde
gerek Dolmabahçe, gerek Beylerbeyi sarayları için şifreli mobilyaların
sık üretilmesi onun yönetim anlayışı, kişisel özellikleri ve güvenliğe
verdiği önemle paralellik gösteriyor. Nitekim Yıldız Sarayı’nda şifre
dairesi ve katibi vardı. Bugün Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarında
Tamirhâne-i Hümâyun yapımı mobilyalara rastlıyoruz. II. Abdülhamit,
marangozluk çalışmalarına tahttan indirildikten sonra Beylerbeyi
Sarayı’ndaki odasında devam etmiş. Sultan’ın şifreli ve karizmatik
yönetimi bu mobilyalarda somutlaştı. Aralarında en çok dikkat çeken
bugünlerde de bir filme konu olan şifreli çalışma masası ya da Tahsin
Paşa’nın ifadesiyle yazıhanesi. Aslında Sultanın Sırrı filminde tam
olarak bu masadan söz edilmiyor. Amerikalı bir ajan, Sultan’a ait
şifreli dolabın peşine düşüyor. Padişah böyle bir dolap yaptı mı
bilemiyoruz ama özel çekmeceleri ve aynası olan çalışma masasını ince
bir zeka ürünü olarak şifreli yapması sırlarla dolu bir padişah olduğu
noktasında sanırım herkesi hemfikir yapıyor.
Masanın
sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında burada
üç çekmece gözü olduğunu anlamak zor. İlk çekmeceyi, işlemeler arasına
ustalıkla yerleştirilen gizli bir düğme ile açabiliyorsunuz.
İkinci çekmeceyi ise ancak ilk gözü açtıktan sonra altına saklanan
başka bir düğmeye basarak çekebiliyorsunuz. Masanın ortasına gömme
şekilde yapılan aynanın da bir işlevi var. Arkanızdan geçen ya da sağ ve
sol tarafta duran birini fark etmenizi sağlıyor.Sultan’ın çalışma odası

Projeleri



İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.,
Sultan II.Abdülhamid dönemine ait 150 harita ve planı gün yüzüne
çıkararak ilk kez tek kitapta bir araya getirdi. “Sultan II. Abdülhamid
Devri Harita ve Planlarında İstanbul” adlı kitapta, Sultan II.
Abdülhamid Han’ın emriyle hazırlanmış olan harita ve planların yanı sıra
XIX. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul ve çevresindeki padişah
mülkleri, imar faaliyetleri, köprü ve resmi dairelerin çizimleri, askeri
yapılar ve nüfus ile ilgili haritalar da bulunuyor.Sultan II.
Abdülhamid’in Yıldız Sarayı Koleksiyonu içinde yer alan 150 harita ve
planın yer aldığı kitap, İstanbul ve çevresini haritalarla takip etmiş
ve elinin altında toplamış olan padişahın yeterince bilinmeyen bir
yönünü ortaya koyuyor. Kitapta yer alan bilgilere göre büyük fotoğraf
albümleriyle ülkesinin her yanındaki gelişmeleri yakından takip eden II.
Abdülhamid aynı zamanda İstanbul ve çevresini deyim yerindeyse semt
semt haritalarıyla elinin altında toplamış. Padişahın ilgisi sadece
İstanbul ile de sınırlı değil. Kitapta yer alan Osmanlı şehirlerinin
haritalarını içeren atlas 1308/1891 tarihli. Karton üzerine, renkli, el
yapımı, 24 haritadan oluşan atlas 76×122 cm boyutlarında.HARİTALARIN
ÇOĞU EL YAPIMIÇoğu el yapımı olan haritaların arka kısımları atlas kumaş
ile kaplanmış. Kitapta bulunan en eski tarihli harita 1806-1807 tarihli
olup İstanbul’da yeniden inşa edilen tabyalarda yer alan topların
menzillerini gösteriyor. Hendesehane ürünü olan harita, 82×92 cm
ebadında renkli ve el yapımı. Çalışmada yer alan en yeni tarihli harita
ise, Küçükçekmece kazasına tabi Alibeyköyü çiftliğinin karton üzerine
bez, renkli, el yapımı, 134×190 cm ebadında olup 1902 tarihli.Kitapta
yer alan haritaların yer ve konularına bakıldığında ülkenin askeri
yönden müdafaasından başlayarak, ulaşım yolları, meşhur mahalleri ve
stratejik yerlerinin dönemin çağdaş teknolojileri mümkün olduğunca
kullanılarak tespit edildiği görülüyor. Bu sayede ihtiyaç halinde nerede
ve ne tür tedbirler alınacağı kolaylıkla belirlenebiliyor. Kitaptaki
150 harita ve plana bakıldığında harita ilminin en azından son dönem
Osmanlı devlet yöneticileri tarafından yeterince önemsendiği ve
nimetlerinden faydalanıldığı anlaşılıyor.
Gerçekleştirdiği projeler
Ordu’nun Modernleştirilmesi ve Donanmanın Durumu:
1879′da Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimetiyle
sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra, Sultan II. Abdülhamid Rus
Yayılmacılığı’na karşı Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi gerektiğine
karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile
işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan Müşir rütbesi verilecek
olan Baron Von der Goltz komutasında bir Alman askeri heyeti İstanbul’a
geldi. Von der Goltz, askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip
genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak bununla
birlikte von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan,
herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askeri
teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını oluşturdu.
Mamafih, Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil
siyasete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Bâb-ı Âli
Baskını ile ortaya çıktı.
II. Abdülhamit döneminde, borçların
artmaması, genel durum vb. (ki gemiler hep borçlarla alınıyordu.)
sebepler yüzünden Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Osmanlı Donanması
Haliç Tersanesi’nde kalmıştır. Bu dönemde dünyada ilk kez Osmanlı
tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı
denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ayrıca, ilk deniz müzesi de
bu dönemde açıldı. (1897)Ancak, çeşitli sebeplerden dolayı Osmanlı
Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı’nda elinde tek denizaltı bile
olmadan devam etmiştir. En uzun süre Bahriye Nazırlığı yapan Hasan
Hüsnü Paşa döneme damga vurmuştur.
Ordunun von der Goltz tarafından yeniden
yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman
şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini verdiler. Von der
Goltz, Almanya’nın ve Osmanlı Devleti’nin Doğu’daki nüfuzunu
garantilemek için Bağdat tren yolunun inşa edilmesini de destekledi. Bu
fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen
Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II.
Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşaası lisansını, Alman Bankası Deutsche
Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.
Osmanlı Ordusunun modern silahlar kullanmaya
başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi.
Osmanlı Ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II.
Nikolay’ın Sultan II. Abdülhamid’e haber göndererek, eğer derhal
ateş-kes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum’a hücum edeceğini
bildirmesi engel oldu.
Eğitim
İlk kız okulları II. Abdülhamid zamanında
açılmıştır. Nitekim bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa’nın ilk
defa bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve
titizlenmesi üzerine Abdülhamid, Sen mektebi aç, ben arkandayım, diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, daima kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir.
Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi,
Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre
Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine
yeniden ancak 1950′li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895′te TC
sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise
bulunuyorken 1923′te bu sayı 95′e düşmüştür. 1895′teki yüz bine yakın
öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede
seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid
dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl
250 olan rüşdiye sayısı 1909′da 900′e, 6 olan idadi sayısı 109′a
çıkmıştır. 1877′de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken
1905′te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu,
Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.
Ulaşım
Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden
birisi Hicaz Demiryolu’dur. Bu proje Almanların finanse
edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu’nun
aksine, finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslam âleminden
toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir. Sirkeci ve
Haydarpaşa garları Abdulhamid’in yaptırdığı önemli binalardır.
Haydarpaşa Garı’nın yapımına 30 Mayıs 1906′da başlanmıştır.
II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu’yu
baştan başa dolaşacak bir karayolu ağının (şose şebekesinin)
projelendirilip tatbikata geçirildiği çeşitli kaynaklarda
belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara
yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası
erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4
gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi
sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-İran kara yolu
(1879) haricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat
şosesi 1895 yılna kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü
başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamid döneminde
olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler
arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı
haline gelmiştir.
İletişim
İlk olarak 1877′de Posta Telgraf Teşkilatı
konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık haline
getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900′de Posta Telgraf Teşkilatında ilk defa
bir “havale kalemi” devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901′de Şehir Postaları
kurulmuş, 30 Ağustos 1901′de ise postaların yerine daha hızlı
ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri)
şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa’da
kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece 5 yıl sonra, yani 1881′de
İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuştur.
Telgraf hatları döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu
hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için talimat
verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte,
hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân
dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş ‘hava durumu’
raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.
Sağlık
1899 yılında, halen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi’ni kurdu.
Sosyal yardımlaşma
25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı’ndaki Darülaceze’yi kurdurmuştur.
Gerçekleştiremediği projeleri
II. Abdülhamid 20. yüzyılın
başlarında İstanbul’da Haliç’e, dahası Boğaziçi’ne birer köprü
yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand
Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi
Demiryolu Kumpanyası’nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş
olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.
Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen,
fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan
projelerden birisi de Yemen Demiryolu’dur. Raporu 1898′de o zamanlar
Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913
yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin
Yemen’deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje
iptal edilmiştir.
İkinci Abdülhamid Han’ın PEROL ARAŞTIRMALARI
Paul Graskofp’un, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a sunduğu harita ve raporunda Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca mühim petrol yatakları yer alıyor. Doğu Anadolu’nun bir kısmını ve Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamına yakınını kaplayan haritada Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle civarı, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Habur, Fındık, Cizre ve Hakkâri mühim petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerdir. Paul Graskofp daha sonra raporunun değerlendirme kısmına şunları ekliyor: “Bu bölge eğer iyi bir şekilde değerlendirilirse, gelecekte dünyanın en mühim merkezlerinden biri olacaktır.” *** Dünyada on dokuzuncu asırda teknoloji ve endüstri sahasındaki gelişmeler petrolü, dünyanın en kudretli ve rakipsiz maddesi hâline getirdi. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan Musul ve Bağdat’ta ise petrolün varlığı bilinmekte ve ibtidâî yollarla da olsa çıkarılmaktaydı. Petrole olan ihtiyacın artması Musul ve Bağdat petrollerine olan rağbeti de arttırdı. Osmanlı idaresinde bulunan bu bölge ingiltere, Fransa ve Almanya’nın alâkasını çekmeye başladı. Devrin pâdişâhı ise denge siyâsetinin büyük ustası Sultan ikinci Abdülhamîd Han’dı. Petrol Mücâdelesi Başlıyor… Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a önce ingiltere büyükelçisi gelir. Osmanlı topraklarında arkeolojik kazılar yapacak ilim adamları için izin ister. Sultan, izni verir ama istihbarat elemanlarını da ardından yollar. Kısa bir süre sonra ingiltere büyükelçisi tekrar gelir. Bu sefer beraberinde, kabzası değerli taşlarla süslü, ucu kırık eski bir kılıç getirir. Arkeolojik kazıda buldukları bu eseri pâdişâha sunar. Sultan, kazılarda işçi olarak çalışıp, kendisi için istihbarat toplayan hafiyelerden böyle bir eserin çıkarıldığına dair rapor almamıştır. Bilgi teyit ettirilir. Yapılan kazılarda böyle bir esere rastlanmamıştır. Kazıda bulunduğu iddia edilen kılıç Kapalıçarşı’da işten anlayan esnafa götürülür. Kılıç eski değil eskitilmiştir. Aslında İngilizlerin aradığı da târihî eser değil, petroldür.



Sultan İkinci Abdülhamîd Han ve Osmanlı Donanması
Donanma-yı hümâyûnun elden çıkarılmasına katiyen rey ve rızam yoktur. Her Türlü fedakârlığı eder, fakat donanma maddesini esasından reddederim. Ve mucip sebeplerini dahi beyâna muktedirim, İcâbında donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım.” Sultan İkinci Abdülhamîd Han‘ın tahta oturmasının ikinci yılında Midhat Paşa ve avenesinin yanlış siyâsetleri neticesinde başlayan Osmanlı-Rus harbi, Devlet-i Aliyye’nin mağlubiyetiyle neticelenmiş, Yeşilköy‘e (Ayastefanos) kadar gelen Ruslarla çok ağır şartlarda bir antlaşma imzalanmıştı. Ayrıca Ruslara Ödenecek bir de savaş tazminatı meselesi vardı. Ruslar, savaş tazminatı olarak Osmanlı donanmasında bulunan altı büyük zırhlının kendilerine verilmesini istiyorlardı.Bu husus sultana bildirildiğinde “Başvekil Paşa’ya ve Safvet Paşa’ya ve diğer vekillere yeminle beyan ederim ki donanma-yı hümâyûnun elden çıkarılmasına kafiyen rey ve rızam yoktur. Her türlü fedakârlığı eder, fakat donanma maddesini esasından reddederim. Ve mucip sebeplerini dahi beyâna muktedirim. İcâbında donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım.” diyerek Rusların bu isteklerini şiddetle reddetmişti. Bu sözleri, sultanın donanmaya verdiği ehemmiyeti göstermektedir. Sultan İkinci Abdülhamîd devrinde donanmanın 33 yıl Haliç’te yatıp çürüdüğü, donanma ve tersane için hiçbir yeniliğin yapılmadığı, hiçbir gelişmenin olmadığı, bir gün kendisinin de tahttan indirilmesinde rol oynayacağından korktuğu için pâdişâhın donanma işlerini aksattığı iddialarını Başbakanlık Osmanlı Arşivi‘nde ve Deniz Müzesi Arşivi‘nde bulunan binlerce vesika yalanlamaktadır. Peki o halde Abdülhamîd Han devrinde denizcilik sahasında belli başlı neler yapılmış, ne gibi yeniliklere, gelişmelere imza atılmıştır? Yâni bu devirde bahriye sahasında hiçbir müspet faaliyette bulunulmamış mıdır? Bahriyeye hiç mi ehemmiyet verilmemiştir? Bu yazımızda Sultan İkinci Abdülhamîd Han devri denizciliğini enine boyuna incelemek iddiasında değiliz. Sadece bu suallere bazı cevaplar aramak düşüncesindeyiz. O halde buyurun, bu devirde denizcilik sahasında meydana gelen gelişmelere göz gezdirelim:
1886 yılında donanmamıza “Abdülhamîd” ve ‘ Abdülmecid” isimli iki denizaltı gemisi iştirak etmiştir. Bu denizaltılar aynı zamanda dünyadaki ilk modern denizaltılardır. Dünyada modern mânadaki ilk denizaltı tecrübeleri 19. asrın ikinci yarısından sonra artmaya başlamış, en dikkat çekici çalışmaları George William Garrett isimli bir İngiliz mühendis yapmıştı. Garrett, 1885 yılında İsveçli Nordenfelt fabrikasının desteğiyle modern manadaki ilk denizaltıyı inşa etmeyi başardı. Bu ilk denizaltının Yunanlılar tarafından satın alınması üzerine Sultan İkinci Abdülhamîd harekete geçerek Nordenfelt fabrikasının sonraki iki denizaltısını satın aldı. Nordenfelt tarafından imal edildikten sonra İstanbul’da Haliç Tersanesi‘nde monte edilen denizaltıların ilk tecrübeleri de Haliç’te yapıldı. Modern denizaltıiarın ilklerinden olması itibariyle o kadar fazla istifade edilememelerine rağmen bu denizaltılar, pâdişâhın denizcilik sahasında dünyada meydana gelen gelişmeleri yakından takip ettiğini göstermektedir. 1887 yılında bir İngiliz gazetesinde “Türk hükümetinin birden fazla Nordenfelt denizaltı gemisine sahip olduğu, Türklerin ikinci Nordenfelt gemisiyle bazı mühim tecrübeler yaparak hatırı sayılır neticeler almış oldukları” ifâde edilmektedir ki bu durum Türk donanmasındaki gelişmelerin Avrupalılar tarafından da yakından takip edildiğini göstermektedir.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde yirmiden fazla yeni geminin inşâ edilip devlet hizmetine alınması ve eski gemilerden bir çoğunun yenilenmesi de pâdişâhın donanmaya verdiği ehemmiyeti gösterir. Donanmaya katılan gemiler arasında Rauf Bey’in meşhur akınını icra ettiği “Hamidiye” ile “Mecidiye”, “Lütf-i Hümayun”, “Feyza-i Bahrî”, “Hüdavendigâr” gibi kruvazörler ve büyük küçük pek çok gemi yer almaktadır.
Modernize edilen gemiler olarak “Mesudiye“, “Asâr-ı Tevfik“, “Osmaniye“, “Aziziye“, “Feth-i Bülend“, “Muîn-i Zafer” gibi gemiler zikredilebilir. Bu gemilerden bir kısmı İstanbul’da yenilenirken diğer bir kısmı İtalya‘nın Cenova şehrinde bulunan Ansaldo Tersanesi ile Almanya‘da Kiel‘de bulunan Germanya Tersanesi‘nde modernize edilmişlerdir.
Donanmanın ıslâhı için İngiltere, Almanya ve Amerika’dan yabancı
deniz subayları (müşavirler) getirilerek istihdam edilmesi de bu devirde
denizciliğimizin gelişmesi için müracaat edilen teşebbüsler
cümlesindendir. Bu getirilen subaylar bir Osmanlı zabiti gibi hareket
ederek denizciliğimizin gelişmesi için mühim katkıda bulunmuşlardır.
Sultan Abdülhamîd Han devrinde bahriye sahasında istihdam edilen yabancı müşavirlerden Hobart ve Woods paşalar İngiliz olup esasen Sultan Abdülaziz Han
devrinde devlet hizmetine alınmış olmalarına rağmen İkinci Abdülhamîd
Han devrinde de hizmetlerine devam ederek faaliyetlerini sürdürmüşler ve
devletin en üstün nişanlarıyla taltif edilmek şerefine erişmişlerdir.
Hatta Hobart Paşa o sırada Osmanlı Devleti’nde bulunan askerî rütbelerin
en yükseği olan “müşir” rütbesine çıkarılmıştır ki bu kendisine verilen kıymeti göstermektedir. Starcke ve Kalau Von Hofe paşalar
ise Almanya’dan getirilen iki subay olup bunlar da donanmamızın
kuvvetlenmesi için faaliyette bulunmuşlardır. Bu devirde son olarak
getirilen yabancı müşavir ise Amerika’dan gelen Bucknam‘dır.
Devrinde Avrupa’ya, denizcilik fennini öğrenmeleri için yüzlerce
bahriye talebesinin gönderilmesi de Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın
denizcilik sahasındaki gelişmeleri yakından takip ettiğini gösterir.
Personel olmadan donanmanın hiçbir işe yaramayacağı malum olduğundan
personel yetiştirilmesine ağırlık verilmesi dikkat çekicidir. Talebeler
başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Almanya gibi ülkelere
gönderilmişlerdir.
1889 yılında ilk defa “Cerîde-i Bahriye” ve Mecmûa-i Fünûn-ı Bahriye”
isimli bahriyeye dâir iki mevkute yayın hayâtına başlamıştır. Yeni
buluşlardan, gemicilikle alakalı ilimlerden ve sair bahrî hususlardan
bahsetmek üzere çıkarılacak bu gazete ve dergiyle bahriye subaylarının
bilgilerinin genişletilmesine yardımcı olunması hedeflenmekteydi.1881
yılında “Matbaa-i Bahriye” ismiyle ilk deniz matbaasının açılması
da Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın himmetiyle gerçekleşmiştir. Daha
evvel Bahriye Mektebi’nde kurulan ve sonrasında çeşitli binalarda
faaliyet gösteren matbaa, bu târihte müstakil bir binaya taşınarak tam
teşekküllü hale getirilmiştir. Matbaada basılan yüzlerce kitapla ilim ve
kültür hayatımıza katkıda bulunulmuştur.