belgelerlegercektarih.com-1

Fransız Gazetesi’nde Lozan Antlaşması

Fransız Gazetesi’nde Lozan Antlaşması
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
lozan anlasmasi lozan zafer mi hezimet mi, lozanda kaybettiklerimiz, lozanin gizli maddeleri, lozan misak-i milli,
***
Her ne kadar resmi tarihe göre Lozan bir “zafer” olarak takdim edilse de, gerçek tarihe göre “hezimet” olduğu gayet açık ve nettir. Sitemizi yakından takip edenlerin de bildiği gibi, bu konuda birçok yazı paylaştık.[1]
Şimdi ise bir Fransız gazetesinin Lozan Antlaşmasıyla ilgili çarpıcı bir değerlendirmesine yer veriyoruz:
“Türk beylerin zafer kazandıkları belirtiliyor. Eğer bu doğruysa, onların, evlerinin kalıntıları üzerinde şarkı söyleyerek dans eden körler olduklarını söyleyebilirim. Türkler daha düne kadar Osmanlı Imparatorluğu’na sahiptiler. Egemenlikleri Balkanlar’dan Hint Okyanusu’na, Kafkasya’dan Mısır’a kadar uzanıyordu ve Lozan’ı imzaladıktan sonra işte sancakları Arabistan’da, Filistin’de ve Mezopotamya’da ve Suriye’de yere düştü. Tabii, Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) büyük ailesinin (Islam alemi) başına böyle bir felaket hiç gelmemişti.
Türkiye Lozan’da fedakarlıklarının en büyüğünün altına imza koydu. Bundan böyle Osmanlıların bakışları, eski imparatorluğun en güzel, en güçlü ve en zengin bölümü olan doğudaki bölüme çevrilemez. Mekke kervanlarının yolu artık onların topraklarından geçmeyecek. Kutsal kentlerin kendileri de yabancıların egemenliğine konacak. Ankara Meclisi kendini canlı törenlerin neşesine teslim edebilir. Türklerin sapkınlıkları ve ateşleri artık beni şaşırtmaz. Hiçbir şey anlamak istemiyorlar; tükenen halklar böyle olur.”[2]

**********

KAYNAKLAR:
[1] http://belgelerlegercektarih.com/2013/01/05/lozan-anlasmasinin-tenkidi/
[2] L’Eclair (Paris) Gazetesi, 23 Ağustos 1923.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

İmam Ahmed, Zalim Sultan Hadisleri ve İSLAMOĞLU’nun Son Numarası – Ebubekir Sifil

İmam Ahmed, Zalim Sultan Hadisleri ve İSLAMOĞLU’nun Son Numarası – Ebubekir Sifil
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
Ahmed bin Hanbel zalim sultanla ilgili hadisleri cikartti mi, Ahmed b. Hanbel zalim sultan, Ahmed b. Hanbel Mustafa Islamoglu, b. Hanbel Ihsan, Ahmed b. Hanbel Ebubekir, Mustafa Islamoglu zalim sultan, Mustafa Islamoglu yalanlari
***
Acemi bir yazar, ilk kitabını tecrübeli bir yazara götürüp incelemesini istemiş. Bir süre sonra heyecanla kanaatini öğrenmek için gittiğinde usta yazar şöyle demiş: “Kitabını okudum. İçinde birçok yeni şey ve birçok hakikat var.” Acemi yazarın heyecanı tam sevince dönüşecekken üstat devam etmiş: “Fakat kitabındaki hakikatlerin hiçbirisi yeni değil, yeni olanların da hiç birisi hakikat değil.”
Evet, İslamoğlu çok konuşuyor, çok yazıyor, çok şey söylüyor; ama dile getirdiği hakikatlerin hiç birisi yeni değil, yenilerinin de hiç birisi hakikat değil. Bu, en fazla da “hadis” meselesinde yazıp söylediklerinde böyle…
Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru başrolde Mustafa İslamoğlu‘nun bulunduğu yeni bir komediye şahit olduk.
Senai Demirci ile yaptığı bir programda İslamoğlu, İmam Ahmed b. Hanbel‘in, devletle barıştıktan sonra, Müsned’inde zalim sultanla ilgili rivayetleri attığını iddia etti. Ardından İhsan Şenocak hocanın bunun yalan olduğunu ortaya koyan bir videosunu izledik. Sonra İslamoğlu’nun facebook sayfasında “sayfa idaresi” imzasıyla Müsned‘den bir rivayet zikredildi ve “işte ispatı” dendi. Bir süre sonra İslamoğlu hep yaptığı şeyi bir kere daha tekrarladı ve şaheser bir “demagoji” örneği sergiledi.[1] Hatta “Onun inandığı dinle benim inandığım din aynı değildir” diyerek açık bir şekilde “tekfir” terminolojisini de devreye sokmuş oldu.
Ve her zaman olduğu gibi “nedir bu işin aslı?” soruları birbiri ardına sökün etti. Bu durumda ihkak-ı hak adına ve de haysiyetini, vicdanını, imanını ve ahiret inancını kaybetmemişler için bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Bu yazı Mustafa İslamoğlu’nun müptela olduğu hastalığa şifa olur mu? Elbette olmaz. Samimi inancım odur ki İslamoğlu, saplandığı o bataklıkta battıkça debelenecek, debelendikçe batacak. Onun zehirlediği kitle arasında bu vesileyle gerçeği görenler olursa bu yazının maksadı fazlasıyla hâsıl olmuş olacak.
İslamoğlu ne yapmak istiyor, kim adına konuşuyor ve etki alanındaki insanları nereye sürüklüyor; işin bu yanıyla ilgilenmeyeceğim. Diyelim ki İslamoğlu sütten çıkmış ak kaşıktır ve “hakikat”i ortaya koymaktan başka hiçbir emeli yoktur!.. Böyle düşünelim ve olan bitene yakından bakalım:
Ne demiş?
İlgili videosunu izledim; şöyle diyor İslamoğlu: “Hadisin vahiy ilan edildiği bir dönemdir Ahmed b. Hanbel dönemi. (…) Ahmed b. Hanbel, devletle barıştıktan sonra Müsned’inden, devletle ilgili, hilafetle ilgili, zalim sultanla ilgili daha doğrusu, hadislerin tamamını kaldırdı. Zühlî için söylediğimi aynen İbn Hanbel için de söyleyeceğim: Şimdi sen hem “vahiy” diyeceksin, hem de bir konudaki hadislerin tamamını kitabından çıkaracaksın. Önce koymuşken sonra çıkaracaksın…”[2]
Birkaç cümleden oluşan bir paragraf içine bu kadar arızayı sığdırmak İslamoğlu’nu tanıyanlar için garipsenecek bir durum değil. Ağzını açtığında çam devirmeden kapatamayan, daha doğrusu ağzını sürekli çam devirmek için açan birisi için bu artık “meslek” kabul edilmeli. Her neyse… Aşağıda bu noktayla ilgili izahat gelecek.
Şenocak hocaya yazdığı cevabi yazıda da döktürmüş mübarek:
“1. Eğer sorun Ahmed b. Hanbel’in hadis atması ise, bu durum hilafetle ilgili hadislerden ibaret değildir. O Müsned’deki hadisleri 750.000 hadis içinden seçtiğini söyler (Tedribu’r-Ravi) Yani o 720.000 hadisi atmıştır. Kettani bu rakamın 100.000 olduğunu söyler. Yani Ahmed b. Hanbel Müsned’i yazarken 70.000 hadisi atmıştır. Hadis atma işini Buhari de Müslim de yapmış ve yüzbinlerce hadisi attıklarını itiraf etmişlerdir. Bu da hadislerin vahiy olmadığı tezimizi destekler.
“2. Ebu Zür’a er-Razi Ahmed b. Hanbel’in ezberinde 1.000.000 hadis olduğunu söyler. (Tedribu’r-Ravi) Yani o Müsned’ini yazarken 30.000 almış, gerisini atmıştır. Ana tezimiz “HADİSLER VAHİY DEĞİLDİR”. Bizi iftira etmekle suçlayan malum kişinin tezi ise “HADİSLER VAHİYDİR” Şimdi sormalı, Ahmed b. Hanbel 970 bin vahyi mi attı?
“3. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i yaklaşık 30.000 hadisten oluşur. Ahmed b. Hanbel’in oğlu babasının ölümünden sonra Müsned’e 10.000 hadis daha eklemiş sayı yaklaşık 40.000 olmuştur. Yani o söz konusu hadisler, babasının atıp oğlunun sonradan eklediği hadislerden ibarettir. Bu basit gerçeği ilim sahibi herkes bilir. Bilmiyorsa da öğrenebilir. Hadislerin vahiy olduğunu iddia eden malum şahıs ise, eğer bunu bilip de konuşuyorsa yalancıdır. Bilmeden konuşuyorsa cahildir. Bu durumda ise, bilginin doğruluğu-yanlışlığı sorunu teferruat halini alır. Zira asıl sorun dürüstlük sorunudur. Günümüzden 1150 yıl önce ölmüş birinin arkasına saklanıp yaşayan birine saldırmak nasıl bir psikolojinin eseridir?
“4. Ahmet bin Hanbel’in Müsned’inin 1995 Müessesetu’r-Risale baskısı Şuayb El-Arvavut’un tahkik ve ihtisarı ile yayınlanmıştır. El-Arnavud bu neşrinde İbn Hanbel’in şazlarını ayıklamış ve sonuçta Risale baskısında 28.000 rivayet kalmıştır. Bunu niçin zikrettim. Biri çıkıp der ki “Bak bu baskıda 40.000 değil, 28.000 rivayet var. Buradan, muhakkik Arnavud’un, İbn Hanbel’in oğlunun zevaidini tamamen çıkardığı sonucu çıkmaz. Risale neşrinde geriye 28.000 kaldığına göre, muhakkik Arnavud’un amacı İbn Hanbel’in oğlunun zevadini çıkarmak değil, şazları çıkarmaktır zaten geriye kalanın sayısı asıldan da 2.000 eksiktir…”
Bütün bu hususlar üzerinde teker teker duracağım:
Hadisin vahiy ilan edilmesi
1. İslamoğlu’nun, “Hadisin vahiy ilan edildiği dönem” olarak İmam Ahmed b. Hanbel dönemini göstermesi, Hadis Tarihi konusundaki katmerli cehaletini gösteriyor. “Dakka 1 gol 1″ muhabbeti yani!..
Hayır, burada Hadis-Vahiy ilişkisini tartışmayacağım. Diyelim ki Efendimiz (s.a.v)’in ağzından Kur’an ayetleri dışında vahiy kaynaklı tek söz çıkmamıştır ve daha sonraki dönemler itibariyle “hadisin vahiy ilan edilmesi” diye bir hadise gerçekten vuku bulmuştur. Bu hadisenin hangi zaman dilimine tekabül ettiğini tesbit etmek için birkaç farklı yol takip edilebilir: Hadis Tarihi’ne bakılabilir, Fırkalar Tarihi (Fırak/Milel-Nihal) üzerinden gidilebilir, Fıkıh Tarihi denenebilir, ya da nihayet yine rivayete dayalı Tefsir ya da kronolojik Tarih kaynaklarından iz sürülebilir.
Ehl-i Sünnet’i bir kenara bırakalım; Mu’tezile, İmâmiyye, Zeydiyye, İbâdiyye, hatta İsmailiyye’ye ait kaynaklara şöyle bir göz gezdiren kimse bile orada Sünnet’in bir kaynak olarak benimsendiğini, bunun tabii bir neticesi olarak da hadisle ihticac edildiğini görür.[3]
Bu hakikat sebebiyle tarih içinde hadise bigâne kalan bir fırkaya rastlamak neredeyse mümkün değildir. Evet, kategorik olarak Efendimiz (s.a.v)’in ağzından çıkan her sözün “vahiy” olduğunu söylemek doğru değil. Biraz hadis, biraz Usul bilen hiç kimseden böyle bir söz sadır olmaz. Ancak bu Ümmet’in hemen bütün fırkaları Sünnet/hadis meselesine ahir zamanda ortaya çıkmış bir şirzimeden farklı bakıyorsa, evet burada bir anormallikten söz etmek durumundayız.
Nereden giderseniz gidin kaynaklar Hadis-Vahiy ilişkisi konusunda size “ilk nesli” işaret edecektir. Hadislerin uydurma olduğu temcidine sarılsanız, karşınıza Sahabe çıkacaktır. Sahabe tasarruflarıyla ilgili rivayetlerin uydurma olduğunu iddia etseniz, Tabiun neslinin tutumu yolunuzu kesecek. Yani züccaciye dükkânına giren filin, vefat tarihi 241/855 olan İmam Ahmed’e ulaşabilmesi için hayli yol kat etmesi gerekir ki, aslına bakarsanız “hadisin vahiy ilan edilmesi” o tarihsel dönemlerin her birinde bahse konu edilebilir. “Allah’a ve Resulü’ne iftirada vahiy olmayan bir şeyi vahiy ilan edecek kadar mesafe kat etmiş bir ümmetin bu marifeti” Ahmed b. Hanbel dönemine kadar ertelemesinin ne anlamı olabilir ki?
Devam edelim:
2. “Ahmed b. Hanbel, devletle takıştıktan sonra Müsned’inden, devletle ilgili, hilafetle ilgili, zalim sultanla ilgili daha doğrusu, hadislerin tamamını kaldırdı.”
Meselenin püf noktası burası. İmam Ahmed, devletle takıştıktan sonra Müsned’inde devletle, zalim sultanla… ilgili hadislerin “tamamını” kaldırmış! Mesela?
Facebook sayfasında İslamoğlu adına konuşanlar aşağıda değineceğim rivayeti örnek gösterip sormuşlar:
” 1. Ahmed b. Hanbel yöneticilere itaat etmemeyi emreden yukarıdaki hadisi kitabına önce niye almış? İtaati emreden diğer hadisleri ölüm döşeğinde mi keşfetmiş?
“2. Yönetimin baskısına maruz kalmasa, yine de hadisi atar mıydı?
“3. Peki, Ahmed b. Hanbel’in ölüm döşeğinde oğluna kitabından sildirip attırdığı bu hadisin senedi zayıf veya uydurma mı?..”
Bunlardan İslamoğlu’nun haberi olmuş mudur, bilemiyorum, ama onu müdafaada işe yarayacağı başkaları tarafından da düşünülebileceği için bunlara da birer-ikişer cümleyle değinmeden geçmek olmaz.
Önce rivayeti görelim:
Müsned ve Zalim Sultan Rivayetleri
İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a), vefat hastalığında, oğlu Abdullah’a, Müsned‘deki bir rivayetin üstünü çizmesini, yani o hadisi Müsned‘den çıkarmasını söylemiş. Konuyla ilgili olarak adı geçen eserde Efendimiz (s.a.v)’in, “Ümmetimi Kureyş’in şu batnı helak edecek” buyurduğu, Sahabe’nin “(Onlar konusunda) ne yapmamızı emir buyurursunuz ey Allah’ın Resulü?” diye sorması üzerine de, “Keşke insanlar onlardan uzak dursa!” dediği nakledilir. Rivayetin akabinde İmam Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle der: “Vefat hastalığında babam şöyle dedi: “Bu hadisin üstünü çiz. Zira bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.v)’den gelen (sahih) hadislere –yani “(zalim sultanın tasarrufları karşısında) dinleyin, itaat edin, sabredin” buyurulan hadislere– aykırıdır.”[4]
Biraz arkaplan çalışması yaptığımızda İslamoğlu’nu bu çukura kimin ittiğini, daha doğrusu İslamoğlu’nun kime yaslanarak bol keseden attığını tesbit edebiliyoruz: Mesele şu:
Mehmet S. Hatiboğlu hoca, İslamî Araştırmalar dergisinin Hadis-Sünnet Özel Sayısı’nda[5] Müslüman Alimlerin Buhârî ve Müslim’e Yönelik Eleştirileri başlıklı makalesinde bu rivayeti zikretmiş ve şunları söylemiş: “… Müsned’deki bu rivayetin akabinde İmam-ı Ahmed’in oğlu Abdullah bize hadis tenkidi tarihi bakımından son derece mühim olan şu açıklamada bulunmaktadır:…”
Hatiboğlu, Abdullah b. Ahmed’in yukarıda naklettiğim sözünü aktardıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: “Ahmed b. Hanbel’in zalim Müslüman idarecilere karşı şiddetten uzak bir itaat ve sabır gösterilmesini tavsiye eden hadisleri benimsemiş olduğunu bilenler, Emevî idaresine karşı vaktiyle pek çok âlimin aldığı sert tutumu onun tasvib etmeyeceğini, kendisinin de Abbâsilerin zalimlerine karşı aynı davranışı göstermekten geri kalmayacağını kolayca tahmin edebilirler. Nitekim öyle de olmuştur. Konumuz bakımından bizi burada ilgilendiren husus, Buhârî ve Müslim’in aynı isnad ve metinle Sahîhlerine almış oldukları bir rivayeti, kendilerine hocalık da yapmış olan Ahmed ibn Hanbel gibi bir fıkıh mezhebi imamı büyük muuhaddisin kendi Müsned’inden attırıyor olmasıdır. Yani Buhârî ve Müslim’ce sahih sayılmış bir hadis İmam-ı Ahmedce şaz bir rivayetdir. Böylece III. asırda bu hadisin makbuliyeti üzerinde bir icmadan bahsetmek de mümkün olmamaktadır…”[6]
Hatiboğlu’nun –yorumunu bir kenara bırakacak olursak– burada “tek bir” hadis üzerinde durduğu açık bir şekilde görülüyor. Onun bu rivayeti burada zikretmekten maksadı, İmam el-Buhârî ve İmam Müslim’in sahih addedip Sahîh‘lerine aldıkları bir hadisin İmam Ahmed tarafından sahih kabul edilmediğini anlatmaktır.
“Ağızdan kulağa” sürecinin ilk safhası
Mehmet Emin Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihî Arka Planı isimli çalışmasında[7] meşhur “mihne” dönemi üzerinde dururken şunları söylemiş: “Mütevekkil dönemi, işbaşındaki siyasî otoriteye bağlılığı pekiştiren rivayetlerin mebzul miktarda nakledildiği bir dönem olmuştur. Hatta bir tertibe kurban edilmek istenen Ahmed b. Hanbel’in evi aranmış, kendisine biat etmek üzere evinde bir şiiyi sakladığı yolunda ihbar alındığı söylenmiştir. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, kendisinin, hoşlansa da hoşlanmasa da her şart altında halifeye bağlı olduğunu belirtmiş ve bu tutumu yazılı bir tutanakla halifeye göndermiştir. Olayı nakleden Hanbel b. İshak’ın siyasi otoriteye bağlılığı dile getiren yirmibeş tane hadise yer vermesi, Mütevekkil’in yumuşama politikasına karşılık olarak hadisçilerin güvence vermeleri şeklinde yorumlanabilir. Buna Ahmed b. Hanbel’in siyasal otoriteye karşı tavır takınmayı teşvik eden hadislerin Müsned’inden çıkartılması emrini vermesi de eklenince hadisçilerin siyasal otoriteyle uzlaşma arzularının ne kadar had safhada olduğu ortaya çıkar…”[8]
Hatiboğlu hocanın tamamen “teknik” bir bağlamda bahse konu ettiği “tek bir hadis”, Özafşar’ın naklinde “hadisler”e dönüşüyor ve siyasî/ideolojik bir tavrın yansıması haline geliyor.
Ve konu İslamoğlu’nun diline düşünce, buradaki “hadisler”, “zalim sultanla ilgili bütün hadisler”e dönüşüyor! E, abartacaksınız ki ilgi çekesiniz değil mi? Yoksa İslamoğlu’nun bir tek rivayetle ne işi olur?!
Şimdi insanların şunu sorma hakları yok mudur: Ey utanmaz arlanmaz adam! İmam Ahmed’in Müsned‘inden attığını söylediğin “bütün hadisler” nerede? Hastalıklı yaklaşımını temellendirmek için tek hadis üzerinden konuşmanın tatmin edici olmadığını düşünerek abartma ihtiyacı hissediyor, sonra da “nerede bu bütün hadisler?” diye sorulunca konuyu değiştirip “hadis-vahiy” ilişkisi üzerinden demagoji yapıyorsun? Bir parça haysiyetin varsa ya bu “bütün hadisler”in nerede olduğunu gösterir, ya da kamuoyundan özür dilersin! Ben bunlardan hiç birini yapamayacağını biliyorum da, belki aldattığın kitleler şapkayı önlerine koyarak düşünürler bu vesileyle…
İmam Ahmed’in Müsned‘inde yönetimle ilgili 200 civarında hadis bulunmaktadır. Bunlar içinden doğrudan zalim sultan temalı olanları toplu halde görmek isteyenler, merhum şehid Hasan el-Bennâ’nın babası Abdurrahman el-Bennâ’nın el-Fethu’r-Rabbânî‘sinin XXIII. cildinin 18-33, 41-45 sayfalarına bakabilirler. Burada bunları uzun uzadıya zikretmeye niyetim de, yer de yok. Mesele gün gibi aşikârken bir tek hadis üzerinde avurtlarını doldura doldura bu kadar köşeli laflar eden adamın elde edebileceği “vebal”den başka nedir? ..
İmam Ahmed, erbabının malumu olduğu gibi Müsned‘ini yazdıktan sonra son şeklini veremeden vefat etmiştir. Onun, Müsned‘e aldığı bütün rivayetlerin sahih olduğu tarzında bir iddiası da yoktur.[9] Yine erbabının bildiği gibi Müsned‘de, bizzat İmam Ahmed’in başka nakillerle taz’if ettiğini bildiğimiz rivayetler mevcuttur.
Gelelim Facebook sayfasını idare edenlerin sorularına:
1 – Bu hadisin “yöneticilere itaat etmemeyi emrettiği” tesbiti doğru değil. Efendimiz (s.a.v)’in söylediği, “Keşke insanlar onlardan uzak dursa!”dan ibaret. Yöneticilerden uzak durmak (i’tizal) başka şeydir, onlara itaat etmemek başka. Efendimiz (s.a.v)’in burada tavsiye ettiği, söz konusu yöneticilerle haşır-neşir olmamak, onların suçlarına ortaklık etmemek tarzında “pasif” bir tavırdır. “İtaat etmemek”se aktif bir tavırdır ve dediğim gibi bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. İmam Ahmed bu hadisi kitabına niye almış? Yukarıda da belirttiğim gibi İmam Ahmed, müsvedde olarak hazırladığı bu eserini baştan sona ayıklama ve temize çekme imkânı bulamamıştır ve Müsned‘de yer verdiği halde “gayr-i sahih” gördüğü pek çok rivayet vardır.[10] İtaati emreden hadisleri ölüm döşeğinde mi keşf etmiş? (üsluba bakın!) Tabii ki öyle değil. “Dinleyin, itaat edin, sabredin” muhtevalı hadisleri Müsned‘de nakleden de kendisidir.[11]
2 – Yönetimin baskısına maruz kalmasa yine de hadisi atar mıydı?
Meselenin püf noktası da işte burası. İslamoğlu ve çömezlerinin kurgusuna göre İmam Ahmed, “yönetimin baskısı üzerine” bu hadisi (afedersiniz, “bütün hadisleri” demeliydim değil mi!) Müsned‘inden çıkarmıştır. Şimdi soralım: İmam Ahmed bu hadisi Müsned‘den ne zaman çıkarmıştır? Vefat hastalığında! Peki devletten baskı gördüğü dönem ne zamandır: Me’mun-Mu’tasım-Vâsık dönemleri (813-847) Yani İslamoğlu’nun “bu ümmetin aklıdır” dediği Mu’tezile’nin, resmî devlet mezhebi haline gelip de Ehl-i Sünnet ulema hakkında cadı avı başlattığı süreç. (İslamoğlu da devlet gücüne kavuştuğu anda aynı şeyi yapacak ve hatta “Kur’an mahluktur” demeyenlere gayrimüslim muamelesi yapan ideoloji atalarını bu konuda da aratmayacak icraatların altına imza etmekten çekinmeyecektir![12]) Bu sancılı dönemde Müsned‘den ilgili hadisleri çıkarmamış olan İmam Ahmed, Mütevekkil’in hilafete gelip de bu paranoyaya son verdiği bir dönemde bunu niçin yapsın? Üstelik hadisin muhtevası, “onlardan uzak durun/onları kendi hallerine bırakın” diyorken? Sizin ya aklınız yok veya maksadınız başka!
1 – Bu hadisin senedi zayıf da değil, uydurma da. Ancak sizin hadis konusundaki malumatınız kıt. Bir hadisin gayri sahih sayılması için illa senedinin zayıf veya sened yahut metninin uydurma olması gerekmez. Metindeki şuzuz ve nekaret de hadisin sıhhatini olumsuz etkileyen faktörlerdir. Okuduğunuzu anlayacak kapasiteniz olmadığı için İmam Ahmed’in, bu hadisin Müsned‘den çıkarılmasını söylerken gösterdiği gerekçe sizin için bir anlam ifade etmiyor!
2 – Gelelim İslamoğlu’nun Şenocak hocaya hitaben yazdıklarına:
3 – “İmam Ahmed, Müsned‘e almayıp dışarıda bıraktığı 720 bin veya (bir diğer itibara göre) 70 bin hadisi atmıştır” diyor. Bu meseleyi daha önce de yazmıştım kendisine: Bir hadisin ikinci bir isnadda tek bir ravisi bile farklı olsa o farklı isnad Hadisçiler’ın terminolojisinde müstakil bir hadis olarak ifade edilir. Bu, metindeki tek bir kelime değişikliği için de böyledir. Buna ilaveten Sahabî ve Tabiî kavillerine de “hadis” dendiği yine ehlinin malumudur (mevkuf ve maktu hadis). Hal böyle olunca buradaki 700 küsür bin hadis veya 1 milyon hadis, sadece Efendimiz (s.a.v)’den nakledilmiş merfu rivayetleri değil, yukarıda özetle anlatmaya çalıştığım vakıayı anlatır.
4 – Bu hadisleri atanlar “vahyi” mi atmış olmaktadır? İslamoğlu Ahmed b. Hanbel Müsned‘den “zalim sultanla ilgili bütün hadisleri atmıştır” sözünün altında ezildiğini bildiği için bunu, sözü başka bir noktaya çekerek örtmeye çalışıyor. Ama saptığı bu yol da çıkmaz sokak. Sünnet’in vahiy kaynaklı olduğunu söyleyenler (ki bunların sadece Ehl-i Sünnet’ten ibaret olmadığını, bid’at mezheplerin hemen tamamının da Sünnet’i ve hadisi dinî bir delil olarak gördüklerini yukarıda söylemiştim), bunu, Sünnet verilerinin kitaplarda tedvin/tasnif edilene kadar güvenilir yollarla gelmiş olmasına bağlamıştır ki bundan daha tabii bir şey olamaz. Eğer Ahmed b. Hanbel veya el-Buhârî yahut bir başka Hadis imamı, eserine bütün sahih hadisleri almak gibi bir amaçla yola çıkmış olsaydı, İslamoğlu’nun sorusu ve itirazı o zaman anlamlı olabilirdi. Ama o imamların hiç birisinin böyle bir niyetle hareket ettiğine dair elimizde bir delil yok. Hele İmam el-Buhârî ya da Müslim’i burada bahse konu etmek, kişiyi gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü o imamların bizzat kendileri, sahih buldukları bütün rivayetleri eserlerine almak gibi bir maksat taşımadıklarını, bir başka ifadeyle sahih hadislerin, eserlerine aldıklarından ibaret olmadığını açık bir şekilde belirtmişlerdir. Tedrîbu’r-Râvî’yi referans gösteren İslamoğlu elbette bu hakikatten de haberdar olmalıdır. Haberdarsa niçin mugalata yapıyor, değilse cahili olduğu konuda niçin konuşuyor?
5 – “el-Arnavud bu neşrinde İbn Hanbel’in şazlarını ayıklamış ve sonuçta Risale baskısında 28.000 rivayet kalmıştır.” Bu, tam da “konuştukça batıyorsun” kabilinden bir inci! Şu’ayb el-Arnaût hoca duysa eminim saçını başını yolar! Efendimiz (s.a.v), “İnsanların ilk nübüvvet sözlerinden duyageldikleri bir sözdür: Utanmazsan dilediğini yap!” buyurmuş. Ne diyelim, Şu’ayb hocanın kısmetine de Müsned‘in şazzlarını ayıklamak ve Müsned‘i iihtisar etmek düşecekmiş!.. Ama İslamoğlu’nun atladığı küçük bir ayrıntı var: Şu’ayb el-Arnaût tahkikinden önce Müsned Ahmed Şâkir-Hamze Ahmed ez-Zeyn tahkiki olarak da basıldı; o baskıda da ihtisar yapılmış olmalı ki, hadislerin sayısı müteselsil numaralandırmaya göre 27.519. Hımmm! Demek ki onlar biraz daha “sıkı” bir eleme ve ihtisar çalışması yapmış! Durun durun! Acele etmeyin. Müsned‘in bir baskısı daha var; bir heyetin tahkikiyle Âlemu’l-Kütüb de basmış bu eseri. Orada daha “gevşek” davranmış olacaklar ki, hadislerin sayısını 28.199′dan aşağıya indirmeye muvaffak olamamışlar!! O da ne! Muhammed Abdülkadir Atâ da eleme yapmış. Ama o daha daha gevşek çıkmış, 28.414′te kalmış…
Bu Müsned‘in tam bir baskısı yok mu yahu?! Hiç mi Allah’tan korkan adam çıkmamış, her gelen kafasına göre ayıklama yapmış bu eserden?[13]
Bu perişanlığın üstüne bir de “Buradan, muhakkik Arnavud’un, İbn Hanbel’in oğlunun zevaidini tamamen çıkardığı sonucu çıkmaz. Risale neşrinde geriye 28.000 kaldığına göre, muhakkik Arnavud’un amacı İbn hanbel’in oğlunun zevadini çıkarmak değil, şazları çıkarmaktır zaten geriye kalanın sayısı asıldan da 2.000 eksiktir…” demez mi? Eminim ne söylediğinin kendisi de farkında değil. Laf olsun torba dolsun…
Sonuç yerine
Yazısını, “keşke düşmanlarım mert olsaydı” diyerek bitiren İslamoğlu’na bir çift sözüm var son olarak: Sen, mertlikten söz edebilecek en son adamsın bu memlekette. Sana bugüne kadar kaç kişi devirdiğin çamlar konusunda “görüşelim” haberi iletti… Bunların tekine bile cevap verecek cesareti gösteremedin. Bunların çoğunun da sana Allah için nasihat etmekten başka bir maksatları yoktu, biliyorum. Senden hem daha birikimli, hem daha yaşlı ve tecrübeli insanlar senin, kurduğun cümlelerin adamı olmadığını söyledi yüzüne karşı; “nisan yağmuru yağıyor” dedin. Biliyorum bu da duvara çarpıp geri gelecek, ama hiç olmazsa kamuoyu seni gerçek yüzünle tanısın diye sana açıkça çağrıda bulunuyorum: Bugüne kadar devirdiğin çamları kamuoyu önünde yiğitçe, mertçe konuşmaya davet ediyorum seni! Hodri meydan!
****
Kaynak: Ebubekir Sifil, Hüküm Dergisi, Sayı:23 (http://sahniseman.org/)
****
Dipnotlar:
[1] http://www.timeturk.com/tr/2014/10/29/islamoglu-ndan-senocak-a-cevap.html#.VFP7rzTkdDA
[2] http://www.youtube.com/watch?v=KywyX9EU7dM
[3] Yazıyı uzatmamak için burada sadece bir örnek zikredeyim: Meşhur Mu’tezilî Kadı Abdülcebbâr el-Hemedânî, kabir azabı, sırat, mizan… gibi hususların tamamının hak olduğunu söyler ki, İslamoğlu’nun Mu’tezile’yi ne kadar anladığını anlamak için sadece buraya bakmak dahi kâfidir. Bkz. Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, 92-97; a.mlf., el-Muhtasar, 277 vd.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 301; Ahmed Şâkir tahkiki, VIII, 118; Şu’ayb el-Arnaût tahkiki, XIII, 381-3.
[5] Cilt, X, Sayı, 1-3, Ankara-1997.
[6] A.G. Dergi, 9-10.
[7] Ankara Okulu yay., Ankara-1999.
[8] Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihî Arka Planı, 64. Özafşar bu ifadelerine düştüğü dipnotta referans olarak Hatiboğlu hocanın yukarıda naklettiğim tesbitini gösteriyor.
[9] Oğlu Abdullah’ın bir sorusu üzerine, Müsned’i İslam Dünyası’nda yaygın olarak bilinen/mütedavel rivayetlerden oluşturduğunu, yoksa kendi nazarında sahih olan rivayetlere tahsis edecek olsa, pek az rivayetin yer alacağını söylemiştir. Bkz. Ebû Mûsâ el-Medînî, Hasâisu’l-Müsned, 27.
[10] Örnek görmek isteyen, Şu’ayb el-Arnaût tahkikli baskıda, I, 68-70 arasına bakabilir.
[11] Örnek olarak Şu’ayb el-Arnaût baskısındaki 12.126, 18.582, 27.266… numaralı hadislere bakılabilir.
[12] Bu dönemde Abbasi devletiyle Bizans arasında imzalanan bir “esir mübadelesi” anlaşmasına göre Bizans’ın elindeki Müslüman esirlerle Abbasiler’in elindeki Hristiyan esirler mübadele edilecektir. Ancak sınırdaki kontrol noktasında “ümmetin aklı”ndan iki zorba, Bizans tarafından gelen Müslüman esirleri gerçekten Müslüman olup olmadıklarını anlamak maksadıyla sigaya çekmek için beklemektedir. İki basit soru sorarlar gelenlere: “Kur’an mahluk mudur?” ve”Rü’yetullaha (ahirette mü’minlerin Cenab-ı Hakk’ı göreceklerine) inanıyor musun?” bu soruların ilkine “Hayır”, ikincisine “Evet” diyen “Müslüman olmadığı” gerekçesiyle Bizans esaretine geri gönderilir, aksini söyleyenler Müslüman kabul edilerek özgürlüğüne kavuşturulur! (Mu’tezile’nin bu ve daha birçok ibretlik icraatı için tarih kitaplarının h.231 ve devamı olaylarının anlatıldığı bölümlerine bkz.) İslamoğlu projesinin mezarından hortlatmaya gayret ettiği Mu’tezile böyle bir şey!
[13] Müsned‘in ihtiva ettiği hadis sayısı noktasında bu farklı baskılar arasında görülen ihtilafı merak edenler bi zahmet İslamoğlu’na bunu bir soruversin. Belki buna da bir cevabı vardır!..

.

İngiliz oyunu hiç bitmez! – Yavuz Bahadıroğlu

İngiliz oyunu hiç bitmez! – Yavuz Bahadıroğlu
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
yavuz bahadiroglu cumhuriyet ingiliz oyunu yavuz bahadiroglu chp yavuz bahadiroglu kitap yavuz bahadiroglu atatürk yavuz bahadiroglu m. kemal
***
Meclisi dağıtmasına bakmayın, tarihsel olarak Batı tarzı (çünkü Osmanlı’nın kendine has danışma meclisleri hep vardır) demokrasi arayışları, Sultan II. Abdülhamid’den beri var…
Bu çerçevede dünya anayasaları incelenmiş, tercüme edilmiş, “bize has” olduğu düşünülen anayasalar hazırlanmış, seçimler yapılmış, parlamentolar kurulmuş, meşrutiyet denenmiş, yumuşak bir geçiş amaçlanmıştı.
O gidişin “demokratik cumhuriyet” çizgisine geleceği aşikârdı. Belki İngiltere tipi bir “demokratik monarşi” olurduk. Ancak hilâfet devam ederdi. Hilafetin devam etmesi, özellikle İslam ülkelerine (ve petrol yataklarına) hâkimiyet hesapları yapan İngiltere’nin işine gelmiyordu. Başkentimizi alelacele işgal etti. Ama bizimle savaşmadı, yayabilecek durumdayken, işgali Anadolu’ya yaymadı. Bunun yerine bir maşa kullandı ve Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu işgal etmesini sağladı.
Yunanistan, tanımadığı denizaşırı topraklarda, yetersiz bir kuvvetle, yirmi yıl aralıksız savaşarak deneyim kazanmış Osmanlı ordusunu elbette ki yenemezdi. Zaten Yunanistan da İngiliz desteğine güvenip, onların daveti üzerine İzmir’i işgal etmiş, yine İngiltere’nin destek taahhüdüne güvenerek işgali Aydın ve Bursa havalisine kadar yaymıştı.
Fakat ne hikmetse, beklediği desteği İngiltere’den alamadı. Osmanlı ordusuyla baş başa bırakıldı. Milis alayları tarafından iyice yıpratıldıktan sonra, son darbeyi Sakarya’da yedi, perişan halde kaçtı.
Böylece kimsenin pek tanımadığı Ankara ekibi (bazı tarihçilere göre Kongre Hükümeti) önemli bir “zafer” kazanmış ve ülke çapında tanınmaya başlanmış oluyordu. Bu “zafer” sonucu Atatürk’le İsmet Paşa’nın yıldızı parlarken, rakip olabileceği düşünülen isimler (en başta da Çerkez Edhem Bey, sonra Karabekir Paşa) bir bir ayıklanacaktı.
Sonra Lozan Konferansı başladı. İngiltere “galip” tarafta, Yunanistan ise “mağlüp” tarafta oturuyordu. Yunanistan Başbakanı Venizelos bu işe çok şaşırmış, Türk Murahhas Heyeti Başkanı İsmet Paşa’ya, “İngiltere masanın galip tarafında otururken, ben İngiltere’nin müttefiki olarak neden mağlup taraftayım?..” diye yakınmaktan kendini alamamıştı.
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’de imzalandı. 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyet ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa ölene kadar Cumhurbaşkanı, İsmet Paşa ise Başbakan oldu.
Saltanat 16 Mart 1920 tarihinden geçerli olmak üzere zaten kaldırılmış, Sultan Vahideddin “sade vatandaş”a dönüşmüş, nihayet aldığı tehditlerin de etkisiyle ülke dışına kaçmak zorunda kalmıştı (17 Kasım 1920).
Saltanatın ve hilafetin devam etmesi demek, Mustafa Kemal Paşa’nın en fazla genelkurmay başkanlığına, İsmet Paşa’nın da kuvvet komutanlığına razı olması demekti. Ama sistem değişir, meşrutiyet yerine cumhuriyet ilân edilirse, Kemal Paşa padişah yetkilerini aşan yetkilerle donatılmış “Ebedi Şef”, İsmet Paşa ise zaman içinde “Milli Şef” olabilirdi.
Neyse, saltanattan sonra, “devletsiz hilafet” de 3 Mart 1924’de kaldırıldı (hilafet kaldırılmadan, İngiltere’nin Lozan Andlaşması’nı imzalamadığını hatırlayalım lütfen)…
Maksat hasıl olmuş, İngiltere’nin çıkarlarına engel teşkil eden hilafet kalkmış, Ortadoğu’da uyduruk devletler kurulmuş, petrol yatakları tümüyle İngiltere’nin kontrolüne girmişti…
Öyle bir şeytanî zekâ kullandı ki, bölge hâlâ toparlanamıyor…
***
Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit
.

Tavsiye Edilen Kitap: Ebubekir Sifil, İdrak ve Tasdik, Rıhle Kitap, 278 sayfa

Tavsiye Edilen Kitap: Ebubekir Sifil, İdrak ve Tasdik, Rıhle Kitap, 278 sayfa
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 1***
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 2***
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 3***
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 4***
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 5***
tavsiye edilen kitap ebubekir sifil idrak ve tasdik sünnet hadis mezhepler gerekli mi, hadisler gerekli mi, uydurma hadis var mi, indirilen din, kurandaki din söylemi dogru mu 6***
https://ebubekirsifil.com/
http://rihledergisi.com.tr/
https://twitter.com/EbubekirSifil
https://www.facebook.com/E.Sifil?ref=ts&fref=ts
http://sahniseman.org/

.

İrtica zırvası artık bitmeli

‘İrtica’ zırvası artık bitmeli
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
irtica, mürteci, irtica nedir, gericilik ne demek, yobazlik nedir, sakal cübbe
***
“Dünya Kadınlar Günü”ne denk gelen 5 Mart 2010 günü Mersin’deki bir grup CHP’li kadının aşkla gerçekleştirdiği “çarşaf yırtma” eylemi, sadece vahim bir yobazlık şovu değil, aynı zamanda çirkin bir terbiyesizlikti.
Ama söz konusu hanımlara kızmaktansa, onları bu hale getiren sistemi ve o sistemin yarattığı zihniyeti eleştirmek herhalde daha doğru.
Ve biliyoruz ki bu zihniyetin merkezinde “irtica”ya karşı duyulan tepki ve nefret var.
Peki ama nedir irtica? Bazı vatandaşların “çarşaflı ve sakallı” olması mı? Çocuklarını Kur’an kurslarına veya İmam-Hatip liselerine göndermeleri mi? Gülsuyu ve hacıyağı kullanıp, cübbe ve “lastik-mes” giymeleri mi?
Eğer böyle şeylerse “irtica”, yani bir tür “modern olmayan yaşam biçimi” ise, açıkça söyleyeyim: Bu, ne bir suçtur, ne de kınanacak, ayıplanacak bir kusurdur. Özgür toplumlarda isteyen istediğini giyer, isteyen istediği kadar koyu bir “Ortaçağ” hayatı sürer. Bunlara karşı kalkıp da “bu ülkeye yakışmıyorsunuz” diye köpürmek, hiç kimsenin haddine değildir.
Örneğin İsrail böylesine özgür bir ülkedir. Filistinlilere karşı sürdürdüğü işgal ve zulüm ayrı bir mevzudur, ama Yahudi Devleti kendi vatandaşlarına karşı alabildiğine saygılıdır. Çoğu İsrailli “ seküler”, yani “laik yaşam biçimli”dir. Ama ülkede büyük bir “Ortodoks Yahudi” kitle de vardır. Bunların çoğu, geleneği koruyarak modern hayata dahil olan “modern Ortodoks”lardır. Bizde “türban” giyerek toplumda var olan genç hanımlar gibi, modern Ortodoks erkekler de kafalarında “kippa” denen takkeyle gezerler.
Yahudi Devleti’nde bir de “ultra-ortodokslar” vardır ki, bunlar tam “Ortaçağ” hayatı sürer. Erkekler fötr şapka ve cübbe giyer. Kadınların kıyafetleri kapalı, saçları örtülü, bazen “peruklu”dur. Bizdeki “medrese”lere karşılık gelen “yeşiva”ları tümüyle serbesttir. Kimse “kapatın bu irtica odaklarını” diye tepelerine binmez.
Bu ultra-ortodoksların bazıları o kadar “dinci”dir ki, kurucu ideolojisini laik buldukları için İsrail devletini tanımamaktadırlar. İsrail buna rağmen musallat olmaz adamlara. Çünkü ülkede herkes, en “dinci”sinden en ateistine kadar, kendi istediği şekilde yaşama hakkına sahiptir.
Peki böyle yaptığı, yani “irticaya taviz verdiği” için İsrail “geri” mi gitmiştir?
Ne alakası var. İsrail, bilimsel üretimi, entelektüel kapasitesi ve sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi ile bizi de bölgedeki tüm diğer ülkeleri de cebinden çıkarır.
Bu başarıyı da “kültür devrimi”yle değil, aksine kadim kültürüne sahip çıkarak sağlamış, mesela bizdeki “alfabe devrimi”nin tam tersini yapmıştır. Biz geleneği yok etmek için Arap harflerini terk eder ve onları “kargacık-burgacık” diye aşağılarken, İsrail Arapça’yla aynı kökten gelen İbranice’yi gururla diriltip ulusal dil haline getirmiştir.
Ve biz Türkler’in de artık böyle tecrübelerden biraz ders alması, ve bu “irtica” zırvasını bırakıp tüm farklı yaşam biçimlerine saygı göstermeyi öğrenmesinin zamanı gelmiş de geçmektedir.
Buna yanaşmayıp da “irticayla mücadele” histerisinde direnenlerin gördüğüm kadarıyla iki önemli argümanı var.
Bir, diyorlar ki “eğer biz irticayı bastırmaz isek, onlar sonra gelir bizim yaşam biçimimizi bastırır.”
Buna şu cevabı vermek lazım: İyi de kardeşim, adamların yapmasından korktuğunuz şeyi siz zaten 80 yıldır yapıyorsunuz. Hem suçlu hem güçlü olmak yerine, özgürlük ve çoğulculuk temelinde uzlaşma arasanıza…
İkinci argüman da şöyle bir şey: “Ayy, şekerim, Avrupalılar bu adamları görünce bizi de Arap sanıyor. Ülkemizin imajı bozuluyor!”
Bunun cevabı da şu:
Kusura bakmayın, insanlar sizin estetik tercihlerinize ve aşağılık komplekslerinize göre şekil alacak dekorasyon malzemeleri değiller.

**********

KAYNAK:
Mustafa Akyol, Gayri Resmi Yakın Tarih, 6. Baskı, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2011, sayfa 134-136.

.

Arap Kültürü Ne Demek? Dinde Reform’un Amacı Nedir?

Arap Kültürü Ne Demek? Dinde Reform’un Amacı Nedir?
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
A. Ibrahim, Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini, Türkiye Matbaasi, dinde reform, islami reform, arap kültürü ne demek
***
Islam’ı açıkça reddedemeyen bazı siyasetçi, bilim ve sözde din adamları, “Arap kültürü” ve “Arap dili”nden kurtulmalıyız, kurtulmak için de “dinde reform” yapmalıyız derler. Oysa Arap kültüründen kasıt “Islamiyet”tir.
Bunu A. Ibrahim’in 1931’de kaleme aldığı “Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini” adlı kitapta açıkça görüyoruz. Şimdi bu kitaptan yaptığımız alıntıları dikkatlerinize sunuyoruz:
“Bir kimsenin namusu, dini, en yüksek mefkuresi milliyet, yani milletini sevmek olmalıdır. Mabedlerde ebediyyen milliyet destanı okunmalıdır. Milli vazifesini yapmayan bir fert bütün cemiyet için muzırdır (zararlıdır). Biz Arap harsından (kültüründen) tamamiyle sıyrılmak ve milli benliğimize hakim olmak için mutlaka cenuba boyun eğen mihrabı (yani Mekke’ye doğru olan mihrabı) değiştirmeliyiz. Ictimai hayattan kalkması hiçbir zaman temenni olunmayan din baki kaldıkça mutlaka mihrabımızı Sakarya’ya tevcih etmeliyiz. Bu da zamanla vatan çocuklarına verilecek milli terbiye sistemiyle, maarifle kaim olacaktır. Türklüğe tapmak, bütün Türk vatandaşlarına merbut olmak, Türk vatanına tapmak ne demektir, bunu düşününüz ve duyunuz. O kadar çalışıyoruz, çabalıyoruz, ıztırap çekiyoruz, vatan-millet uğrunda ölüyoruz, bir de tutup Arapların kültürüne esir oluyoruz.
Mabedlerimizde milli şarkılarımız terennüm edilsin, Türklüğün ulviyeti mabedlerde takdis edilsin, oradan alınan ulvi heyecanlarla hedefimiz milli gayelere teveccüh ederek yeni bir Şark Medeniyeti’ni bütün samimiyetiyle vücuda getirelim.
Peygamberler yoktur ve onun tebliğ ettiği kitap “Tanrı Kitabı” değildir. Çünkü şu namütehaniyeti ifade eden ideal Halık ile mahluk arasında bir fert vasıta olamaz. Ilhamlar vardır, fakat vahy-i ilahi değildir. Halık niçin insanları irşad için peygamber göndermeye lüzum görsün? Halık, insanları hiçbir vasıtaya müracaat etmeksizin irşaddan aciz midir? Binaenaleyh peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğine iman etmemekle niçin kafir oluyoruz?
Bugün hakiki din de ancak bir milleti tekamüle sevkeden, milli benliği okşayan ve daha doğrusu hakikati olduğu gibi heyecanla anlatan bir din olabilir. Yoksa yabancı Arap dininin bundan sonra Türkiye’de yaşamasına imkan yoktur. Işte bundan sonra Türkiye’de Türk milletinin temiz benliğini namütenahi fazilet ve kuvvete sevkeden ve onu heyecanla mukaddes hedeflere eriştiren yeni bir Milli Din doğacaktır.
Mazideki Türk topraklarında Arap harsı (kültürü) hakim olduğu zaman Islamiyet dini o zamana göre gayet uygun bir dindi. Fakat şimdi benliğimizi bulmaya doğru gidiyoruz. Arap lisanını, bizi atalete ve uçuruma sürükleyen Arap harsını atıyoruz. Islamiyet dini bugünkü ve yarınki Türkiye’nin prensiplerine tamamiyle muhaliftir. Memleketimizde Arap harsı sönmeye ve milli hisler kabarmaya başladığı için Islamiyet dini de sönmeye yüz tutmuştur. Islamiyet dini, milliyet prensiplerimizle, yani ictimai noka-i nazardan bilhassa harsiyat itibariyle karşılaştırılırsa çok menfi (olumsuz) ve gülünç mevkie düştüğü görülür. Velhasıl Türk dinini de, Türk Tanrısını da Türk benliğinde arayalım.
Türkiye’de bizim için hiçbir heyecan bahşetmeyen ve milliyetimize her an darbe indirmekten hali kalmyan Islamiyet dini Türk ilinde sönmeye mahkum olmuştur.
Bununla beraber Islamlaşmak demek, Araplaşmak demek olacağından, bundan sonra Islamiyet’e milli edebiyatımızı hakim kılarak bu şekilde dinin ıslahı (reform) cihetine gitmek, Milli Din’e doğru hareket olacağından milli hedefimize vüsul için müsbet (olumlu) bir yol tutmuş oluyoruz. (Yani yazara göre reformlar, Milli Din’e doğru harekettir.)

Peygamberler zamanlarının en birinci alimi olsalar bile sonradan gelecek bütün asırların keşfiyatını zekalarında cemdecek değillerdir ya! Bugünün alimi yarının cahili demektir. Binaenaleyh ta o zamandan bugünkü insanları din hususunda takyid etmek doğru mudur? Dini ıslahatın (reformun) her zaman için lüzumunu kabul etmemek çok gülünç olur. Tarihen sabittir ki Reform devri, dinin inkişaf ve tekamülüne en birinci amil olmuştur. O zaman din, hakiki mahiyetini ihraz etmiştir. Nasıl ki Islamiyet’in neşriyle Islam harsı şarkta bütün Türk harsını boğmuşsa, bundan sonra Milli Din’in neşriyle de milli harsımız Arap harsını öyle boğacaktır.
Işte asırlarca harsımızı (kültürümüzü) boğduğunu bize pek iyi anlatan Islamiyet dinine karşı, hiç şüphesiz milli dinle mukabele etmek Türk milletinin en mukaddes vazifesi olacaktır.
Öz yurda saldıran düşmanlara karşı süngü hücumuna geçen Türk askeri, bundan sonra asla Araplar gibi Allah, Allah diye bağırmayacak, Vatan, Vatan diye haykıracaktır.”[1]

Gördünüz mü Arap kültürü tabirinden ve dinde reformdan maksad neymiş?

**********

KAYNAK:
[1] A. Ibrahim, Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini, Türkiye Matbaası, 1934. (90 sayfa). Yazılış tarihi 13 Ağustos 1931.
Gerçi bu kitap o dönem Türkiye’de yasaklanmıştı, ancak içeriğinin “Islam’a aykırı” oluşundan değil… Kitabın yasaklanma sebebi hakkında resmi raporda yer alan şu değerlendirme bize bu konuda bir fikir vermektedir:
“20’inci asrın laik gençliği, ahlak mefhumunu artık dinden almadığı gibi, din merasimi günden güne kıymetini kaybederken, bunları yeni bir şekilde yaşatmak istemesi, hüsnüniyet (iyi niyet) sahibi olsa bile muharririn (yazarın) milli kültürü darbeleyen muzır (zararlı) bir fert olmasını icab ettiriyor. Binaenaleyh birtakım kıyl-u-kaller (dedikodular) açacak ve gençliğin kültürüne zarar verecek olan kitabın toplattırılması ve yazarın hakkında ayrıca ihtiyat tedbirleri alınması icab eder.” (KAYNAK: Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, 86/171).
Yani dine -yeni olsun eski olsun- tamamen karşı çıkıldığı için yasaklanıyor. Ayrıca yazarın “hüsnüniyet sahibi” olarak görülmesi de üzerinde düşünülmesi gereken dikkate değer bir noktadır.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Kemalist Rejim’in Gerçekleri Anlatan Hocaları Susturma Teşebbüsleri

Kemalist Rejim’in Gerçekleri Anlatan Hocaları Susturma Teşebbüsleri
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
kemalist rejimin hocalari susturmasi, atatürk ve hocalar, atatürk ve din chp ve din, m. kemal din, m. kemal hocalar, m. kemal din adamlari, atatürk din adamlari, atatürk imamlar
[1] no’lu dipnotta bahsi geçen yazı…
***
Kemalist rejim, gerçekleştirdiği inkılapların Islam’a aykırı olduğunun halk tarafından anlaşılmasının önüne geçmek için çareyi din adamlarına müdahale etmekte ve CHP teşkilatıyla propaganda yapmakta bulmuştu. Özellikle Ramazan aylarında camilerde vaaz dinleyenlerin sayısının artması kemalistleri endişelendiriyordu. Bu nedenle hakikatleri halktan gizlemek maksadıyla Diyanet Işleri Başkanlığı’na dahi baskı yapıyorlardı. Diyanet Işleri Başkanlığı eliyle Müslümanları aldatmak istiyorlardı… Başka bir ifadeyle, Diyanet Işleri Başkanlığı’nın, Hıyanet Işleri Başkanlığı vazifesi görmesini arzuluyorlardı. Zira Diyanet Işleri Başkanlığı’ndan beklentileri, kendi istekleri doğrultusunda, yani laikliğe uygun bir din anlatmaktı.
Nitekim Içişleri Bakanı Şükrü Kaya, 1930 yılının Ocak ayı başında Diyanet Işleri Başkanlığı’na yazdığı bir yazıda, daha önceki yıllarda görülen tecrübelerin ışığında, bu kez Ramazan ayındaki dini faaliyetler konusunda uyarıda bulunma ihtiyacını hissetmişti:
“Geçen sene Ramazanda camilerde ders veren vaiz efendilerden bazıları, dini ve ahlaki olması lazım gelen esaslardan inhiraf ederek, haklarında takibatı kanuniye icrasını mucib olacak derecede, TBMM’nin tesis ve vaz ettiği esaslar, müesseseler aleyhinde mubalatsızca (dikkatsizce) mütalaada bulundukları malumu riyasetpenahileridir. Milletimizin manevi ve maddi italarına hadim olacak mevzulara inhisarı lazım gelen bu mevizanın (öğütlerin) zati riyasetpenahilerince tecviz buyurulmayacak şeklü sureti cereyanına müsamaha olunmamasının icab edenlere emrü tebliğine müsaade buyurulmasını istirham ederim efendim.”[1]
Kaya, yazıdan Başbakanlığı da bilgilendirmişti.
Ancak gereken önlemlerin alınması CHP’den de talep ediliyordu. Içişleri Bakanı Şükrü Kaya, sadece bir ay sonra, 5 Şubat 1930 tarihli yazısı ile, CHP Genel Sekreteri Saffet Arıkan’dan da benzer bir talepte bulunmuştu:
“Kışın bilhassa Ramazan ayında bazı işsizlerin kahvelerde ve sair toplantı yerlerinde kötü ruhlu adamların propaganda ve dedikodularına alet oldukları ve bu propagandaların revacını (sürümünü) temin ettikleri emsaliyle sabittir. Geçen sene buna karşı gelmek için mukabil propagandalar yaptırılmış ve bu hususta fırkamız (partimiz) teşkilatından çok istifade edilmişti. Bu sene de aynı veçhile yaptırılmakta olan irşad ve mukabil propagandalara fırkamız teşkilatının azami müzaheret ve muavenetinin (destek ve yardımlarının) ibcal edileceğine eminim. Bu münasebetle keyfiyetin bir kere de tarafı alilerinden icab edenlere tebliğ buyurulmasını rica ve bilvesile teyidi hörmet eylerim efendim.”[2]
Gerçekten de CHP Genel Sekreterliği, parti müfettişliğine[3] ilettiği tamimde, Ramazan ayındaki dini faaliyetlerin sıkıca denetlenmesini ve Islam’a ters düşen kemalist inkılaplara aykırı görülen faaliyetlerin de önüne geçilmesini isteyecektir:
“Menfi ve muzır propagandaların en ziyade revaç bulduğu zamanın Ramazan ayı olduğu tecrübelerimizle sabittir. Vaizlerin ağızlarının açıldığı ve oruç keyfile (son kelime daha sonra karalanmış ve yerine elyazısı ile “halile” sözcüğü eklenmiştir) dini tahrikatın yapıldığı bu ay zarfında, teşkilatımızın müteyakkız (uyanık) olması lüzumu aşikardır. Bunun için hükumet teşkilatı ile elele vererek, bu gibi tahrikatın önüne geçilmesine bilumum teşkiatimızca himmet olunmasının icab edenlere tebliğini ve ancak oruç halile esasen asabileşenlerin nafile (son kelime daha sonra karalanmış ve yerine elyazısı ile “lüzumsuz” sözğücü eklenmiştir) yere tahrik edilmemelerine dikkat olunmasının da ilavesini rica ve bilvesile teyidi hürmet eylerim efendim.”[4]
kemalist rejimin hocalari susturmasi, atatürk ve hocalar, atatürk ve din chp ve din, m. kemal din, m. kemal hocalar, m. kemal din adamlari, atatürk din adamlari, atatürk imamlar 2
[2] no’lu dipnotla ilgili belge…
***
kemalist rejimin hocalari susturmasi, atatürk ve hocalar, atatürk ve din chp ve din, m. kemal din, m. kemal hocalar, m. kemal din adamlari, atatürk din adamlari, atatürk imamlar 3
[4] no’lu dipnotta sözü edilen belge…
***
Bu meselenin tüm döneme yayıldığını bize açıkça gösteren bir başka yazışmadan daha söz etmenin sırasıdır. CHP Genel Sekreteri ve Kütahya milletvekili Recep Peker, 1936 yılının hemen başlarında, CHP başkanlıklarına ilettiği bir tamimde, aynı konudan dolayı yine dert yanıyordu:
“Geçen Ramazan ve bayramda Arapça ezan okumak, sâlâ vermek, tekbir almak, bazı yolsuz telkinlerde bulunmak, gizli tarikat toplantıları yapmak gibi geri hareketlerin geçen senelere nispetle daha çok olduğu ve bu hareketlerde en çok Nakşi tariki (Nakşibendi tarikatı) menbuplarının ileri gittikleri anlaşılmıştır.
6 Haziran 935 tarihli ve 510 numaralı genelge ile de bildirdiğim gibi yurtta inkılabı ve ileri gidişi koruma ve yayma ödevini üstüne alan ve bu gibi devrim ve durumu müteessir edecek geri hareketlere karşı çok yakından ilgili ve duygulu olması icap eden partimizin bu hareketlere karşı duygulu bulunarak, hükümetle el ve işbirliği yapmalarını, alacakları haberleri vakit geçmeden hükümete bildirmelerini bu vesile ile bir kere daha tekrarlamayı değerli bulurum.”[5]
kemalist rejimin hocalari susturmasi, atatürk ve hocalar, atatürk ve din chp ve din, m. kemal din, m. kemal hocalar, m. kemal din adamlari, atatürk din adamlari, atatürk imamlar 4
[5] no’lu dipnotta bahsi geçen belge…
***
Görüldüğü gibi, M. Kemal Atatürk döneminde Arapça ezan okumak, sâlâ vermek yanında, “tekbir almak”, yani “Allahu Ekber” demek bile yasaklanmış ve “gericilik” olarak tanımlanmıştır.[6] Bugün Allahu Ekber diyenler, kemalistlerin nazarında “gerici” ve “yobaz”dırlar.
Yukarıdaki belgelerden açıkça anlaşıldığı üzere, Diyanet Işleri Başkanlığı’nın camide vaaz eden hocalara müdahalede bulunması istenmektedir. Diğer yandan, CHP teşkilatından da hocaların izlenmesi talep edilmektedir. Ayrıca, devlet içinde yer alan maaşlı din adamlarının karşısına CHP teşkilatından karşı propaganda çabası beklentisi de dikkat çekmektedir.
Bu resmi yazışmalar, bu türden dini faaliyetler ile bu türden faaliyetlerle mücadelenin daha en başından itibaren sürdüğü izlenimini vermektedir. Öyle görülüyor ki, cami imamları kemalist rejimi sorguluyordu. Din adamları her ne kadar devletin maaşlı memuru da olsalar, kendilerinden beklenen vaazları değil de, hakikati anlatıyorlardı.
Demek oluyor ki, Milletimiz öyle zannedildiği gibi kemalist rejimi desteklemiş değildir, tam aksine; susturulmuş ve sindirilmiştir.[7]

**********

KAYNAKLAR:

[1] “Dahiliye Vekaleti (Emniyet Umumiye Umum Müdürlüğü)’ünden Başvekalet’e”, (Ocak 1930), “Dahiliye Vekaleti’nden Başvekalet’e”, (6 Ocak 1930), Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Başbakanlık Muamelat Genel Müdürlüğü Kataloğu, Katalog Numarası: 030 10/26 150 12.
[2] “Cumhuriyet Halk Fırkası Katibi Umumiliği’nin Parti Müfettişleri’ne 2 Şubat 1930 tarihli ve 2087 sayılı Tamimi”, “Dahiliye Vekaleti (Hususi Kalem)’den CHF Katibi Umumiliği’ne”, (5 Şubat 1930). CHP K, (Katalog Numarası) : 490 01/1 3 19.
[3] Cemil Koçak, “Tek Parti Döneminde CHP Parti Müfettişliğine Ilişkin Ek Bilgi(ler)”, Mete Tunçay’a Armağan, (Derleyenler: Mehmet Ö. Alkan, Tanıl Bora ve Murat Koraltürk, Iletişim Yayınları, Istanbul 2007, sayfa 675 – 681.
[4] “Cumhuriyet Halk Fırkası Katibi Umumiliği’nin Parti Müfettişleri’ne 2 Şubat 1930 tarihli ve 2087 sayılı Tamimi”, “Dahiliye Vekaleti (Hususi Kalem)’den CHF Katibi Umumiliği’ne”, (5 Şubat 1930). CHP K, (Katalog Numarası) : 490 01/1 3 19.
[5] Cumhuriyet Halk Fırkası Katibi Umumiliği’nin CHP Başkanlıkları’na 8 Şubat 1936 tarihli ve 3/672 sayılı Tamimi, CHP K, (Katalog Numarası): 490 01/3 12 9.
[6] Ezan, hatta Kur’an okumanın yasaklanması hakkında geniş malumat için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/04/29/kemal-ataturkun-eseri-kuran-ve-ezanin-yasaklanmasi/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/04/25/ezani-aslindan-m-kemal-ataturk-uzaklastirmadi-yalani/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/05/27/ataturkun-yasakladigi-ezan-i-muhammediyi-adnan-menderes-serbest-birakti/
http://belgelerlegercektarih.com/2013/09/17/salatu-selamin-ve-tekbirin-turkcelestirilmesi/
[7] Milleti ve hocaları nasıl susturduklarını merak edenler buradan okuyabilirler:
http://belgelerlegercektarih.com/2012/06/30/m-kemal-hoca-imza-et-dedim-keyfini-bozarim-sonra-hilafetin-kaldirilmasi/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/26/istiklal-mahkemeleri/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/04/30/m-kemal-ataturkun-sapka-zulmu-ve-istiklal-mahkemesinde-asilan-alimler-hocalar/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/05/08/m-kemal-ataturkun-yasakladigi-kapattigi-gazeteler-basin-sansuru/
http://belgelerlegercektarih.com/2014/05/12/izmir-suikasti-tertibi/

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Kemalist Rejim Döneminde Cenaze Kaldıracak Imam Bulunamıyordu

Kemalist Rejim Döneminde Cenaze Kaldıracak Imam Bulunamıyordu
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
müslümanliginizi önce Allaha sonra Atatürke borclusunuz, müslümanliginizi atatürke borclusunuz, müslümanliginizi chpye borclusunuz ihsan özkes atatürk ve din cenaze kaldiracak imam yok
[5] no’lu dipnot ile ilgili Meclis Tutanağı
***
Geçenlerde CHP Istanbul milletvekili emekli müftü Ihsan Özkes, “Müslümanlığınızı CHP’ye borçlusunuz” demişti. Bakalım gerçekten öyle mi…
Sulhi Dönmezer 1941 yılında birgün Ülgenerler’i ziyarete Çemberlitaş’taki eve gider. Mehmed Fehmi Efendi’yi çok sıkıntılı bir halde bulur. Sebebini sorunca şunları söyleyecektir:
“Bugün hayatımın en elemli gününü geçirdim. Bir camiye imam olarak mahalle bekçisini tayin ettim.”[1]
Cumhuriyet döneminin ilk Istanbul Müftüsü olan Mehmed Fehmi Efendi’nin bu sözleri, bir mübalağa olarak değil, bilakis o devrin sıkıntılarını bizzat yaşamış, olup bitenlere bizzat tanıklık etmiş resmi bir görevlinin şehadeti olarak kabul edilmelidir; zira Tek Parti döneminin uyguladığı baskıcı politikalar dolayısıyla camilerin bir kısmı kapatılmış, açık olan birçok camiye imam bulunamamış, dine yönelik her türlü alaka şiddetle takibata alınmıştı.[2]
1941 yılında Istanbul Müftüsü Mehmed Fehmi Efendi’nin tanıklık ettiği bu perişanlığın üzerinden 9 yıl geçtikten sonra Diyanet Işleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki’nin yazdığı 16923 sayılı, 12 Aralık 1950 tarihli resmi bir raporda yer alan şu satırlar, sanırız Tek Parti döneminin arzettiği manzarayı gayet açık bir surette tasvir etmektedir:
“Milli Eğitim Bakanlığı 430 no’lu kanunla taahhüd eylediği vazifeyi yapmamış, yapamamış ve Diyanet Işleri Başkanlığı’nı yakinen ilgilendiren dini vazifelerde istihdam edilecek hiçbir eleman vermemiş olması ve Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması yüzünden bugün memleketin birçok yerlerinde hakiki ve münevver bir din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatib bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin techiz ve tekfini ile ebedi istirahatlarına tevdii gibi en basit dini bir vazifeyi ifa edecek kimseler dahi bulunmamakta ve cenazelerin kaldırılmadan günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri işitilmekte ve görülmektedir.”[3]
Nitekim Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1947 CHP Kurultayı’nda yaptığı bir konuşmada şöyle demiştir:
“[TBMM'deki] bir münakaşadan sonra dışarıya çıktığım zaman altı tane Meclis hademesi yanıma geldi, gözleri yaşlı olarak şunları söyledi:
“Vallahi billahi, altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer bize imam ve hatib vermezseniz, ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”[4]
Bunları biz uydurmuyoruz! Bu ifadeler, bir CHP’linin CHP Kurultayı’nda dile getirdiği Türkiye gerçekleridir!.. Yani inkar edilmesi kabil değildir.
Gençlerin bu konudaki durumunu anlamak için ise, Kayseri Milletvekili Ismail Berkok’un, 1953 yılına ait Diyanet Işleri Başkanlığı bütçesinin görüşülmesi sırasında TBMM’de anlattığı bir olayı nakletmek, sanırız yeterli olacaktır:
“Istanbul’da iki Türk genci, Mukaddes Kitaplar Şirketi Müessesesinin başkanına müracaat etmişler ve ‘vicdanımızın gıdaya muhtaç olduğunu hissediyoruz. Memleket muhitimiz bu gıdayı temin edemiyor, binaenaleyh bizi hıristiyan yapınız’ demişlerdir.”[5]
Halk, kemalist rejimin dine yönelik baskısından o denli bunalmıştı ki, batının zorlamasıyla demokrasiye geçilmesi üzerine[6] kurulan Demokrat Parti’den beklentileri maddi refahtan ziyade “din hürriyeti” idi. Bir vatandaşın bu yöndeki talebini Demokrat Parti Kastamonu Milletvekili Muzaffer Ali Mükta, Meclis kürsüsünde şöyle ifade etmişti:
“Bizler Demokrat Parti’den iktidara geçer geçmez milleti refaha kavuşturacağınızı beklemiyoruz. Bu, zamanla olacak iştir. Bizlerin birden çarıklarımızı kundura, bez pantolon ve ceketlerimizi kumaştan yapamazsınız. Bunu beklemiyoruz. Yalnız bizleri dini ve manevi sahada hürriyet ve refaha kavuşturun bu kâfidir.”[7]
Müslümanlığımızı gerçekten CHP’ye mi borçluyuz?
Karar sizin!

**********

KAYNAKLAR:

[1] Ahmed Güner Sayar, Bir Iktisatçının Entellektüel Portresi: Sabri F. Ülgener, Istanbul 1998, sayfa 33, dn. 6.
[2] Cami kapatma kanunu ve bu konuda M. Kemal imzalı birkaç belge için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/04/27/tek-parti-doneminde-satilan-camiler-ile-ilgili-m-kemal-ataturk-imzali-birkac-belge/
Imam ve hatib yetişmemesinin nedenlerine şu makalemizde değinmiştik:
http://belgelerlegercektarih.com/2012/06/14/m-kemal-ataturk-din-derslerini-ve-imam-hatipleri-kaldirmadi-yalani/
Dine ve Müslümanlara yapılan baskının şiddeti hakkında geniş bilgi için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/04/29/kemal-ataturkun-eseri-kuran-ve-ezanin-yasaklanmasi/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/06/15/kemalist-rejimin-hakim-oldugu-turkiyede-hacca-gitmek-yasakti/
[3] Ahmed Hamdi Akseki, Dini Müesseselerimiz Hakkında Bir Rapor, “Islam”, sayı 34, Temmuz 1960.
Ayrıca Bakınız; Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, cild 18, sayfa 525.
- Ismail Kara, Türkiye’de Islamcılık Düşüncesi, cild 2, 3. Baskı, Istanbul 1997, sayfa 362-379.
- Nahid Dinçer, 1913’ten Günümüze Imam-Hatip Okulları Meselesi, Istanbul 1998.
- Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe Ibadet, Istanbul 1999, sayfa 112.
[4] CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, Ankara 1948, sayfa 457.
[5] Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 9, cild 20, sayfa 522.
[6] Demokrasiye geçiş serüvenimiz hakkında tafsilat için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/08/06/cok-partili-sisteme-m-kemal-ataturk-ile-gecildi-yalani-tek-parti-rejimi-chp/
[7] Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 9, cild 5, sayfa 786.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Ihsan Şenocak’tan Leman Sam’a Kurban Cevabı

Ihsan Şenocak Hoca’dan Leman Sam’a Kurban Cevabı
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
leman sam kurban, leman sam isid, leman sam hakaret, leman sam Islam, leman sam din, leman sama tepki leman sam ihsan senocak,
***
Kurban’a Hakaret Eden Mübtezel Şarkıcı Kadına
İhsan Hocamızın bir gazetenin, şarkıcı bir kadının Kurban’a hakaretiyle alakalı yönelttiği soruya verdiği cevap:
Ben bu kadının adını ne ilim, ne fikir, ne de sanat meclislerinde, ne doğrudan ne de dolaylı duymadım. Bunlar, İslam hangi istikameti gösterdiyse zıddına gitmeyi çağdaşlık kabul eden, İslam gündüz dediyse gece, “nikah” dediyse “zina” demeyi maharet zanneden, sanatçı etiketiyle “ahlaksızlık komisyonculuğu” yapan mübtezel varlıklardır.
Bunlarda İslam düşmanlığı atalarından gelen irsi bir soysuzluk hastalığıdır. Bu hastalığa mübtela olan müseccel yobazlarından Tevfik Fikret bir Arefe günü kurbanlık hayvanları görür ve şöyle der; “Din şehid ister, asuman kurban, her zaman her tarafta kan, kan”.
Ne var ki, Bugün İslam’a saldıran Tevfik Fikret gibi asgari seviyede de olsa sanat cephesinde varlık gösteremeyen, bütün sermayesi Eski İstanbul sokaklarında müşteri arayan RUM AŞUFTELERİ gibi boyadığı yüzüyle ya da yaptığı küfürlerle itibar arayan zavallı bir kadın… Kadınlık onurunu çiğneyen bir kadın… Sizinle konuşurken internette SURATINA bir defa baktım: Saç şekli, giyim tarzı, bakışı, edası hasılı her şeyinde Batı Uygarlığı’nın mührü var. Batı’nın hayat tarzına mahkûm olduğundan İslam’dan mahrum kalan nasipsiz diye bakmalı ona. Acımalı…
İnsaniyet adına Kurban’ı eleştiren bu zavallının köleliğini yaptığı Batı’lı Efendileri, Afrika’daki çocukların sofrasından ekmeği aldı, onları sömürdü. Onun hayran olduğu Batı, Hindistan’da İngiliz kumaş piyasasını kaybetmemek için 40 bin kumaş ustasının elini kesti. Bir buçuk asırdır İslam coğrafyasını kan gölüne çevirdi. Batılı katillere kölelik yapan BİR KADININ hayvan haklarından bahsetmesi katillerin suçunu örtmeye yönelik bir hamledir. Bir casusluktur. Zavallı köle…
Batılı Efendileri insan öldürüyor, onları görmüyor. Çünkü öldürülen Müslüman ve onların nazarında Müslüman’ın hayvan kadar da değeri yok.
Oturdukları zaman şarabın yanında bir çeşit etle iktifa etmeyenler, Kurban’a saldırıyor. Bu kadın, madem samimidir, gitsin tavuk kümeslerinin, mezbahaların, kasapların önünde nöbet tutsun. Sosyeteye “et yemeyin” diye ricada bulunsun. Et onlara helal, Müslümana haram öyle mi?!
İlk defa sorunuz vesilesiyle adını duyduğum ve internetten suratına baktığım bu kadında tam bir cinnet hali var. Buna kızmak, tedavi esnasında elini ısıran hastayı darp eden ruh doktorunun hareketinden farksız olur. Doktor hastaya, ehl-i insaf da bunun gibi varlılara kızamaz. Bunlara lanet okumak, Allah’ın bize ihsan ettiği akıl ve haya nimetine nankörlük olur.
Muhataplarını cehaletle itham eden, Kurban’ın İslam’dan önceki pagan dinlerinde de olduğunu söyleyen zavallı kadın, İslam’ın Hz. Adem’den itibaren bütün İlahi dinlerin ortak adı olduğundan ve yine her dinde Kurban olduğundan habersiz cehalet kusuyor. Bilmediğini bilmeyen bu yüzden bilmekten de sürekli mahrum kalacak zavallı…
Baldırbacak komisyonculuğunu sanat zanneden o zavallıya ve onu konuşturan güruha söyleyin; Kasaptan eti alıp, tıksırıncaya kadar yiyenlerin, bütün hayatları mideyle tuvalet arasına mahkum olduğundan Kurban gibi ulvi meseleleri anlamaları zordur. Onlar hayvanı tıksırıncaya kadar yemek, Müslümansa Kurbanı aynı zamanda paylaşmak için keser. Nitekim “Kurban kes” emrine kadar, “Her şey benim olsun.” diye birbiriyle savaşanlar, Müslüman olup Kurbanla paylaşmayı öğrenince savaş alanlarında susuzluktan dudaklarının çatladığı son nefeslerinde mataralarındaki birkaç damla suyu kardeşleriyle paylaştılar.
Bunların sanatçı, sinemacı, gazeteci etiketiyle asıl yaptıkları “ahlaksızlık komisyonculuğu”dur. İslam’a nefret ve efendileri Batı’ya sadakat, idrak melekelerini öylesine iptal etmiştir ki, küçücük beyinlerini saran boyalı kafalarında fikir ve sanat istidadı kalmadığı gibi, ahlak ve haya haysiyeti de yok olmuştur. Bu yüzden patlayan öfkeleri fikir ve sanat mecrasından değil, şehvet, kin ve ihanet vadisinden akıyor.
Ne oluyor bu meseccel islam düşmanlarına ki bir bayram günü yine kin kusuyorlar? Neden, yedikleri eti görmeden, paylaşmayı öğreten Kurban’a saldırıyorlar? Yiyor, içiyor, istediği semtte ayyaş oluyor, Gezi’de nara atıyor, dans ediyor, zurna çalıyor, tencere-tava dövüyor, sanat diye şehveti tahrik ediyor genç kuşakları aptallaştırıyor, bütün bunlara rağmen Müslümanın kurbanından rahatsızlık duyuyorlar. Niçin? Ezanları susturamadıklarından, müslüman kadınların başlarından örtülerini alamadıklarından, camileri yıkıp, bütün Kur’an’ları yakamadıklarından, kurdukları darağaçlarına rağmen bu topraklardan İslâm’ın izini silemediklerinden ve Müslümanların kökünü kurutamadıklarından dolayı mı rahatsızlar?
Sen ey mübtezel kadın! Niçin Müslüman hemcinslerinden utanıyorsun? Onlar nikaha inanıyor, sense zinayı özgürlük olarak görüyor, ortalık malı olmayı kabul ediyorsun, onun için mi? Vah zavallı…
Bunlar İslam’ı en bayağı şeytandan daha bayağı görür. Bu yüzden içlerinde biriktirdikleri muzahrafatı İslam’a kusmak için fırsat ararlar. Fakat her defasında müslümanın istikamet rüzgarı, tükürüğü geri çevirip alınlarına yapıştırır. Menemen hadisesinden bu tarafa cereyan eden hadiseler, yüzlerini adeta muzahrafat lavabosuna çevirmiştir.
Suratında muzahrafatla dolaşmaktan zevk alan zavallı! Merhamet ne kadara müsaade ediyorsa o kadar acıyorum sana…

***
Dr. İhsan Şenocak, İlmi ve Fikri Araştırmalar Merkezi (İFAM) Kurucusu ve Hüküm Dergisi Yayın Danışmanı’dır.
http://www.hukumdergisi.com/
http://ifam.org.tr/
***
İhsan Şenocak Facebook:
https://www.facebook.com/ihsansenocakhoca?ref=profile
.