Askerler Anlatıyor: Malatyalılara Hıncı Olan Komutan

Askerler Anlatıyor: Malatyalılara Hıncı Olan Komutan: Isparta Piyade Komando Tugayı’nda başıma gelen bir hikayeyi anlatmak istiyorum. İçtima sonrası yeni bölük komutanımız bizimle tanışacak di...

Askerler Anlatıyor: Malatyalılara Hıncı Olan Komutan

Askerler Anlatıyor: Malatyalılara Hıncı Olan Komutan: Isparta Piyade Komando Tugayı’nda başıma gelen bir hikayeyi anlatmak istiyorum. İçtima sonrası yeni bölük komutanımız bizimle tanışacak di...

Askerler Anlatıyor: Toplu Ceza Eziyeti

Askerler Anlatıyor: Toplu Ceza Eziyeti: 335. kısa dönem olarak 2010 yılında Edirne'de askerlik yaptım. Askerliğimi yaptığım karakol sınırda olduğu için hiç çekilmiyordu asker...

Askerler Anlatıyor: İşkenceye Eleman Yetiştirmek

Askerler Anlatıyor: İşkenceye Eleman Yetiştirmek: 2001 yılında, Ankara'da 1011. Ana Tamir Fabrikasında yedek subay olarak askerliğimi yaptım. Muhafız bölük komutanı bir yüzbaşı vardı, ...

Askerler Anlatıyor: Dayak Yerken Nasıl Durulur

Askerler Anlatıyor: Dayak Yerken Nasıl Durulur: Ben 1993-94 senelerinde Kars Sarıkamış'ta askerdim. Hiç bölükte kalmıyorduk, devamlı dağlara göreve giderdik. Yine bir gün görev çıktı...

atatürk imzasını hazırlayan bir ermeni mi?


Tarihi gerçeklerle herkes yüzleşmelidir

 

 

 

atatürk imzasını hazırlayan bir ermeni mi?

ermeni
Paylaş
 
 
 
 
 
 
Atatürk’ün kullandığı ‘K.Atatürk’ imzasının yaratıcısının Ermeni Prof. Hagop Vahram Çerçiyan olduğu açıklaması ilgi uyandırdı. Türk tarihçiler tarafından da kesin bir ifadeyle ‘reddedilmeyen’ bu bilgiyi, önceki gün Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi Vakfı Başkanı Garo Hamamcıoğlu, ‘Aydınlar ve Sanatkarlar Anıtı’nın açılışında verdi. ‘‘Atatürk’ün kullanıp beğendiği ‘K. Atatürk’ imzasının yaratıcısı Çerçiyan da bu mezarlıkta yatmaktadır’’ dedi. Atatürk’ün imzasıyla ilgili görüşler şöyle:
Berç Garo Şigaher (işadamı) Çerçiyan’ın imzayı hazırlaması gerçektir. Robert Kolej’de, kaligrafi (güzel yazı) hocalığı da yapan Prof. Dr. Çerçiyan’dan bizzat duydum. Atatürk’e imza lazım olmuş. Ankara’dan 5 adet imza örneği istemişler. Sabaha kadar heyecanla 5 imza hazırlamış. Ankara’ya gönderilen imzalardan bu bilineni seçmiş Atatürk.
Cemal Kutay (tarihçi-yazar) İmzanın yaratıcısının bir Ermeni olması da mümkün, bir efsane olması da. Ancak olması imkan dahilinde. O dönemde Ermeniler, Museviler, Rumlar Türk varlığı arasında, ayrılmaz bir bütündü. Sanatla, el işçiliğiyle de daha çok meşgullerdi.
Orhan Silier (Türk Tarih Vakfı Genel Sekreteri) Bu, olsa olsa bir tasarım sorunudur. Bilgi sahibi değilim. Bunu bilecek kişi çok azdır.
Garo Hamamcıoğlu (Şişli Ermeni Mezarlığı Komisyonu Başkanı) Tarihçi değilim. Ama imzanın yaratıcısının Çerçiyan olduğunu Pars Tuğlacı’dan da dinledim.
webarsiv.hurriyetcom

bize çooooooook mühendis lazım, alman_ya mühendisler sayesinde zengin ve teknik de önde,gençler MÜHENDİSLİK seçin !

bize çooooooook mühendis lazım, alman_ya mühendisler sayesinde zengin ve teknik de önde,gençler MÜHENDİSLİK seçin !



Türk İslam Dünyası

 

Türk İslam Dünyası

turkler1
Paylaş



 
 
 
Türk-İslam topluluğu, Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar uzanır. Türkler asıl kimliklerini Müslümanlıkla bulmuşlar; yüzyıllarca İslamiyetin hizmetinde Müslümanların muhafızlığını ve bayraktarlığını yapmışlardır.
 
Türklerin en büyük düşmanı İran, Hıristiyan Batı ve Rusya olmuştur. Türklerin Batı’ya göçünü İran (Sasaniler) önlemiştir. İslam orduları 634 (Yermük) 635 (Kadisiye) ve 641 (Nihavend) savaşları ile İran’ı ele geçirmiştir.
751’de İslam orduları ve Türkler Talas Savaşı ile Çin’i yenince (751) Çin, Orta Asya’dan çekilmiş ve Orta Asya’da İslamiyet yayılmıştır. Göçebe halinde yaşayan Karluk ve Oğuz Türkleri kitleler halinde Müslüman oldular.
 
Abbasi ordularında çok sayıda Türk vardı. Bunlar Müslüman Türk tüccarlar ve dervişlerdi. Bu kişiler İslamiyetin yayılmasında büyük rol oynadılar. Battal Gazi (Kuddise sirruh) Bizans sınırında görevli bir asker idi. Battal Gazi destanı tarihimizin şanlı bir sayfasıdır.
Türkler, İslamiyetten önce “Tengri” dedikleri tek bir tanrıya ve her şeyi O’nun yarattığına inanıyorlardı. Ölümden sonra iyilerin “uçmağ” dedikleri cennete, kötülerin ise “tamu” dedikleri cehenneme gideceklerine ve de kadere inanıyorlardı. İbn-i Fadlan’a göre zina ve eşcinsellik yasak idi. Hırsızlara ağır ceza veriliyordu.
 
Türkler muhtelif dinlere girmiştir girmesine ama İslamiyet dışında olanlar başka kültür ve dinlerde erimişlerdir. Türklerde İslamiyet ruh, Türklük beden gibidir.
Diğer Türk kavimleri gibi yok olmadıysak ve Türk olarak kalabildiysek bunu İslamiyete borçluyuz. Cumhuriyetin ilanından sonra İslam harflerinin kaldırılması ve Türk-İslam medeniyetinin yıkılarak yerine Hıristiyan Batı medeniyetini taklit, aslında bu milletin diğer Türk kavimleri gibi kimliğini kaybederek Hıristiyan Batı kültür ve dini potasında erimesinin yolunu açmıştır.
 
Ve küçümsenmeyecek bir topluluk Müslüman kimliği altında boynuna haç takmayan, kiliseye gitmeyen ama doğumundan ölümüne kadar Hıristiyan gibi yaşamaktadır.
Kazım Karabekir Paşa’nın hatıralarına göre Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu bakanlar, üst düzey bürokratlardan oluşan bir heyet, anayasadaki dini; İslam yazısı yerine Hıristiyan olması için Ankara Garı salonunda müzakere etmişlerdir.
M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.7.3.2015

Siyonizmin hizmetkârları


Siyonizmin hizmetkârları

siyonzim
Paylaş



 
 
 
Allahü tealanın mübarek kitabı Kur’an-ı azim’üş-şan’ın Mâide Suresinin 85. âyet-i kerimesinde mealen “İnsanlar içinde, iman edenlere, en şiddetli düşmanlığı gösterenlerin Yahudilerle, müşrikler olduklarını…” beyan eder. Dünyada barışı önleyen İsrail ve Yahudi lobileridir. Tamamına yakını Yahudi olan 85 ailenin yıllık geliri, dünyanın yarısı yani 3.5 milyar insanın yıllık gelirine eşittir.
Asırlar boyunca Yahudiler çok büyük hayaller peşindedirler. 10 milyon civarında olan Yahudiler “Dünya hakimiyeti” peşindedirler. Ancak unuttukları şey, bunu yapacak potansiyel güçleri olmadığıdır. Tarih boyunca Yahudi daima başkasını kullanmıştır. Ve bu hususta çok mahirdir.
Bu meselenin en üzücü tarafı ise Yahudiye hizmet edenler Yahudiye hizmet ettiklerinin farkında değildir…
Tarih boyunca Osmanlıya, Türklere ve İslamiyete en büyük düşmanlığı İngilizler yapmıştır. İngilizlerin bu düşmanlığının temelinde Yahudiler vardır. İngiltere’de bir İngiliz, hayatı boyunca 3 defa isim değiştirir. Yahudiler isim değiştirerek İngiltere’nin bütün kadrolarına sızdılar. (Paralel yapı gibi) İkinci Dünya Savaşına kadar İngiltere süper güç idi. Yahudiler İngiltere’yi kullandılar.
İkinci Dünya Savaşından sonra “üzerinde güneş batmayan İngiltere”, “güneş girmeyen ülke” oldu.
Yahudiler uzun bir zamandır da ABD’yi kullanmaya başladılar. Küresel sermaye, ABD, AB, dünya medyasının tamamına yakını Mısır başta olmak üzere vesayet altındaki İslam ülkeleri, Paralel Yapı, Türkiye’deki bazı muhalefet, PKK, sosyal medya ve şirketler, vakıflar, bankalar (bazıları farkında olmadan) Siyonizmin emrindedir. Bazıları ise kendi menfaatleri için kullanılmaktadır.
Yahudi ile masonlar ikiz kardeşlerdir. Masonlar (farmasonlar) Yahudinin Siyonizmin hizmetkârlarıdır. 1962 yılında sadece İngiltere’de 6 bin mason locası ve 400 bin mensubu var idi. Yahudi D’izraeli 2 defa İngiltere başbakanı oldu. Ve aynı zamanda kendisine Lordluk verildi.
D’izraeli bir gün Avam Kamarası’nda elindeki Kur’an-ı kerimi göstererek “Bunu Türklerin elinden almadıkça Osmanlıyı yıkamayız” dedi. Jön Türkler, Tanzimatçılar, Masonlar, İttihat Terakkiciler bu isteğini fazlasıyla yerine getirdiler.
 
19.2.2015.M.Necati Özfatura/Türkiye Gazetesi

Lozan’da yahudi kurnazlığı



Lozan’da yahudi kurnazlığı

lozancı1
Paylaş

 
Öyle ki yahudiler, daha cumhuriyetin kuruluş aşamasından önce gerçekleştirilen Lozan görüşmelerine doğrudan müdahale edebilmek için görüşmelerin yapıldığı şehre kadar gidip Türk tarafını temsil edenlerle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor: “Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le (İsmet İnönü’yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet’e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet’ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet’i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet’le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: “İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır” diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
İsmet’e dedim ki: “Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!” Bana kızdı.
Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. “Bir daha burada yürü!” dedim….
İsmet’e tekrar dedim: “Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir.
Hahambaşı İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu… Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: “İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz” diyormuş..”

Atina’dan alınması gereken savaş tazminatını affetti. “Almıyoruz tazminatı, vazgeçtik” dedi



Atina’dan alınması gereken savaş tazminatını affetti. “Almıyoruz tazminatı, vazgeçtik” dedi

inönü1
Paylaş

 
İzmir’i işgal ettiklerinde Yunan zulmü tavan yapmıştı bu topraklarda.
Kadınlarımıza, çocuklarımıza verdikleri zarar büyüktü. Ve dahası her yeri yakıp yıktılar. Yunan bu topraklardan kovulduğunda ortaya çıkan bilanço korkunçtu.
Öldürülen, tecavüze uğrayan sivillerin sayısı ağırdı.
Ve dahası tam 300 bin konut yerle bir edilmişti. Evet yıllarca “Yunan’ı denize döktük” diye kendimizi alkışladık.
Savaşı kazanmıştık onlara karşı…
Kazanan taraf masada karşısında oturana kaybettiren demekti.
Maalesef inanılmaz bir şekilde bunun tam tersi oldu. Lozan’da Yunanistan’ın sivillere ve binalara verdiği korkunç zararı ödemesi gerekiyordu. Ancak İsmet Paşa Atina’dan alınması gereken savaş tazminatını affetti. “Almıyoruz tazminatı, vazgeçtik” dedi. Aynı İsmet Paşa, Osmanlı’nın tüm borçlarını Lozan’da ödemeyi kabul ediyordu.
Dünkü yazımda “Liderler doğru yolda giderse Devletler büyür” demiştim. Lozan’da masaya otura liderimiz İsmet İnönü’ydü. Yanında danışman olarak haham Nayim Haum vardı. Lozan’da kalınan otelde asansör kapısı önünde sabah horozlar öterken nöbet tutmaya başlıyordu Haum.
İsmet Paşa asansörden çıkınca hemen koluna giriyordu. Heyetteki diğer Türkler’e ve yabancılara “Güç bende” mesajı veriyordu.
Aynı Haum Osmanlı bankası kasasına, basılan Türk Parası’nın karşılığı olarak bırakılan tonlarca altını İsviçre bankalarına kaçırmıştı. Kimse sormadı o altınları. Zaten Lozan dönüşü Haum da yeni kurulan Türkiye’ye dönmedi.
Gitti bu ülke topraklarından koparılan ve İngiliz sömürgesi haline gelen Mısır’a yerleşti. İngilizler’e iki savaş gemisi siparişi verdik.
Kadınlarımızın peruk imalatçılarına saçlarını kazıyıp satarak parasını ödedikleri iki savaş gemisinin üzerine kondu Londra.
Kraliçe’nin sarayına, o saç telleriyle ödenen savaş gemisi paralarını da soran olmadı bu ülkede. Lozan’da Musul’u alamadık kendi topraklarımıza. İngiliz kafayı fena takmıştı oradaki petrollere.
Sultan Abdülhamid, ileride bu topraklardaki petrollere başkaları konabilir diye Musul arazisini kendi adına üzerine alarak tapuda kayıtlara geçmişti.
Savaşlarda kaybedilse bile devlete ait toprakları alabilirdin ama kişilere ait mülklere dokunamazdın.
Ancak ittihatçı kafalar sonrasında Musul topraklarını devletleştirerek adeta İngilizlere savaş sonrası altın tepside sunulmasını sağladılar.
Filistin de aynı şekilde Sultan Abdülhamid’in kişisel mülkü altında korumaya alınmıştı. Orası da aynı devletleştirme modeliyle elden gitti.
Bu ülke bunları hiç konuşmadı. Musul elden gidiyor diye Irak hükümeti ile özel anlaşma yaptık. 25 yıl boyunca o topraklarda çıkan petrolün yüzde onu bizim olacaktı.
Ancak İsmet İnönü’nün iktidar dönemine denk gelen o 25 yılda oradaki haklarımızı ne arayan oldu ne de soran.
Bir gram bile alamadık hakkımızı.
Lozan’da “Kıbrıs’taki Türkler adayı belli sürede terk etmezse İngiliz vatandaşı olur” maddesini kabul ettik. Bu madde nedeniyle binlerce Türk adadan kaçıp Türkiye’ye sığındı.
Kıbrıs’ta Türk nüfusu azaldı. O dönemde binlerce Rum da Atina’da açlık var diye bizim Ege sahillerine sığındı.
Onlara liderimiz İsmet Paşa gemiler sağlayarak Kıbrıs’a yerleşmelerine yardımcı oldu. Adada Rum nüfusunu bizim LİDER artırdı.
Burada buna benzer örnekleri yaz yaz bitmez. Türkiye yıllarca Lider zaafiyetleri ile içerden vurularak hep kaybeden ve soyulan ülke oldu.
İlk defa bizi dört koldan sömürenlere DUR diyen bir LİDER çıktı bu ülkede.
Onun için rahatsızlar. Ve onun için hem dışarıdan hem de içeriden geliyorlar son yıllarda.
Tıpkı geçmişte büyük tecrübe sahibi oldukları argümanları kullanıyorlar.
Burada defalarca yazdık “Hep en yakınlarla gelirler” diye.
Bazen bu planları bilmelerine rağmen tuzağa düşen düşüyor. Ama Gemi artık sağlam. Ve yoluna devam ediyor!!!
bEKİR  HAZAR

SİYASİ HAKLARI KADINLARA ATATÜRK MÜ VERDİ YOKSA KADINLAR KENDİLERİ SÖKE SÖKE Mİ ALDI ???



SİYASİ HAKLARI KADINLARA ATATÜRK MÜ VERDİ YOKSA KADINLAR KENDİLERİ SÖKE SÖKE Mİ ALDI ???

dadadadadadadda
Paylaş

 

“Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı”nın verilişi, öyle iddia edildiği gibi, “Atatürk’ün bir lütfu” değil, tam aksine “Atatürk’e rağmen elde edilmiş bir hak”tır!..
Buyrun, Mustafa Armağan’ı dinleyelim;
“Türkiye’de kadınlara siyasi haklarının tanınması konusu da öyle zannedildiği gibi kolay gerçekleşmiş bir başarı tablosuna yerleştirilemez. Türk Kadınlar Birliği, II. Meşrutiyet döneminden itibaren iktidarların dikkatlerini bu meseleye çekmek için ciddi çalışmalar içindedir ve Cumhuriyet’in ilanından itibaren yönetimi sıkıştırıp durmaktadır. Fakat her seferinde yöneticiler tarafından atlatılmakta, talepleri sürekli olarak ertelenmektedir. Birkaç defa bizzat Atatürk’e anlatmayı denerler meseleyi; ancak kuru nasihatten başka bir şey alamazlar.
Atatürk’e göre kadınların talep ettikleri siyasi haklar karşılığında erkekler gibi bir ‘bedel’ ödemeleri gerekmektedir. Bu bedel de zorunlu askerliktir.
Eğer kadınlar seçme ve seçilme alanında erkeklerle eşit haklara kavuşmak istiyorlarsa, askerlik gibi erkeklerin aleyhine olarak eşitliği bozan bir duruma da razı olmamalıdırlar. Ona göre ‘vazife mukabili olmayan hak mevcut değildir.’
Nitekim 30 Haziran 1933’te Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki kız öğrenciler milletvekili olmak istediklerini söylediklerinde ‘Niçin mebusluk istiyorsunuz da askerlik istemiyorsunuz?’ diye biraz da kızgınlıkla sorar.
Kasım 1934’te Ankara Kız Lisesi’ni ziyareti sırasında kız öğrencilerin sıkıştırması üzerine, ‘Mebus seçer ve mebus olursunuz; fakat aynı zamanda asker de olacaksınız’ demek zorunda kalır.
Atatürk’e göre askerlik bir vatandaşın ‘en büyük vazifesi’dir. Kadınlar bu vazifeden kaçtıkları sürece, yarım vatandaş olarak kalmaya mahkûm kalacaklardır. Kısacası, Atatürk’ün formülü şudur: Askerlik varsa mebusluk var!
Pazarlık bu formül üzerinden yürütülmektedir… Nitekim kâğıt üzerinde de olsa, kadınlara da askerliği zorunlu kılan yasal değişiklikler yapılmış, hatta bazı yerlerde kadınlar göstermelik olarak eğitime de çıkmışlardır.
Atatürk’le görüşmeye giden kadın heyetleri aynı nasihati alıp dönmektedirler. Köylere gidip kadınları eğitmek milletvekilliğinden daha önemli bir görevdir.
Bu görüşmelere katılanlardan birisi de devrin önde gelen kadın figürlerinden İffet Halim Oruz’dur. Hatıralarında, aralarında geçen bir görüşmede Atatürk’ün tavrını şöyle yansıtır:
‘Atamız, her zamanki nezaketi ile bizleri karşıladı, kendisine dileklerimizi bildirdik. Türk kadınına tüm siyasi hakların verilmesini istedik.’
Kendisinin bize verdiği cevabın özeti şöyledir:
‘Erkekler asker ocağında vazife görüyor, orada talim ve terbiyeden geçiyor, kadınlarımızı yetiştirmemiz lâzımdır.’
Ne var ki, Türk Kadınlar Birliği üyeleri bu meseleyi sonuna kadar kovalamakta kararlıdırlar! Nitekim 1934 yılı sonlarında Ankara’da Türk Kadınlar Birliği’nin ılımlı kanadı büyük bir toplantı düzenler. Ankara Türk Ocağı şubesinde düzenlenen toplantı seçkin kadınların gövde gösterisi şeklinde geçer. Hararetli konuşmalarla ortamın zaman zaman sertleştiği görülür.
Heyecanının dozu, alabildiğine yükselmiştir.
Nitekim toplantı sonunda kadınlar hep beraber TBMM’ne kadar izinsiz bir gösteri yürüyüşü yaparlar. Meclis’in önünde slogan atarak Atatürk’ün gelip kendilerini dinlemesini isterler ve ‘Atatürk bizimle görüşmeden buradan bir yere ayrılmayız’, diye haber gönderirler.
Nihayet o gün, Atatürk, Türk Kadınlar Birliği yöneticilerini kabul eder. Düşüncesi değişmiştir. Taleplerini bu sefer olumlu karşılar; haklı olduklarını ifade ederek yaklaşan milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme haklarının tanınacağına dair söz verir.
Bu sivil direnişten sonradır ki, Atatürk, arkadaşlarına bu yönde çalışma yapmalarını emreder ve 5 Aralık 1934 tarihinde genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı görülür.
SİVİL DİRENİŞİN İNTİKAMI
Ancak bu sivil direnişin intikamı feci olacaktır.
II. Meşrutiyet’in bu son sivil kalıntısı, yani Türk Kadınlar Birliği, artık görevini tamamladığı gerekçesiyle 18-24 Nisan 1935 tarihlerinde İstanbul’da düzenledikleri Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’nden sonra hükümetin emriyle kendi kendini feshetmek zorunda kalacaktır.”
Mustafa Armağan – Küller Altında Yakın Tarih

Türkçe Ermeniye Teslim edilmiş


Türkçe Ermeniye Teslim edilmiş

Cumhuriyet döneminde Türkçe politikalarının tepesinde ki isim yani Cumhuriyet’in dil politikalarının baş uygulayıcısıydı Hagop Martayan.Mustafa Kemal tarafından ona soyadı verilmiş .Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş.Yani bize Türkçe öğreten..Türkçeyi Türkiye'de uygulamalarını ,yapısını bir Ermeni yapmış.
Acaba bu gerçekten doğru mu ? Bir ermeni kaynaktan doğruluyoruz.Siz de duyduklarınıza gördüklerinize çok şaşıracaksınız !
"‘Cumhuriyet’in iyi çocuğu’ Hagop Martayan ya da A. Dilaçar Cumhuriyet’in dil politikalarının baş uygulayıcısıydı Hagop Martayan. Bunun için çok uğraştı. Eh bu kadar uğraşan adamın da adı Martayan kalmaz ya. Mustafa Kemal kendisine mesleğine uygun Dilaçar soyadını bahşetmiş. Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş. 1979’da vefatını haber veren TRT kendisini Adil Açar diye sunmuş, olmuş bitmiş
1930’larda yeni Türkiye Devleti dili devirmeye karar verince, Türk dili üzerine yazdığı makalelerle dikkat çeken Martayan Türkiye’ye davet edilmiş. Ancak Türkiye vatandaşlığından çıkartılmıştır. Elindeki “vatansız” belgesiyle ortalıkta geziyordur. Emir büyük yerden olunca o belgeye vize vurulur, eline de “Mustafa Kemal’in özel davetlisidir. Gereken kolaylık gösterilsin.” ibaresi tutuşturup, İstanbul’un yolunu tutar.
Özel davetli olarak katıldığı 1. Türk Dili Kurultayı’nda çalışmalarını ve yapılabilecekleri sunmuş ve çok beğenilmiş. Bu günden sonra Martayan hayatını Türk diline adamış. Ancak, Türk Dil Kurumunun kurucu başkan sıfatı uygun görülmemiş kendisine. Baş uzman yapılmış. Türk Ansiklopedisi’nde baş danışmanlık da yapmış.
Eh bu kadar çok Türk ‘bir şeyleri’yle uğraşan adamın da adı Martayan kalmaz ya. Mustafa Kemal kendisine mesleğine uygun Dilaçar soyadını bahşetmiş. Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş. 1979’da vefatını haber veren TRT kendisini Adil Açar diye sunmuş, olmuş bitmiş. Ama kendisine bahşedilen bu ‘hediye’nin altında kalmamış Martayan. O da Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını önermiş.
Martayan dillere sevdalıymış sadece. Ermenice, Türkçe, İngilizce dışında Azerice, Uygurca, Osmanlıca, Latince, Yunanca, Almanca, Rusça ve Bulgarca ile de ilgilenmiş. Türkçe’ye olan özel ilgisini doğduğu toprakların maharetinden mi, zorunda kaldığından mı, zamanın ruhundan mı bilinmez ama kullandığı dili, biraz da teşvikle, kalıba sokmak için uğraşmış didinmiş. Kendisi Hagop Martayan’dan Adil Açar’a dönüştükçe, Türkçe’yi durağan kılabilmek için çalışmış. Bildiği onca dile rağmen çok dilli olamamış, diller arası geçişkenliği ve esnekliği görmemeyi seçip hem Türkçeye ‘yabancı’ kaynaklardan giren kelimeleri, değiştirme yoluna gitmiş, hem de “bütün dillerin ortak atası Türkçe’dir” diyen bir teoriye gözü kapalı destek vermiş senelerce. Ama ‘güneş’ ölünce teorinin de ömrü uzun soluklu olmamış.
Kaynak:Agos internet sitesi
Paylaş



 
 
 

Cumhuriyet döneminde Türkçe politikalarının tepesinde ki isim yani Cumhuriyet’in dil politikalarının baş uygulayıcısıydı Hagop Martayan.Mustafa Kemal tarafından ona soyadı verilmiş .Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş.Yani bize Türkçe öğreten..Türkçeyi Türkiye’de uygulamalarını ,yapısını bir Ermeni yapmış.
Acaba bu gerçekten doğru mu ? Bir ermeni kaynaktan doğruluyoruz.Siz de duyduklarınıza gördüklerinize çok şaşıracaksınız !
“‘Cumhuriyet’in iyi çocuğu’ Hagop Martayan ya da A. Dilaçar Cumhuriyet’in dil politikalarının baş uygulayıcısıydı Hagop Martayan. Bunun için çok uğraştı. Eh bu kadar uğraşan adamın da adı Martayan kalmaz ya. Mustafa Kemal kendisine mesleğine uygun Dilaçar soyadını bahşetmiş. Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş. 1979’da vefatını haber veren TRT kendisini Adil Açar diye sunmuş, olmuş bitmiş
1930’larda yeni Türkiye Devleti dili devirmeye karar verince, Türk dili üzerine yazdığı makalelerle dikkat çeken Martayan Türkiye’ye davet edilmiş. Ancak Türkiye vatandaşlığından çıkartılmıştır. Elindeki “vatansız” belgesiyle ortalıkta geziyordur. Emir büyük yerden olunca o belgeye vize vurulur, eline de “Mustafa Kemal’in özel davetlisidir. Gereken kolaylık gösterilsin.” ibaresi tutuşturup, İstanbul’un yolunu tutar.
Özel davetli olarak katıldığı 1. Türk Dili Kurultayı’nda çalışmalarını ve yapılabilecekleri sunmuş ve çok beğenilmiş. Bu günden sonra Martayan hayatını Türk diline adamış. Ancak, Türk Dil Kurumunun kurucu başkan sıfatı uygun görülmemiş kendisine. Baş uzman yapılmış. Türk Ansiklopedisi’nde baş danışmanlık da yapmış.
Eh bu kadar çok Türk ‘bir şeyleri’yle uğraşan adamın da adı Martayan kalmaz ya. Mustafa Kemal kendisine mesleğine uygun Dilaçar soyadını bahşetmiş. Önce Agop Dilaçar olmuş, sonra A. Dilaçar’a dönüştürülmüş. 1979’da vefatını haber veren TRT kendisini Adil Açar diye sunmuş, olmuş bitmiş. Ama kendisine bahşedilen bu ‘hediye’nin altında kalmamış Martayan. O da Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını önermiş.
Martayan dillere sevdalıymış sadece. Ermenice, Türkçe, İngilizce dışında Azerice, Uygurca, Osmanlıca, Latince, Yunanca, Almanca, Rusça ve Bulgarca ile de ilgilenmiş. Türkçe’ye olan özel ilgisini doğduğu toprakların maharetinden mi, zorunda kaldığından mı, zamanın ruhundan mı bilinmez ama kullandığı dili, biraz da teşvikle, kalıba sokmak için uğraşmış didinmiş. Kendisi Hagop Martayan’dan Adil Açar’a dönüştükçe, Türkçe’yi durağan kılabilmek için çalışmış. Bildiği onca dile rağmen çok dilli olamamış, diller arası geçişkenliği ve esnekliği görmemeyi seçip hem Türkçeye ‘yabancı’ kaynaklardan giren kelimeleri, değiştirme yoluna gitmiş, hem de “bütün dillerin ortak atası Türkçe’dir” diyen bir teoriye gözü kapalı destek vermiş senelerce. Ama ‘güneş’ ölünce teorinin de ömrü uzun soluklu olmamış.
Kaynak:Agos internet sitesi

atatürk cahilleri


atatürk cahilleri

cahil1
Paylaş



 
 
 
Turkcell firması, Atatürk’ün özel hayatını da anlatan ‘Mustafa’ adlı filme sponsor olmadığı, daha doğrusu önce niyetlenip sonra vazgeçtiği için Aydın Doğan medyası tarafından topa tutuldu. (Not: Bu eleştiriyi yapmalarının nedeni ” fevkalade Atatürkçü ” olmalarından değil. Turkcell, Doğan Grubu’na reklam vermiyor, ona köpürüyorlar. Madem o kadar Atatürkçüler kendileri niye desteklemedi? Hem verdikleri para da yabana gitmezdi: Yönetmen Can Dündar kendi çalışanları.)
Turkcell çekinmekte haklı. Filmi destekleseydi, bu kez de ” Vay efendim, Atatürk’ün özel hayatına giren bir filme nasıl arka çıkarsınız ” diye laf edilirdi. Siz bakmayın Doğan medyasının Turkcell’e vurabilmek için ‘ Mustafa’yı çok önemli bir filmmiş gibi göstermelerine. Tersi olsaydı, yani Turkcell filmi destekleseydi; bu kez de önce filme çamur atar, sonra ” Böyle bir filme nasıl sponsor olursunuz, siz Atatürk düşmanı mısınız ” derlerdi. Çünkü bunların amacı ‘gerçek’ değildir. Onların gözünde gerçek ikiye ayrılır.
1) Çıkarlarına yarayan gerçek.
2) Çıkarlarını zedeleyen gerçek.
Mesela CHP Başkanı Deniz Baykal ne diyor?
– ” Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk’ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. ”
Deniz Baykal da biliyor o sofrada yaşanan tuhaflıkları. Mesela koca koca bürokratlar ve bilimciler; Atatürk’ün sorularına ” onu tatmin/mutlu edecek bir cevap veremeyip fırça yiyecekleri korkusuyla ” birbirinin ardına saklanırdı. O sofrada ” cumhuriyet coşkusu ” yaşandı elbette. Ama tavana kurşun da sıkıldı, davetliler olur olmaz güreştirildi de! Vereyim mi başka örnekler?
– Şu cümle de Baykal’a ait: ” Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. ” Her gün bu ülkede Atatürk’ün eserleri anlatılıyor. Anaokulundan başlayıp ölene dek aynı şeyleri dinliyoruz. Bıkmadınız mı? Sıkılmadınız mı? Bazıları da başka gerçeklerden, yani sizin saklamaya çalıştığınız olaylardan söz etsin.
– ” Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi ” diyor Baykal. Madem Atatürk hep demokrasiyi istedi; niye Terakkiperver ve Serbest fırkaları kapattı? Niye çok partili yaşama geçmedi? ( Osmanlı bile son döneminde çok partiliydi!) Niye en azından bir ” hedef olarak ” CHP’nin 6 Ok’unda ‘Demokrasi’ yok? Hadi eskiden olmadı, şimdi niye yok? Baykal da biliyor söylediklerinin uydurma olduğunu. Ama işine böyle konuşmak geliyor.
– ” Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış ” diyor Baykal.
Milli Mücadele döneminin kalburüstü simalarından sadece ikisini çevresinde tutmuştur Atatürk. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tır. Ortak özellikleri şunlardır:
1) İkisi de Kurtuluş Savaşı’na önceleri inanmamıştır. (Yani zaafları vardır.)
2) İkisi de Atatürk’e yürekten bağlıdır. Onun verdiği kadar yetkiyle yetinirler.
3) İkisi de statükocu tiplerdir; atılım yapabilmek için Atatürk’e muhtaçtırlar.
Ne demiş şair: ” İnsanoğlu gerçeğin fazlasına tahammül edemez. ”
(Ekim 2008, EMRE AKÖZ – SABAH)

Selanikli bir subay resmi bulmuşlar, “Atatürk’ün babası” diye sallamışlar.


Selanikli bir subay resmi bulmuşlar, “Atatürk’ün babası” diye sallamışlar.

aliriza
Paylaş

 
Engin Ardıç, “Zübeyde Hanım’ın bir Meryem Ana olmadığını öğrendiğiniz ve kabul ettiğiniz gün, Avrupa Birliği’ne girebilme şansınız daha da artacaktır” görüşünde.
Şu “proje aşamasında” olan Zübeyde Hanım filmi aklıma takıldı ya, aslında o ve eşi hakkında pek de bir şey bilmediğimizi farkettim.
Zübeyde Hanım, belli ki “tipik” bir Osmanlı kadını. Milyonlarcası gibi. Eğitimi yok, başı örtülü, beş vakit namazında, azıcık da otoriter. Benim anneannem de, babaannem de öyleydi.
Osmanlı kadınları, kocaları ölünce yeniden evlenmezler. “Ezberi bozan” davranışı bu olmuş. Oysa Osmanlı kadınlarının kocaları genellikle yaşlı ölürler, Ali Rıza Bey çok genç gitmiş.
Başka ne biliyoruz Zübeyde Hanım hakkında? Hemen hemen hiçbir şey.
Bir tek fotoğrafı var elimizde, son günlerinden, gözlük takarmış, yaşlı kadın, elbette takacak.
Hangi yemeği iyi yaparmış? Temiz ve titiz miymiş? Çok mu konuşurmuş az mı? Çocuklarını döver miymiş? Komşularıyla nasıl geçinirmiş? Ali Rıza Bey’le mutlu muymuş? Bilmiyoruz.
Oğlunu nasıl yetiştirmiş? Onu günün birinde “Atatürk yapacak” ne gibi özel bir eğitim vermiş? “Genlerinde” özel birşeyler mi varmış yoksa?
Bilmiyoruz. Ali Rıza Bey hakkında bilgilerimiz daha da az, hemen hemen yok gibi. Elimizde gerçek bir resmi bile yok. Otuzlu yıllarda, bir yerlerden Selanikli bir subay resmi bulmuşlar, “Atatürk’ün babası” diye sallamışlar. Buna bizzat Atatürk gülmüş de, “bizim peder bu değildir” demiş! Dalkavuklarını pek adam yerine koymazdı. Bu gayretkeşliğe kızmış ama sesini çıkarmamış.
Bu aile, imparatorluğun merkezinde de değil, taşrasında yaşayan, çok da kayda değer olmayan bir memur ailesi, binlercesi gibi. Öyleyse niçin ahkâm kesiyoruz?
Çünkü bu kişiler Atatürk’ün anası ve babası olduklarına göre “onlarda insanüstü birtakım özellikler bulunsa gerektir” diye düşünüyoruz!
Daha da ileri gideyim: ATATÜRK’Ü TANRILAŞTIRMAK İSTEYENLER, BELKİ KENDİLERİ DE FARKINA VARMADAN, ZÜBEYDE HANIM’I BİR MERYEM ANA, ALİ RIZA BEY’İ DE BİR HAZRET-İ YUSUF GİBİ GÖRMEYE ÇALIŞIYORLAR!
Marangoz Yusuf’un ölümünden sonra çömlekçi Mordohay’la evlenen bir Meryem tasavvur edebilir misiniz?
Yaramazlık yaptığı için İsa’nın poposuna iki şaplak yapıştıran bir Meryem tasavvur edemeyeceğiniz gibi!
İşte bu nedenle, Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Bey ve Atatürk’ün üvey kardeşleri de “cumhuriyet yazıcıları”, yani resmi tarihçiler tarafından eski kuşaklara unutturuldu, yeni kuşaklara hiç mi hiç öğretilmedi.
Oysa bu ne ayıptı, ne günah. Çok doğal, çok “insanca” şeylerdi bunlar.
Fakat Atatürk’ün bir üvey babası ve üvey kardeşleri “olabilemezdi”, çünkü Atatürk doğaüstü bir varlıktı!
Kalp krizi de geçiremezdi, acıkamazdı, yorulamazdı, üşüyemezdi. Bu satırların yazarı Atatürk’ün hem de iki kere kalp krizi geçirmiş olduğunu elli yaşından sonra öğrendi de şaştı kaldı. (İşte bu şekilde Hazret-i İsa’nın dört kardeşi de Katolik Kilisesi tarafından tarihten silindi, unutturuldu Hıristiyan dünyasına.)
Beyinler öylesine yıkanmış, öyle şartlanmış ki, bu gerçeklerin açıklanması tokat etkisi yapıyor, sonra da hemen öfke başlıyor. Bu masum gerçekleri yazanlar “herhalde gericidir” diye düşünülüyor ve Zübeyde Hanım’a en aşağılık iftira ve hakaretlerle saldıran pis yobazlarla neredeyse bir tutuluyorlar.
Yahu sırası mı şimdi bütün bunların, Avrupa Parlamentosu seçimlerini sağcılar kazandı, bizi almayacaklar, otur şunları yaz. Diyeceksiniz.
Zübeyde Hanım’ın bir Meryem Ana olmadığını öğrendiğiniz ve kabul ettiğiniz gün, Avrupa Birliği’ne girebilme şansınız daha da artacaktır.
Ne demek istediğimi anlayan, küfür etmez.
(Engin Ardıç, Sabah, 10 Haziran 2009)

Anıtkabir Mason Tapınağının ürünü-mü?


Anıtkabir Mason Tapınağının ürünü-mü?

anıtkabir
Paylaş



 
 
 
  • Atatürk için yaptırılan Anıtkabir’e model olarak ABD-Washington’daki Mason tapınağı neden örnek alındı?
  • Atatürk’ün cenaze namazına katılımı gösteren bir kare fotoğraf veya filmin olmaması nasıl açıklanabilir?
  • Anıtkabir’de Mısır firavunlar tapınaklarında görülen kabartma rölyef anlayışı neden yerleştirildi?
  • Anıtkabir’deki Arslanlı yol heykelleri masonlardaki “Lions” felsefesinin ürünü değil midir? Anıtkabir yapılmadan önce rasat istasyonu bulunması dolayısıyla Anıttepe’nin ismi Rasattepe idi. 906 rakımlı bu tepede, MÖ. 12. yüzyılda Anadolu’da devlet kuran Frig uygarlığına ait tümülüsler (mezar yapıları) bulunmaktaydı. Anıtkabir’in Rasattepe’de yapılmasına karar verildikten sonra bu tümülüslerin kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı. Bu tümülüslerden çıkarılan eserler, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir.Proje ve İnşaat Anıtkabir’in yerinin seçilmesi için görevlendirilen komisyon 1 Mart 1941 tarihinde uluslararası bir yarışma açtı. Yarışmaya, Türkiye, Almanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya’dan toplam 47 proje katıldı. Bu projelerden 3 tanesi komisyon tarafından ödüle layık görüldü. Milli konuyu daha başarılı ifade etmesi ve projenin araziye uygunluğu nedeniyle, Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda‘nın projesinin uygulanmasına karar verildi.

    Emin Onat
    Anıtkabir projesinin belirlenmesinden sonra, ilk aşamada kamulaştırılma çalışmaları yapıldı ve 9 Ekim 1944 tarihinde yapıma başlandı. Anıtkabir’in inşası 9 yıllık bir sürede 4 aşamalı olarak 1953 yılında tamamlandı.
    Birinci Kısım İnşaat: 1944-1945Toprak seviyesi ve aslanlı yolun istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944 tarihinde başlanmış ve inşaat 1945 yılında tamamlanmıştır.
    İkinci Kısım İnşaat: 1945-1950Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945 tarihinde başlamış, 8 Ağustos 1950 tarihinde tamamlanmıştır. Bu aşamada inşaatın kâgir ve betonarme yapı sistemine göre, temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak, anıt kütlesinin ‘temel projesinin’ hazırlanması kararlaştırılmıştır. 1947 yılı sonuna kadar mozolenin temel kazısı ve izolasyonu tamamlanmış ve her türlü çöküntüleri engelleyecek olan 11 metre yüksekliğinde betonarme temel sisteminin demir montajı bitirilme aşamasına gelmiştir. Giriş kuleleri ile yol düzeninin önemli bir kısmı, fidanlık tesisi, ağaçlandırma çalışmaları ve arazinin sulama sisteminin büyük bir bölümü tamamlanmıştır.
    Üçüncü Kısım İnşaat: 1950Anıtkabir üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lâhit taşının yerine konması ve tesisat işlerinden oluşmuştur.
    Dördüncü Kısım İnşaat: 1950-1953 Anıtkabir’in 4. kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950 tarihinde başlamış ve 1 Eylül 1953 tarihinde bitirilmiştir.10 Kasım1953 tarihinde, Atatürk’ün naaşı 1938 yılından beri, 15 yıl süre ile muhafaza edildiği geçici kabri olan Ankara Etnografya Müzesi’nden alınarak büyük bir tören ile Anıtkabir’e defnedildi.
    Mimari Özellikleri:
    Anıtkabir Projesi’nde mozolenin kolonat üstünde yükselen tonoz bir bölüm bulunmaktaydı. 4 Aralık 1951 tarihinde hükümet, projenin mimarlarına Şeref Holü’nün 28 metrelik yüksekliğinin azaltılması ile yapının daha çabuk bitirilmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Mimarlar yaptıkları çalışmalar sonucu Şeref Holü’nü taş bir tonoz yerine, betonarme bir tavan ile örtmenin mümkün olduğunu bildirdiler. Böylece tonoz yapının zemine vereceği ağırlık ve bunun doğuracağı teknik sıkıntılar da ortadan kalkıyordu. Anıtkabir’in yapımında, beton üzerine dış kaplama malzemesi olarak kolay işlenebilen gözenekli, çeşitli renklerde traverten, mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmıştır. Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı ilçesi’nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy’den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar’dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır.Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı ilçesi’nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy’den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar’dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır. Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana’dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyon’dan, yeşil renk mermer Bilecik’ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lâhit taşı Osmaniye’den, lahitin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyon’dan getirilmiştir. Anıtkabir’in genel mimarisi Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arasındaki “II. Ulusal Mimarlık Dönemi” olarak adlandırılan dönemin özelliklerini yansıtır. Bu dönemde daha çok anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, kesme taş malzemenin kullanıldığı binalar yapılmıştır, Anıtkabir de bu özelliklere uymaktadır. İlk projede mozole iki katlı olara tasarlanmış, ancak ekonomik nedenlerle ikinci katın yapımından vazgeçilmiştir. Bu dönem özellikleri ile birlikte Anıtkabir’de Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerine ve süsleme öğelerine sıkça rastlanır, örneğin dış cephelerde, duvarların çatı ile birleştiği yerde kuleleri dört yandan saran Selçuklu taş işçiliğinde testere dişi olarak adlandırılan bordür bulunmaktadır. Ayrıca Anıtkabir’in bazı yerlerinde (Mehmetçik Kulesi, Müze Müdürlüğü) kullanılan çarkıfelek ve rozet denilen taş süslemeler Selçuklu ve Osmanlı sanatında da göze çarpmaktadır.”
    BUNDAN SONRASI
    Anıtkabir ile ilgili Wikipedia Ansiklopedisinde yer alan bilgiler böyle olsa da Anıtkabir’in görüntüsüne dikkatle bakanlar, farklılıkları, yapılış amaçlarını kısa sürede görebilirler.
    Atatürk’ün ölümünü 10 Kasım 1930’i izleyen günlerde örneğin 11 Kasım 1938 günü henüz cenazesi Dolmabahçe Sarayı salonundaki katafalkta iken “darbe sonucu” İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi.
    18 kasım 1938 günü giz bir el’in talimatı ile Dolmabahce Sarayındaki Atatürk heykelinin vidaları söküldü, yerinden alındı ve heykel bir hurdacının deposunda parçalandı.
    19 kasım günü cenaze namazının kılınması olayı perde arkasında yaşanan sert tartışmalardan sonra yerine getirildi. Cenaze yerinden alındı, bir odaya götürüldü. Kapılar kapatıldı. Şemsettin Günaltay tarafından Türkçe dualar okunarak kılınmış oldu. Gizli bir el “Cenaze namazının fotoğrafının fotoğrafının ve filminin çekilmesine” yasak koymuştu. Namazı kılanların kimler olduğunun bilinmesi istenmiyordu. En azından cenaze namazında Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Celal Bayar yoktu. Aslında Atatürk’ün cenaze namazının kılınması istenmiyordu. Gerekçesi ise hazırdı: Atatürk’ü laiklik anlayışı gereği dini törenin yapılmasını istemeyenler hükümette görev yapıyordu. Cenaze namazı, İstanbul’daki camilerden birisinde neden kılınmamıştı? Çünkü bırakınız camide namaz kılınmasını, 1935 yılında çıkarılan Vakıflar yasası çerçevesinde Anadolu’nun her yerinde camiler satılıyor, yıkılıyor yok ediliyordu. En basit uygulamayla Türklerin 1000 yılı aşkın İslam inancı gereği tabutun üzerine ya Türk bayrağı örtülür veya kurandan alınma ölümle ilgili “Külli nefsin zaikatül mevt” (Her nefis ölümü tadacaktır ve devamında da toprak olacaktır) sözleri yazan ayet metni bulunurdu.
    Daha açık konuşmak gerekirse Atatürk öldüğünde Celal Bayar ve daha İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakanlar ve Hükümet üyelerinin büyük kısmı mason locasına kayıtlı idi. Ünlü Dr. Refik Saydam (Başbakanlık da yaptı), Milli Eğitim Bakanı Hasan ali Yücel gibi. Anıtkabir için örnek alınan mimari yapı Bodrum’daki eski Yunanlılar zamanında inşa edilen kral MOUSELES’in mezarı idi, ki kısaca “Mozole” olarak da isimlendiriliyordu.
    (Cezmi Yurtsever, Şifre Kitabı)

Rahmi Koç, sakallı çalışan istemediğini beyan etti. Başbakan’ın tepkisine karşı ise sessiz kaldı.



Rahmi Koç, sakallı çalışan istemediğini beyan etti. Başbakan’ın tepkisine karşı ise sessiz kaldı.

koç
Paylaş

 

Alem ay’a giderken biz psikolojisi

Resmi şahıs ‘Bak Amerikalılar aya gidiyorlar siz burda dini kitaplarla kendinizi uyuşturuyorsunuz’ diyor. Yorgancının cevabı ilginç ‘Aya kimler gidiyor, ABD’li Subaylar. Bizim vazifemiz burda iyi yorgan dikmek ve onu yapıyoruz. Sizin vazifeniz aya gitmek siz başardınız da bizim elimizdeki kitaplar mı engel oldu!….’
Turistik bölgelerimizden Bodrumda Kaymakam bey Cami cemaatinin kıyafeti ile ilgili sınırlama getirmiş kitapcılık yapan birisini kıyafeti nedeniyle camiye yaklaştırmamış.
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayin Rahmi Koç, sakallı çalışan istemediğini beyan etti. Başbakan’ın tepkisine karşı ise sessiz kaldı.
Basından alınan bigiye göre Metro Turizm seyahat firması çalışanlara hem bıyığı hem de sakalı yasakladı.
12 Eylül Darbe hukukunun 1980’de Başbakan Ulusu imzası ile getirdiğiBaşörtüsü yasaklanmasının yaptığı ayrımcılıkla mücadelede evrensel normlarını Türkiyede hiç bir iktidar uygulayamıyor. Böyle bir gerekçe ile nerdeyse iktidar partisi kapatılacaktı.
Başörtülü bir kadın gördüğünde kendisine hakaret ediliyor gibi düşünenler çok öfkeleniyorlar. Hatta bir psikiyatri profesörü Cumhurmaşkanının eşini tanımadığı halde yabancı bir gazeteciye ondan nefret ettiğini söyleyebildi.
Başörtülü genç bir bayan görülünce Çankaya, Nişantası, Etiler, Bağdat caddesi gibi özel semtlerde omuz atılma olayları çoğaldı.
Dindar ve dinin şekil kısmını yaşamaya önem veren birisini görünce 220 volt elektriğe tutulmuş gibi olan pek çok insan var.
Başörtülü birisini görünce uzaydan gelen birisi gibi incelendiğini sıklıkla görüyoruz.
Fobi kelimesi kısaca ‘Mantıksız korku’ olarak  tanımlanabilir. Asansörden korktuğu için 20 kat binayı yürüyerek çıkan kişinin duygusudur.
Fobi derecesindeki korkular insanı tehlikeli davranışlara yöneltebilir.Nefret, öfke, düşmanlık, intikam, tiksinti ve endişe ihtiva edebilen acı veren bir duygudur.
Kişinin fobisi yaşadığı bir olaydan kaynaklanabildiği gibi ‘Öğrenilmiş korku’da olabilir.Hiç asansöre binmemiş birisini anlatılan abartılı asansör kazası olayları canlandırmaları ile fobik olması mümkündür.
Batı dünyasında ‘Zenofobi’ olarak tanımlanan yabancı düşmanlığı Anti semitizm tarzında yahudi ırkına karşı soykırım uygulanmasına neden oldu. Aynı şekilde Batıda kiliselerde Hilalı ayaklar altına alan şövalye figürü ile islam dinini karalama politikası da  uygulandı. Böylece Haçlı seferleri düzenlendi. Müslümanlar şeytandan ilham alan varlıklar olarak tanımlandı. Avrupa tarihinin parçası olan ‘Türkler geliyor’ korkusu bugün yabancı düşmanlığı olarak canlandırıldı.
Zenofobinin yani yabancı-öteki düşmanlığının günümüzde ki moda şekli İslamofobi’dir. Muhtemelen ‘Küresel Ergenekon’ un yaptırdığı  11 Eylül 2001 trajedisi, Yahudi sağlık merkezinin bombalanması, İngiltere 7 Temmuz 2005 Metro Katliamı, İspanya tren bombalanması gibi olaylar İslamofobiyi artırdı.
Diğer taraftan ‘Cihad ‘kavramının Kutsal savaş olarak ingilizceye çevrilmesi Manevi Cihat kavramının müslümanlarca göz ardı edilmesi korkuyu dahada artırdı. Korkuyu psikolojik sapma derecesine getiren olayda edebi değeri olmayan bir Roman olan Selman Rüştü’nün ‘Şeytanın Ayetleri’ kitabına Humeyninin İdam fetvası vermesi olayıdır.
Aynı şekilde İslam dininin Kadın Hakları ile ilgili görüşünün batılı oryantalistler tarafından yanlış anlatılması İslamofobiyi artırdığını görüyoruz.
Edward Said in haklı olarak  iddia ettiği soğuk savaşın sona ermesi ile ABD güvenliği ve Askeri sanayii için Komunizm yerine geçen gerekçe İslami Terorizm tanımı oldu.
Resmi açıdan hiç bir küresel güç islam dinini terorle özdeşleştirmenin fikirsel kanıtını sunamıyor. Ancak fotoğraf çekmeyi, kamp yapmayı, kuran kursu açmayı, sakallı cübbeli dolaşmayı, tesettürü, kutlu doğum haftasını kutlamayı, liseli gencin namaz kılmasını, Filistin’deki yurt savaşını, karikatür krizini böylece  öfke, korku ve nefret duygularını artırarak tehdit olarak tanımlayabiliyorlar.
İslamofobi nin üretilmiş bir sosyal canavar olarak politik alanları kuşattığını daha çok görmeye başladık. İslamofobi fenomenine katkı sağlayan müslümanların hataları, saldırgan dindarlık gibi yanlışlar kavramsal zemin oluşturmak için çok kullanıldı.
Siyasetin korkularla kuşatılması hastalık derecesinde bir duyarlılığa ulaştı. Aslında korku konusu olan unsurların gerçekleştirilebilecek bir potansiyeli yoktur.Hitler’in yahudi korkusu, ABD nin komunizm korkusu ya yeni kimlik oluşturmak içim yahut ta güvenlik amacı ile oluşturulan korkular oldu.
Korkunun hangi amaca hizmet ettiğini anlamak için korkunun korkan üzerine ve korkulan üzerine etkisini iyi analiz etmek gerekir.
İslamofobi oyununa gelenler aslında ‘Amerikan Küreselleşme ideolojisi’ için nefret ortamı sağlamak isteyen neocon politikalara alet oluyorlar. Müslümanların değer yitirmesi, yanlış temsil edilmesi, önemsizleştirilmesi için ötekileştirme ve ayırma operasyonuna alet olmak kullanılmaktır.
Müslümanlar üzerine yapılan sistemli saldırılarla oluşturulan ortak öfke,nefret ve korkunun Türk ve müslüman aracıları vardır.Paranoyak bağnazlar, ideolojik fanatikler ve bazı ekstremler ve müslümanları özel bölgelerde tutma kendilerinde uzaklaştırma yolu ile düşmanlığı ve nefreti beslemek istiyorlar.
Cemaate mensub olmayı cemaatçilik olarak algılayan, müslüman olmayı islamcı olarak algılayan, dindar olmakla dinci olmanın farkını anlamayan, kendinden olanın hatasını körükörüne savunan anlayışa Nisa Suresi 35 nci ayeti ile cevap vermek isterim. ”Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun”
Müslümanlar şiddet eylemlerini eleştirmekte daha başarılı olmalılar, geleneksel pasiflikten kurtulmalılar ve önyargıları gidermek için açık bir diyalog içine girmeliler. Kullandığımız yöntemlerin doğru yöntemler olup olmadığını sorgulamalıyız, aksi takdirde İslamafobinin dünyanın yani ayrımcılığı olmasına hizmet etmiş oluruz.
Bugün Batının en büyük ırkçılık olgusu olan İslamofobinin giderilmesinde internet yolu ile katkı sağlamalıyız. Neoconların ve gizli komitelerin yeni adam yaratma, dindarlaşma eğilimini şiddet yöntemi ile durdurma stratejisini böyle bozarız.
Sistematik iletişim teknikleri ile islam dinine antipati oluşturmak isteyenlere en güzel cevap kasden gizlenen gerçekleri ortaya çıkarmak despotizmin her türlüsüne karşı olduğumuzu özel yaşantımızla göstermektir.
Avrupalı oryantalistler müslüman ülkelerdeki demokratik ve bilimsel gelişmenin yoksunluğundan islam dinin sorumlu tutuyorlardı.
Türkiyenin Batı hayranları da bu önbilgi kabul ederek islamofobilerini besliyorlardi. Aslında Dr. Edward Said Avrupanın Müslüman dünyası üzerinde sömürge tutkusunu haklı göstermek için ve mensublarını kaybetmemek için İslam dinini karaladığını  endişeyi yükselttiğini böylece nefret suçu işlediğini söylemekte haklıydı.
Bilgisizlik, tembellik, 
ayrımcılık  gerçeklerin ortaya çıkmasını önleyen en büyük düşmanlardır. Bu düşmanlara karşı bilgi, çalışma, iyiniyet silahları ile karşılık vermeliyiz.Prof.Dr.Nevzat Tarhan- 2012

Türk İslam Dünyası

 

Türk İslam Dünyasıturkler1





Türk-İslam topluluğu, Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar uzanır. Türkler asıl kimliklerini Müslümanlıkla bulmuşlar; yüzyıllarca İslamiyetin hizmetinde Müslümanların muhafızlığını ve bayraktarlığını yapmışlardır.
 
Türklerin en büyük düşmanı İran, Hıristiyan Batı ve Rusya olmuştur. Türklerin Batı’ya göçünü İran (Sasaniler) önlemiştir. İslam orduları 634 (Yermük) 635 (Kadisiye) ve 641 (Nihavend) savaşları ile İran’ı ele geçirmiştir.
751’de İslam orduları ve Türkler Talas Savaşı ile Çin’i yenince (751) Çin, Orta Asya’dan çekilmiş ve Orta Asya’da İslamiyet yayılmıştır. Göçebe halinde yaşayan Karluk ve Oğuz Türkleri kitleler halinde Müslüman oldular.
 
Abbasi ordularında çok sayıda Türk vardı. Bunlar Müslüman Türk tüccarlar ve dervişlerdi. Bu kişiler İslamiyetin yayılmasında büyük rol oynadılar. Battal Gazi (Kuddise sirruh) Bizans sınırında görevli bir asker idi. Battal Gazi destanı tarihimizin şanlı bir sayfasıdır.
Türkler, İslamiyetten önce “Tengri” dedikleri tek bir tanrıya ve her şeyi O’nun yarattığına inanıyorlardı. Ölümden sonra iyilerin “uçmağ” dedikleri cennete, kötülerin ise “tamu” dedikleri cehenneme gideceklerine ve de kadere inanıyorlardı. İbn-i Fadlan’a göre zina ve eşcinsellik yasak idi. Hırsızlara ağır ceza veriliyordu.
 
Türkler muhtelif dinlere girmiştir girmesine ama İslamiyet dışında olanlar başka kültür ve dinlerde erimişlerdir. Türklerde İslamiyet ruh, Türklük beden gibidir.
Diğer Türk kavimleri gibi yok olmadıysak ve Türk olarak kalabildiysek bunu İslamiyete borçluyuz. Cumhuriyetin ilanından sonra İslam harflerinin kaldırılması ve Türk-İslam medeniyetinin yıkılarak yerine Hıristiyan Batı medeniyetini taklit, aslında bu milletin diğer Türk kavimleri gibi kimliğini kaybederek Hıristiyan Batı kültür ve dini potasında erimesinin yolunu açmıştır.
 
Ve küçümsenmeyecek bir topluluk Müslüman kimliği altında boynuna haç takmayan, kiliseye gitmeyen ama doğumundan ölümüne kadar Hıristiyan gibi yaşamaktadır.
Kazım Karabekir Paşa’nın hatıralarına göre Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu bakanlar, üst düzey bürokratlardan oluşan bir heyet, anayasadaki dini; İslam yazısı yerine Hıristiyan olması için Ankara Garı salonunda müzakere etmişlerdir.
M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.7.3.2015