Gıybet etmek-Dedikodu Yapmanın Zararları,

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1229
94085059
Gıybet etmek
Sual: Gıybet nedir?
CEVAP
Belli bir mümin veya zimmi kâfirin aybını, onu kötülemek için arkasından söylemek, gıybet olur. Gıybet, haramdır. Dinleyen, o kimseyi tanımıyorsa, gıybet olmaz.
Gıybet olunan kimse, bedeninde, nesebinde, ahlakında, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, hatta elbisesinde, evinde, hayvanında bulunan bir kusur, arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur. Duyunca üzüleceği bir sözü yüzüne karşı da söylemek günahtır.
Kapalı söylemek, işaret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gıybettir.
Bir müslümanın günahı ve kusuru söylendiğinde, hâfızların, din adamlarının, (Elhamdülillah, biz böyle değiliz) demeleri, gıybetin en kötüsü olur. Birinden bahsedilirken, (Elhamdülillah, Allah bizi hayasız yapmadı) gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. (Falanca kimse çok iyidir, ibadette şu kusuru olmasa, daha iyi olurdu) demek de gıybet olur.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Birbirinizi gıybet etmeyiniz.) [Hucurat 12]
Gıybet, adam çekiştirmek demektir. Birini gıybet etmenin, ölmüş insanın etini yemek gibi olduğu bildirildi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan kimseler gördüm. "Bunlar kim" dedim. Cebrail aleyhisselam, "Gıybet ederek insanların etini yiyen, şahsiyetlerini zedeleyen kimselerdir" dedi.) [Ebu Davud]
(Kıyamette bir kimse, sevap defterinde, yapmadığı ibadetleri görür. "Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır" denir.) [Harâiti]
(Bir cemaat içinde bulunurken, bir kimse hakkında gıybet edildiğini görürsen, o kimse için yardımcı ol. Ve cemaatı da ondan men etmeye çalış veya oradan kalk git.) [İ.Ebiddünya]
(Din kardeşinin yüzüne söylemekten hoşlanmayacağın şey gıybettir.) [İbni Asakir]
(Bir kimsenin yanında din kardeşi gıybet edilir de, yardıma muktedirken ona yardım etmezse, Allahü teâlâ o kimseyi dünya ve ahirette rezil eder.) [İbni Ebiddünya]
(Bir kimsenin malı az, çoluk çocuğu çok, namazı güzel olursa ve müslümanları gıybet etmezse, kıyamette onunla yan yana oluruz.) [Hatib]
(Falancanın boyu kısadır) diyen birine, Peygamber efendimiz, (Bu sözün denize atılsa, denizi kokutur) buyurdu. (Tirmizi)
Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine verilmesine sebep olur. Bunları her zaman düşünmek, gıybet etmeye mani olur. (İslam Ahlakı)
Gıybetin zararı
Sual: Gıybetten kurtulmak mümkün müdür?
CEVAP
Evet, gıybeti ve zararını bilen gıybetten kaçıp kurtulur. Mesela yılanı ve zararını bilen, yılanla oynar mı? Yılanı koynuna alıp yatar mı? Gıybetten kurtulmak için:
1- Gıybetin zararını düşünmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini, hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamette, sevap defteri açılan bir kimse, "Dünyada iken, şu ibadetleri yapmıştım, burada yazılı değil" der. "Onlar, silinip gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı" denir.) [İsfehani]
2- Gıybet, dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu dedirtmemelidir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Gıybet edeni dinleyen de günahta ortaktır.) [Taberani]
3- Bir kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder. Başkasına kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen, gıybet etmez. Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmuyor, kendini felakete atıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını alıp, yerine kendi sevaplarını veriyor.
4- Bazen topluluktakileri memnun etmek, onları güldürmek için gıybet edilir. İnsanları memnun etmek için, Allahü teâlânın gazabına maruz kalmayı istemek ne kadar yanlıştır.
5- Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden bahsetmesini ister. Bu bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer. Mesela, (Falanca çok geçimsizdir) der. Bu, (Ben geçim ehliyim) demektir. Cömert olduğunu bildirmek için, (Falanca çok cimridir) der. Eğer böyle gıybet edeni dinleyen, akıllı biri ise, kendini bu şekilde övene hiç değer vermez, onun değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil de, cahil, ahmak biri ise, gıybet ettiği için ona değer verse, ne çıkar? Kazancı ne olur?
6- Başkalarını gıybet edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını göremez. Halbuki kendi kusurları ile meşgul olan başkalarının kusurlarını göremez. Başkalarının kusurları ile uğraşan birinin, kendi kusurunu görmeyen zavallı bir ahmak olduğu anlaşılır.
7- Kıskanç olan, mal sahiplerini kötüler. (Malı çok ama yemesini bilmez, cimrinin biridir) der. Yahut mevki sahibi için, (Müdür oldu diye kendini bir şey zannediyor) der. Böyle söylemekle, gıybet edilenin ne malı azalır, ne de makamı elden gider. Buna rağmen kıskançlık ateşi, söyleyeni yakıp kavurur. Üstelik, gıybet günahına girdiği için sevaplarını sevmediği kimseye vermeye mahkum olur.
Sual: Dini bir meseleyi öğrenmek için, (Beyim şunu yapıyor, caiz midir?) diye soruyorum. Beyimi gıybet etmiş oluyor muyum?
CEVAP
Hayır. Fakat beyinden bahsetmeyip, (Bir erkek hanımına şöyle yapsa caiz olur mu?) diye sormak daha uygun olur.
Sual: İstişare edene, (O erkeğin veya kızın şu kusuru vardır) demek, yahut, (O malı alma, şu kusuru var) demek gıybet olur mu?
CEVAP
Gıybet olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Facirin hâlini anlatmaktan çekinmeyin ki halk, onun zararından korunsun.) [Taberani]
Sual: Meşhur lakabı ile bilinenden bahsederken, mesela (Kara Bülent) demek gıybet olur mu?
CEVAP
Bu lakabı ile çağırılınca üzülmüyorsa gıybet olmaz.
Sual: Arkadaşımı, kötü arkadaşlardan korumak için, (Falan kumarbazdır, diğeri de sarhoştur) demek gıybet olur mu?
CEVAP
Gıybet olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hayasızdan bahsetmek gıybet olmaz.) [İ.Adiy]
Sual: Birini kasdederek kaş göz hareketi yapmak günah mıdır?
CEVAP
Eğer o, o hareketten dolayı üzülürse gıybet olur, günah olur. Üzülmezse hoşlanırsa günah olmaz, caiz olur.
Sual: Hükümetteki insanlar hakkında konuşmak gıybet olur mu?
CEVAP
Açıkça yanlış yapıyorlarsa söylemek caizdir.
Sual: Savunanlara karşı, cahil şeyhlerin yanlışlıklarını söylemek, kötülemek gerekmez mi? Müslümana bunu bildirmek gıybet olur mu?
CEVAP
Onların liderleri yanlarında kötülenirse, onlar da ehl-i sünnet âlimlerine hücum eder. Buna sebep olmamak lazım. Kendi aranızda kötülükleri söylenir. Zararlarından korunmaya çalışılır. Kötülerin zararından korunmak için kötülüğünü söylemek gıybet olmaz.
Gıybet zinadan kötüdür
Sual: Gıybetin zinadan kötü olduğunu bildiren hadise uydurma diyorlar. Bu hadis din kitaplarında yok mudur?
CEVAP
O hadis-i şerifin meali şöyledir:
(Gıybetten sakının; çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina edip tevbe eder de, [bir daha yapmazsa], Allahü teâlâ onun tevbesini kabul eder. Gıybet edilen, gıybet edeni affetmedikçe, affolmaz.) [İbni Ebid-Dünya, Deylemi, Taberani, Beyheki, Tergib ve Terhib, İ. Şarani, İ. Gazali]
İslam âlimlerinin kitaplarında bulunan hadis-i şeriflere itiraz edilmez, dil uzatılamaz. Ancak acaba açıklaması nasıldır, âlimlerimiz ne bildirmişlerdir diye sorulabilir.
Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Fitne, katillikten daha kötüdür.) [Bekara 191]
Âyet-i kerimede fitnenin adam öldürmekten daha büyük günah olduğu bildiriliyor. Fitne nasıl olur da katillikten daha kötü denmediği gibi, gıybet nasıl olur da zinadan daha kötüdür denmez. Adam öldürmek bir suç ise, fitne bir çok suçlara sebep olabilir. Fitnenin, birçok anlamı vardır. Daha çok küfür, bozgunculuk, bölücülük, bela, imtihan gibi anlamlara gelir. Fitne, bir çok müslüman kanı dökülmesine veya bir müslüman ülkenin küffârın eline geçmesine sebep olabilir.
Bir kimse, nefsine, şeytana ve kötü arkadaşa uyup zina etmişse, sonra pişman olup bir daha yapmamışsa, Allahü teâlâ onun tevbesini kabul eder. Ama gıybet, söz taşımak, bir çok fitnelere sebep olabilir. Gıybete kolayca girildiği, zararının sınırı olmadığı için bu şiddetli bir ikazdır.
Gıybet, Kur'an-ı kerimde, ölü kardeşinin etini yemeye benzetilmiştir. Bir âyet meali:
(Birbirinizin kusurunu araştırmayın, arkasından çekiştirmeyin, gıybet etmeyin. Kim ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bu tiksindiricidir. O halde Allah'tan korkun.) [Hucurat 12]
Gıybet, söz taşımak ve diğer günahlardan kaçınmak, nefs ile cihad olup, cihad-ı ekber olarak bildirilmiştir. Gıybetin verdiği zararlar hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Miracda göğüslerinden asılarak azap edilenleri gördüm. “Bunlar, kaş göz işaretiyle alay ve gıybet edenlerdir” dendi. Nitekim Kur’anda, [mealen] şöyle buyuruluyor: (İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz ile alay edenlerin vay haline!) [Hümeze1] (Beyheki)
(Miracda, Cehennemde kokmuş leş yiyenlerin kim olduğunu sordum. “Bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenlerdir” dendi.) [I. Ahmed]
(Gıybet ve kovuculuk, kişinin imanını zayıflatarak yok eder.) [İsfehani]
(Cehennemden en son çıkan, gıybetten tevbe edendir. Cehenneme ilk giren, gıybetten tevbe etmeden ölendir.) [R.Nasıhin]
(Gıybet, etmek leş yemekten daha kötüdür.) [İ.Hibban]
(Biri için söylenen kusur, onda varsa, gıybettir, yoksa iftira olur.) [Müslim]
(Gıybet edenin duası kabul olmaz.) [Şir’a]
(Gıybet eden Cehennemliktir.) [İsfehani]
(Dört kişinin, çektikleri şiddetli azaptan, Cehennemdekiler rahatsız olur. Biri, ateşten bir tabut içindedir, ikincisi bağırsaklarını yerde sürür, üçüncüsü kan ve irin kusar, dördüncüsü kendi etini yer. İlki borçlu olarak öldü. İkincisi idrardan sakınmazdı. Üçüncüsü, müstehcen konuşurdu. Dördüncüsü, gıybet ve kovuculuk ederdi.) [Taberani]
(Beş şey oruç ve abdestte hayır bırakmaz: Yalan, gıybet, söz taşıma, şehvetle harama bakmak, yalan yere yemin etmek.) [Deylemi]
(Oruç, ateşe kalkandır. Gıybetle parçalanmadıkça korur.) [Buhari]
(Gıybet yapmayan Allahü teâlânın güvencesindedir.) [İbni Huzeyme]
(Leş yemek, gıybet ederek, arkadaşının etini yemekten daha hafiftir.) [Ebuşşeyh]
Yeni defnedilen iki ölü için Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Şimdi onların kabirleri ateşle dolduruldu, azap içindedir. Feryatlarını insan ve cinden başka her mahluk işitti. Eğer gizleyebilseydiniz, benim işittiklerimi siz de işitirdiniz. Bunlardan biri, idrardan sakınmazdı, öteki de, insan eti yerdi [gıybet ederdi].) [İ.Ahmed, İbni Cerir]
Resulullah gıybet edene, (Tevbe et, kardeşinin etini yedin) buyurdu. (Taberani, İ. Ebi Şeybe)
Suç işleyerek cezalandırılan birini gıybet edenlere, Resulullah efendimiz, (Şu eşeğin leşinden yiyin. Gıybet etmek, şu eşek leşini yemekten daha kötüdür) buyurdu. (İbni Hibban]
Netice: Resulullah efendimizin (Vârislerim) dediği, Allahü teâlânın güvendiği zatlara yani İslam âlimlerine karşı en azından edebi muhafaza etmeli, din düşmanlarına aldanıp suizan etmemeli. Allahü teâlânın, dinini, soysuzlara karşı bu mübarek zatlar vasıtasıyla muhafaza edip, yaydığını unutmamalı.
Gıybetin kefareti
Gıybet etmenin kefareti, üzülüp tevbe etmek ve helalleşmektir. Pişman olmadan helalleşmek, riya olur, ayrı bir günah olur. Gıybet, üç türlüdür:
1- (Bu gıybet değil, onda olan şeyleri söyledim) demek. Böyle söylemekle, harama helal demiş olur ki, çok tehlikelidir.
2- Gıybet olunan, bunu duymuşsa, tevbe etmekle affedilmez. Onunla helalleşmek de gerekir. Bir hadis-i şerif meali: (Gıybetini yaptığı kişi, gıybet edeni affetmedikçe, mağfiret olunmaz.) [Deylemi]
3- Gıybet olunanın bundan haberi yoksa, tevbe ve istiğfar etmekle ve ona hayır dua etmekle affolur. (Ya Rabbi beni de, gıybetini ettiğim kişiyi de affet) diye dua etmelidir! İki hadis-i şerif meali :
(Gıybetin kefareti, gıybet edilenin mağfireti için dua etmektir.) [İbni Lâl]
(Gıybet eden, gıybet edilen için mağfiret dilerse gıybet günahına kefaret olur.) [Hatib]
İhtiyaç halinde gıybeti caiz olanlar
1- Bir haksızlığı, bir yolsuzluğu şikayet için, ilgili mercilere bildirmek.
2- Etkili ve yetkili birine, (Falanca, gayrimeşru iş yapıyor, buna mani olun) demek.
3- Bid'at sahibi ile gezen birine, (Onunla gezme, o mezhepsizdir) demek.
4- Şahitlikte, (Falanca şöyle yaptı) demek.
5- İnsanları, açıktan günah işleyenlerden korumak için, mesela (O kumarbazdır) demek.
6- Müslümanları, bid’at ehlinin zararlarından korumak için, bunların kitaplarının ve yazılarının bozukluğunu, sözle veya yazı ile bildirmek. [Bunu yapmak, aynı zamanda dinin emridir.]
Sual: Helal edeceği bilinse, ana babanın gıybeti caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir, günahtır, helâlleşmek gerekir. Ana baba hakkını helâl etse de, gıybet etmek günah olduğu için, ayrıca tevbe etmek de gerekir.
Sual: Kâfiri gıybet etmek de haram mıdır?
CEVAP
Zimmi kâfiri gıybet etmek haramdır, harbi kâfiri gıybet etmek caizdir. Şimdi dünyada zimmi kâfir yoktur. Kim olursa olsun, ağzımızı gıybete alıştırmamalıyız.
[Halifelik döneminde, İslam devletinde yaşayıp, cizye ve haraç veren kâfire zimmi, kendi ülkesinde yaşayan, İslam devletine bağlı olmayan kâfire de harbi denirdi.]
Gıybet edilince
Sual: Bir kimsenin gıybet ettiğini görünce ne yapmalıyız?
CEVAP
Söyleyince kabul edecek biriyse mani olmalı, böyle değilse konuyu değiştirmeye çalışmalı veya orayı terk etmeli. Bunlar da mümkün olmazsa, kalben gıybete razı olmamalıdır.
Gıybet, üç çeşittir
Sual: Helalleşmeden affa uğrayan gıybet var mıdır?
CEVAP
Gıybet üç türlüdür:
1- Küfür olan gıybet:
Gıybet edip, (Benimki gıybet değil, onda olanları söyledim) derse, haram olan gıybete helal dediği için küfür olur. Zaten gıybet, onda olanı söylemektir. Onda olmayanı söylemekse iftiradır, daha büyük günahtır. Küfürden tevbe eder gibi, tevbe etmesi gerekir.
2- Duyulan gıybet:
Yaptığı gıybeti, gıybet edilene duyurmaktır. Büyük haram olur. Tevbe etmekle affedilmez, onunla helalleşmek de lazım olur.
3- Duyulmayan gıybet:
Gıybet olunanın bundan haberi olmaz. Tevbe ve istiğfar etmekle ve ona hayır dua etmekle affolur. (Berika)
Gıybetle deşarj olmak
Sual: Deşarj olmak, rahatlamak gibi faydalı bir niyetle gıybet etmek caiz olur mu?
CEVAP
Deşarj olmak için gıybet etmek caiz olmaz. Zaten herkes deşarj olmak için gıybet eder. Bütün günahlar da buna benzer, deşarj olma isteğinden kaynaklanır. Nefsin gıdası günahlar olduğu için, günah işleyince nefsimiz rahatlar. Hâlbuki salihler günahtan rahatsız olurlar, çünkü günahlar, nefsin gıdası ve kalbin zehridir.
Gıybet edilen kimse, bu konuşmalardan hoşlanmazsa, duyunca üzülecekse gıybet olur. İhtiyaç halinde gıybet caiz olur. Birkaç örnek verelim:
1- Bir haksızlığı, bir yolsuzluğu şikâyet için, ilgili mercilere bildirmek.
2- Etkili ve yetkili birine, kötülüğe mani olması için, (Falanca, gayri meşru iş yapıyor) demek.
3- Bid'at sahibiyle gezen birine, (Onunla gezme, o mezhepsizdir) demek.
4- Şahitlikte, (Falanca şöyle yaptı) demek.
5- İnsanları, açıktan günah işleyenlerden korumak için, mesela (O kumarbazdır) demek.
6- Gıybet edileni bir zarardan önlemek için, bunu önlemeye gücü yeten birine onun yanlış işlerini söylemek. Mesela, sigara veya bira içen çocuğun babasına gidip durumu bildirmek, babası da, onu önleyecek güçte ise, bu şikâyet çocuğun faydasına olacağı için caizdir.
7- Müslümanları, bid’at ehlinin zararlarından korumak için, bunların kitaplarının ve yazılarının bozukluğunu, sözle veya yazıyla bildirmek. [Bunu yapmak, aynı zamanda dinin emridir.]
Yukarıdakilere benzer bir fayda olmadan, sırf deşarj olmak için gıybet caiz olmaz.
Ana babayı gıybet
Sual: Helal edeceği bilinse, ana babanın gıybeti caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir, günahtır, helâlleşmek gerekir. Ana baba hakkını helâl etse de, gıybet etmek günah olduğu için, ayrıca tevbe etmek de gerekir.
Ölüyü kötülemek
Sual: (Ölüyü kötülemek gıybettir, günahtır) deniyor. Mesela bid’at ehli veya kâfir bir yazar yanlış şeyler yazıp ölse, onun yanlışlarını söylemek gıybet mi oluyor?
CEVAP
Hayır, günah olmaz. Ölüyü değil, ölülerimizi, yani Müslüman ölüleri kötülemek bildiriliyor. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölülerinizin iyiliklerini söyleyin, kötülüklerinden bahsetmeyin!) [Tirmizî]
Dirileri kötülemek de caiz değil, ama dirilerle helalleşme imkânı vardır, ölüye göre biraz daha hafiftir.
Dine aykırı yazı yazan ölü veya diri Müslümanın da, bu hatasını bildirmek gıybet olmaz. Gıybet nedir, ne değildir?
Gıybet, bir Müslümanın gizli bir kusurunu arkasından söylemektir. Kâfirlerin ve açıkça günah işleyen Müslümanların bu günahlarını bildirmek, Müslümanlara zulmedenlerin ve alışverişte onları aldatanların yaptıkları bu kötülükleri duyurmak, Müslümanları bunların şerrinden sakındırmak, Müslümanlığı yanlış anlatanların ve yazanların bu iftiralarını da söylemek gerektiğinden, gıybet olmaz. (Redd-ül-muhtar)
Dinsizin gıybeti
Sual: Bir ateist için, (Şu dinsizdir) demek gıybet olur mu?
CEVAP
Dinsizin zararından korunmak için, (Falanca dinsizdir, şunları yapar) gibi sözler söylemek gıybet olmaz. Yani dinsizliği açıksa, dinsize dinsiz demek gıybet olmaz. Diğer açık işlenen günahların hepsi böyledir. Bir yazar, çıkıyor, (Ben mezhebe uymam) diyorsa, ona mezhepsiz demek gıybet olmaz.
Gıybet edeni tanımamak
Sual: Bir arkadaşın aleyhinde birine bir şey anlatıyorum. Anlattığım arkadaş, gıybetini yaptığım kişiyi hiç tanımıyor. Sadece ben tanıyorum. Gıybet günahı yalnız bana mı olur?
CEVAP
Gıybet edileni tanımadığı için arkadaşınıza günah olmadığı gibi, size de günah olmaz. Gıybet edileni o da tanısaydı, ikinize de günah olurdu.
Gıybet olmaz
Sual: Dini yanlış anlatan bir yazarın, dine aykırı yazıları hakkında, (Yanlış yazıyor) diye konuşmak gıybet olur mu?
CEVAP
Müslümanlığı yanlış anlatanların ve yazanların bu iftiralarını söylemek lâzımdır. Bunlar gıybet olmaz. (Redd-ül-muhtar)
Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ortalık karışır, yalanlar yazılır, âdetler ibadetlere karıştırılır ve Eshabıma dil uzatıldığı zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği halde bildirmeyene olsun.) [Deylemi]
Gıybeti affettirmek için
Sual: Bir kimseye, yaptığımız gıybetimiz ulaşmazsa, tevbe etmek yeter mi? Yine de helâlleşmek gerekir mi?
CEVAP
Gıybet edilen kişi, yaptığımız gıybeti duymamışsa, tevbe ve istiğfarda bulunmakla ve ona hayır dua etmekle bu günahımız affolur. (İslam Ahlakı)
(Ya Rabbî beni de, gıybetini ettiğim kişiyi de affet!) diye dua etmelidir! İki hadis-i şerif:
(Gıybetin kefareti, gıybet edilenin mağfireti için dua etmektir.) [İbni Lâl]
(Gıybet eden, gıybet edilen için mağfiret dilerse gıybet günahına kefaret olur.) [Hatib]
Gıybetimizi duymuşsa, bunun kefareti, üzülüp tevbe etmenin yanında gidip onunla helâlleşmektir. Pişman olmadan helâlleşmek, riya olur, ayrı bir günah olur. Tevbe edip gıybetini yaptığımız kimseyle helâlleşmekle, gıybet günahından kurtuluruz. Gıybetini yaptığımız kimseyle helâlleşirken, üzgün ve pişman olmalıyız. Çünkü riyakâr bir kimse, bazen pişmanlık duymadan gıybetini yaptığı kimseden, takva ehli olduğunu göstermek için helâllik ister. Böylece ikinci bir günah işlemiş olur!
Ölünün gıybeti
Sual: Peygamberimiz, (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın!) buyururken, İbni Sebe, Ahmet Kadiyanî, Efganî, Reşat Halife, Mevdûdî gibi kimseler sapık da olsa, bunların yanlışlarını söylemek gıybet olmaz mı?
CEVAP
Bu sicili bozukları anlatmak, gıybet olmaz, sevap olur yani dinin emrine uyulmuş olur. Çünkü İbni Âbidîn hazretleri buyuruyor ki:
Ölmüş de olsa, bid’at ehlinin ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek lazımdır, gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül-muhtar)
İki hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Dine bid’at karıştıranları gıybet etmek günah olmaz.) [İbni Ebi-d-Dünya]
([Gıybet olur zannıyla] fâcirin hâlini anlatmaktan çekinmeyin ki halk, onun zararından korunsun.) [Taberanî]
Demek ki böyle kimselerin bütün yanlışlarını açıklamak gerekiyor. Üç hadis-i şerif:
(Bid’at yayılınca, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği hâlde gizleyene lânet olsun!) [Hatîb]
(Bid’atler yayılıp, sonrakiler, öncekilere lânet edince, doğruyu bilenler herkese söylesin! Söylemeyip gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’anı gizlemiş olur.) [İbni Asakir]
(Ortalık karıştığı, yalanlar yazıldığı, âdetler ibadetlere karıştırıldığı ve Eshabıma dil uzatıldığı zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde bildirmeyene olsun.) [Ebu Nuaym, Deylemî]
Bu lânetlere müstahak olmamak için ölü veya diri bütün mezhepsizlerin dine aykırı yanlışlarını çeşitli yollarla anlatıp, Müslümanları bu sapıklıklardan korumak lazımdır.
Gıybet etmek dört çeşittir
Sual: Gıybet kaç çeşittir?
CEVAP
Gıybet dört çeşittir: Küfür, nifak, günah ve mübah olan gıybet.
1- Küfür olan gıybet: Bir kimse, bir Müslümanı gıybet edip de, (Benimki gıybet değil, olanları söylüyorum) derse, harama helâl demiş olur, harama helâl demek de küfürdür.
2- Nifak olan gıybet: Bilinen bir Müslümanı gıybet edip, (Gıybet olmasın diye ismini söylemiyorum) diyerek takva ehli olduğunu göstermek ister. Fakat dinleyenler, kimi gıybet ettiğini biliyorsa bu nifak, yani münafıklık olan gıybet olup haramdır.
3- Günah olan gıybet: Bizi tanıyan bir Müslümanın ismini söyleyerek yapılan gıybettir.
4- Mübah olan gıybet: Bizi tanımayanı gıybet etmek veya tanısa da fâsık ise, zarar vermesin diye bu hâllerini anlatmak mübah olan gıybettir. (Tenbih-ül-gâfilin)
Bid'at ehlinin bid’atlerini, alışverişte hile yapanların bu hilelerini Müslümanlara duyurup, bunların şerrinden sakınmalarına sebep olmak ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül-Muhtar)
Dedikodu Yapmanın Zararları, Gıybet Etmenin Hükmü
Gıybet Etmek
Belli bir mümin veya zimmi kâfirin aybını, onu kötülemek için arkasından
söylemek, gıybet olur. Gıybet, haramdır. Dinleyen, o kimseyi tanımıyorsa,
gıybet olmaz.
Gıybet olunan kimse, bedeninde, nesebinde, ahlakında, işinde, sözünde,
dininde, dünyasında, hatta elbisesinde, evinde, hayvanında bulunan bir
kusur, arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur.
Duyunca üzüleceği bir sözü yüzüne karşı da söylemek günahtır.
Kapalı söylemek, işaret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de,
hep söylemek gibi gıybettir.
Bir müslümanın günahı ve kusuru söylendiğinde, hafızların, din
adamlarının, (Elhamdülillah, biz böyle değiliz) demeleri, gıybetin en
kötüsü olur. Birisinden bahsedilirken, (Elhamdülillah, Allah bizi hayasız
yapmadı) gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. (Falanca kimse çok
iyidir, ibadette şu kusuru olmasa, daha iyi olurdu) demek de gıybet olur.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Birbirinizi gıybet etmeyiniz.) [Hucurat 12]
Gıybet, adam çekiştirmek demektir. Birisini gıybet etmenin, ölmüş insanın
etini yemek gibi olduğu bildirildi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini
tırmalayan kimseler gördüm. "Bunlar kim" dedim. Cebrail aleyhisselam,
"Gıybet ederek insanların etini yiyen, şahsiyetlerini zedeleyen kimselerdir"
dedi.) [Ebu Davud]
(Kıyamette bir kimse, sevap defterinde, yapmadığı ibadetleri görür.
"Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır" denir.) [Harâiti]
(Bir cemaat içinde bulunurken, bir kimse hakkında gıybet edildiğini
görürsen, o kimse için yardımcı ol. Ve cemaatı da ondan men etmeye çalış
veya oradan kalk git.) [İ.Ebiddünya]
(Din kardeşinin yüzüne söylemekten hoşlanmayacağın şey gıybettir.) [İbni
Asakir]
(Bir kimsenin yanında din kardeşi gıybet edilir de, yardıma muktedirken
ona yardım etmezse, Allahü teâlâ o kimseyi dünya ve ahirette rezil eder.)
[İbni Ebiddünya]
(Bir kimsenin malı az, çoluk çocuğu çok, namazı güzel olursa ve
müslümanları gıybet etmezse, kıyamette onunla yan yana oluruz.) [Hatib]
(Falancanın boyu kısadır) diyen birisine, Peygamber efendimiz, (Bu sözün
denize atılsa, denizi kokutur) buyurdu. (Tirmizi)
Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine
verilmesine sebep olur. Bunları her zaman düşünmek, gıybet etmeye mani
olur. (İslam Ahlakı)
Gıybetten kurtulmak için:
1- Gıybetin zararını düşünmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini,
hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir!
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamette, sevap defteri açılan bir kimse, "Dünyada iken, şu ibadetleri
yapmıştım, burada yazılı değil" der. "Onlar, silinip gıybet ettiklerinin
defterlerine yazıldı" denir.) [İsfehani]
2- Gıybet, dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu
dedirtmemelidir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Gıybet edeni dinleyen de günahta ortaktır.) [Taberani]
3- Bir kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder.
Başkasına kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen,
gıybet etmez. Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmuyor, kendini felakete
atıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını alıp, yerine kendi sevaplarını
veriyor.
4- Bazen topluluktakileri memnun etmek, onları güldürmek için gıybet
edilir. İnsanları memnun etmek için, Allahü teâlânın gazabına maruz
kalmayı istemek ne kadar yanlıştır.
5- Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden bahsetmesini ister. Bu
bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer. Mesela, (Falanca çok
geçimsizdir) der. Bu, (Ben geçim ehliyim) demektir. Cömert olduğunu
bildirmek için, (Falanca çok cimridir) der. Eğer böyle gıybet edeni
dinleyen, akıllı birisi ise, kendini bu şekilde övene hiç değer vermez, onun
değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil de, cahil, ahmak
birisi ise, gıybet ettiği için ona değer verse, ne çıkar? Kazancı ne olur?
6- Başkalarını gıybet edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını
göremez. Halbuki kendi kusurları ile meşgul olan başkalarının kusurlarını
göremez. Başkalarının kusurları ile uğraşan birisinin, kendi kusurunu
görmeyen zavallı bir ahmak olduğu anlaşılır.
7- Kıskanç olan, mal sahiplerini kötüler. (Malı çok ama yemesini bilmez,
cimrinin biridir) der. Yahut mevki sahibi için, (Müdür oldu diye kendini
bir şey zannediyor) der. Böyle söylemekle, gıybet edilenin ne malı azalır,
ne de makamı elden gider. Buna rağmen kıskançlık ateşi, söyleyeni yakıp
kavurur. Üstelik, gıybet günahına girdiği için sevaplarını sevmediği
kimseye vermeye mahkum olur.
Gıybet zinadan kötüdür
O hadis-i şerifin meali şöyledir:
(Gıybetten sakının; çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina edip
tevbe eder de, [bir daha yapmazsa], Allahü teâlâ onun tevbesini kabul eder.
Gıybet edilen, gıybet edeni affetmedikçe, affolmaz.) [İbni Ebid-Dünya,
Deylemi, Taberani, Beyheki, Tergib ve Terhib, İ. Şarani, İ. Gazali]
İslam âlimlerinin kitaplarında bulunan hadis-i şeriflere itiraz edilmez, dil
uzatılamaz. Ancak acaba açıklaması nasıldır, âlimlerimiz ne bildirmişlerdir
diye sorulabilir.
Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Fitne, katillikten daha kötüdür.) [Bekara 191]
Âyet-i kerimede fitnenin adam öldürmekten daha büyük günah olduğu
bildiriliyor. Fitne nasıl olur da katillikten daha kötü denmediği gibi, gıybet
nasıl olur da zinadan daha kötüdür denmez. Adam öldürmek bir suç ise,
fitne bir çok suçlara sebep olabilir. Fitnenin, birçok anlamı vardır. Daha
çok küfür, bozgunculuk, bölücülük, bela, imtihan gibi anlamlara gelir.
Fitne, bir çok müslüman kanı dökülmesine veya bir müslüman ülkenin
küffârın eline geçmesine sebep olabilir.
Bir kimse, nefsine, şeytana ve kötü arkadaşa uyup zina etmişse, sonra
pişman olup bir daha yapmamışsa, Allahü teâlâ onun tevbesini kabul eder.
Ama gıybet, söz taşımak, bir çok fitnelere sebep olabilir. Gıybete kolayca
girildiği, zararının sınırı olmadığı için bu şiddetli bir ikazdır.
Gıybet, Kur'an-ı kerimde, ölü kardeşinin etini yemeye benzetilmiştir. Bir
âyet meali:
(Birbirinizin kusurunu araştırmayın, arkasından çekiştirmeyin, gıybet
etmeyin. Kim ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bu tiksindiricidir.
O halde Allah'tan korkun.) [Hucurat 12]
Gıybet, söz taşımak ve diğer günahlardan kaçınmak, nefs ile cihad olup,
cihad-ı ekber olarak bildirilmiştir. Gıybetin verdiği zararlar hakkında
hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Miracda göğüslerinden asılarak azap edilenleri gördüm. Bunlar, kaş göz
işaretiyle alay ve gıybet edenlerdir dendi. Nitekim Kuranda, [mealen]
şöyle buyuruluyor: (İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz ile alay edenlerin
vay haline!) [Hümeze1] (Beyheki)
(Miracda, Cehennemde kokmuş leş yiyenlerin kim olduğunu sordum.
Bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenlerdir dendi.) [I. Ahmed]
(Gıybet ve kovuculuk, kişinin imanını zayıflatarak yok eder.) [İsfehani]
(Cehennemden en son çıkan, gıybetten tevbe edendir. Cehenneme ilk giren,
gıybetten tevbe etmeden ölendir.) [R.Nasıhin]
(Gıybet, etmek leş yemekten daha kötüdür.) [İ.Hibban]
(Biri için söylenen kusur, onda varsa, gıybettir, yoksa iftira olur.) [Müslim]
(Kıyamette, bir kimse amel defterine bakar, "Şu ibadetleri yapmıştım.
Bunlar yazılı değil" der. "Onlar, silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine
yazıldı" denir.) [İsfehani]
(Gıybet edenin duası kabul olmaz.) [Şira]
(Gıybet eden Cehennemliktir.) [İsfehani]
(Dört kişinin, çektikleri şiddetli azaptan, Cehennemdekiler rahatsız olur.
Biri, ateşten bir tabut içindedir, ikincisi bağırsaklarını yerde sürür,
üçüncüsü kan ve irin kusar, dördüncüsü kendi etini yer. İlki borçlu olarak
öldü. İkincisi idrardan sakınmazdı. Üçüncüsü, müstehcen konuşurdu.
Dördüncüsü, gıybet ve kovuculuk ederdi.) [Taberani]
(Beş şey oruç ve abdestte hayır bırakmaz: Yalan, gıybet, söz taşıma,
şehvetle harama bakmak, yalan yere yemin etmek.) [Deylemi]
(Oruç, ateşe kalkandır. Gıybetle parçalanmadıkça korur.) [Buhari]
(Gıybet yapmayan Allahü teâlânın güvencesindedir.) [İbni Huzeyme]
(Leş yemek, gıybet ederek, arkadaşının etini yemekten daha hafiftir.)
[Ebuşşeyh]
Yeni defnedilen iki ölü için Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Şimdi
onların kabirleri ateşle dolduruldu, azap içindedir. Feryatlarını insan ve
cinden başka her mahluk işitti. Eğer gizleyebilseydiniz, benim işittiklerimi
siz de işitirdiniz. Bunlardan biri, idrardan sakınmazdı, öteki de, insan eti
yerdi [gıybet ederdi].) [İ.Ahmed, İbni Cerir]
Resulullah gıybet edene, (Tevbe et, kardeşinin etini yedin) buyurdu.
(Taberani, İ. Ebi Şeybe)
Suç işleyerek cezalandırılan birisini gıybet edenlere, Resulullah efendimiz,
(Şu eşeğin leşinden yiyin. Gıybet etmek, şu eşek leşini yemekten daha
kötüdür) buyurdu. (İbni Hibban]
Netice: Resulullah efendimizin (Vârislerim) dediği, Allahü teâlânın
güvendiği zatlara yani İslam âlimlerine karşı en azından edebi muhafaza
etmeli, din düşmanlarına aldanıp suizan etmemeli. Allahü teâlânın, dinini,
soysuzlara karşı bu mübarek zatlar vasıtasıyla muhafaza edip, yaydığını
unutmamalı.
Gıybetin kefareti
Gıybet etmenin kefareti, üzülüp tevbe etmek ve helalleşmektir. Pişman
olmadan helalleşmek, riya olur, ayrı bir günah olur. Gıybet, üç türlüdür:
1- (Bu gıybet değil, onda olan şeyleri söyledim) demek. Böyle söylemekle,
harama helal demiş olur ki, çok tehlikelidir.
2- Gıybet olunan, bunu duymuşsa, tevbe etmekle affedilmez. Onunla
helalleşmek de gerekir. Bir hadis-i şerif meali: (Gıybetini yaptığı kişi,
gıybet edeni affetmedikçe, mağfiret olunmaz.) [Deylemi]
3- Gıybet olunanın bundan haberi yoksa, tevbe ve istiğfar etmekle ve ona
hayır dua etmekle affolur. (Ya Rabbi beni de, gıybetini ettiğim kişiyi de
affet) diye dua etmelidir! İki hadis-i şerif meali :
(Gıybetin kefareti, gıybet edilenin mağfireti için dua etmektir.) [İbni Lâl]
(Gıybet eden, gıybet edilen için mağfiret dilerse gıybet günahına kefaret
olur.) [Hatib]
İhtiyaç halinde gıybeti caiz olanlar
1- Bir haksızlığı, bir yolsuzluğu şikayet için, ilgili mercilere bildirmek.
2- Etkili ve yetkili birisine, (Falanca, gayri meşru iş yapıyor, buna mani
olun) demek.
3- Bid'at sahibi ile gezen birine, (Onunla gezme, o mezhepsizdir) demek.
4- Şahitlikte, (Falanca şöyle yaptı) demek.
5- İnsanları, açıktan günah işleyenlerden korumak için, mesela (O
kumarbazdır) demek.
6- Müslümanları, bidat ehlinin zararlarından korumak için, bunların
kitaplarının ve yazılarının bozukluğunu, sözle veya yazı ile bildirmek.
[Bunu yapmak, aynı zamanda dinin emridir.]
Bir kimsenin gıybet ettiğini görünce:
Söyleyince kabul edecek biriyse mani olmalı, böyle değilse konuyu
değiştirmeye çalışmalı veya orayı terk etmeli. Bunlar da mümkün olmazsa,
kalben gıybete razı olmamalıdır.


Nahrungsergänzungsmittel


Nahrungsergänzungsmittel

Nahrungsergänzungsmittel können eine ausgewogene Ernährung nicht ersetzen.
Unter dem Begriff "Nahrungsergänzungsmittel" wird eine Reihe von Produkten zusammengefasst, die aus Nährstoffen oder anderen Stoffen mit ernährungsspezifischer oder physiologischer Wirkung bestehen und meist eine große Menge dieser Stoffe enthalten. Nahrungsergänzungsmittel können beispielsweise Vitamine, Mineralstoffe, Spurenelemente, Aminosäuren, Ballaststoffe, Pflanzen oder Kräuterextrakte enthalten. In der Regel werden Nahrungsergänzungsmittel in dosierter Form als Kapsel, Tablette, Pulver oder anderen lebensmitteluntypischen Darreichungsformen in abgemessenen Mengen aufgenommen. Nahrungsergänzungsmittel sind keine Arzneimittel sondern Lebensmittel, die dazu verwendet werden, die normale Ernährung zu ergänzen. Da sie unter die Kategorie Lebensmittel fallen, müssen sie vor allem sicher sein und dürfen keine Nebenwirkungen haben.
Nahrungsergänzungsmittel durchlaufen im Gegensatz zu Arzneimitteln kein Zulassungsverfahren und unterliegen lediglich einer Registrierungspflicht beim Bundesamt für Verbraucherschutz und Lebensmittelsicherheit (BVL). Für die Sicherheit der Produkte sind die Hersteller verantwortlich, die Überwachung der Nahrungsergänzungsmittel übernehmen die Lebensmittelüberwachungsbehörden der Länder. Eine zu hohe Zufuhr von Vitaminen und Mineralstoffen kann sich negativ auf die Gesundheit auswirken, beispielsweise kann in einzelnen Fällen eine Überdosierung schädlich sein (z.B. von Vitamin A). Aktuelle Studien weisen darauf hin, dass zu viele ältere Menschen Nahrungsergänzungsmittel in zu hohen Dosierungen einnehmen und es vor allem bei Magnesium und Vitamin E zu Überdosierungen kommt.
Je nach Herkunftsregion unterscheiden sich Nahrungsergänzungsmittel deutlich hinsichtlich ihrer Zusammensetzung und Zweckbestimmung. In Deutschland dürfen Nahrungsergänzungsmittel keinen therapeutischen Nutzen erfüllen, während in den USA beispielsweise viele Produkte erhältlich sind, die in Deutschland zu den Arzneimitteln zählen würden.

Vitamine und Provitamine

Vitamine werden vom menschlichen Körper für lebenswichtige Funktionen benötigt. Sie können nicht in ausreichender Menge selbst produziert werden und müssen deshalb mit der Nahrung aufgenommen werden. Einige Vitamine werden dem Körper in Form von Vorstufen (sogenannte Provitamine) zugeführt und erst dann in die Wirkform umgewandelt. Vitamin D kann vom Organismus selbst hergestellt werden, sofern eine ausreichende Sonnenexposition besteht und ist gemeinsam mit Calcium und Vitamin K wichtig für die gesunde Funktion von Knochen, Muskeln, Nerven und Immunsystem. Vitamin A ist am Sehvorgang beteiligt und hat einen Einfluss auf die Fortpflanzung und die Schilddrüsentätigkeit. Vitamin K ist wichtig für die Blutgerinnung, die verschiedenen Vitamin-B-Klassen wirken hauptsächlich beim Kohlenhydrat-, Eiweiß- und Fettstoffwechsel mit. Folsäure wird für die Blutbildung benötigt und spielt eine Rolle bei Wachstum und Entwicklung, Biotin ist Bestandteil wichtiger Enzyme. Vitamin C ist wichtig für die Zahn-, Knochen-, Bindegewebebildung, für die Heilung von Wunden und Verletzungen und verbessert die Eisenaufnahme aus der Nahrung.
Allerdings kann die Einnahme von hochdosierten Vitaminpräparaten als Nahrungsergänzungsmitteln auch gefährlich für den menschlichen Körper sein. Eine ausgewogene Ernährung reicht in der Regel aus, um den Körper ausreichend mit den lebenswichtigen Vitaminen zu versorgen.
Bei einem festgestellten Vitaminmangel können einzelne Vitamine in der richtigen Menge zugeführt werden, dies sollte grundsätzlich immer mit einem Arzt besprochen werden.

Mengen- und Spurenelemente

Mengen- und Spurenelemente sind lebensnotwendige anorganische Nährstoffe, die der Organismus nicht selbst herstellen kann und mit der Nahrung zugeführt werden müssen. Einige dieser Mineralstoffe befinden sich im menschlichen Körper in einem funktionellen Regelkreis und beeinflussen sich (wie z.B. Natrium und Kalium, die bei der Nervensignalleitung als Gegenspieler wirken). Andere sind Bestandteile von Hormonen, wie Jod beim Schilddrüsenhormon. Zu den Mengenelementen zählt man beispielsweise Chlor, Calcium, Phosphor, Natrium, Kalium, Schwefel und Magnesium. Spurenelemente sind Eisen, Jod, Fluor, Zink, Kupfer, Mangan und Selen.
Wer einen Mangel an Mineralstoffen befürchtet, sollte nicht wahllos zu Nahrungsergänzungsmitteln greifen, da bestimmte Mineralstoffe der Gesundheit schaden können, wenn eine gewisse Menge überschritten wird (z.B. Selen). So ist eine Rücksprache mit dem Hausarzt in jedem Fall zu empfehlen, bevor beispielsweise Magnesium, Eisen, Jod oder Kalzium in Form von Nahrungsergänzungsmittelpräparaten zugeführt wird.

Fettsäuren und Phospholipide

Gesättigte und ungesättigte Fettsäuren liefern viel Energie, unterstützen das Immunsystem und wirken sich auf viele Stoffwechselprozesse im Körper positiv aus. Omega-6-Fettsäuren (z.B. Linolsäure) und die Omega-3-Fettsäuren sind essentielle Fettsäuren, da sie vom menschlichen Körper nicht selbst hergestellt werden können und mit der Nahrung zugeführt werden müssen.
Die essentiellen Fettsäuren senken den Blutfett- und Cholesterinspiegel und sind am Aufbau von Zellmembranen beteiligt. Auch Phospholipide (wie Glycerin) spielen eine wichtige Rolle beim Aufbau von Zellmembranen. Grundsätzlich benötigen gesunde Menschen bei einer vollwertigen und ausgewogenen Ernährung keine zusätzliche Zufuhr von Fettsäuren oder Phospholipiden, selbst dann nicht, wenn kein oder nur wenig Fisch gegessen wird.
Bei Überdosierungen mit Fettsäuren kann es zu einer verlängerten Blutgerinnung, Übelkeit und Erbrechen kommen, deshalb sollten Nahrungsergänzungsmittel mit Fettsäuren oder Phospholipiden nicht ohne Rücksprache mit dem Hausarzt eingenommen werden.

Antioxidantien

Nahrungsergänzungsmittel können sowohl Kraft- als auch Ausdauertraining unterstützen.
Antioxidantien inaktivieren im Organismus reaktive Sauerstoffradikale, deren übermäßiges Vorkommen zu sogenanntem oxidativen Stress führt, der als mitverantwortlich für Alterungsprozesse gilt und mit einer Reihe von Krankheiten in Verbindung gebracht wird. Für den menschlichen Organismus sind einige antioxidativ wirksame Stoffe essentiell notwendig, können nicht bedarfsdeckend vom Körper produziert werden und müssen mit der Nahrung zugeführt werden. Zu diesen Antioxidantien gehören die Vitamine C und E, Carotinoide, Spurenelemente (wie Selen, Kupfer, Mangan, Zink) und einige sekundäre Pflanzenstoffe (z.B. Carotinoide, Flavonoide). Nahrungsergänzungsmittel die Antioxidantien enthalten werden beispielsweise als "Anti-Aging"-Präparate auf dem Markt angeboten. In der Regel besteht jedoch kein Mangel an den Antioxidantien, da sie natürlicherweise in der Nahrung vorkommen und vielen Lebensmitteln zugesetzt werden.
Wissenschaftliche Nachweise über einen gesundheitlichen Vorteil durch die Einnahme von Antioxidantien liegen nicht vor. In bestimmten Fällen scheint sich eine antioxidative Nahrungsergänzung sogar nachteilig auszuwirken, so wurden bei Krebspatienten Wechselwirkungen mit Chemotherapie-Medikamenten und bei Sportlern ein kontraproduktiver Einfluss von Vitamin C und E auf den Trainingseffekt beschrieben.

Vitaminoide

Für einige Inhaltsstoffe von Nahrungsergänzungsmitteln konnte bisher der Bedarf oder Nutzen einer Nahrungsmittelergänzung nicht wissenschaftlich nachgewiesen werden. Ein Teil der Substanzen erfüllt zwar wichtige Funktionen im menschlichen Stoffwechsel, allerdings werden sie im Gegensatz zu echten Vitaminen im Körper in ausreichender Menge gebildet. Das bedeutet, dass sie vitaminähnlich sind und werden als Vitaminoide oder Pseudovitamine bezeichnet. Zu dieser Gruppe zählen unter anderem Coenzym Q10, Carnitin, Inositol und Cholin.

Sekundäre Pflanzenstoffe

Sekundäre Pflanzenstoffe wie Amygdalin (Lätril) und Chlorophyll kommen ebenfalls als Inhaltsstoffe von Nahrungsergänzungsmitteln vor. Diese Verbindungen werden von Pflanzen produziert und spielen im menschlichen Körper keine überlebenswichtige Rolle. Amygdalin ist sogar als schädlich für den menschlichen Organismus anzusehen (z.B. Nicotin oder Atropin). Jedoch weisen manche Studien einigen sekundären Pflanzenstoffen bestimmte gesundheitsfördernde Eigenschaften nach.
Flavinoide sind ebenfalls sekundäre Pflanzenstoffe, die eine besondere Wirkung auf die Durchlässigkeit der Gefäßwände beim Menschen haben. Aus diesem Grund gehören die Flavinoide auch in die Gruppe der Vitaminoide.

Nahrungsergänzungsmittel zum Muskelaufbau

Die verzweigtkettigen Aminosäuren Leucin, Isoleucin und Valin werden in dem Begriff der BCAA (branched-chain amino acids) zusammengefasst. Die BCAA sind essentielle Aminosäuren und werden direkt im Skelettmuskel verstoffwechselt.
  • Valin ist Bestandteil von vielen verschiedenen Enzymen und wird in der Industrie für die Vergärung alkoholischer Getränke eingesetzt.
  • Leucin ist wichtig für den Erhalt und Aufbau von Muskelgewebe. Außerdem wirkt Leucin an der Proteinsynthese der Leber mit und wirkt unterstützend bei verschiedenen Heilungsprozessen.
  • Isoleucin ist ebenfalls an der Energieversorgung von Muskelzellen beteiligt, besonders während längerer Anstrengung. In akuten Hungerphasen greift der Körper auf angelegte Reserven zurück. Dies führt zu einem Abbau von Isoleucin und Muskelmasse.
Diese Aminosäuren können nicht vom Körper selbst gebildet werden, sondern müssen mit der Nahrung zugeführt werden und kommen in allen proteinhaltigen Nahrungsmitteln vor. BCAA werden von Kraft- und Ausdauersportlern als Nahrungsergänzungsmittel eingesetzt, da man sich einen verbesserten Muskelaufbau, weniger Muskelabbau und später einsetzende Ermüdung bei sportlichen Aktivitäten durch die essentiellen Aminosäuren erhofft. Für die Effektivität der Funktionen von BCAA gibt es widersprüchliche Studien, ein Vorteil der Einnahme von BCAA in Form von Nahrungsergänzungsmitteln ist bisher noch nicht wissenschaftlich erwiesen.
  • Der Muskelaufbau kann auch durch Nahrungsergänzungsmittel mit dem Inhaltsstoff Kreatin unterstützt werden. Der Kreatingehalt im Skelettmuskel ist besonders bei kurzen, intensiven sowie intervallartigen Belastungen (z.B. Krafttraining) von Bedeutung, da es eine Rolle beim schnellen Neuaufbau des Energielieferanten ATP spielt. ATP stellt sehr rasch aber nur für eine kurze Zeit Energie zur Verfügung. Kreatin wird vom Körper selbst gebildet und kommt in vielen tierischen Lebensmitteln vor. Eine zusätzliche Nahrunsergänzung mit Kreatin soll die Kreatinspeicher der Muskulatur vergrößern und dazu führen, dass länger oder häufiger schnelle und kräftige Bewegungen ausgeführt werden können. Die leistungssteigernde Wirkung von Kreatin ist jedoch nur bei hochintensiven Belastungen zu erwarten, beim Ausdauersport zeigen sich keine Effekte. Nebenwirkungen können eine gesteigerte Krampfneigung, Durchfall, Wassereinlagerungen sowie Sehnen- und Bandverletzungen durch eine zu schnelle Kraftentwicklung auftreten.

Anwendungsgebiete

Für gesunde Menschen, die sich normal ernähren, sind Nahrungsergänzungsmittel in der Regel überflüssig, da der Körper durch eine ausgewogene Ernährung alle Nährstoffe bekommt, die er braucht. Eine einseitige oder unausgewogene Ernährung kann durch die Einnahme von Nahrungsergänzungsmitteln nicht ausgeglichen werden. Aussagen zur Wirksamkeit von Nahrungsergänzungsmitteln können schwer getroffen werden, da die Produkte in der Regel eher unspezifisch und individuell unterschiedlich wirken. Für bestimmte Personengruppen mit erhöhtem Nährstoffbedarf können Nahrungsergänzungsmittel sinnvoll sein, wenn die Ernährung nicht ausreichend Nährstoffe liefert. Eine Unterversorgung mit Nährstoffen kann zu einer verminderten Aktivität von Hormonen und Enzymen führen und dadurch zu Müdigkeit, Energielosigkeit und Leistungsminderung führen. Hiervon sind vor allem Schwangere, Kinder, Senioren, chronisch Kranke und Leistungssportler betroffen. In Abhängigkeit von Lebensphase und körperlicher Belastung kann die Anwendung von Nahrungsergänzungsmitteln sinnvoll sein, um einen erhöhten Bedarf an Nährstoffen und Vitaminen zu decken.
Ob eine Anwendung von Nahrungsergänzungsmitteln sinnvoll und zweckmäßig ist, muss jeder Nutzer oder Anwender für sich selbst entscheiden, eine Einschätzung über einen möglicherweise vorliegenden Mangel an Mineralstoffen, Vitaminen oder Spurenelementen durch den behandelnden Arzt scheint in jedem Fall sinnvoll.

Ausdauersport

Vegetarische Sportler sollten ausreichend Milch und Michprodukte zu sich nehmen.
Bei intensivem Ausdauersport werden im Körper reaktive Sauerstoffverbindungen gebildet. Diese sogenannten "freien Radikalen" können negative Kettenreaktionen auslösen und verschiedene Zellkomponenten zerstören. Um den Organismus vor den negativen Folgen zu intensiver körperlicher Belastung zu schützen, können Antioxidantien diesen Reaktionsablauf blockieren. Antioxidantien können in Form von Nahrungsergänzungsmitteln zugeführt werden und zu einer erhöhten Leistungsfähigkeit beim Ausdauersport führen. Allerdings müssen alle antioxidativ wirkenden Nährstoffe (wie Vitamin E, Vitamin C, Provitamin A, Selen) in ausreichender Menge vorhanden sein, eine übermäßige Zufuhr einzelner Antioxidantien führt nicht zu einer erhöhten Leistungsfähigkeit. Auch Nahrungsergänzungsmittel mit dem Inhaltsstoff L-Carnitin werden von Ausdauersportlern eingesetzt. L-Carnitin transportiert Fettsäuren in das Mitochondrium ("Kraftwerk der Zelle"), wo die Fettverbrennung stattfindet.
Der gesunde Körper produziert selbst eine ausreichende Menge an Carnitin, außerdem wird Carnitin mit tierischen Lebensmitteln aufgenommen. Sportler, die sich vegetarisch ernähren, sollten regelmäßig Milch- und Milchprodukte zu sich nehmen, eine zusätzliche Nahrungsmittelergänzung mit Carnitinpräparten wird grundsätzlich nicht empfohlen, kann aber im Falle eines Carnitinmangels sinnvoll sein. Eine Leistungssteigerung oder eine gesteigerte Fettverbrennung konnte durch eine zusätzliche Aufnahme von Carnitin bisher nicht belegt werden. Die Wirkung von Coffein als Nahrungsergänzungsmittel ist dagegen in vielen Sportarten belegt. Coffein kann die geistige Leistungsfähigkeit erhöhen, unterdrückt Müdigkeit und aktiviert die Fettoxidation beim Sport, wodurch Glykogenspeicher geschont werden. Allerdings sind hohe Dosierungen von Coffein notwendig (ca drei bis sieben Tassen starker Kaffee). Maltodextrin (Kohlenhydratgemisch) ist ein Nahrungsergänzungsmittel, was vom Körper rasch zu Glukose abgebaut wird und kann die Ausdauer verbessern. Auch Glycerin wird nachgesagt, dass es die Ausdauer verbessern könne und den Flüssigkeitshaushalt verbessere.

Nahrungsergänzungsmittel in der Schwangerschaft

In der Schwangerschaft stellen sich viele Frauen die Frage, ob Nahrungsergänzungsmittel erforderlich sind oder ob durch eine gesunde Ernährung der Bedarf an allen Nährstoffen gedeckt wird. Studien zufolge nehmen über 80 Prozent der schwangeren Frauen Nahrungsergänzungsmittel ein.
Grundsätzlich gilt jedoch, wenn eine normalgewichtige Frau sich vor und während der Schwangerschaft gesund und ausgewogen ernährt, dann benötigt sie keine Nahrungsergänzungsmittel. In den meisten Fällen empfiehlt es sich jedoch, ein Nahrungsergänzungsmittel mit den ebenfalls empfohlenen Nährstoffen Eisen, Jod und Folsäure einzunehmen. Eine zusätzliche Einnahme von Vitaminen und Mineralstoffen während der Schwangerschaft ist in der Regel nicht notwendig. Ein Mangel an Nährstoffen durch eine unzureichende Ernährung kann sich bei der Mutter durch Müdigkeit, Erschöpfung, Krämpfe, Unlust oder Konzentrationsstörungen zeigen, beim Kind kann es zu gravierenden Störungen kommen (z.B. Neuralrohrdefekt). Eine Einnahme von nährstoffreichen Ergänzungsmitteln wie Eisen, Folsäure, Jod und Mulitvitaminpräparaten kann niemals eine gesunder Ernährung ersetzen. Die Aufnahme der Nährstoffe erfolgt nachgewiesenermaßen besser über die Nahrung als in Tablettenform.
Bei Schwangeren, die zu eine Risikogruppe zählen, wie Frauen, die untergewichtig, nahrunsmittelintollerant, Vegetarierinnen oder Veganerinnen sind, wird ein Vitaminpräparat während der Schwangerschaft empfohlen.

Kılıç Çeşitleri – Sword Types

Kılıç Çeşitleri – Sword Types


Geçen sefer Kılıç yapımından bahsetmiştim. Şimdi ise çok basitçe temel kılıç tiplerine değinmek istiyorum. Basit bir sınıflandırma yaparsak, Kılıç tiplerini öncelikle türetildikleri coğrafyalara, sonrada şekillerine göre ayırabiliriz. Coğrafyaya göre ayırırsak;
  • Uzak Doğu (Çin, Türki, Moğol ve Japon … ),
  • Orta Doğu (Türk ve Osmanlı, Arap, İran … ),
  • Batı (Avrupa ulusları) Kılıçları,
olarak 3 ana kolda sınıflandırma yapılabilir. Uzak doğu kılıçları; Çin, Moğol ve Türki (ve daha nice) topluluklarının birbirlerini çokça etkileyip, kılıç yapımında birbirlerinden esinlenip türetilmesiyle oluşmuştur. Ama ana karadan ayrı bir ada olan Japonya, kendine has çok daha özgün kılıçlar türetmiştir. Orta doğu ise, özellikle Türkler vasıtasıyla, eğri (Kıvrık) Moğol-Türki kılıçlarından esinlenmiş, kendine göre geliştirmiş, ve hatta daha sonra Avrupa’ya bile esin kaynağı olmuştur. Avrupa’da ise, özellikle orta çağda, kendine has özgün kılıçlar üretmiş, ama Osmanlı’nın yükselişinin etkisi ile, onlardan ilham alan kılıçlar yapmışlardır.
Şimdilik, genel bir karşılaştırma yapmak için, tüm coğrafyaların kılıçlarını aynı anda sunup kısaca açıklayacağım. Önümüzdeki günlerde de bölgelere göre ayrıntılı açıklamaları ekleyebilirim.
Kılıçlara geçmeden önce bazı terimlerden bahsetmek gerek. Mesela kılıcın kütle merkezi önemli unsurdur; Kütle merkezi kabzasına yakın olan kılıçlara Dengeli kılıç denir ve daha kıvrak ve kolay kullanılır ama darbe gücü görece düşüktür; ama atiklikle birlikte keskinlik ve delici özellikleri avantajlıdır. Kütle merkezi kabzasında uzakta olan kılıçlara Dengesiz kılıç denir, tutuşu görece zordur, kullanırken (Balta gibi) fazladan güç gerektirir, ama darbe gücü oldukça yüksektir (Balta dinamiği gibi); ama keskinlikle birlikte darbe gücünün yüksek olması bu kılıçları oldukça ölümcül yapar. Ayrıca Tek taraflı (Yada ağızlı) kılıç, sadece tek tarafı keskin olan kılıç demektir, çift taraflı da ise çift tarafı da keskin olur.
Şimdi, doğudan batıya, Kılıçların şekillerine bakalım;
◊♦◊

Japon Kılıçları; Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi Katana esas-özgün japon kılıcıdır, ve namlu ve kabza uzunluğuna göre bir çok türevi vardır; hepsine kısaca katana ailesi diyebiliriz. Katana, eski zamanlarda, sadece soyluların kullandığı bir kılıç türüdür ve dillere destan bir keskinliği vardır. Kabzanın tasarımına göre, tek veya 2 elle birlikte kullanılabilir. Eski çağlarda bu kılıcın keskinliğini test etmek için, fakir halktan kurbanlar seçilip direk üstlerinde denerlermiş. Elbette şimdi böyle bir şey yok (en azından bildiğimiz kadarı ile). İşte Katana ailesi;
  • O Tanto; Ailesinin en kısasıdır. çok yakın dövüşlerde, sürpriz ataklarda kullanılır.
  • Chisa Katana; Boyu Katana ve O tanto arasında olan yakın dövüş kılıçlarından biridir.
  • Katana; Ailenin standart bireyidir. Sadece bir tarafı keskindir.
  • O Kataba; Basitçe namlusu uzun katanadır.
  • Nodachi; Hem namlusu hem de kabzası uzundur. Toplam boyu kısa bir mızrak gibidir.
  • Çift taraflı Katana; Ailenin 2 tarafıda keskin olan tek üyesidir. !
◊♦◊
Çin Kılıçları; Tüm Moğol, Çin ve Türki kılıçlarından bahsetmek gerekirse, basitçe çin başlığında altında konuşulabilir. Çünkü savaş ve dövüş alanında bir çok buluş çıkaran Moğol ve Türki topluluklar, göçebe yaşam tarzı nedeniyle tarihlerini ve kültürlerini çinliler gibi ayrıntılı koruyamamış, ama genede parlak zamanlarında yaptıkları etkilerle genel coğrafyaya, ve elbette Çin’e oldukça ilham kaynağı olmuşlardır. Diğer Asya topluluklarının aksine görece daha bir yerleşik yaşam tarzın içinde olan Çinliler ise, bir çok alanda eski tarih ve kültürlerini daha saf halde muhafaza edebilmişler, ve ilham aldıkları Moğol-Türki topluluklarının savaş ve silah teknikleri hakkındaki bilgilerini de, kendi yorumları ile birlikte, günümüze ulaşmasına ister istemez yardımcı olmuşlardır.
Kılıçlara gelirsek; Çinlilerin aslında temelde 2 ana kılıçları vardır; Jian ve Dao. Diğer tüm Çin kılıç çeşitleri bu 2 kılıçtan esinlenerek türetilmiştir. Aşağıda ise, Wuxia hikaye ve filmlerinde en çok kullanılan 4 temel kılıç türünü sunuyorum;
  • Jian; Beyfendi kılıcı olarak kabul edilir, ve çinlilerin en özgün ve kendine has kılıcıdır. Dengeli kılıçlar arasındadır; ve silahşörün kıvraklığındaki ustalık bu kılıcı ölümcül yapar.
  • Dao; Esasen Türk-Moğol kılıcıdır. Jian’a göre daha kalın ve biraz kıvrık olan bu kılıç daha sağlam bir görüntü verir, ve askeri ve kişisel anlamda en çok kullanılan kılıçlar arasında yer alır. Bir çok türevi vardır, ve Dünyadaki bir çok kılıç bu kılıçtan türemiştir. Kısacası kılıçların babasıdır.
  • Dadao; Dao’nun bir çok türevi olduğunu söylemiştim; işte en gösterişlilerinden biri. Bildiğimiz Palanın çin versiyonudur. Dengesiz kılıç sınıfındadır, 2 elle tutulur.
  • GuanDao; Bu aslında bir nevi, mızrak+kılıcın bileşimi bir silahtır. Efsaneye göre Silah ismini, onu icat General Guan Yu‘dan almıştır. Görüntüsü ve ayrıca gücü oldukça heybetli olan bu kılıcı kullanabilmek için iyi bir kas gücüne gereksinim vardır. Wuxia hikayelerinde ve tarihsel kayıtlarda bu kılıcı genellikle yüksek rütbeli asker kişiler kullanır. Mesela ilgili filmleri;
◊♦◊
Türk (Orta Doğu) Kılıçları; Genel olarak Arap, İran ve Türk karşımı olsa da, Türk etkisi oldukça baskındır, ama tüm ortadoğu kılıçlarının atasının Türk-Moğol Kılıcı olan Dao olduğunu söylersek pek de yanılmış sayılmayız. Asyadan Avrasya ve Anadoluya göçen Türkler, yanlarında getirdikleri kılıçlarla tüm Orta-Doğu kılıç şekillerine derin etki yapmışlardır. Daha sonra Osmanlı’nın yükselişiyle birlikte,  Osmanlı Kılıcı adıyla, Avrupa’yı da etkilemiştir. Daha çok ayrıntı için bakınız
Türk kılıçlarından bahsederken Yalmana değinmeden edemeyiz. Yalman basitçe kılıcın uç kısmında bulunan her 2 tarafı da keskin bölgeye verilen addır. Özellikle 14yy sonrasında Türk kılıçlarında daha da belirginleşen yalman, büyük hacimli (yani namlunun içinde uzun yol katetmesi gereken) hedefleri kesmede büyük kolaylık sağlar. Yalmansız kılıçlarda, kılıç hedef içinde yol alırken kinetik enerjisi, ilk temastan meydana gelen salınımlar nedeniyle sönümlenir, ve böylece kesiş kuvveti azalır. Ama Yalmanlı kılıçlarda, bu salınım hareketi engellenir ve hedefi oldukça etkili bir şekilde keser.
  • Kilij; En karakteristik Türk kılıcıdır ve kökeni Asya Hunlarına kadar gider. Bu kılıcın en önemli özelliği, tam ortasında bükümü ve ucunda ki Yalmanı ile darbe ve kesme gücünün oldukça etkili olmasıdır. Keskinlikte katana ile yarışabilen ender kılıçlardandır. Karabela, Balkan palası gibi çok fazla türevi bulunur.
  • Ağır Kilij; Eğer 300 Sparta filmini izlediyseniz, bu kılıç oldukça tanıdık gelecektir. Yalmanı ilk olarak orta asyada ki Turki kavimler ortaya çıkarsada, sanki spartalılar önceden kullanıyormuş gibi gösterilmiş (Elbette filmlerde ki herşeye inanmıyoruz :P). Bu kılıç ayrıca, 15 yy Türk kılıcı (!) olarak piyasada satışta. Abartılı yalmanı ile oldukça ürkütücü bir görünüm sunan bu kılıcı çeşit olsun diye sunuyorum; görüldüğü gibi, Yalmandaki ağırlık o kadar fazladır ki, silah artık Kılıç+Balta birleşimi bir şey olmuştur.
  • Yatağan; Bu aslında küçük kılıç ve uzun bıçak arası bir silahtır. Osmanlı devletinin en yaygın kullanılan savaş kılıçlarından birdir.
  • Memlük Kılıcı; Eğriliği az olan bu kılıç zamanında Mısıra hükmeden Memlüklülerden türemiş, ve 19yy dan sonra batılılar tarafından özellikle aksesuar kılıcı olarak oldukça benimsenmiştir.
  • Pala (Scimitar); Çinlilerin Dadao’suna çok benzeyen bu kılıç, özellikle İran’lılar tarafından kullanılan gösterişli bir savaş kılıcıdır.
◊♦◊

Avrupa Kılıçları; Şekilde görüldüğü gibi 4 ana avrupa kılıcı vardır. Kalın ve ağır avrupa kılıçları erken dönemler de kullanılırken, günümüze yaklaştıkça daha ince ve hafif kılıçlar türetilmiştir, ve Osmalı kılıçlarından esinlenilmiştir.
  • Kısa ve Uzun Kılıç, (Short Sword, Long Sword); Aslında boyları dışında tıpatıp aynıdır. Kısa olan daha çok bıçak gibi çok yakın dövüşlerde, ve süpriz ataklarda kullanılır. Uzun olan ise genelde daha ağır, kalın, dengesiz, ama darbe gücü yüksek olur. Özellikle uzun kılıcı kullanabilmek için iyi bir kol gücüne gereksinim vardır.
  • İnce kılıç (Rapier); görece modern çağ olan 16 ve 17’ci yy’larda türetilmiştir; ve kılıcın özelliği kesmesi değil “delmesidir”. Dengeli Kılıçlar arasında yer alan bu kılıç oldukça kıvrak bir kullanım gerektirir ve rakibini “delerek” bertaraf eder. Özellikle 16-17 yy’ın düellolarının vazgeçilmezidir. Bu gün hala eskrim turnuvalarında kullanılır.
  • Eğri kılıç (Saber); Aslında Kilij ve Memlük Kılıcından esinlenen bu kılıç, 17 yy’da avrupada türemiş, ama geniş çapta yaygınlık kazanması 19 yy’da Napolyon Savaşlarında olmuştur. Hatta yaygınlığı Amerikan iç savaşına bile sıçramıştır. Ayrıca hala bir çok modern orduda aksesuar olarak törenlerde kullanılmaktadır. Bu kılıcın dengeli-dengesiz, tek yada çift taraflı olmak üzere bir çok çeşitlemesi vardır.

OSMANLI KILIÇLARI - I / Teknoloji / Malzeme / Detay

 
   
 
 
Makaleler Önceki Sayfa
OSMANLI KILIÇLARI - I / Teknoloji / Malzeme / Detay

ŞİNASİ ACAR -
4/25/2012


TÜFEK İCÂD OLDU MERTLİK BOZULDU
EĞRİ KILIÇ KINDA PASLANMALIDIR – Köroğlu


Kılıç ve Sosyal Yaşam
Kılıç sözcüğü Türkçe’dir; kılınç olarak da yazılır ve söylenir. Osmanlı Türkçesi’nde Arapça “seyf” ile Farsça “tîg” ve “şemşîr” sözcükleri de kullanılır. Kılıç, Seyfî (kılıçlı, kılıç gibi), Seyfullah (Allah’ın kılıcı) ve Seyfeddin (Dinin kılıcı) sözcükleri Türkçe’de erkek adı olarak kullanılmıştır. Türkçe’de kılıca ilişkin pek çok atasözü vardır (1).
Kılıç yatağan, pala (gaddâre), meç, hançer, kama ve bıçak (varsak) türünden kesici silahların en büyüğüdür. Genellikle belde, belden aşağı sarkıtılarak taşınır. Kılıç takılan kayış kemere “kılıç bağı” denir.
Türkler yüzyıllar boyunca uzun menzilli silah olarak ok, kısa menzilli silah olarak kılıca itibar etmişlerdir. Babur Şah “Vekayi” (Olaylar) adlı anı kitabında bunun nedenini şöyle açıklar : “Küçük Han dayım garip tavırlı bir adamdı. Kılıcına çok hâkim ve cesurdu. Silahlardan en ziyade kılıca itibar ederdi. ‘Dilli topuz, topuz, küçük topuz, aybalta (2) ve baltadan biri isabet ederse, ancak bir yere tesir eder; eğer kılıç isabet ederse, baştan ayağa kadar keser’ derdi. Keskin kılıcını hiçbir zaman yanından ayırmazdı; ya belinde yahut elinde taşırdı” (3).
Gerçekten de yaralayıcı silahların en kesicisi kılıçtır. Hem yaya olarak hem at üstünde kullanılır. Ateşli silahların olmadığı dönemlerde –yakın dövüş için– savaşçıların en sadık ve vazgeçilmez dostu olmuştur. Türk kavimleri arasında kılıcın herhangi bir savaş aracından çok daha önemli bir yeri vardır. Kutsal sayıldığı için –şamanist dönemden kalma bir gelenekle– ant içme törenlerinde kılıç kullanılmış, kılıç üzerine yemin edilmiştir. Dede Korkud hikâyelerinde öykü kahramanları şu işi yapmazsam “Kılıcıma doğranayım …” diye ant içerler. Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) Galata Hıristiyanlarına verdiği bir ahitnâmede kutsal saydığı kimi şeylerin yanında “… kuşandığım kılıç aşkına yemin ederim ki …” diyerek kılıcı üstüne de ant içmektedir.. Hz. Muhammed de bir hadisinde “El-cenne tahte zılâl-is süyûf” (Cennet kılıçların gölgeleri altındadır) ve bir başka hadisinde “Es-süyûf(u) miftâh-ül cenne” (Kılıçlar cennetin anahtarıdır) buyurmuştur.
Türklerde kılıç aynı zamanda egemenlik simgesidir. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında, genel biat töreninden sonra, egemenlik göstergesi olarak –çoklukla 2-7 gün içinde– bir “kılıç alayı” yapılırdı (4). Örneğin Fâtih, Akşemseddin (1389-1459) eliyle kılıç kuşanmıştır. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminden başlayarak kılıç alayı İstanbul’da Eyüpsultan Türbesi’nde yapılmıştır. Padişahlara genellikle şeyhülislâmlar ve nakibüleşraflar kılıç kuşatırdı. Bu dinî ve askerî törende, padişahın arzusuna göre, saraydaki kutsal emânetler arasında bulunan kılıçlardan biri “teberrüken” (uğur sayarak) kuşanılırdı. Eskilerde bu kılıç kuşanma töreni “taklîd-i seyf” veya “takallüd-i şemşîr” (kılıç takınma) olarak anılırdı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda cuma hutbesi için minbere çıkan hatibin kılıç kuşanması bir gelenekti ve bağımsızlık simgesi olarak yorumlanırdı.
Eski Türklerde birçok beye “Kılıç” adı verilmiş, böylece onların hanlıkları döneminde kılıç gibi kesip atan, keskin kararlı bir hakan olması dilenmiştir. Kılıç aynı zamanda bir şeref simgesidir. Hükümdarlar birbirlerine ve başarılı komutanlarına kılıç hediye etmişler, dahası bu kılıcı onurlandırdıkları kişinin beline kimi zaman kendi elleriyle bağlamışlardır.
Günümüzde Bursa yöresine mal edilmiş “kılıç-kalkan oyunu”nun, geçmiş tarihimizde yüzyıllar boyunca kılıçla yapılan savaşların oyun biçiminde devamı olduğu kuşkusuzdur. Bu oyun Türk halk dansları içinde müziksiz oynanan tek oyundur. Yalnız erkekler tarafından karşılıklı iki sıra halinde oynanır. Ve Orhan Gazi’nin (1324-1360) Bursa’yı fetih savaşını temsil ettiği şeklinde yorumlanır.
Osmanlı kılıç sanayii, Osmanlı’da sayı olarak en çok kılıç kullanan zümre yeniçeriler olmakla, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra giderek önemini yitirmiş; ordudaki yerini süngü almış, kişisel korunma aracı olarak da tabanca yeğlenir olmuştur.

Kılıç Eğitimi
İyi kılıç çalmak (5) çok çalışma, deneyim ve “idman” (antrenman) gerektiren bir iştir. Emîr Hâcib Âşık Timûr “Umde-tül Mülûk” (Hükümdarların Temel İlkeleri) adlı kitabında (6) “kılıç ta’lîmi”ne (öğrenimine, eğitimine) ilişkin şunları yazmaktadır :
“Kılıçla vurmayı öğrenmek isteyen kişi, piyade (yaya) ise piyadenin boyunda, süvari (atlı) ise süvarinin yüksekliğinde bir kamışı toprağa sağlamca diker. Sonra bu kamış sağ tarafında kalacak şekilde, uzakça bir mesafeye gidip oradan atını dörtnala koşturur ve yaklaşınca kamışı kılıcıyla keser. Her defasında bir karış kesmek suretiyle kamışın boyu 1 arşın (75 cm) kalıncaya kadar bu hareketi tekrarlar. Kamışı kılıçla biçmekte tam bir ustalık kazanınca 5 tane ok alınır ve yine süvarinin sağına gelecek şekilde 10’ar arşın (7,50 m) aralıkla yere sağlamca dikilir. Süvari atını hızla koştururken bu okları yelelerinin birer parmak aşağısından düzgün olarak keser. Bu işte de tam bir beceri kazanınca, iki sıra halinde ve 10’ar arşın (7,50 m) arayla 10 tane ok dikilir. İki sıra arasından atı dörtnala koştururken oklar sağlı sollu biçilir”.
Osmanlı’da kılıç eğitiminin bir yolu da “matrak oyunu”dur. Matrak, sol ele kalkan yerine küçük bir yastık, sağ ele kılıç yerine “matrak” olarak anılan –üstü post kaplanmış– kalın bir sopa alınarak yapılır. Karşı karşıya gelen iki oyuncu –her türlü olasılığı dikkate alarak– hamle yapar, geri çekilir, vuruşur ve birbirine çeşitli darbeler indirir. Kimi zaman özel “darb indirme” eğitimi de yapılır. Örneğin, derisi sertleşmiş ölü bir devenin ayağı bir vuruşta kesilir; üzerine 10-30 kat demir tel sarılmış ıslak keçeler bir vuruşta ikiye ayrılır veya bir koyunun başı tek vuruşta koparılır.
Türk kılıcı kullanan kişiyi yormaz, ama onu kullanmak büyük beceri ve bilgi ister. Büyük, ağır, iki ağızlı ve düz Batı kılıçlarında kol kuvveti ve darbe etkisi önem kazanırken, tek ağızlı, eğri ve hafif Doğu kılıçlarında dairesel bilek hareketi ön plana çıkar. Düz kılıcın etkisi isabet ettiği yerle sınırlıdır. Oysa eğri kılıç geri çekerken de etkili olur ve çok daha uzun kesik ve yaralar açar.
Osmanlı kılıçları narin olmakla birlikte, kullanımında meleke kazanmış birinin elinde namlusu kırılmaz, ağzı körlenmez, vurduğu zırhı ve miğferi ikiye bölecek denli etkili olur. Osmanlı’yla yapılan süvari muharebelerinde ufak tefek yaralardan nâdiren söz edilmesi bu nedenledir. Ancak, dikkatsizce kullanılırsa elbet kırılabilir. Yeniçerilere her şeyden önce eğri kılıç kullanmak öğretilirdi.

Kılıcın Ana Öğeleri

Bir Osmanlı kılıcının ana öğeleri

Kabza : Kılıcın kullanımı sırasında elle tutulan parçasıdır. Esasen Arapça “kabz” sözcüğü “elle tutma, kavrama” demektir. Düz kabzalar namlu doğrultusunda bulunur. Eğri kabzalar namlu doğrultusuyla bir açı oluşturacak şekilde eğridir. Yarım eğri kabzalarda ise alt kenar namlu doğrultusundadır, üst kenar namluyla açı oluşturacak şekilde eğridir. Eğri kabzalar, 13. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanır.
Namlunun kabza içinde kalan kısmına “kabza yolu” denir. Kabza buraya gümüş perçinlerle tutturulur. Kabzalar kesit olarak yuvarlak, oval, köşeleri yuvarlatılmış dikdörtgen biçiminde veya altı yada sekiz köşeli olur. Böylelikle elle tutulması daha rahat olur. Baş taraflarında, kabzanın elden kaymasına engel oluşturan, çıkıntılı veya topuz şeklinde yuvarlak “kabza başı” vardır. Az da olsa hayvan başı –özellikle ejder ağzı– biçiminde olanlar da vardır. Kimi kabza başlarının ortasında kılıcı bileğe takmak veya bir yere asabilmek için bir “ip deliği” bulunur.
Kabzalar abanoz, sakızağacı ve sandalağacı gibi sert ağaçlardan, yeşim ve akik gibi yarı değerli taşlardan, fildişi, boynuz, kemik ve balıkdişi gibi hayvansal veya demir ve gümüş gibi madensel gereçlerden yapılır. 11 Rebi’ulevvel 1139 (6.11.1726) tarihli bir mahkeme kararında, işlenen kılıçların kabzaları boyama ağaçtan yapılmayıp “abanoz ve sakız ve yenidünya ve sandal ağaçlarından ve balık ve fil dişinden olup kat’â [asla] boyalı kalp (hileli) ağaçtan işlenmemesi” i’lâm olunmaktadır (7). Ağaçtan yapılan kabzaların kimilerinin üzeri ince deriyle kaplanır. Tahta kabzalar zamanla çürüdüğünden, kimi kılıçlar, kabzaları yenisiyle değiştirilmiş olarak günümüze ulaşabilmiştir. Kabza, kılıcın en çok süslenen bölümüdür. Zümrüt, yakut, elmas gibi değerli taşlarla bezenmişleri “murassa” olarak anılır.
Eski kayıtlarda “yarma abanoz kabza, yarma balıkdişi kabza, yeşim yarma tûtî (papağan) burnu kabza, tûtî burnu balıkdişi kabza, yarma yeşim Kürdî kabza, Süleymânî kabza, badem som (balıkdişi) kabza”, –beyaz veya siyah kemik kabza, eblak (alaca) boynuz kabza, gümüş sarma kabza, güderi sarılmış kabza gibi ayırt edici adlara rastlanmaktadır.
Sultan 1. Mahmud (1730-1754) döneminde Enderûn’da (8) yetişmiş Dilsiz Ali adlı ustanın, balıkdişi ve fildişinden yaptığı kılıç ve pala kabzalarının pek beğenildiği ve işlerine “Dilsizkârî” dendiği bilinmektedir.

Balçak : Kabzanın namluyla birleştiği yerde yer alan ve kılıç tutan eli hasmın kılıç darbesinden koruyan bir siperliktir. Haç biçimindeki balçakların namlu doğrultusuna dik uzun çıkıntılarına “kabza kolu” denir. Kolları düz olan (15. yüzyıl üslûbu), kolları düz ve kol başları yuvarlak olan (16. ve 17. yüzyıl üslûbu) ve kolları namluya doğru kıvrık olan (18. ve 19. yüzyıl üslûbu) balçaklar vardır. Nâdir de olsa kollarından biri aşağı, biri yukarı bakan balçaklara da rastlanır. Namlu doğrultusundaki iki kısa çıkıntısından biri kabzaya, öteki kının ağızlığına geçecek biçimde yapılmıştır. Balçaklar genelde demirden yapılır; kimilerinin üzeri altın kakma desenlerle süslenir ki bunlara “zer-nişânî” denir.

Namlu : Kılıcın bedeni, ilk yapıldığı zamana ait ana gövdesidir. Kılıcın birçok bölümü zaman içinde değiştirilebildiği halde, namlusu hiçbir zaman atılmaz. Namlu kesme ve delme işlevini yerine getirir. Bu bölüme “taban”, “demren” ve “timur” (demir) dendiği de olur.
Namlu biçimine göre kılıçlar “düz kılıç”, “eğri kılıç”, “burmalı kılıç” ve “çatallı kılıç” gibi adlar alır.
· Düz kılıçlar çoklukla “çift ağızlı” olur; namluları doğrusaldır. Osmanlı kılıçları arasında düz kılıç pek azdır.
· Eğri kılıçların, İranlıların “şemşîr” (arslan tırnağı) adını verdikleri (9) türü “tek ağızlı” olur. Bu kılıçlarda namlu –eğri bölümün başlangıcından itibaren– uca doğru giderek incelir.
· Orta Asya kökenli Türk eğri kılıçları tek ağızlı olmakla birlikte, namlu sırtının kılıç ucundan itibaren yaklaşık üçte birlik bölümü de “kılağılı”dır (kılı kesecek kadar keskin). Bu iki ağızlı bölümün başladığı noktaya “mahmuz” denir ki namlunun en geniş yeri çoğu kez burasıdır. Mahmuzdan hemen önce eni biraz azalan namlu, balçağa kadar aynı genişliği korur. Bu noktadan itibaren –ters yönde– uca yaklaştıkça sivrileşir. Hamle yaparken ve geri çekerken kılıcın iki tarafının da keskin olması tahrip gücünü artırır. Sırtın uç bölümünün keskin olması –kılıcı çevirmeden– ufak bir bilek hareketiyle sonuç almayı mümkün kılar. Üstelik içbükey ağız, geri çekerken kılıcın gittikçe daha derine dalmasına neden olur. Hem beklenmedik bir hızla uygulanabilmesi hem de rakip tarafından öngörülmesindeki güçlük nedeniyle, bu “ters kesme” hamlesi önemli bir saldırı üstünlüğü sağlamaktadır. At üstünde yapılan dövüşlerde yalnızca süvari değil, onun atı da hedef alınır.
Namlu boyunca uzanan yivlere “kan oluğu” denir. Namlu üzerinde kimi zaman bir, kimileyin iki kan oluğu bulunur; ancak kan oluğu olmayanları da vardır. Kanın sızması için açılan kan olukları, kılıcın ağırlığını da azaltır. Türk kılıcı 16. yüzyıl başlarında estetik ve performans olarak en yüksek düzeye ulaşmıştır.
· Burmalı kılıçların namluları yılankavîdir. Bu kılıçlar “yıldırım ağızlı” diye de anılmaktadır. Bu yılankavî namlu düz veya eğri olabilir.
· Çatallı kılıçların namluları, eğriliğin başladığı noktadan itibaren (kılıç boyunun yaklaşık üçte birlik bölümünde) iki gövdeli olur (10). Bu kılıçların namluları tek ağızlıdır. Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikaar” bu türdendir. “Lâ feta illâ Alî, lâ seyfe illâ Zülfikaar” (Ali’den başka yiğit, Zülfikaar’dan başka kılıç yoktur) denilmiştir. Çatal uçlu kılıçların pratikte etkili bir silah olmadığı, ancak bu İslâmî inancı sürdürmek amacıyla yapıldığı söylenebilir.
Kılıç savaşında “saplama”, göğüs göğüse mücadelenin temel hamlesi değildir. Çünkü doğrudan yaşamsal bir organı hedefleyen hamle sırasında karşı darbe alma riski artar. Esas amaç, rakibi karşı darbe almadan etkisizleştirmektir. Rakibin kol ve bacaklarını hedef alan “kesme” ve “yarma” hamlelerinin üstünlüğü burada ortaya çıkar. Eğri namlular, bu gereksinme sonucu daha iyi kesme sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Eğri kılıcın hedefe belirli bir açıyla vurması, kılıcın kesme etkinliğini artırmaktadır.
Namlunun iki yanının ağız yönünde yaptığı açı “kama açısı” olarak tanımlanır. Kama açısı küçüldükçe, namlunun hedefteki ilerleyişi kolaylaşacağından, kılıcın kesme kabiliyeti (11) artar ve namlusu daha hafif olur (12). Ama, bu daha ince bir namlu anlamına geldiğinden, kılıcın dayanıklılığı azalır. Demek ki kılıç üretiminde, namlunun kesiciliği (inceliği) ile dayanıklılığı arasında bir denge kurulması söz konusudur. İşte eğri kılıç bu dengenin oluşumunda incelik lehine avantaj sağlar. Çarpma noktasında hedefe yöneliş açısını küçülttüğünden, aynı kesme etkinliğini sağlayan düz namlulu bir kılıca göre daha ince yapılması olanaklı hâle gelir. Ayrıca, eğri namlu çarpma ânından sonra da hareketini sürdürür, dolayısıyle daha uzun ve daha derin yaralar açar.
Namlu üzerindeki altın kakma süslemelerde “Âyet-ül Kürsî” gibi, “İnnâ fetahnâ leke feth(an) mubîn(an)” (Muhakkak ki sana apaçık bir zafer sağladık) ve “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb” (Allah katından bize yardım ve yakın bir zafer vardır) gibi kimi kısa âyetler, kimi hadis ve dualar, kelime-i tevhid, Dört Halife’nin adları, besmele, “Ashâb-ı Kehf” (Yedi Uyurlar) adları, Mühr-i Süleyman ve Beduh (13) gibi çeşitli tılsım simgeleri, sahibinin yaşam felsefesini yansıtan kimi mısra ve beyitler (14) ve stilize bitki desenlerine rastlanır. Kimilerinde kılıcı yapan ustanın adı ve damgası ile kılıç sahibine ait isim ve monogramlar da yer alır. Bu yazıların usta bir hattata yazdırılmasına özen gösterilir. Kabza ve kın süslemelerinde nakkaş ve kuyumculardan destek alınır.

Günümüze ulaşabilen ilk Osmanlı kılıçları Fâtih (1451-1481) dönemine aittir. Topkapı Sarayı Müzesi ve Askerî Müze’de bulunan daha eskiye ait kılıçlar, çeşitli uluslara ait İslâm kılıçlarıdır. “Süyûf-i mübâreke” (Kutsal kılıçlar) olarak anılan Hz. Muhammed ve Dört Halife döneminden intikal eden kılıçların otantik olduğu konusu kuşkuludur. Emevî, Abbâsî, Eyyûbî, Memlûkî, Kuzey Afrika ve İran kılıçları, dönemlerinin en zengin koleksiyonlarını oluştururlar.
Fâtih döneminde ileri düzeyde biçimlenmiş olan Osmanlı kılıç formunun 16. yüzyılda esas formunu bulduğu ve bunun 18. yüzyıl sonlarına değin sürdüğü görülür. 19. yüzyıl yapımı kılıçlarda az da olsa Avrupa etkisi görülmektedir. Bu etki –bezemelerde olduğu kadar– kabza, balçak ve namlu biçimlerinde de kendini göstermektedir.

Eğri Namlunun Matematiği

Düz kılıç, Eğri kılıç, Darbeye maruz kalan kesitler

Şekildeki düz kılıcın, kesit ölçüleri değiştirilmeksizin eğri kılıç haline getirildiğini varsayalım. Düz kılıç A noktasında, eğri kılıç da yine A noktasında bulunan bir noktaya düşey doğrultuda bir F kuvvetiyle vurulmuş olsun. Anlatım kolaylığı açısından düz kılıç kesitinin BC boyunca dikdörtgen, AC boyunca da ona oturan bir üçgen olduğunu kabul edelim. Düz kılıcın darbeye maruz kalan kesiti şekildeki sarı renkli alandır. Eğri kılıçta ise darbeye maruz kalan kesit AC¢B¢ doğrultusunda oluşmakta ve sağdaki şekilde kesik çizgilerle gösterilen alana dönüşmektedir. Matematiksel olarak eğri kılıcın A darbe noktasındaki eğim açısı α = B¢AB açısıdır. ABB¢ üçgeninin B¢BA açısının dik açı olduğu kabul edilebilir. Bu takdirde AC¢ = AC/cos α ve AB¢ = AB/ cos α eşitlikleri yazılabilir. Örneğin α = 30° için AC¢ = 1,155 AC ve AB¢ = 1,155 AB olur. Namlu kalınlığı değişmediği için kesit alanının da bu oranda arttığı kabul edilebilir. Sonuç olarak aynı kesitteki eğri kılıcın, aynı darbe kuvveti için kesit alanı % 15,5 büyümekte, ama b kama açısı aynı oranda küçülmektedir.
Tabii arzu edilen, namlu boyunca dayanıklılığın aynı kalmasıdır. Bu nedenle eğimin başladığı noktadan itibaren –daha az kesit yeterli olduğu için– namlu giderek inceltilmektedir. Bunun sonucu olarak da
1.    Aynı etkinliğe sahip daha hafif bir namlu gerçekleştirilmekte,
2.    Ağırlık merkezinin kabzaya yaklaşması sağlanmaktadır.
Daha hafif ve ağırlık merkezi ele daha yakın kılıç kullanmanın, kullananı daha az yoracağı kuşkusuzdur. Üstelik kama açısı küçüldüğü için kılıcın kesme kabiliyeti artmakta, bir başka deyişle aynı darbe gücüyle daha derin yaralar açması mümkün olabilmektedir.

    Surnâme-i Hümâyûn’da kılıççılar esnafı
    Sultan 3. Murad (1574-1595) dönemine ait olup 1582’de yazıldığı tahmin edilen Surnâme içinde yer alan kılıççılar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1344, varak 96a ve 177a). İçindeki 437 minyatür Nakkaş Osman tarafından yapılmıştır. “3. Murad Surnâmesi” olarak da anılan kitapta 3. Mehmed’in 40 gün süren sünnet düğünü betimlenir.

Kın Yapımı ve Kıncılar
Kın, kılıcın kullanılmadığı zamanlarda içinde korunduğu zarftır. Osmanlı Türkçesi’nde Arapça “gılâf” (kılıf) sözcüğü de kullanılır (15). Kılıcı dış etkilerden korur ve her kılıç daima kınında taşınır. Kınlar, kabzanın –balçak altında kalan– bitiş noktasından namlu ucuna kadar olan uzunlukta olur. Her kılıç için özel olarak ve genellikle gürgen ağacından yapılır. Evliya Çelebi (1611-1682) o dönemde İstanbul’daki kıncılar esnafının 300 dükkân ve 600 çalışandan oluştuğunu yazmıştır. Osmanlı Türkçesi’nde kın ustasına “niyâmger” (kın yapan) denir. Niyâmgerân (kıncılar) kılıç ustalarından ayrı, başka bir cemaat oluşturur; esnaf birlikleri ve atelyeleri ayrıdır. Kılıç tahtasının üzeri çoğu kez sahtiyan veya meşin deriyle (16), kimileyin –genellikle kırmızı veya mor renkli– kadife kumaş veya gümüşle kaplanır. Bu işleme “kın bağlamak” (17) denir. Önce kılıca “kıl oynatmaz” denilen tarzda bir tahta kılıf yapılır; üstüne sığır sağrısından bir deri kaplanır ve derinin iki ucu “sırım”la gerdirilerek (18) boydan boya gümüşten yassı bir şeritle birleştirilir. Günümüzde bu dikişi yapacak usta kalmamıştır. Kının ağızlık (kılıcın girdiği yer), çamurluk (pabuç da denilen kının uç kısmı), askı halkaları ile bilezikleri demir, pirinç veya gümüşten olur. Çok süslü, dahası “murassa” (değerli taşlarla bezeli) olanlarına da rastlanır. Eğri kılıçlarda kının ağızlık tarafının içbükey kenarı, kılıcın kolayca girebilmesi için, üst bileziğe kadar (yaklaşık 18-20 cm) yarık olarak yapılır. Kın kılıçla aynı döneme ait olmayıp –çürüdüğü için– daha yakın bir zamanda yapılmış olabilir. Kılıç kınından çıkarıldığında, kın belde asılı kalır.
Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan kimi kılıçların kınları üzerinde usta damgasına rastlanır. Bunlar arasında İbrahim Usta (19. yüzyıl), Zülfikar (Prizren, 19. yüzyıl), Tosun adları okunabilmektedir. Ayrıca Topkapı Sarayı Müzesi arşivindeki kayıtlarda 16. yüzyılda Muslihiddin (Mihalıç), Davud (Bosna), Ali (Bosna), Yahya-i Rum, Hasan (Bosna), Mehmed (Nemçe), Ali bin Mustafa, İskender (Bosna), Mustafa (Mihalıç), Mustafa Abdullah, Yusuf (Çerkes); 17. yüzyılda Yusuf Karagöz, Ali Mustafa, Mustafa Abdullah, Mehmed Abdullah (Bağdad), Keyvan Abdullah, Mustafa Mehmed, Mahmud Mehmed, Cafer Abdullah, Süleyman Abdullah, Yusuf Abdullah, Bâlî (Tolci), Kaasım Süleyman, Ali Abdullah, Bâlî Kurt, Ali Yusuf, Yusuf Mustafa, Hızır Abdullah, Yani zimmî, Mehmed Abdullah, Recep Ahmed, Mustafa Kaasım, Bâlî Ahmed ve 18. yüzyılda El-hâc Mehmed veled-i İbrahim gibi usta adlarına rastlanmaktadır.

  Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir düz kılıç (TSM envanter no 21/134)
Mukaddes Emanetler arasında bulunan, ikinci halife “Ömer bin Hattab”ın (591-644) iki ağızlı kılıcı 97,5 cm uzunluğunda, düz ve kınsız olarak 850 gram ağırlığındadır. Namlu genişliği orta bölümde 4,5 cm’dir. Uzunluğu 13,5 cm olan siyah deri kaplı, altın başlı kabza üzerinde –bolluk ve bereket simgesi olan– stilize edilmiş bir balık amblemi yer alır. Balçağı demirdendir. Siyah deri kaplı kının ağızlığı, çamurluğu ve bilezikleri altındandır.
Osmanlı padişahları tahta çıkışlarında yapılan kılıç alayı törenlerinde çoklukla Hz. Ömer’in kılıçlarından birini kuşanmışlardır.
Namlu Yapımı
Namlular “kılıç beyzesi” veya “kılıç yumurtası” (19) adı verilen ve çapı 5-8 cm, yüksekliği 8-12 cm olan çok kaliteli ve özel olarak hazırlanmış silindirik demir külçelerin tavlanıp (ısıtılıp) dövülerek uzatılmasıyla oluşturulur (20). Bu külçeler, çeliklerinin kalitesi denenerek saptanmış yörelerden sağlanmaktadır. Topkapı Müzesi arşiv kayıtlarında “Karataban demirli, Karahorasan demirli, Eski İstanbul demirli, Diyarbakır demirli, Eski Şam demirli, Dimişkî (Şam) demirli, Mısrî demirli, Horasan demirli, Kirmânî (21) demirli, Acem demirli, Seyhânî demirli, Hindî demirli, Çintiyan (22) demirli, Frengî demirli” kılıçlara rastlanmaktadır.

   Bir eğri kılıç
Safevî şemşirleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da görülmeye başlar. Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) İran seferi sonrasında Safevî şemşirleriyle Osmanlı kılıçları arasında –kısmî de olsa– karşılıklı bir etkileşim olduğundan söz edilebilir. Benzer şekilde Yavuz’un Mısır seferi sonrasında Osmanlı kılıçları Memlûkî kılıçlarından da bir ölçüde etkilenmiştir. Memlûk ve Türk kılıçlarında genellikle kan oluğu bulunduğu halde, Safevî şemşirlerinde kan oluğuna rastlanmaz.
Resimdeki kılıç 18. yüzyıl ürünü olup kınsız ağırlığı 750 gramdır. Namlu boyu 85 cm, kabza uzunluğu 12,5 cm, altın kakma desenlerle bezeli balçak boyu 12 cm ve kılıcın ağırlık merkezinin kabzaya olan uzaklığı 21 cm’dir. Düz kısımda genişliği 2,85 cm olan namlu, uca doğru giderek incelmektedir. Sırt kalınlığı düz kısımda 4 mm’dir. Kabzası boynuzdan yapılmıştır. Tek ağızlı ve oluksuz namlusunun yüzeyi menevişlidir. Kılıcın uç doğrultusu, ana doğrultusuyla yaklaşık 45 derece açı yapmaktadır. Siyah deri kaplı kının ağırlığı 480 gramdır; eni dıştan dışa 4,5 cm, boyu uçtan uca 88 cm’dir. Bilezikleri ve çamurluğu demirdendir.
Resimlerde kılıç kını içinde, kınıyla yan yana ve sırtı üzerinde dengede bulunurken görülüyor.

Evliya Çelebi (1611-1682) ünlü Seyahatnâme’sinde İstanbul’daki maden yataklarından söz ederken “Tophane kasabası ensesinde Galata Sarayı diye bilinen padişah sarayının altında ‘Eski İstanbul’ nâmıyla anılan bir demir madeni bulunduğu”ndan söz etmekte ve şunları yazmaktadır :
“Dünya üzerinde ‘Eski İstanbul demiri’ diye ün yapmıştır. Ayasofya’nın bütün demir ihtiyacı bu demir madeninden sağlanmıştır. Sultan Bâyezîd-i Velî zamanına dek buradan pek bol demir çıkartılmakta idi. Padişahın gelip gittikçe âb ü havâsından hoşlanıp buraya hastane, medrese ve daha sonra saray yaptırmasıyla maden kullanılmaz hâle gelmiştir.
Sultan 2.Osman (1618-1622) döneminde Kurşunlu Mahzen (23) ile Top Kapısı arasında ‘Dimişkîhâne’ (kılıçhane) işyeri vardı. Fâtih söz konusu madenden demir çıkartıp kendisinin bina ettirdiği bu dimişkîhânede usta kılıççılara çeşitli tarz kılıçlar yaptırırdı. Sultan 4.Murad’ın (1623-1640) kılıççıbaşısı Sağır Davud’un ustası Mustafa burada çalışırdı. Kale dışında, deniz kenarında büyük bir işyeri idi. Daha sonra Sultan İbrahim (1640-1648) döneminde Kara Mustafa Paşa’nın şehit edildiği yıl (1644) terk edildi” (24).

  Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir eğri kılıç (TSM envanter no : 1/487)
Sultan 2. Osman’ın (1618-1622) düz gümüş balçaklı kılıcının namlusu eğri ve oluksuzdur. Siyah meşin kaplı kının ağızlık, bilezik ve çamurluğu gümüştendir. 86 cm uzunluğundaki kılıcın boynuzdan yapılmış kabzası dönemine ait olmayıp daha sonra yenilenmiştir. Namlusu üzerinde madalyon içinde sülüs yazıyla Saf Sûresi’nin 13.âyetinden “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb ve beşşir-il mûminîn yâ Muhammed” (Allah katından yardım ve yakın bir zafer vardır, Muhammed bunu inananlara müjdele) cümlesi ile kılıcın Genç Osman’a ait olduğunu anlatan, onu öven ve ona hayır duada bulunan altın kakma yazılar vardır.
    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir burmalı kılıç (TSM envanter no : 1/93)
Sultan 2. Bâyezid’in (1481-1512) 106,5 cm uzunluğundaki kılıcının kabza başı ve balçağı altın kakma bitkisel desenlerle bezelidir. Kabza ve balçak tek parça demirden şekillendirilmiştir. Kabzası hafifçe eğimli ve yassıdır. 90 cm uzunluğundaki iki ağızlı namlunun kabzadan itibaren 12 cm’lik kısmı düz, sonrası yılankavîdir (yıldırım ağızlı). Dörtlü kan oluğu ağızlara paralel bir şekilde uca kadar uzanır. Namlunun düz kısmının bir yüzünde altın kakma yazıyla “Es-sultân-ül kâmil ve-l melik-ül âdil Bâyezid Han bin Mehmed Han, azze nasruhu” (Mehmed Han oğlu, adaletli ve yetkin padişah Bâyezid Han, zaferi şerefli olsun) cümlesi, öteki yüzünde madalyon içinde stilize bir besmele yazılıdır.


Kılıç üretilen yere dimişkîhâne denilmesi, en iyi kılıçların Arapça adı Dimişk olan Şam’da yapılmasından ve bunların çok ünlü olmasından ileri gelmektedir. Döve döve şekillendirilen namlu demiri önce eğelenir, sonra çeşitli incelikte zımpara tozlarıyla zımparalanarak kaba parlatması yapılır. Daha sonra da üzerine bakır ve kurşundan yapılmış ve suyla ıslatılmış çok ince zımpara tozu dökülerek, döner çarkla ince parlatması yapılır.
Namlu üretiminde ikinci önemli husus, demirine su verilerek yapılan soğutma işlemidir. “Su verme”, demirin soğutulması sırasında oluşan kristalleşmeye atfen kullanılan bir deyimdir. Demir bu işlemle çelikleşir. Kristalleşme olgusu kısmen demir cevherinin tipine, kısmen de çeliği ısıtmada kullanılan odun kömürü türüne bağlı görünmektedir. Çeliğe az su verilirse kılıç kolayca eğrilir ve keskinliğini koruyamaz. Çok su verilirse de kırılgan olur. Kılıçların özellikle uçtan itibaren iki karışlık kısmının çok keskin olması istenmektedir. Su verme reçeteleri (formülleri), kılıç ustalarının sırrıdır. Bu nedenle kayda geçirilmemiş, ustanın ölümüyle bilinmez hâle gelmiştir. Bununla birlikte Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1592-1644) “Kavsnâme” (Yay kitabı) (25) adlı eserinde bir su reçetesi vermektedir (Köşeli parantez içindeki ifadeler tarafımızca eklenmiştir) :
“….Sana temrenlere (26) yâhud kılıç yâhud bıçak[lara] su vermek için bir su [reçetesi] yazdım ki köhnî (eski) zamânında çıkarmışlar ve kimyâ gibi saklamışlar. Bu âna gelince ne bir kılıççıda var, ne bir temrencide vardır. Ben dahî duyurmaz idim, gayet gizlidir. Âşikâre eyledim [ki] beni hayır du’âdan unutmayasız. Kendim [de] tecrübe eyledim…. [Aşağıdaki maddeleri bir kapta iyice karıştırıp hamur ettikten sonra] şişeye koyup 40 gün [şişeyle] güneşte dursun. Sonra şişeyi âteş üzerine koyup [içindekini] inbik ile taktîr edesin (damıtasın). Arakî (ter) gibi damla damla inip olup, pek (sıkı) saklayasın. 1 vukiyyesi (1 okka = 1283 gram) bir kılıca su vermeye yeter [ve] 1 vukiyyesi 1000 altın değeriçün değer. Bir sert Dimişkî demirde bu sudan su ver, pekliği (dayanıklılığı) yerinde örsü keser, kırılmaz…. Ve her ne denli usûllü ‘cebe’ye (zırh) ursan iki pâre (parça) eder. Sâhipkırân (hükümdar) kılıçları ve sahâbe-i güzîn (Hz. Peygamber’in seçkin arkadaşları) kılıçları bu su ile sulanmışdır…. Bilmiş ol, gayet saykalî (cilâcı [keskinliği koruyucu]) sudur. Her kim takayyüd edip (iş edinip) çıkarır ise, bu bendelerine du’â eylemek mukarrerdir (herhalde bana dua eder). Mezbûr (sözü edilen) suyun matlûb olan eczâ beyân eder (aranılan bileşenleri şöyledir) :
1 okka Sönmeden (sönmemiş) kireç (Kalsiyum oksit)
1 “ Pelid ağacın (Bir tür meşe ağacı) külü
0,5 “ Bûrak-ül Ermenî (Doğal soda)
0,5 “ Zengâ[r] (Bakır pası [oksidi], bakır çalığı)
0,5 “ Sarı zırnıh (Doğal arsenik sülfür)
1 “ Yaban soğanın suyu
1 “ Turp suyu
1 “ Katran (Katran ağacının kök ve gövde parçalarının yakılmasıyla elde edilen koyu
renkli, reçineli kıvamlı sıvı)….”


Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir çatallı kılıç (TSM envanter no : 1/215)
            “Murad ibn-i Süleyman”a atfedilen Memluk kılıcı 15. yüzyıl ürünüdür. Düz ve iki ağızlı namlusunun ucu çatallıdır (zülfikaar ağızlı). Tam uzunluğu 95 cm, namlu boyu 88 cm’dir. Kabza ve balçağı eksiktir. Namlusunun kabza tarafının bir yüzünde –Arapça olarak– Hz. Peygamber’in “Kılıçlar cennetin anahtarıdır” hadisi, öbür yüzünde kelime-i tevhid ve “Amel-i Ahmed el-Mısrî” (Ahmed el-Mısrî işi) usta damgası vardır.

Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir meç (TSM envanter no : 1/74)
            Meçler uzun ve dar gövdeleriyle kesici olmaktan çok delici silahlardır. Hazine kayıtlarında “meç kılıcı” ve “şiş” olarak da geçer. Namluları ensizdir; tek veya çift ağızlı olabilir. Osmanlı kılıçları arasında sayıları çok azdır.
            Kanûnî’nin (1520-1566) meçi 72,5 cm uzunluğundadır. Uca doğru giderek sivrilen düz ve tek ağızlı namlusunun bir yüzünde boydan boya altın kakma zarif desenler, öbür yüzünde sülüs yazıyla Karahisârî (1469?-1556) hattı besmele, Talâk Sûresi’nin 2. âyetinin son bölümü ile 3. âyeti, Arapça bir dörtlük ve uca doğru “Kostantıniyye’de (İstanbul) Hicrî 938’de (Milâdî 1531/32) Selim Han oğlu Süleyman Han için yapıldığı” yazılıdır. Yuvarlak kını ağaçtan yapılmış olup üzerine

Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir yatağan (TSM envanter no : 1/2871)
            Belde, kuşağın içine sokularak veya deriden yapılmış silahlığın içine yatık olarak konularak taşınan yatağanlar Türklere özgü bir tür kılıçtır. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmeye başlar. 19. yüzyıl sonuna değin kullanılmıştır. Kısa, enli, hafifçe eğri ve ucu sivri olan namlusunun  –kılıcın tersine– içbükey tarafı keskindir. Yeniçerilerin ve leventlerin kullandığı yatağanların boyları 50-80 cm’dir. Kabzaları genellikle kemik veya fildişinden yapılır. Kabza başları –hamle sırasında yatağanın elden çıkmasını önlemek için– yanlara açılmış iki büyük kulak biçiminde yapılır. Bu nedenle halk arasında “kulaklı” diye de anılırlar. Yatağanlar başta –günümüzde Denizli’nin Serinhisar ilçesine bağlı– Yatağan beldesi olmak üzere İstanbul, Bursa ve Filibe’de çokça üretilmiştir.
            Resimdeki örnek 67 cm uzunluğunda olup kabzası da demirdendir ve –kını dahil– bütünüyle altın kakma desen ve yazılarla bezenmiştir. Yüzün bir ucunda “Amel-i İbrâhim, sene 1223” (İbrahim işi, yıl Milâdî 1808) usta adı ve yapım tarihi yazılıdır.







Makalenin devamı için tıklayınız