TÜFEK İCÂD OLDU
MERTLİK BOZULDU
EĞRİ KILIÇ KINDA
PASLANMALIDIR – Köroğlu
Kılıç
ve Sosyal Yaşam
Kılıç
sözcüğü Türkçe’dir; kılınç olarak da yazılır ve söylenir. Osmanlı Türkçesi’nde
Arapça “seyf” ile Farsça “tîg” ve “şemşîr” sözcükleri de kullanılır. Kılıç,
Seyfî (kılıçlı, kılıç gibi), Seyfullah (Allah’ın kılıcı) ve Seyfeddin (Dinin
kılıcı) sözcükleri Türkçe’de erkek adı olarak kullanılmıştır. Türkçe’de kılıca
ilişkin pek çok atasözü vardır (1).
Kılıç
yatağan, pala (gaddâre), meç, hançer, kama ve bıçak (varsak) türünden kesici
silahların en büyüğüdür. Genellikle belde, belden aşağı sarkıtılarak taşınır.
Kılıç takılan kayış kemere “kılıç bağı” denir.
Türkler
yüzyıllar boyunca uzun menzilli silah olarak ok, kısa menzilli silah olarak
kılıca itibar etmişlerdir. Babur Şah “Vekayi” (Olaylar) adlı anı kitabında
bunun nedenini şöyle açıklar : “Küçük Han dayım garip tavırlı bir adamdı.
Kılıcına çok hâkim ve cesurdu. Silahlardan en ziyade kılıca itibar ederdi.
‘Dilli topuz, topuz, küçük topuz, aybalta (2) ve baltadan biri
isabet ederse, ancak bir yere tesir eder; eğer kılıç isabet ederse, baştan
ayağa kadar keser’ derdi. Keskin kılıcını hiçbir zaman yanından ayırmazdı; ya
belinde yahut elinde taşırdı” (3).
Gerçekten
de yaralayıcı silahların en kesicisi kılıçtır. Hem yaya olarak hem at üstünde
kullanılır. Ateşli silahların olmadığı dönemlerde –yakın dövüş için–
savaşçıların en sadık ve vazgeçilmez dostu olmuştur. Türk kavimleri arasında
kılıcın herhangi bir savaş aracından çok daha önemli bir yeri vardır. Kutsal
sayıldığı için –şamanist dönemden kalma bir gelenekle– ant içme törenlerinde
kılıç kullanılmış, kılıç üzerine yemin edilmiştir. Dede Korkud hikâyelerinde
öykü kahramanları şu işi yapmazsam “Kılıcıma doğranayım …” diye ant
içerler. Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) Galata Hıristiyanlarına verdiği bir
ahitnâmede kutsal saydığı kimi şeylerin yanında “… kuşandığım kılıç aşkına
yemin ederim ki …” diyerek kılıcı üstüne de ant içmektedir.. Hz. Muhammed
de bir hadisinde “El-cenne tahte zılâl-is süyûf” (Cennet kılıçların
gölgeleri altındadır) ve bir başka hadisinde “Es-süyûf(u) miftâh-ül cenne”
(Kılıçlar cennetin anahtarıdır) buyurmuştur.
Türklerde
kılıç aynı zamanda egemenlik simgesidir. Osmanlı padişahları tahta
çıktıklarında, genel biat töreninden sonra, egemenlik göstergesi olarak
–çoklukla 2-7 gün içinde– bir “kılıç alayı” yapılırdı (4). Örneğin Fâtih,
Akşemseddin (1389-1459) eliyle kılıç kuşanmıştır. Yavuz Sultan Selim
(1512-1520) döneminden başlayarak kılıç alayı İstanbul’da Eyüpsultan
Türbesi’nde yapılmıştır. Padişahlara genellikle şeyhülislâmlar ve
nakibüleşraflar kılıç kuşatırdı. Bu dinî ve askerî törende, padişahın arzusuna
göre, saraydaki kutsal emânetler arasında bulunan kılıçlardan biri “teberrüken”
(uğur sayarak) kuşanılırdı. Eskilerde bu kılıç kuşanma töreni “taklîd-i
seyf” veya “takallüd-i şemşîr” (kılıç takınma) olarak anılırdı.
Osmanlı
İmparatorluğu’nda cuma hutbesi için minbere çıkan hatibin kılıç kuşanması bir
gelenekti ve bağımsızlık simgesi olarak yorumlanırdı.
Eski
Türklerde birçok beye “Kılıç” adı verilmiş, böylece onların hanlıkları
döneminde kılıç gibi kesip atan, keskin kararlı bir hakan olması dilenmiştir.
Kılıç aynı zamanda bir şeref simgesidir. Hükümdarlar birbirlerine ve başarılı
komutanlarına kılıç hediye etmişler, dahası bu kılıcı onurlandırdıkları kişinin
beline kimi zaman kendi elleriyle bağlamışlardır.
Günümüzde
Bursa yöresine mal edilmiş “kılıç-kalkan oyunu”nun, geçmiş tarihimizde
yüzyıllar boyunca kılıçla yapılan savaşların oyun biçiminde devamı olduğu
kuşkusuzdur. Bu oyun Türk halk dansları içinde müziksiz oynanan tek oyundur.
Yalnız erkekler tarafından karşılıklı iki sıra halinde oynanır. Ve Orhan
Gazi’nin (1324-1360) Bursa’yı fetih savaşını temsil ettiği şeklinde yorumlanır.
Osmanlı
kılıç sanayii, Osmanlı’da sayı olarak en çok kılıç kullanan zümre yeniçeriler
olmakla, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra giderek önemini
yitirmiş; ordudaki yerini süngü almış, kişisel korunma aracı olarak da tabanca
yeğlenir olmuştur.
Kılıç
Eğitimi
İyi kılıç çalmak (5) çok çalışma, deneyim
ve “idman” (antrenman) gerektiren bir iştir. Emîr Hâcib Âşık Timûr “Umde-tül
Mülûk” (Hükümdarların Temel İlkeleri) adlı kitabında (6) “kılıç ta’lîmi”ne
(öğrenimine, eğitimine) ilişkin şunları yazmaktadır :
“Kılıçla
vurmayı öğrenmek isteyen kişi, piyade (yaya) ise piyadenin boyunda,
süvari (atlı) ise süvarinin yüksekliğinde bir kamışı toprağa sağlamca
diker. Sonra bu kamış sağ tarafında kalacak şekilde, uzakça bir mesafeye gidip
oradan atını dörtnala koşturur ve yaklaşınca kamışı kılıcıyla keser. Her
defasında bir karış kesmek suretiyle kamışın boyu 1 arşın (75 cm)
kalıncaya kadar bu hareketi tekrarlar. Kamışı kılıçla biçmekte tam bir ustalık
kazanınca 5 tane ok alınır ve yine süvarinin sağına gelecek şekilde 10’ar arşın
(7,50 m) aralıkla yere sağlamca dikilir. Süvari atını hızla koştururken
bu okları yelelerinin birer parmak aşağısından düzgün olarak keser. Bu işte de
tam bir beceri kazanınca, iki sıra halinde ve 10’ar arşın (7,50 m)
arayla 10 tane ok dikilir. İki sıra arasından atı dörtnala koştururken oklar
sağlı sollu biçilir”.
Osmanlı’da
kılıç eğitiminin bir yolu da “matrak oyunu”dur. Matrak, sol ele kalkan yerine
küçük bir yastık, sağ ele kılıç yerine “matrak” olarak anılan –üstü post
kaplanmış– kalın bir sopa alınarak yapılır. Karşı karşıya gelen iki oyuncu –her
türlü olasılığı dikkate alarak– hamle yapar, geri çekilir, vuruşur ve birbirine
çeşitli darbeler indirir. Kimi zaman özel “darb indirme” eğitimi de yapılır.
Örneğin, derisi sertleşmiş ölü bir devenin ayağı bir vuruşta kesilir; üzerine
10-30 kat demir tel sarılmış ıslak keçeler bir vuruşta ikiye ayrılır veya bir
koyunun başı tek vuruşta koparılır.
Türk
kılıcı kullanan kişiyi yormaz, ama onu kullanmak büyük beceri ve bilgi ister.
Büyük, ağır, iki ağızlı ve düz Batı kılıçlarında kol kuvveti ve darbe etkisi
önem kazanırken, tek ağızlı, eğri ve hafif Doğu kılıçlarında dairesel bilek
hareketi ön plana çıkar. Düz kılıcın etkisi isabet ettiği yerle sınırlıdır.
Oysa eğri kılıç geri çekerken de etkili olur ve çok daha uzun kesik ve yaralar
açar.
Osmanlı
kılıçları narin olmakla birlikte, kullanımında meleke kazanmış birinin elinde
namlusu kırılmaz, ağzı körlenmez, vurduğu zırhı ve miğferi ikiye bölecek denli
etkili olur. Osmanlı’yla yapılan süvari muharebelerinde ufak tefek yaralardan
nâdiren söz edilmesi bu nedenledir. Ancak, dikkatsizce kullanılırsa elbet
kırılabilir. Yeniçerilere her şeyden önce eğri kılıç kullanmak öğretilirdi.
Kılıcın
Ana Öğeleri
Bir Osmanlı kılıcının ana öğeleri
Kabza
: Kılıcın kullanımı sırasında elle tutulan parçasıdır. Esasen Arapça “kabz”
sözcüğü “elle tutma, kavrama” demektir. Düz kabzalar namlu doğrultusunda
bulunur. Eğri kabzalar namlu doğrultusuyla bir açı oluşturacak şekilde
eğridir. Yarım eğri kabzalarda ise alt kenar namlu doğrultusundadır, üst kenar
namluyla açı oluşturacak şekilde eğridir. Eğri kabzalar, 13. yüzyıldan itibaren
görülmeye başlanır.
Namlunun
kabza içinde kalan kısmına “kabza yolu” denir. Kabza buraya gümüş perçinlerle
tutturulur. Kabzalar kesit olarak yuvarlak, oval, köşeleri yuvarlatılmış
dikdörtgen biçiminde veya altı yada sekiz köşeli olur. Böylelikle elle
tutulması daha rahat olur. Baş taraflarında, kabzanın elden kaymasına engel
oluşturan, çıkıntılı veya topuz şeklinde yuvarlak “kabza başı” vardır. Az da
olsa hayvan başı –özellikle ejder ağzı– biçiminde olanlar da vardır. Kimi kabza
başlarının ortasında kılıcı bileğe takmak veya bir yere asabilmek için bir “ip
deliği” bulunur.
Kabzalar
abanoz, sakızağacı ve sandalağacı gibi sert ağaçlardan, yeşim ve akik gibi yarı
değerli taşlardan, fildişi, boynuz, kemik ve balıkdişi gibi hayvansal veya
demir ve gümüş gibi madensel gereçlerden yapılır. 11 Rebi’ulevvel 1139
(6.11.1726) tarihli bir mahkeme kararında, işlenen kılıçların kabzaları boyama
ağaçtan yapılmayıp “abanoz ve sakız ve yenidünya ve sandal ağaçlarından ve
balık ve fil dişinden olup kat’â [asla] boyalı kalp (hileli)
ağaçtan işlenmemesi” i’lâm olunmaktadır (7). Ağaçtan yapılan kabzaların
kimilerinin üzeri ince deriyle kaplanır. Tahta kabzalar zamanla çürüdüğünden,
kimi kılıçlar, kabzaları yenisiyle değiştirilmiş olarak günümüze
ulaşabilmiştir. Kabza, kılıcın en çok süslenen bölümüdür. Zümrüt, yakut, elmas
gibi değerli taşlarla bezenmişleri “murassa” olarak anılır.
Eski
kayıtlarda “yarma abanoz kabza, yarma balıkdişi kabza, yeşim yarma tûtî (papağan)
burnu kabza, tûtî burnu balıkdişi kabza, yarma yeşim Kürdî kabza, Süleymânî
kabza, badem som (balıkdişi) kabza”, –beyaz veya siyah–
kemik kabza, eblak (alaca) boynuz kabza, gümüş sarma kabza, güderi
sarılmış kabza gibi ayırt edici adlara rastlanmaktadır.
Sultan 1.
Mahmud (1730-1754) döneminde Enderûn’da (8) yetişmiş Dilsiz Ali adlı ustanın, balıkdişi
ve fildişinden yaptığı kılıç ve pala kabzalarının pek beğenildiği ve işlerine “Dilsizkârî”
dendiği bilinmektedir.
Balçak
: Kabzanın namluyla birleştiği yerde yer alan ve kılıç tutan eli hasmın
kılıç darbesinden koruyan bir siperliktir. Haç biçimindeki balçakların namlu
doğrultusuna dik uzun çıkıntılarına “kabza kolu” denir. Kolları düz olan (15.
yüzyıl üslûbu), kolları düz ve kol başları yuvarlak olan (16. ve 17. yüzyıl
üslûbu) ve kolları namluya doğru kıvrık olan (18. ve 19. yüzyıl üslûbu)
balçaklar vardır. Nâdir de olsa kollarından biri aşağı, biri yukarı bakan
balçaklara da rastlanır. Namlu doğrultusundaki iki kısa çıkıntısından biri
kabzaya, öteki kının ağızlığına geçecek biçimde yapılmıştır. Balçaklar genelde
demirden yapılır; kimilerinin üzeri altın kakma desenlerle süslenir ki bunlara
“zer-nişânî” denir.
Namlu
: Kılıcın bedeni, ilk yapıldığı zamana ait ana gövdesidir. Kılıcın
birçok bölümü zaman içinde değiştirilebildiği halde, namlusu hiçbir zaman atılmaz.
Namlu kesme ve delme işlevini yerine getirir. Bu bölüme “taban”, “demren” ve
“timur” (demir) dendiği de olur.
Namlu
biçimine göre kılıçlar “düz kılıç”, “eğri kılıç”, “burmalı kılıç” ve “çatallı
kılıç” gibi adlar alır.
· Düz kılıçlar çoklukla “çift ağızlı”
olur; namluları doğrusaldır. Osmanlı kılıçları arasında düz kılıç pek azdır.
· Eğri kılıçların, İranlıların “şemşîr”
(arslan tırnağı) adını verdikleri (9) türü “tek ağızlı” olur. Bu kılıçlarda namlu
–eğri bölümün başlangıcından itibaren– uca doğru giderek incelir.
· Orta Asya kökenli Türk eğri kılıçları
tek ağızlı olmakla birlikte, namlu sırtının kılıç ucundan itibaren yaklaşık
üçte birlik bölümü de “kılağılı”dır (kılı kesecek kadar keskin). Bu iki ağızlı
bölümün başladığı noktaya “mahmuz” denir ki namlunun en geniş yeri çoğu kez
burasıdır. Mahmuzdan hemen önce eni biraz azalan namlu, balçağa kadar aynı
genişliği korur. Bu noktadan itibaren –ters yönde– uca yaklaştıkça sivrileşir.
Hamle yaparken ve geri çekerken kılıcın iki tarafının da keskin olması tahrip
gücünü artırır. Sırtın uç bölümünün keskin olması –kılıcı çevirmeden– ufak bir
bilek hareketiyle sonuç almayı mümkün kılar. Üstelik içbükey ağız, geri
çekerken kılıcın gittikçe daha derine dalmasına neden olur. Hem beklenmedik bir
hızla uygulanabilmesi hem de rakip tarafından öngörülmesindeki güçlük
nedeniyle, bu “ters kesme” hamlesi önemli bir saldırı üstünlüğü sağlamaktadır.
At üstünde yapılan dövüşlerde yalnızca süvari değil, onun atı da hedef alınır.
Namlu
boyunca uzanan yivlere “kan oluğu” denir. Namlu üzerinde kimi zaman bir,
kimileyin iki kan oluğu bulunur; ancak kan oluğu olmayanları da vardır. Kanın
sızması için açılan kan olukları, kılıcın ağırlığını da azaltır. Türk kılıcı
16. yüzyıl başlarında estetik ve performans olarak en yüksek düzeye ulaşmıştır.
· Burmalı kılıçların namluları
yılankavîdir. Bu kılıçlar “yıldırım ağızlı” diye de anılmaktadır. Bu yılankavî
namlu düz veya eğri olabilir.
· Çatallı kılıçların namluları,
eğriliğin başladığı noktadan itibaren (kılıç boyunun yaklaşık üçte birlik
bölümünde) iki gövdeli olur (10). Bu kılıçların namluları tek ağızlıdır. Hz. Ali’nin
kılıcı “Zülfikaar” bu türdendir. “Lâ feta illâ Alî, lâ seyfe illâ Zülfikaar”
(Ali’den başka yiğit, Zülfikaar’dan başka kılıç yoktur) denilmiştir. Çatal uçlu
kılıçların pratikte etkili bir silah olmadığı, ancak bu İslâmî inancı sürdürmek
amacıyla yapıldığı söylenebilir.
Kılıç
savaşında “saplama”, göğüs göğüse mücadelenin temel hamlesi değildir. Çünkü
doğrudan yaşamsal bir organı hedefleyen hamle sırasında karşı darbe alma riski
artar. Esas amaç, rakibi karşı darbe almadan etkisizleştirmektir. Rakibin kol
ve bacaklarını hedef alan “kesme” ve “yarma” hamlelerinin üstünlüğü burada
ortaya çıkar. Eğri namlular, bu gereksinme sonucu daha iyi kesme sağlamak
amacıyla geliştirilmiştir. Eğri kılıcın hedefe belirli bir açıyla vurması,
kılıcın kesme etkinliğini artırmaktadır.
Namlunun
iki yanının ağız yönünde yaptığı açı “kama açısı” olarak tanımlanır. Kama açısı
küçüldükçe, namlunun hedefteki ilerleyişi kolaylaşacağından, kılıcın kesme
kabiliyeti (11) artar ve namlusu
daha hafif olur (12). Ama, bu daha ince
bir namlu anlamına geldiğinden, kılıcın dayanıklılığı azalır. Demek ki kılıç
üretiminde, namlunun kesiciliği (inceliği) ile dayanıklılığı arasında bir denge
kurulması söz konusudur. İşte eğri kılıç bu dengenin oluşumunda incelik lehine
avantaj sağlar. Çarpma noktasında hedefe yöneliş açısını küçülttüğünden, aynı
kesme etkinliğini sağlayan düz namlulu bir kılıca göre daha ince yapılması
olanaklı hâle gelir. Ayrıca, eğri namlu çarpma ânından sonra da hareketini
sürdürür, dolayısıyle daha uzun ve daha derin yaralar açar.
Namlu
üzerindeki altın kakma süslemelerde “Âyet-ül Kürsî” gibi, “İnnâ
fetahnâ leke feth(an) mubîn(an)” (Muhakkak ki sana apaçık bir zafer
sağladık) ve “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb” (Allah katından bize
yardım ve yakın bir zafer vardır) gibi kimi kısa âyetler, kimi hadis ve dualar,
kelime-i tevhid, Dört Halife’nin adları, besmele, “Ashâb-ı Kehf” (Yedi
Uyurlar) adları, Mühr-i Süleyman ve Beduh (13) gibi çeşitli tılsım
simgeleri, sahibinin yaşam felsefesini yansıtan kimi mısra ve beyitler (14) ve stilize bitki
desenlerine rastlanır. Kimilerinde kılıcı yapan ustanın adı ve damgası ile
kılıç sahibine ait isim ve monogramlar da yer alır. Bu yazıların usta bir hattata
yazdırılmasına özen gösterilir. Kabza ve kın süslemelerinde nakkaş ve
kuyumculardan destek alınır.
Günümüze
ulaşabilen ilk Osmanlı kılıçları Fâtih (1451-1481) dönemine aittir. Topkapı
Sarayı Müzesi ve Askerî Müze’de bulunan daha eskiye ait kılıçlar, çeşitli
uluslara ait İslâm kılıçlarıdır. “Süyûf-i mübâreke” (Kutsal kılıçlar) olarak
anılan Hz. Muhammed ve Dört Halife döneminden intikal eden kılıçların otantik
olduğu konusu kuşkuludur. Emevî, Abbâsî, Eyyûbî, Memlûkî, Kuzey Afrika ve İran
kılıçları, dönemlerinin en zengin koleksiyonlarını oluştururlar.
Fâtih
döneminde ileri düzeyde biçimlenmiş olan Osmanlı kılıç formunun 16. yüzyılda
esas formunu bulduğu ve bunun 18. yüzyıl sonlarına değin sürdüğü görülür. 19.
yüzyıl yapımı kılıçlarda az da olsa Avrupa etkisi görülmektedir. Bu etki
–bezemelerde olduğu kadar– kabza, balçak ve namlu biçimlerinde de kendini
göstermektedir.
Eğri
Namlunun Matematiği
Düz kılıç, Eğri kılıç, Darbeye
maruz kalan kesitler
Şekildeki
düz kılıcın, kesit ölçüleri değiştirilmeksizin eğri kılıç haline getirildiğini
varsayalım. Düz kılıç A noktasında, eğri kılıç da yine A
noktasında bulunan bir noktaya düşey doğrultuda bir F kuvvetiyle
vurulmuş olsun. Anlatım kolaylığı açısından düz kılıç kesitinin BC
boyunca dikdörtgen, AC boyunca da ona oturan bir üçgen olduğunu kabul
edelim. Düz kılıcın darbeye maruz kalan kesiti şekildeki sarı renkli alandır.
Eğri kılıçta ise darbeye maruz kalan kesit AC¢B¢ doğrultusunda oluşmakta ve sağdaki şekilde kesik
çizgilerle gösterilen alana dönüşmektedir. Matematiksel olarak eğri kılıcın A
darbe noktasındaki eğim açısı α = B¢AB açısıdır. ABB¢ üçgeninin B¢BA açısının dik açı olduğu kabul
edilebilir. Bu takdirde AC¢
= AC/cos α ve AB¢
= AB/ cos α eşitlikleri yazılabilir. Örneğin α =
30° için AC¢ = 1,155 AC ve AB¢ = 1,155 AB olur. Namlu
kalınlığı değişmediği için kesit alanının da bu oranda arttığı kabul
edilebilir. Sonuç olarak aynı kesitteki eğri kılıcın, aynı darbe kuvveti için
kesit alanı % 15,5 büyümekte, ama b
kama açısı aynı oranda küçülmektedir.
Tabii
arzu edilen, namlu boyunca dayanıklılığın aynı kalmasıdır. Bu nedenle eğimin
başladığı noktadan itibaren –daha az kesit yeterli olduğu için– namlu giderek
inceltilmektedir. Bunun sonucu olarak da
1. Aynı etkinliğe sahip
daha hafif bir namlu gerçekleştirilmekte,
2.
Ağırlık
merkezinin kabzaya yaklaşması sağlanmaktadır.
Daha
hafif ve ağırlık merkezi ele daha yakın kılıç kullanmanın, kullananı daha az
yoracağı kuşkusuzdur. Üstelik kama açısı küçüldüğü için kılıcın kesme
kabiliyeti artmakta, bir başka deyişle aynı darbe gücüyle daha derin yaralar
açması mümkün olabilmektedir.
Surnâme-i Hümâyûn’da
kılıççılar esnafı
Sultan 3. Murad
(1574-1595) dönemine ait olup 1582’de yazıldığı tahmin edilen Surnâme içinde
yer alan kılıççılar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1344, varak 96a
ve 177a). İçindeki 437 minyatür Nakkaş Osman tarafından yapılmıştır. “3.
Murad Surnâmesi” olarak da anılan kitapta 3. Mehmed’in 40 gün süren sünnet
düğünü betimlenir.
Kın
Yapımı ve Kıncılar
Kın,
kılıcın kullanılmadığı zamanlarda içinde korunduğu zarftır. Osmanlı
Türkçesi’nde Arapça “gılâf” (kılıf) sözcüğü de kullanılır (15). Kılıcı dış
etkilerden korur ve her kılıç daima kınında taşınır. Kınlar, kabzanın –balçak
altında kalan– bitiş noktasından namlu ucuna kadar olan uzunlukta olur. Her
kılıç için özel olarak ve genellikle gürgen ağacından yapılır. Evliya Çelebi
(1611-1682) o dönemde İstanbul’daki kıncılar esnafının 300 dükkân ve 600
çalışandan oluştuğunu yazmıştır. Osmanlı Türkçesi’nde kın ustasına “niyâmger”
(kın yapan) denir. Niyâmgerân (kıncılar) kılıç ustalarından ayrı, başka
bir cemaat oluşturur; esnaf birlikleri ve atelyeleri ayrıdır. Kılıç
tahtasının üzeri çoğu kez sahtiyan veya meşin deriyle (16), kimileyin
–genellikle kırmızı veya mor renkli– kadife kumaş veya gümüşle kaplanır. Bu
işleme “kın bağlamak” (17) denir. Önce kılıca
“kıl oynatmaz” denilen tarzda bir tahta kılıf yapılır; üstüne sığır sağrısından
bir deri kaplanır ve derinin iki ucu “sırım”la gerdirilerek (18) boydan boya gümüşten
yassı bir şeritle birleştirilir. Günümüzde bu dikişi yapacak usta kalmamıştır.
Kının ağızlık (kılıcın girdiği yer), çamurluk (pabuç da denilen kının uç
kısmı), askı halkaları ile bilezikleri demir, pirinç veya gümüşten olur. Çok
süslü, dahası “murassa” (değerli taşlarla bezeli) olanlarına da rastlanır. Eğri
kılıçlarda kının ağızlık tarafının içbükey kenarı, kılıcın kolayca girebilmesi
için, üst bileziğe kadar (yaklaşık 18-20 cm) yarık olarak yapılır. Kın kılıçla
aynı döneme ait olmayıp –çürüdüğü için– daha yakın bir zamanda yapılmış
olabilir. Kılıç kınından çıkarıldığında, kın belde asılı kalır.
Topkapı
Sarayı Müzesi’nde bulunan kimi kılıçların kınları üzerinde usta damgasına
rastlanır. Bunlar arasında İbrahim Usta (19. yüzyıl), Zülfikar (Prizren, 19.
yüzyıl), Tosun adları okunabilmektedir. Ayrıca Topkapı Sarayı Müzesi
arşivindeki kayıtlarda 16. yüzyılda Muslihiddin (Mihalıç), Davud (Bosna), Ali
(Bosna), Yahya-i Rum, Hasan (Bosna), Mehmed (Nemçe), Ali bin Mustafa, İskender
(Bosna), Mustafa (Mihalıç), Mustafa Abdullah, Yusuf (Çerkes); 17. yüzyılda
Yusuf Karagöz, Ali Mustafa, Mustafa Abdullah, Mehmed Abdullah (Bağdad), Keyvan
Abdullah, Mustafa Mehmed, Mahmud Mehmed, Cafer Abdullah, Süleyman Abdullah,
Yusuf Abdullah, Bâlî (Tolci), Kaasım Süleyman, Ali Abdullah, Bâlî Kurt, Ali
Yusuf, Yusuf Mustafa, Hızır Abdullah, Yani zimmî, Mehmed Abdullah, Recep Ahmed,
Mustafa Kaasım, Bâlî Ahmed ve 18. yüzyılda El-hâc Mehmed veled-i İbrahim gibi
usta adlarına rastlanmaktadır.

Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir düz kılıç (TSM
envanter no 21/134)
Mukaddes
Emanetler arasında bulunan, ikinci halife “Ömer bin Hattab”ın (591-644)
iki ağızlı kılıcı 97,5 cm uzunluğunda, düz ve kınsız olarak 850 gram
ağırlığındadır. Namlu genişliği orta bölümde 4,5 cm’dir. Uzunluğu 13,5 cm olan
siyah deri kaplı, altın başlı kabza üzerinde –bolluk ve bereket simgesi olan–
stilize edilmiş bir balık amblemi yer alır. Balçağı demirdendir. Siyah deri
kaplı kının ağızlığı, çamurluğu ve bilezikleri altındandır.
Osmanlı
padişahları tahta çıkışlarında yapılan kılıç alayı törenlerinde çoklukla Hz.
Ömer’in kılıçlarından birini kuşanmışlardır.
Namlu
Yapımı
Namlular “kılıç
beyzesi” veya “kılıç yumurtası” (19) adı verilen ve çapı 5-8 cm, yüksekliği 8-12
cm olan çok kaliteli ve özel olarak hazırlanmış silindirik demir külçelerin
tavlanıp (ısıtılıp) dövülerek uzatılmasıyla oluşturulur (20). Bu külçeler,
çeliklerinin kalitesi denenerek saptanmış yörelerden sağlanmaktadır. Topkapı
Müzesi arşiv kayıtlarında “Karataban demirli, Karahorasan demirli, Eski
İstanbul demirli, Diyarbakır demirli, Eski Şam demirli, Dimişkî (Şam) demirli,
Mısrî demirli, Horasan demirli, Kirmânî (21) demirli, Acem demirli, Seyhânî
demirli, Hindî demirli, Çintiyan (22) demirli, Frengî demirli” kılıçlara
rastlanmaktadır.

Bir eğri kılıç
Safevî şemşirleri 16.
yüzyıldan itibaren Osmanlı’da görülmeye başlar. Yavuz Sultan Selim’in
(1512-1520) İran seferi sonrasında Safevî şemşirleriyle Osmanlı kılıçları
arasında –kısmî de olsa– karşılıklı bir etkileşim olduğundan söz edilebilir.
Benzer şekilde Yavuz’un Mısır seferi sonrasında Osmanlı kılıçları Memlûkî
kılıçlarından da bir ölçüde etkilenmiştir. Memlûk ve Türk kılıçlarında
genellikle kan oluğu bulunduğu halde, Safevî şemşirlerinde kan oluğuna
rastlanmaz.
Resimdeki
kılıç 18. yüzyıl ürünü olup kınsız ağırlığı 750 gramdır. Namlu boyu 85 cm,
kabza uzunluğu 12,5 cm, altın kakma desenlerle bezeli balçak boyu 12 cm ve
kılıcın ağırlık merkezinin kabzaya olan uzaklığı 21 cm’dir. Düz kısımda
genişliği 2,85 cm olan namlu, uca doğru giderek incelmektedir. Sırt kalınlığı
düz kısımda 4 mm’dir. Kabzası boynuzdan yapılmıştır. Tek ağızlı ve oluksuz
namlusunun yüzeyi menevişlidir. Kılıcın uç doğrultusu, ana doğrultusuyla yaklaşık
45 derece açı yapmaktadır. Siyah deri kaplı kının ağırlığı 480 gramdır; eni
dıştan dışa 4,5 cm, boyu uçtan uca 88 cm’dir. Bilezikleri ve çamurluğu
demirdendir.
Resimlerde
kılıç kını içinde, kınıyla yan yana ve sırtı üzerinde dengede bulunurken görülüyor.
Evliya
Çelebi (1611-1682) ünlü Seyahatnâme’sinde İstanbul’daki maden yataklarından söz
ederken “Tophane kasabası ensesinde Galata Sarayı diye bilinen padişah
sarayının altında ‘Eski İstanbul’ nâmıyla anılan bir demir madeni bulunduğu”ndan
söz etmekte ve şunları yazmaktadır :
“Dünya
üzerinde ‘Eski İstanbul demiri’ diye ün yapmıştır. Ayasofya’nın bütün demir
ihtiyacı bu demir madeninden sağlanmıştır. Sultan Bâyezîd-i Velî zamanına
dek buradan pek bol demir çıkartılmakta idi. Padişahın gelip gittikçe âb ü
havâsından hoşlanıp buraya hastane, medrese ve daha sonra saray yaptırmasıyla
maden kullanılmaz hâle gelmiştir.
Sultan
2.Osman (1618-1622) döneminde Kurşunlu Mahzen (23) ile Top Kapısı
arasında ‘Dimişkîhâne’ (kılıçhane) işyeri vardı. Fâtih söz konusu madenden
demir çıkartıp –kendisinin bina ettirdiği– bu dimişkîhânede usta
kılıççılara çeşitli tarz kılıçlar yaptırırdı. Sultan 4.Murad’ın (1623-1640)
kılıççıbaşısı Sağır Davud’un ustası Mustafa burada çalışırdı. Kale dışında,
deniz kenarında büyük bir işyeri idi. Daha sonra Sultan İbrahim (1640-1648)
döneminde Kara Mustafa Paşa’nın şehit edildiği yıl (1644) terk
edildi” (24).

Topkapı Sarayı
Müzesi’nden bir eğri kılıç (TSM envanter no : 1/487)
Sultan 2.
Osman’ın (1618-1622) düz gümüş balçaklı kılıcının namlusu eğri ve oluksuzdur.
Siyah meşin kaplı kının ağızlık, bilezik ve çamurluğu gümüştendir. 86 cm
uzunluğundaki kılıcın boynuzdan yapılmış kabzası dönemine ait olmayıp daha
sonra yenilenmiştir. Namlusu üzerinde madalyon içinde sülüs yazıyla Saf
Sûresi’nin 13.âyetinden “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb ve beşşir-il
mûminîn yâ Muhammed” (Allah katından yardım ve yakın bir zafer vardır,
Muhammed bunu inananlara müjdele) cümlesi ile kılıcın Genç Osman’a ait olduğunu
anlatan, onu öven ve ona hayır duada bulunan altın kakma yazılar vardır.
Topkapı
Sarayı Müzesi’nden bir burmalı kılıç (TSM envanter no : 1/93)
Sultan 2.
Bâyezid’in (1481-1512) 106,5 cm uzunluğundaki kılıcının kabza başı ve balçağı
altın kakma bitkisel desenlerle bezelidir. Kabza ve balçak tek parça demirden
şekillendirilmiştir. Kabzası hafifçe eğimli ve yassıdır. 90 cm uzunluğundaki
iki ağızlı namlunun kabzadan itibaren 12 cm’lik kısmı düz, sonrası yılankavîdir
(yıldırım ağızlı). Dörtlü kan oluğu ağızlara paralel bir şekilde uca kadar
uzanır. Namlunun düz kısmının bir yüzünde altın kakma yazıyla “Es-sultân-ül
kâmil ve-l melik-ül âdil Bâyezid Han bin Mehmed Han, azze nasruhu” (Mehmed
Han oğlu, adaletli ve yetkin padişah Bâyezid Han, zaferi şerefli olsun)
cümlesi, öteki yüzünde madalyon içinde stilize bir besmele yazılıdır.
Kılıç
üretilen yere dimişkîhâne denilmesi, en iyi kılıçların Arapça adı Dimişk olan
Şam’da yapılmasından ve bunların çok ünlü olmasından ileri gelmektedir. Döve
döve şekillendirilen namlu demiri önce eğelenir, sonra çeşitli incelikte
zımpara tozlarıyla zımparalanarak kaba parlatması yapılır. Daha sonra da
üzerine bakır ve kurşundan yapılmış ve suyla ıslatılmış çok ince zımpara tozu
dökülerek, döner çarkla ince parlatması yapılır.
Namlu
üretiminde ikinci önemli husus, demirine su verilerek yapılan soğutma
işlemidir. “Su verme”, demirin soğutulması sırasında oluşan kristalleşmeye
atfen kullanılan bir deyimdir. Demir bu işlemle çelikleşir. Kristalleşme olgusu
kısmen demir cevherinin tipine, kısmen de çeliği ısıtmada kullanılan odun
kömürü türüne bağlı görünmektedir. Çeliğe az su verilirse kılıç kolayca eğrilir
ve keskinliğini koruyamaz. Çok su verilirse de kırılgan olur. Kılıçların
özellikle uçtan itibaren iki karışlık kısmının çok keskin olması istenmektedir.
Su verme reçeteleri (formülleri), kılıç ustalarının sırrıdır. Bu nedenle kayda
geçirilmemiş, ustanın ölümüyle bilinmez hâle gelmiştir. Bununla birlikte
Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1592-1644) “Kavsnâme” (Yay kitabı) (25) adlı eserinde bir su
reçetesi vermektedir (Köşeli parantez içindeki ifadeler tarafımızca
eklenmiştir) :
“….Sana
temrenlere (26)
yâhud kılıç yâhud bıçak[lara]
su vermek için bir su [reçetesi] yazdım ki köhnî (eski)
zamânında çıkarmışlar ve kimyâ gibi saklamışlar. Bu âna gelince ne bir
kılıççıda var, ne bir temrencide vardır. Ben dahî duyurmaz idim, gayet
gizlidir. Âşikâre eyledim [ki] beni hayır du’âdan unutmayasız. Kendim
[de] tecrübe eyledim…. [Aşağıdaki maddeleri bir kapta iyice karıştırıp
hamur ettikten sonra] şişeye koyup 40 gün [şişeyle] güneşte dursun.
Sonra şişeyi âteş üzerine koyup [içindekini] inbik ile taktîr edesin (damıtasın).
Arakî (ter) gibi damla damla inip olup, pek (sıkı) saklayasın. 1
vukiyyesi (1 okka = 1283 gram) bir kılıca su vermeye yeter [ve] 1
vukiyyesi 1000 altın değeriçün değer. Bir sert Dimişkî demirde bu sudan su ver,
pekliği (dayanıklılığı) yerinde örsü keser, kırılmaz…. Ve her ne denli
usûllü ‘cebe’ye (zırh) ursan iki pâre (parça) eder. Sâhipkırân (hükümdar)
kılıçları ve sahâbe-i güzîn (Hz. Peygamber’in seçkin arkadaşları)
kılıçları bu su ile sulanmışdır…. Bilmiş ol, gayet saykalî (cilâcı
[keskinliği koruyucu]) sudur. Her kim takayyüd edip (iş edinip) çıkarır
ise, bu bendelerine du’â eylemek mukarrerdir (herhalde bana dua eder).
Mezbûr (sözü edilen) suyun matlûb olan eczâ beyân eder (aranılan
bileşenleri şöyledir) :
1
okka Sönmeden (sönmemiş)
kireç (Kalsiyum oksit)
1
“ Pelid ağacın (Bir tür meşe ağacı) külü
0,5
“ Bûrak-ül Ermenî (Doğal soda)
0,5
“ Zengâ[r]
(Bakır pası [oksidi], bakır çalığı)
0,5
“ Sarı zırnıh
(Doğal arsenik sülfür)
1
“ Yaban soğanın suyu
1
“ Turp suyu
1
“ Katran (Katran ağacının kök ve gövde parçalarının yakılmasıyla elde
edilen koyu
renkli, reçineli kıvamlı sıvı)….”
Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir çatallı kılıç
(TSM envanter no : 1/215)
“Murad ibn-i Süleyman”a atfedilen Memluk kılıcı 15. yüzyıl ürünüdür. Düz
ve iki ağızlı namlusunun ucu çatallıdır (zülfikaar ağızlı). Tam uzunluğu 95 cm,
namlu boyu 88 cm’dir. Kabza ve balçağı eksiktir. Namlusunun kabza tarafının bir
yüzünde –Arapça olarak– Hz. Peygamber’in
“Kılıçlar cennetin anahtarıdır” hadisi, öbür yüzünde kelime-i tevhid ve
“Amel-i Ahmed el-Mısrî” (Ahmed el-Mısrî işi) usta damgası vardır.

Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir meç
(TSM envanter no : 1/74)
Meçler uzun ve dar gövdeleriyle kesici olmaktan çok delici silahlardır.
Hazine kayıtlarında “meç kılıcı” ve “şiş” olarak da geçer. Namluları ensizdir;
tek veya çift ağızlı olabilir. Osmanlı kılıçları arasında sayıları çok azdır.
Kanûnî’nin (1520-1566) meçi
72,5 cm uzunluğundadır. Uca doğru giderek sivrilen düz ve tek ağızlı namlusunun
bir yüzünde boydan boya altın kakma zarif
desenler, öbür
yüzünde sülüs yazıyla Karahisârî (1469?-1556) hattı besmele, Talâk Sûresi’nin 2.
âyetinin son bölümü ile 3. âyeti, Arapça bir dörtlük ve uca doğru
“Kostantıniyye’de (İstanbul)
Hicrî
938’de (Milâdî 1531/32) Selim Han
oğlu Süleyman Han için yapıldığı” yazılıdır. Yuvarlak kını ağaçtan yapılmış
olup üzerine

Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir yatağan
(TSM envanter no : 1/2871)
Belde, kuşağın içine sokularak veya deriden yapılmış silahlığın içine
yatık olarak konularak taşınan yatağanlar Türklere özgü bir tür kılıçtır. 16.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmeye başlar. 19. yüzyıl sonuna değin
kullanılmıştır. Kısa, enli, hafifçe eğri ve ucu sivri olan namlusunun –kılıcın tersine– içbükey tarafı
keskindir. Yeniçerilerin ve leventlerin kullandığı yatağanların boyları 50-80
cm’dir. Kabzaları genellikle kemik veya fildişinden yapılır. Kabza başları
–hamle sırasında yatağanın elden çıkmasını önlemek için– yanlara açılmış iki
büyük kulak biçiminde yapılır. Bu nedenle halk arasında “kulaklı” diye de
anılırlar. Yatağanlar başta –günümüzde Denizli’nin Serinhisar ilçesine bağlı–
Yatağan beldesi olmak üzere İstanbul, Bursa ve Filibe’de çokça üretilmiştir.
Resimdeki örnek 67 cm uzunluğunda olup kabzası da demirdendir ve –kını
dahil– bütünüyle altın kakma desen ve yazılarla bezenmiştir. Yüzün bir ucunda
“Amel-i İbrâhim, sene 1223” (İbrahim
işi, yıl Milâdî 1808) usta adı ve yapım tarihi yazılıdır.