'Dava taşı' gediğine konulacak Hasan Abi
'Dava taşı' gediğine konulacak Hasan Abi
Takdir-i ilahi için boynumuz kıldan ince.. Biz kadere ve ölüme
inanmış insanlarız.. Bir mü’min, zaten en başta Yaradan’ına teslim
olmuş demektir.. Abimiz, üstadımız, büyüğümüz Hasan
Karakaya’nın Hakk’a yürüdüğü haberini alınca, ‘Neden gittin Hasan
abi, Üstad’ın vasiyeti olan, ‘Dava taşını gediğine koymadan..’ diye
bir çığlık yükseldi içimden..
Hasan Karakaya ile ilk olarak, 1996 yılının ekim ayında tanışmak
nasib olmuştu.. Vakit gazetesinde muhabir olarak başlamıştım
mesleğe… Kısa süre çalıştıktan sonra, 1997’nin başında da
ayrılmıştım, 10 yıl sonra, 2007’de tekrar Akit’e Haber Müdürü
olarak dönmüştüm..
Türkiye’de hükümetler değişmiş, darbeler yaşanmış, insanlar farklı
yerlere savrulmuş, tarzlarını değiştirmişler, geçmişlerinden utanır
olmuşlar ama Hasan abi, heyecanından, cesaret ve azminden en ufak
bir şey kaybetmemişti.
Bir buçuk yıl da olsa, Hasan abinin yönettiği gazetede haber
müdürlüğü yaptığım için kendimi şanslı görenlerdenim..
EN BEĞENDİĞİM MESLEK
Zira gerçekleri, komplekssiz söylemek, eğmeden bükmeden,
dosdoğru ifade etmek, hak ve hakikat olunca hatırı bir kenara
bırakmak, hele hele de yasakçılara, darbecilere, milletin inanç ve
değerlerini hor görenlere karşı mücadele vermek O’nun yegane
gayesi idi..
Üstad Mehmed Akif’in, “Budur cihanda en beğendiğim meslek;
sözün odun olsun hakikât olsun tek” ifadesi O’nda vücud bulmuştu
sanki..
Mesela, son yazısında yer alan bir cümle; “Haa, onlar ‘havlıyor’
diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne ‘köpek’ler gördüm ben!..
Onlardan tırsmadım ki, şimdi tırsayım!..”
Hakikaten de Türkiye tarihini bilenler, Hasan Karakaya’nın derdini,
davasını, üslubunu ve mizacını dahi iyi anlayacaklardır..
Son 200 yıldır, hassaten de, son asırda Müslümanlar kendi
ülkelerinde parya muamelesi gördü.. İdam edildi, hapislere tıkıldı,
işkencelerden geçirildi, partileri kapatıldı, mektep ve medreselerine
kilit vuruldu, aşağılandı, horlandı, ötekileştirildi.. Bunların bir
kısmını bizzat yaşayan, bir kısmını da bilen onurlu, Müslüman bir
gazeteci/aydın susabilir miydi.. Hasan abi de kendine yakışanı yaptı,
susmamayı tercih etti.. O’nun üslubundaki keskinlik, aslında bir
çığlık, bir öfke idi.. Haksızlıklara, zalimliklere ve millete
rağmencilere karşı..
DERTSİZ OLMAK MÜMKÜN MÜ
Hasan Karakaya 62 yaşında aramızdan ayrıldı.. Beyaz atlara bindi ve
asude bahar ülkesine gitti.. 2008 yılıydı sanıyorum, yine kalbinden
rahatsızlanmış, stent takılmıştı.. Türkiye’deki çarpık sistem, millete
karşı mevzilenenler O’nu çok yormuştu.. “Türkiye’de yaşayacaksın,
hem de stresten uzak duracaksın, mümkün mü bu?" diye soruyordu.
Birçok kimsenin 'adam sen de..', 'dünyayı sen mi kurtaracaksın..',
'sana ne.. ' gibi endişelerle kenara çekildiği zor zamanlarda, o sağına
soluna bakmadan 'Ben varım' diyebiliyordu..
Evet.. Ölüm yokluk değil, yeni ve taze bir başlangıçtır.. Hele de
haksızlıklar karşısında haykırmayı bilenler için..
Beni üzen ise; O dâva taşı.. Ne diyordu Üstad; “Genç adam! Bundan
böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına
koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine
koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!”
O ‘dâva taşının gediğine konulduğu günler’ de gelecek inşallah..
Hasan abi bunu göremedi, biz görür müyüz, görmez miyiz Allah
bilir.. Bize düşen o vasiyeti yerine getirmek için çalışmak.. Hasan abi
gibi..
Allah’tan rahmet, sevenlerine sabır diliyorum..
X
yeniakit.com.tr
Ayna.. Ayna söyle bana!
İLK YAZISI (Beklenen Vakit / 16.09.1994)
Daha; Vakit’in yayın hayatına atıldığı ilk günlerde sizlerle böyle bir
köşede kucaklaşmak, bize ulaşanları sizlere aktarmak niyetindeydik.
Ancak, geride bıraktığımız 368 gün boyunca o kadar yoğun, o kadar
hızlı bir tempo içindeydik ki, bırakın yazı yazmayı, başımızı
kaşıyacak birine bile muhtaçtık.
Elhamdülillah, nispeten rahatladık.
Hele; Gazetemizin Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenimiz, ondan da
önce ağabeyimiz Mustafa Karahasanoğlu’nun, “Seni biraz
rahatlatalım, 18 saatlik çalışma süreni 16 saate indirelim de, al artık
şu kalemi eline* uyanları sıklaşınca, zaten elimizden düşmeyen
kaleme, daha bir sıkı sarıldık.
Ve işte karşınızdayız.
Bundan böyle sadece haftada bir gün değil, Allah (cc) izin verdiği
sürece her gün birlikte olacağız.
Yalnız; Türkiye’nin bütçe açığı kadar büyük bu köşe, sadece benim
aktaracaklarımla dolmaz. Onun için; sizler de gördüklerinizi,
duyduklarınızı aktarın “Ayna’ya, biz de yansıtalım.
Göndereceğiniz bilgiler, hele bir de ‘belgeli’ olursa, işte o zaman
çifte kavrulmuş olur... Aman, iyice tahkik etmeden, sadece “duyum’a
dayalı bilgiler göndermeyin. Zira, fincancı katırları ürkmek için
zaten bahane arayıp duruyor... Hiç olmazsa, attığımız taş
ürküttüğümüz kurbağaya değsin.
Her şey olacak bu köşede.. Siyaset, kavga, güzellik, kulis, ilgi ile
okuyacağınız her şey» ister ‘çorba’ deyin, İster ’aşure’.
Sizler “memnun değiliz’ deyinceye kadar buradayız. Çünkü biz, Kral
Kara Murat gibi, çakılıp kalmasına ‘koltuk’ ve “köşe’ heveslisi
değiliz.
Ancak, ‘Bir an önce gitse de, bize de yer açılsa’ diye düşünüyorsanız,
aldanıyorsunuz.
Zira, yazacağım çok şey var.
Şakayla karışık, bir ’sunuş’ yazısı da böylece bitti. Haydi şimdi,
diğer yazıları okuyalım.
Bundan böyle, bu köşenin tiryakisi olacağınız için şimdiden
teşekkürler.
Aman “Ayna’ya küs olmayın. Daima “ayna’ya bakın, çünkü aynada
kendinizi göreceksiniz.
Maksat Manukyan’lar yaşasın
Önce, ajanslardan geçen bir haberi aktaralım:
“Abhazya’daki Ermeni topluluğu, hayatını fahişelikle kazanan iki
Ermeni kadını aforoz etti. Topluluk liderleri, resmi yetkililere
başvurarak, Abhazya dışına çıkan iki kadının bir daha sınırdan içeri
sokulmamasını, yurttaşlıktan çıkarılmasını ve ayrıca
cumhuriyetlerinde mini eteğin yasaklanmasını talep ettiler. Fahişelere
anlayış gösterilmesi durumunda ise, onları bir kazanda kaynatarak
cezalandıracakları uyarısında bulundular.’
Abhazyalı Ermeni fahişelerin durumu zor. Türkiye’deki Manukyan
ablaları ise, aldığı ödülleri koyacak yer bulamıyor.
Oysa, üçü de Ermeni!
Bizim “kökten laikler”, boşuna dört elle sarılmıyor bu sisteme!
Maksat, Manukyanlar yaşasın!.
Toplatma... Hoplatma
Daha ilk günden “kavga’ya girmek zorunda kaldığım için hepinizden
özür diliyorum. Ancak, bu köşede sık sık “kavga’ya da, “sevgi’ye de
tanık olacağınız için, ha bugün, ha yarın fark etmez.
Yekta Güngör’ün ‘Cumhuriyet okumak şereftir” dediği gün
Cumhuriyet toplatıldı, ertesi gün de toplatma kararı kaldırıldı ya.
Cumhuriyetçiler, tutmuş, okurlarına sormuş,
“Ne diyorsunuz?” diye.
Zinanın zirveye çıktığı ve tuvaletlerinden “cenin’lerin toplandığı
Köy Enstitüleri çıkışlı emekli öğretmen M. Ali Aydın buyurmuşlar ki,
“-Vakit, Cuma gibi yayın organları halkı cihada, savaşa çağırdı, savaş
ilan ettiği vakit, bu yayınlar neden toplatılmıyor?”
İnsan, olaylara at gözlüğü ile baktığında, daima tek yanlı görür.
Emekli öğretmenimizin gözlerine ise, galiba hepten perde inmiş.
Kulakları da “Şefinden kalma “sağırlık’tan muzdarip olmalı...
Neyse… Ancak, bilmeli ki bay “mütekait” öğretmen, Vakit de Cuma
da toplatıldı DGM tarafından.
Cuma’nın toplatılma olayı biraz garip bile oldu.
Cumhuriyet’teki bir haberde geçen “üç satırlık” demeç yüzünden
toplatıldı Cuma…
Cumhuriyeti ise ne toplayan oldu, ne sorgulayan!. Sonra, Vakit
antiterör yasası aleyhinde kampanya açarken siz neredeydiniz?«
Meseleleri hoplatmayalım lütfen.
Bu makale 15.452
kez okundu
1
yeniakit.com.tr
Bu Şarapçı Noel, Kimin Babası?
Benim bir zamanlar Dede Korkut’um vardı. Pir Sultan’ım,
Karacaoğlan’ım, elindeki kılıcını dağlara doğru kaldırarak Bolu
Beyi’ne Türkçe meydan okuyan Köroğlu’m vardı. İmam Taberi’den
Halid Bin Velid Hazretleri’nin kahramanlıklarını dinler, Uhud
meydanına yıkılan Hazreti Hamza’nın başucunda ağlar, şehadet
parmağı ile önüne çıkan denizi göstererek “SEN ŞAHİT OL YA
RAB, EĞER ÖNÜME BU DENİZİ KOYMASAYDIN BÜTÜN
DÜNYAYI MÜSLÜMAN YAPACAKTIM” diyen Tarık Bin Ziyad’la
atımızı denize sürerdik. Sırtını dağlara dayayan Dadaloğlu ile
dertleşir, Yunus’umla Allah’ı arar, Hocam Nasrettin’le gülerdim.
Ahmet Yesevi “Evlat” derdi bana... Hacivat’la Karagöz dünyasının
“pişekârıydım” ben. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçemizin
bekçisiydi. Fatih Sultan Mehmed’le İstanbul’un surlarına dayanır,
Yavuz Sultan Selim’le Sina Çölü’nü geçer, Kanuni Sultan
Süleyman’la Macaristan’a akın ederdim.
Dünya “Liderim” derdi bana.
Selahaddin Eyyubi ile omuz omuza Kudüs’ü, Ömer Muhtar ile
Libya’yı, Şeyh Şamil ile Çeçenistan’ı, Aliya İzzet Begoviç’le
Bosna’yı, İsa Yusuf Alptekin’le Doğu Türkistan’ı, Ebul Feyz
Elçibey’le Azerbaycan’ı savunurdum. Ümmetin gökyüzünde parlayan
bu şanlı güneşleri her sene bize gelirdi.
On yıllar var ki, buralara uğramaz oldular. Onların yokluğunda önce
kırmızı burunlu, şişko, utancından değil içtiği şaraplardan yüzü
kızarmış, evlere kapı yerine bacalardan giren sarhoş Noel Baba geldi
semtimize, sonra onun nereden peydahladığı bilinmeyen şımarık,
züppe torunları volta attılar şehir meydanında...
Çağdaşlaşıyor muyduk bilmiyorum ama yozlaşıyorduk.
Hipermarketler, shopping centerler, trendler, inler-autlar showlar,
cafeler, dublexler, triplexler, agualandlar, mediumlar, larclar,
xlarclar, djler-vjler, mauslar, klâslar, fastfoodlar, fast-lovelar, net
booklar, rezervasyonlar, transverler, defanslar ve daha niceleri
dilimize girdi. Âşık olduğumuz insana önce “I Love You” , Sonra
“Always Love You” demeye başladık. Adımız Ahmet’ti, Mehmet’ti,
Ayşe’ydi, Fatma’ydı. Müslüman ananın, Müslüman babanın
evladıydık. Ama İngilizce düşünüp, “Turkche “ konuşup, kırmızı
kukuletalarla, takma sakallarla güya eğleniyorduk.
Nasrettin Hoca’mın fıkraları ile güldüğüm, Yunus’umun şiirleriyle
eridiğim, Mevlana’nın sözleriyle piştiğim, Köroğlu’nun isyanı ile
coştuğum, Fatih’ten, Yavuz’dan bize miras bu Müslüman memleketin
sokaklarında bu bize yabancı, başkalarının babası geyikçi sarhoş
“Noel Baba’nın”(!) ne işi var.
ABDULHAMİD HAN’IN TORUNU MÜSLÜMAN GENÇLİK,
Dini Mizacını; SÜLEYMAN ÇELEBİ’de...
Derinlik ve olgunluğunu; ÖMER MUHTAR’da...
Mavera Hummasını; YUNUS EMRE’de...
Kahramanlık Hayalini; BATTAL GAZİ’de...
Yiğitlik ve meydan okumayı; SELAHATTİNİ EYYÜBİ’de...
Allah resulüne itaatini; HAZRETİ EBUBEKİR’de...
İslam Adaletini; ÖMER BİN HATTAB’ta...
Tepki ve İsyan Ruhunu; KÖROĞLU’nda...
Nükte ve Hicvini; NASRETTİN HOCA’da...
Sosyal Adalet ve Yardımlaşmayı; AHİ EVRAN’da...
Anadolu Ruhiyatını; HACI BEKTAŞ VELİ’de
Plastik Fikrini; MİMAR SİNAN’da...
Fonetik Fikrini; DEDE EFENDİ’de...
Çanakkale Ruhunu; MEHMET AKİF’te...
Yaşama Zevkini; YAHYA KEMAL’de...
Allah Uğruna Cihadını; NECİP FAZIL’da...
Dik Duruşu ve Asaleti; OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ’de...
Osmanlılık Şuurunu; YAVUZ SULTAN SELİM’de...
Pes Etmeden Cihadı; FAHRETTİN PAŞA’da...
Allah Uğrunda Ölmeyi; ÜRDÜNLÜ HATTAB’da
Allah Düşmanıyla Çarpışmayı; ÇEÇEN ŞAMİL BASAYEV’de...
Bulduktan ve bu hususiyetleri gönül bahçesinde yeşerttikten sonra,
Ayasofya Camii Şerifinde Cuma namazını kılıp okunan hatm-i
şerifler eşliğinde Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine
koyup bir gün Türk Bayrağını yeniden şahlandıracaktır.
Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es...
Muhabbetle...
yeniakit.com.tr
HASAN KARAKAYA
Karakaya 1954 yılında Manisa’da doğdu. Gazeteciliğe Barış’ta
başladı. Yenigün ve ardından Başkente geçti. Gazeteciliğe Ankara’da
başladı. 22 yaşında genç bir yazı işleri müdürü idi. Biz o yıllarda
tanıştık.
Yenigün’den sonra Milli Gazete, Yeni Devir, Türkiye Gazetesi, 1988
Cuma ve ardından Vakit. Karakaya, Milli Gazete’ye Abdulkadir
Özkan’la birlikte geldi. Zeki Ceyhan, Ferhat Koç ile bir ekiptik. Ben
İstanbul’dan geldim, onlar Ankaralı idi. Sonra, Ferhat ve Zeki
Ankara’da kaldı biz İstanbul’a geldik.. Hasan Aksay, ve Mustafa
Karahasanoğlu ile Ankara’da yakın ve sıcak bir işbirliğimiz vardı.
Hey gidi günler hey. Fotoğrafı çek, agrandizörde bas, kadrajla,
klişeyi yaptır, haberi yaz diz, sayfa sekreterliği yap. Anlayacağınız
her iş gelirdi elimizden. Ben fotoğrafa meraklıydım, Karakaya sayfa
çizmeye. Karanlık oda daha çok Farsakoğlu’nun işi idi. Özkan işi
çekip çevirirdi. Sadık Albayrak daha çok makale yazardı. Bütün
bunlar Cağaloğlu’nda bir iş hanının bir kaç odasına sıkışmıştı. Daha
bir düzine arkadaşın ismini saymam gerek aslında o günlerde birlikte
koştuğumuz.
Yeni Devir’de Ankara ekibinin büyük katkısı oldu.. Yazarlarımız da
Ankara’dan geldi. Yedi güzel adamın yarısı bizde yazardı. Akif İnan,
Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören.. Edebiyat dergisinden
gazete yazarlığına geçiş kolay olmadı. Zaten Yeni Devir de sıradan
bir gazete değildi. İstişarelerin ardından ilk Akif İnan “tamam” dedi.
Akif İnan, 1960’lardan Türk Ocağı’ndan Hasan Aksay ve Süleyman
Arif Emre, Fehmi Cumalıoğlu ile tanışıyorlardı. Biz tanışıyorduk.
Ben zaten sanat edebiyat konuları ile ilgileniyordum. Gazetede
Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran gibi arkadaşlarla yeni Sanat
dergisi çıkartıyorduk, MTTB sinema Kulubü’nde milli sinema
tartışmaları düzenliyorduk, Yücel Çakmaklı, Ali Osman
Emirosmanoğlu, Mesut Uçakan, Salih Diriklik ve 6 arkadaş daha.
Aynı yerden geliyor ve aynı yöne bakıyorduk. Anlaşmamız zor
olmadı tabi.
Karakaya’yı o günlerden tanırım yani, yarım asırlık ortak bir
geçmişimiz var nerede ise.. 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı birlikte yaşadık.
Karakaya’nın, Hasan Maden’le evlere şenlik bir gözaltı hikâyeleri
var, hiç unutulmayacak.. Bir sürü birlikte sanık olduğumuz dava var..
Bir dönem zaten sorumlu yazı işleri müdürü idi. Mesela meşhur
Erkaya davasında da birlikte sanıktık, askeri mahkemede de.. “Dava
arkadaşıyız” yani.
Karakaya’yı yakından tanıyanlar onun neşeli biri olduğunu bilir..
Sanırım gazetenin en uzun boylusu benim, en kısa boylusu o. En son
onunla Akil Adamlar heyetinde beraberdik.. O sigara içerdi, her
seferinde takılırdım, ona bu konuda. Dostunu yanlış seçiyorsun, o
sana ihanet edecek diye..
Karakaya’nın vefat haberini, Erzurum’da, sabah namazına
kalktığımda Twitter’den öğrendim. Cumhurbaşkanı ile Medine’de
iken kalp krizinden vefat etmiş.
O vefat etti diye Paralelciler bayram ediyor. Haber vereyim, o orada
da hakkınızda şahidlik edecek.. Hem zaten o gün, din gününde mizan
kurulduğunda kim ne yaptı ise ortaya dökülmeyecek mi. O günden
kim kaçacak ki.
Karakaya hep mutfakta oldu, ben daha çok yazarlık yaptım. O zor
günlerde her gün gelen yüzlerce haberle boğuşurdu. Yaşadıklarına
isyan ederdi. Özellikle dindarlara yönelik tehditler ve hakaretler
karşısında dik durdu, meydan okudu, eğilmedi.. Öfkesi, duyduğu
acıya denk bir isyandı aslında. İsyanını bastırıp çıdam olmayı
seçmedi. Daha sakin olmaz mısın diye sorduğumda, bana bir şeyhin
öfkeli bir adamı mürit edinmesini ve onu sakinleştirmek için ağzına
bakla almasını öğütlediğini, ama bir gün yaşadığı olaylar karşısında
müridine “çıkart artık şu ağzındaki baklayı” dediğini anlatırdı.
Aslında özel hayatında çok sakin biri idi.. Ama “uysal koyun” yerine
konulmak da istemiyordu. “Ensemize vurup lokmamızı almayı
düşünmemeli birileri” diyordu. Bu anlamda Karahasanoğlu, ailesi ile
ve Akit okuru ile birbirlerine benziyorlardı. Onun için yıllar süren
uyumlu bir beraberlikleri oldu.
Hatırlamaya çalışıyorum da, aramızda yaşanan hiçbir kişisel sorun
gelmiyor aklıma.
Aslında bugün yeni yılla ilgili bir yazı yazıyordum. Artık o daha
sonraya kaldı.
O bir otel odasında Azrail’le buluşurken, ben de çok kolay uyuyan
biri olmama rağmen Erzurum’da bir otel odasında zor bir gece
geçirdim. Allah rahmet eylesin. Mekânını cennet eylesin. Allah
taksiratını affetsin, Allah ailesine ve dostlarına sabr-ı celil nasib etsin.
Hepimize hayırlı bir ömür ve hayırlı bir ölüm versin.
Selam ve dua ile.
Bu makale 38.783
kez okundu
habervaktim.com
Bendeniz Sahibinin Sesi Övgü Cihazı Değilim - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
Bu fakir sahibinin sesi övgü makinası değildir. Bir tarafından para
atacaklar, öbür tarafından övgü şarkıları çıkacak. Muhterem
kimselerin zaten övgüye ihtiyacı yoktur. Sizin baronunuz ille de övgü
ve pohpoh istiyorsa, zengin adamdır, övgüsünü, para karşılığında bu
işi yapan yalakalara yaptırtsın.
**
Israrla hangi tarikata mensup olduğumu soran zata: Selamdan
sonra… Benim meşrebimde, mensup olduğu tarikatı söylemeye, onun
reklamını yapmaya izin ve cevaz yoktur. Tarikata girmek bir nasip ve
kısmet meselesidir. O feyizli makamlara seçilerek, ayıklanarak,
istihare yapılarak adam alınır. Genel davet yapan, herkesi çağıran
tarikatlara bendeniz tarikat demem.
**
Bir toplantıda gıybetimi yapan kimseye: Adres bildirin se bize bir
kutu tatlı göndereyim. Öyle ya benim günahlarımı yükleniyorsunuz,
sevaplarınızı bana veriyorsunuz. Teşekkür ederim.
**
Toplantıya katılamayacağımı üzülerek arz ederim. Otomobilim ucuz,
eski, mütevazı, gösterişsiz bir arabadır. Onca lüks, pahalı, israflı,
şatafatlı, gururlu, kibirli, tantanalı otomobilin içinde fukaranın
mahcup olup ezilmesini istemem.
**
Size hanımefendi diyorum ve soruyorum: Siz namuslu, iffetli bir
kadın olarak o fahişe ve şırfıntı rezil kıyafetlerini nasıl
giyebiliyorsunuz?
**
Bir Kemaliste: Başına herhangi bir kefere şapkası geçir de ondan
sonra konuş. Hem Atatürkçü geçiniyorsun, hem de baş açık gezerek,
devrimlerin en okkalısı olan Şapka Devrimine muhalefet ediyorsun.
**
Bir gence: Verdiğim üç aylık mühlet bitti ve siz Osmanlıca
öğrenmeye başlamadınız. Lütfen bir daha gelmeyiniz.
**
Başka bir gence: Kesinlikle ısrar ediyorum. Hemen, islamî
sanatlardan bir sanatı öğrenmeye başlayınız, öğrenince icazet alınız,
ürün veriniz, eserlerinizi aşırı pahalı fiyatlarla satmayınız… Önemini
on sene sonra anlayıp idrak edeceğiniz bir konuda sizinle tartışmam.
Ya öğrenirsiniz, ya da ne haliniz varsa görürsünüz.
**
Soran birine: Cep telefonu manyaklarını, hastalarını, delilerini,
fetişistlerini tedavi eden bir klinik olup olmadığını bilmiyorum. En
iyisi, becerebilirseniz, kendi kendinizi tedavi etmek ve bağımlılıktan
kurtulmaktır.
**
Evet o insafsız canavar gaddarlar, işgal ettikleri bölgedeki Ebubekir
ve Ömer ismini taşıyan mâsum bebekleri bile canavarca katl
etmişlerdir.
**
Yahudilerin temel karakterlerinden biri parayı, altını, doları, euroyu,
zenginliği, malı çok ama çok sevmeleridir. Kriptoları bu
özelliklerinden tanıyıp teşhis edebilirsiniz.
**
Birine: Müslümana benzer hiçbir özelliğin yok. Kostüm, frenk
gömleği, kravat, başın kabak… Bari boynuna, üzerinde “Haza
Müselman” yazan bir yafta as da Müslüman olduğun anlaşılsın.
**
Bir sahtekâra: Seni görünce hatırıma Azerî şairi Sâbir’in “Gorhirem”
başlıklı şiiri geliyor. Gerçekten korkulacak adamsın. Cenab-ı Hak
Müslümanları senin şerrinden muhafaza buyursun.
**
Bütün iyilikler, güzellikler, doğrular Kur’anda, Sünnette, Şeriatta ve
İslam ahlakındadır. Bunlara zıt ve aykırı olan her şey sapıklıktır,
yanlıştır, şerdir ve hederdir.
**
Sabah namazı vakitlerinde uyuyanlar gerçek dindar değildir.
**
Devamlı gıybet edenler, devamlı yalan söyleyenler, devamlı laf
gezdirenler, herkesin gizli ayıp ve günahlarını araştıranlar; dindar ve
sofu değildir, sahte ve yalancı dindardır. Cenab-ı Hak şerlerinden
muhafaza buyursun.
**
Serveti olan okumuş bir Müslümana: Cep telefonun üç bin lira…
Buna karşılık, güzel bir defterin ve dolma kalemin yok… Paran,
imkanın var, lütfen en kısa zamanda en az otuz liralık, parşömen
(deri) kaplı güzel bir defter ve birkaç yüz liralık iyi bir dolmakalem
al. Bir de el yazını düzelt. Benden söylemesi. Nefsine hoş gelmese de
doğrudur söylediklerim.
**
Beş yüz liraya kadın çorabı olmaz!.. Bir çoraba bu kadar para
verilmez… İsraftır, günahtır, Allah müsrifleri sevmez… Lütfen
aklımızı başımıza toplayalım. Paran o kadar çoksa, çoraba değil,
hakkeden bir fakire ver.
**
Kar gelecekmiş… Sorumsuz zenginler kayak sporu, kartopu savaşı
yapacakmış. Fakirler ve mülteciler donup titreyecekmiş… Sen
fakirleri, miskinleri, mültecileri düşünüyor musun?
**
Sizi zinalar, ribalar, şeddadî ve nemrudî binalar yıkacaktır.
**
İslam’ın kriterlerinden biri şudur: Münkerleri, kötülükleri, günahları,
fısk ve fücuru sen de kötü göreceksin ve bunlara kalben buğz
edeceksin. Bu buğz imanın asgarîsidir.
**
Müslüman kocalar ve babalar karılarının ve kızlarının velisidir.
Onları başı boş bırakırlar, Müslümanca değil, Süslümanca
yaşamalarına izin verirlerse sorumlu olurlar.
**
Evvelce, Sünnete ve edebe aykırı olarak başı açık namaz kılarken,
nasihat ve uyarı üzerine takke ile kılmaya başlayan genci tebrik
ediyorum.
yeniakit.com.tr
Hasan Karakaya hocam!..
Ölüm yeniden diriliş, Hakk’a kavuşmak ise... Şu fani dünyanın
madem misafirleriyiz, ölümün yüzü, sadece bizi sevdiklerimizden
geçici olarak ayırdığı için hüzne boğar ise...
Ölüm madem, insanın sevdiği ile kısa ayrılığı ve ebediyette yeniden
dirilişi ise...
Mekke’nin fethine denk gelen bir vakitte, kutsal topraklardan gelen
vefat haberin, şu fani dünyada bizi senden ayırdığı için, hüzne boğdu
Hasan Karakaya Hocam!..
•
Senden çok şeyler öğrendik Hasan Hocam!....
Size niçin hocam dediğimi, bugüne kadar sadece sen ve ben bildik.
Sizin, benim için nasıl bir değer taşıdığınızı, bu saatten sonra
herkesin bilmesini isterim hocam!...
Çocukluktan bu yana içimize düşen gazetecilik sevgisine, kapını
çalıp seninle tanıştıktan sonra o kadar değer kattın ki;
1993 yılında başladığımız meslekte, adı spor olsa da, renkli bulvar
gazetelerinin sayfalarında yazı yazmak bizi rahatsız etmişti...
1997 yılında kapını çaldığım, hakkı ve haklıyı gözeten çizgisinden
taviz vermeyen, bugüne kadar da sürdüren gazetemizde tanıştığım
günü, dün gibi hatırlıyorum Hasan Hocam...
Doğrulardan yana olan bir gazetede sporu yazmak, ne benim, ne de
benim gibi düşünenleri nasıl rahat ettirebilir ki diye düşünürken, bu
endişemize ‘Spor, okuyucunun ilgi alanında ise çalışmalarımız ne
olursa en iyisini yapmak zorundayız’ şeklindeki cevabınla,
yaptığımız işte sorumluluk yüklenmemiz gerektiğini, bize sen
öğrettin Hasan Hocam!..
Haksızlıklara karşı mücadele edilen, hakkın yanında batıla karşı
koyan, bugün kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleğin, ayakta kalan tek
mirası bir gazetede, halen yazı yazma ve çalışma ayrıcalığı yaşıyor
isek, bu değeri bizlere nasip eden Allah, sebep eden sen olduğun için
senden ayrılmanın hüznünü yaşıyoruz hocam...
Her tokalaştığımızda, senden öğrendiklerimin bir karşılığı olarak,
hocam olarak elini öpmeye çalıştım ise, el öpmeme müsaade
etmedin...
Gerek meslektaş, gerekse insan olarak senden çok şeyler öğrendik
Hasan hocam...
•
Kalemimin duygular karşısında acizliğini hissettiğim anları
yaşıyorum...
Cesur yürekliliğini, kalemiyle yazısına nakşeden sizin gibi bir değeri,
hangi kelime tam olarak yansıtabilir ki!..
Şimdi, sözde bir şeyler yazmak istedim ama bizzat şahit olduğum
değerlerini anlatmakta kelimeler inan kâfi gelmiyor hocam...
Her canlının ölümü tadacağı bir dünyada, Allah’ın hangi kulu,
taşıdığı emaneti kutsal topraklarda teslim etmek istemez ki!..
Can tatlı, ayrılığı acıdır ama, ölümlerden ölüm beğenmek kişinin
kendi elinde olsaydı, ayrılık hüzünlü olsa da, sanırım bugün senin
yaşadığın süreci yaşamak isterdi...
Mekânın cennet olsun Hasan Karakaya Hocam!..
Bu makale 6.283
kez okundu
O plan çöktü, ‘iç işgalciler’ yenildi - İbrahim Karagül
Yazarın Tüm Yazıları »
“İç işgal” projelerinin tamamı çöktü.
Türkiye'ye yönelik acımasız saldırı planlarının hepsi başarısızlıkla
sonuçlandı. Erdoğan ve AK Parti yönetimlerini devirmeye, Türkiye'yi
yeni yüzyıla hazırlayan kadroları tasfiye etmeye, yeni nesil vesayet
sistemi oluşturmaya dönük bütün girişimleri fiyaskoyla sonuçlandı.
Sokak terörü üzerinden, dış istihbarat konsorsiyumu üzerinden,
sistem içi darbe girişimi üzerinden, eskinin iktidar
belirleyicioligarkları üzerinden, entelektüel terör üzerinden, bütün
bunları tek bir cephe haline getirip sahaya sürme hesapları üzerinden,
Türkiye'nin yüzyıllarını belirleyen o ana omurgayı parçalamasiyaseti
üzerinden, tarih yapıcı kadroları birbirine düşürmeye dönükfitne-
fesat üzerinden yürütülen bütün teşebbüsler hezimetlesonuçlandı.
İntihar bombacısı gibi Türkiye'ye saldırdılar
Bu projelere yatırım yapanlar nerede? Bu hesaplara göre cephe seçen
siyasi partiler, örgütler, yazar-çizerler, sermaye çevreleri nerede?
Hepsi kaybetti.. Her başarısız proje sonrası onlara yeni formüller
sundular, cesaret verdiler, yeniden sahaya sürdüler, “Bu sefer olacak”
diye ikna ettiler.
Bu çevrelerin öyle hırsları, intikam arzuları, öfkeleri vardı ki,
önlerine konulan her senaryoya büyük bir hevesle sarıldılar. İntihar
edercesine, birer intihar bombacısı gibi gözü kara bir şekilde Türkiye
karşıtı her plana sarıldılar.
Gezi'de sokak terörüyle hükümet devirecek, Başbakana
kelepçetakacaklardı. Burayı Ukrayna sandılar. Bir-iki güne hükümet
düşüyor, darbe yapılacak söylentilerine inandılar.
İnanılmazvandallık, çirkinlik örnekleri sergilediler. O ana damar
ülkeye sahip çıktı. Hepsi darmadağın oldu.
17 Aralık'ta “muhafazakar görünümlü” bir yapı, devlet içinden,
sistem içinden harekete geçirildi. Hükümet düşürülecek, Erdoğan ve
ekibi tasfiye edilecek ardından Mısır'da olduğu gibi Türkiye'de idam
mahkemeleri, meydanlara darağaçları kurulacak, binlerce insan içeri
alınıp o ana omurgaya öncülük eden herkes tasfiye edilecekti.
Türkiye'yi Mısır zannettiler. Hepsi darmadağın oldu, kendilerini
besleyen o istihbarat örgütlerine sığındılar.
İç işgalciler için çok acı bir son
İkinci fiyaskodan sonra terör ve etnik ayrışma yeniden sahneye
sürüldü. Ama bu sefer bir terör değil, iç işgal girişimi olarak. Ülkenin
güneyinde bazı ilçelerde PKK üzerinden işgal başlatıldı.İstanbul'daki
sermaye ve medya karargahları, gazete köşecileri bu işgale övgü
düzüyor, Gezi ve 17 Aralık fiyaskolarının öfkesiyle Türkiye'ye
saldırıyorlardı.
Vatan hainliği, ihanet yeniden konuşulur kavramlar haline geldi.
Sınırın Suriye tarafında PYD/YPG üzerinden, içeride de PKK
üzerinden Türkiye çevrelenecek hem de parçalanacaktı. Selahattin
Demirtaş'ı gazetelerinde, televizyonlarında pazarlayanlar bu iç işgal
girişiminin ortaklarıydı. Tarihte örneğine çok az rastlanır ihanet
örnekleri sergileniyordu. 1 Kasım'da o tarih yapıcı ana omurga ülke
yönetimine el koydu. Yüzyılların mirası ve ferasetiyleülkeyi koruma
refleksi harekete geçmişti. “İç işgalciler” için çok acı bir son
hazırlandı. Onlar da darmadağın oldular.
HDP ve PKK'ya intihar tuzağı
Geride PKK'nın şehir eşkıyaları kalmıştı. Onları da çoktan gözden
çıkarmışlardı. İlçelere sıkışan bu kişiler, onları sahaya sürülenler
tarafından ölüme terkedildi. Bölge insanı onlara zaten sahip
çıkmıyordu, imdat çığlıklarını duyan yoktu. Birileri ölümleri
üzerinden bir oyun kurmuştu. Hem onlar kaybetti hem de oyunu
kuranlar. Yürütülen operasyonlardaki kararlılık ortada. Şehir
işgalleri, efendilerinin vadettiği gibi olmadı. Kaybettiler. Hatta ölüm
tuzağına çekildiler.
Demirtaş'ın son Rusya ziyareti, PKK'nın şehir timlerinin akıbetini
HDP'ye yaşattı. Siyasi olarak bittiler. Artık HDP üzerinden bir
çözüm ya da deneme mümkün görünmüyor. Siyasi olgunluk
sınavından geçemeyen HDP, tükenişin kapılarını araladı.Hem PKK
hem de HDP intihara sürüklendi, kendilerine kurulan tuzağa düştü.
“İç işgalciler”in kendileri üzerinden tezgahladığı son senaryo bu
sefer onları harcamıştı çünkü.
Hiç mi yüzünüz kızarmaz sizin!
İç işgalciler ise öylece orada duruyor. Artık yeni denemelere
mecalleri kalmadı. Öyle bir pozisyon değiştirdiler ki, sanki iki ay
önce, beş ay önce, bir ya da iki yıl önce bu olaylar yaşanmamış gibi,
o kirli senaryolarda yer almamışlar gibi kendilerini aklama derdine
düştüler.
Siyasi tarih, böylesine bir kıvırmaya, böylesine bir yüzsüzlüğe tanık
olmamıştır. Yahu madem böyle yapacaktınız, üç yıldır neden kan
üzerinden, darbe üzerinden, terör üzerinden bu ülkeye saldırıp
durdunuz? Dün Demirtaş'ı pazarlayanlar, PKK'ya terör bile
demeyenler bugün Demirtaş “yüzsüzmüş, bizi aldatmış” diyor!
Beraber olduğunuz herkesi intihara sürüklediniz. Şimdi hiç
sıkılmadan “onlarla hiçbir alakamız yok” diyorsunuz! Hiç mi
yüzünüz kızarmaz sizin!
Unutmayın, bu milletin hafızasında o kirli geçmiş temizlenmez! Üç
yıldır bu ülkenin çektiği bütün sıkıntılarda imzanız var, bu imza
silinmez.
İç işgalcilerin senaryoları çöktü. Bu senaryolara karşı verilen
mücadele, o acımasız direniş, bundan sonra önleyici tedbirler
şeklinde devam edecektir. Kötülüğün sonu yoktur, bugün af
dileyenler önlerine sürülen yeni senaryolara da tam destek verecektir.
Büyük savaş Türkiye, hala anlamadınız mı?
Türkiye içeriyi temizlemeden çevresine bakamaz. Bunu bildikleri
için hep içeriden vuruldu. Hem de o af dileyenler üzerinden.
Çevreden kuşatılırken, içeriden bunlar üzerinden felç edildi. Öyleyse
Cizre ve Silopi'deki işgal girişimleri kadar, Demirtaş'ın Moskova
ihaneti kadar onlar da ihanet içindedir ve aynı cürmü işlemişlerdir.
Bundan sonra iç işgal değil, dışarıdan işgale, çevrelemeye ve
kuşatmaya karşı mücadele verilecektir.
Hala anlamadınız mı?
Asıl savaşın Türkiye ile olduğunu, Türkiye'yi durdurmak
içinDoğu'nun ve Batı'nın güçlerinin ortak hareket ettiğini, ülkemizin
adım adım çevrelendiğini, bütün zaaf alanlarımıza müdahale
edildiğini, sınırlarımız dışında hassasiyet gösterdiğimiz bütün
bölgelere özellikle müdahale edildiğini anlamadınız mı?
Mesele Suriye değil, mesele Türkiye'yi durdurmak.
Bunun için içeride ve dışarıda tam bir koalisyon var. Birbiriyle
kavgalı olanlar bile beraber hareket ediyor. Türkiye'de sıradan bir
gazeteci ile dışarıdaki devasa ülkeler aynı dürtü ya da korku ile
hareket ediyor. PKK'yı sahaya sürenler, Demirtaş'ı silahlı bir kişiliğe
dönüştürenler, Kuzey Suriye Koridoru ile Türkiye'yi sıkıştıranlar,
Tahran-Moskova üzerinden baskı kuranlar, YPG'yi sınırlarımıza
salanlar, bölgenin yeni haritalarını çizenler hep aynı çevreler, aynı
küresel koalisyon, görmüyor musunuz?
Musul da direniş hattımız Halep de..
Terörle, PKK ile gözlerimiz kör edilirken etrafımıza kalın duvarlar
örülüyor. Türkiye'den yüz yıllık meydan okumanın intikamıalınıyor,
hafızamız yeniden Anadolu içlerine sıkıştırılıyor, anlamadınız mı?
Bütün bu gelişmelerin üst okuması, büyük resmi budur. 21. yüzyılın
en büyük oyunu Türkiye'ye karşı oynanmaktadır.
Öyleyse biz de oyunu buna göre oynayacağız. 'Acımasız Direniş'i
Türkiye'yi savunma üzerine kuracağız. Etnik kavgaya
düşmeden,mezhep/kimlik ayrışmasına kapılmadan, içerideki
hasarımızı tamir ederek dışarıya, bize yönelen kuşatmaya,
çevrelemeye yöneleceğiz.
İşte asıl savaş budur. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük
hesaplaşma budur. Yeni Büyük Oyun'un mağduru değil, oyun
kurucusu olacağız. Bize sürpriz hazırlayanlar, kendileri büyük bir
sürprizle karşı karşıya kalacak.
Bölgenin yeni haritasını çizerken, iç işgal üzerinden Türkiye'nin de
haritasını çizmeye yeltenenler, bin yıldır bu coğrafyanın haritasının
büyük oranda Anadolu üzerinden şekillendiğini görecekler. Öyleyse
acımasız direniş artık Türkiye için değil, bütün coğrafya içindir.
Gazze de direniş hattımızdır Musul da, Halep de..
İç işgal projesi çöktü. Kuşatma yarılacak, dış tehdit projesi de
çökecek. Biz bu büyük hesaplaşmaya varız. Gerisini onlar düşünsün.
habervaktim.com
Depremden Kaçmak - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
İSTANBUL ve civarında beklenen büyük Marmara depremi vuku
bulmadan önce nereye kaçabiliriz, sığınabiliriz? En güvenli yer
neresidir?
1999 depreminden sonra Fatihin cıvıl cıvıl hayat ve hareket dolu
işlek bir caddesindeki bütün binalar belediye tarafından deprem
kontrolüne tâbi tutulmuştu. Kaç bina sağlam çıkmıştı biliyor
musunuz? Sadece üç! Deprem esnasında evlerin içindeki mutfaklar
ve banyo daireleri güvenli değilmiş. Yurdumuzda yaşayıp çalışan bir
deprem uzmanı böyle söylemiş.
1999’dan bu yana depreme dayanıklı, büyük bir sarsıntıyı en az
kayıpla atlatacak yepyeni, sağlam, eskisinden daha güzel bir İstanbul
oluşturulabilirdi ama bu iş yapılamadı. Rantçılar ve ehliyetsizler izin
vermedi.
Arada bir, dört şiddetinde küçük bir deprem olunca gazeteler
yazıyor, birkaç yorum yapılıyor, birkaç beyanat, sonra konu
gündemden çıkartılıyor. Öyle ya, futbol, manken, seks, fuhuş, âdi ve
bayağı magazin haberleri, verimsiz siyaset boğuşmaları, bunca
fuhşiyyat ve müstehcenlik varken depremi yazıp söyleyip de halkın
moralini bozmak doğru olmaz.
***
Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) öğütlerinden biri şudur:
Yarın Kıyamet’in kopacağını bilsen, elindeki fidanı bugün dik…
Biz de yaklaşan depreme, ayak sesleri duyulan savaşa rağmen iyi
şeyleri yapmaya devam etmeliyiz.
Birkaç iyi şey anlatayım: (1) Namaz kılmayan Müslümanların
namaza başlaması… (2) Geveze ve zevzeklerin çenelerini tutması…
(3) Zekat vermeyenlerin veya yeteri kadar ve gereği gibi
vermeyenlerin zekat vermeleri, hayır hasenat yapmaları… (4) Yarın
Kıyamet kopacak olsa bile bugün faydalı ilimlerin öğrenilmesi… (5)
Dua edilmesi…
***
Eski büyüklerden birine sormuşlar: Öleceğine bir saat kaldığını sana
bildirseler ne yaparsın?.. İlim öğrenirim demiş. Hangi ilimler?..
İnsanın kurtuluşuna, ebedî saadetine, Allahın rızasını kazanmaya
vesile olan faydalı ilimler.
***
Câhil, gafil, azgın, şaşkın, dengesiz insanlar paraya ve mala doyar
mı? Doymazlar. Haram helal demeden devşirmeye, zenginleşmeye
çalışırlar. Ne zamana kadar? Ölüm onları yakalayıp yere serdiği
zamana kadar. Haramın azabı, helal paranın hesabı olduğunu hiç
düşünmezler.
***
O kadar zor ve güç bir iş değil. On altı sayfalık bir broşür
çıkartılacak, ülkemizde bir milyondan fazla Kripto Yahudi, yine bir
milyondan fazla Kripto Ermeni olduğu, bir miktar da üç kimlikli
Pakraduni bulunduğu anlatılacak. Halk da bunu okuyup, olup
bitenlerin içyüzünü, PKK savaşının niçin sonra ermediğini, bu
savaştan birilerinin yüz milyarlarca dolar kazandığını anlayacak. Bu
iş, bu hizmet niçin yapılmıyor?
***
Maddî olmayan bazı sıkıntılar dolayısıyla bir ayağımı İstanbul dışına
atmak istiyorum. Kırsal kesimde, küçük bir yerleşim merkezinde iki
katlı eski bir ev, bakımsız harap ama güzel bir bahçe… Hava ve ses
kirliliğinden uzak… Cep telefonlarının ulaşmadığı ölü bir yer olursa
tercih edilir… Acaba köydeki mütevazı evimi biraz tamir ettirip
oraya mı kapağı atsam? Arada bir İstanbula gelirim. Şehir öylesine
büyüdü ki, içeriden dışarıya çıkmak, dışarıdan içeriye girmek büyük
problem oldu.
***
Meşhur bir lisenin tarih öğretmeni derste İslam’a ve Peygamberimize
(Salat ve selam olsun ona) hakaret etmiş. Dört öğrenci şikayet etmiş.
Müfettişler inceleme yapmışlar, şikayetleri haklı bulmuşlar, öğretmen
başka bir okula nakl edilmiş. Bir grup dinsiz bu saldırgan öğretmeni
desteklemek için yürüyüş yapmış, o öğretmen hoşgörüdür, düşünce
hürriyetidir diye slogan atmış… Dindar kesim ne yapmış? Fazla bir
tepki göstermemiş… Müslümanların şu anda başka dertleri,
meseleleri var. Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukba ukbada…
***
Zıvanadan çıkmışçasına ölçüsüz ve yıkıcı muhalefet yapanlara
öfkeleniyorum… Yağcılık ve yalakalık yapanlara da kızmıyor
değilim. Şu işin ortasını bulamıyoruz bir türlü. Muhalefetin de
muvafakatin de âdil olması gerekmez mi?
***
Aleyhimde kem küm eden birine: Önce selam… Oldukça zengin
kütüphânemi para ve menfaat karşılığında satmadım vermedim, vakf
ettim. Yine de senin dilinden kurtulamıyorum. Vatandaşın biri şahsî
kitaplarını yeni kurulan büyük bir kütüphaneye bağışlamış, bundan
sana ne? Kime ne zararım dokunmuş?..
***
Çarşamba gecesi, yatsıdan sonra, Fatih Akşemseddin caddesindeki
Yemen ve Hadramut Arap lokantasına gittim, iki kişi, birer porsiyon
dürüm şeklinde Arap usulü tavuk döner yedik. Bendeniz yemeğimi
bitiremedim, artanı yanımdakine verdim. Tabağında yemek bırakmak
nimete nankörlük olur, iyi bir insan değilim ama o kadar da kötülük
yapamam. Dönerin yanında altı çeşit garnitür vardı. Bir şişe su, hesap
iki kişi için 17 lira. Araplar İstanbul’u ucuzlattı. Çok yüksek kiralar
ödüyorlar, yine de ucuza satıyorlar. (Arap lokantalarında pahalı
yemekler de var.)
30.12.2015
habervaktim.com
Suriye Cihadının Ebu Bekir’i Şehid Abdülkadir Salih - Ahmed Yasin
Gürkan
Yazarın Tüm Yazıları »
Halep'in en zengin tüccarlarındandı.
25 milyon serveti vardı.
Halep'te sevilen, sayılan biriydi.
Türkmen'di. Türkçeyi anlayabiliyor ama birkaç kelime haricinde
konuşamıyordu.
Koca Osmanlı yıkılıp araya sun'î hududlar girince sülalesi ikiye
bölünmüş, bir kısmı Osmaniye'de, diğer kısmı ise Halep'te kalmıştı.
Suriyeli Hristiyan Arap Mişel Eflak’ın kurduğu, baba-oğul
Esed’lerin devam ettirdiği Marksist Baas rejimine karşı başlayan
meşru hak arama mücadelesi silahla bastırılıp katliama varan süreç
başlayınca, ailesini, sevdiklerini muhafaza etmek için silaha
sarılmıştı.
Kendi gibi on binlerce mazlumun bulunduğu Halep'te mücadelenin
merkezine oturmuştu.
45 adamı ile başladığı direnişte etrafına 15 bine yakın mücahid
toplanmış ve büyük bir ordu meydana getirmişti.
Arkadaşı TÜRKMEN-DER Başkanı Mehmet Ali Öztürk Bey’in
ifadesiyle "Suriye Cihadının Ebu Bekir'i idi".
25 milyon lirasının tamamını cihad için harcadı.
Şehadetine yakın hiç parası kalmamıştı.
Hâlbuki o bu servetini alıp Halep’ten ayrılabilir ve istediği ülkede
gayet lüks bir hayat yaşayabilirdi.
Ama o mücadele yolunu seçmişti.
Halep'i DAİŞ'ten ve rejimin askerlerinden temizlemişti.
Günümüzün Firavn'u kâfir Esed başına 200 milyon dolar ödül koydu.
Bir komutan olmasına rağmen cebhede hep en öndeydi.
Birçok kez ağır yaralanmıştı. Her seferinde şehadete biraz daha
yaklaşıyordu.
Ve beklenen an geldi.
Esed'in istihbaratçılarının verdiği raporlar doğrultusunda havalanan
jetler Abdülkadir Salih'in bulunduğu muhite tonlarca bomba
yağdırdılar.
Türkmen Bey'i ağır yaralanmıştı.
Mücahidler üzgündü, lâkin diğerlerinde olduğu gibi Abdülkadir
Salih'in yeniden ayağa kalkacağını ve en ön cephede cihada devam
edeceğini umuyorlardı.
Salih ilk müdahalenin ardından, Türkiye'ye getirildi ve 18 Kasım
2013 tarihinde çok sevdiği anavatan Türkiye'de müştak olduğu
şehadete erdi.
Bugün sağlam tek bir binanın dahi kalmadığı Halep'in bütün
sokakları, Şehid Türkmen Komutan Abdülkadir Salih'in mütebessim
çehreli resimleriyle süslü...
Abdülkadir Salih çok sevdiği Türkiye'yle alakalı ise şunları
söylemişti:
"Türkiye’ye müteşekkiriz. Bize en büyük desteği onlar veriyorlar.
Ancak bu yeterli olmuyor; biz zaten Batı’dan bir şey beklemiyoruz.
Müslüman olduğumuz ve İsrail’e düşman olduğumuz için ki bu
düşmanlık Esed’in sözde düşmanlığına benzemez, Batı bize asla
yardım etmeyecek. Önce Allah’a sonra Türkiye’ye güveniyoruz.
Unutmayın! İnsan hasta olduğu zaman arkadaşları birkaç gün
yardıma gelir, kardeşleri ise her gün!"
O kardeşler neredesiniz?
…
Abdülkadir Salih şimdi (zamanında) Halep'te medfun dedesi
Süleyman Şah ile beraber...
Aziz Allah onların mücadelesini devam ettirebilmeyi ve bu şehidlere
lâyık olabilmeyi nasip etsin.
Türkmen Dağı’nda, Halep’te, İdlib’te, Şam’da ve birçok yerde ağır
bombardıman altında mücahede eden mücahidlere Rabbimiz yardım
etsin.
Hazret-i Habil'den bugüne kadar bütün şehidlerimiz için el-Fatiha…
Hazret-i İsâ’nın doğumu belli değil midir?
İsâ aleyhisselâm, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe
çıkarıldığından, İsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat
doğru anlaşılamamıştır.
Sual: Hazret-i İsâ’nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı
olarak kabul edilip kutlanan Noel gecesi belli değil midir?
Cevap: İsâ aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı
zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler.
Ancak, Onun sözlerini ve kendisini, Yunan felsefesi ve putperest
cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsâ
aleyhisselamın hakiki dini, değiştirilmeye başlandı. İsâ
aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme
teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott
Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki:
“İsâ aleyhisselamın şahsiyeti ile uğraşma, kim olduğunu araştırma,
her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi
için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri,
kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve
tövbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ
ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin
açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.”
Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi
hikâyelerine mitoloji denir. Önce ayin vardır, sonra bu ayini izah için
mitolojik hikâyeler uydurulmuştur. Hayali tanrıların ölmesi veya
dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu. Kurtarıcı tanrıya
inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine,
bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir.
Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş tanrısı inancı ile
birleştirildi. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna
inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır.
Hıristiyanlar da, İsâ aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu
tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her
sene kutlamaya başladılar. New York Üniversitesinde tarih profesörü
olan, Waelance Ferguson diyor ki:
“Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar.
Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma'da güneş tanrısı Mithras'ın doğum
tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında
önemli bir yortu günü idi.”
İsâ aleyhisselâm, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe
çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havâri bilip, İsevîler az ve
asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru
anlaşılamamıştır.
30.12.2015
Her Kürtçe konuşan Kürt değil!
Şimdilerde bir çok vatandaş, güneydoğuda çıkartılan yangının bütün
Kürtlerle alâkalı olduğunu sanmakta. Böyle bir hüküm, yüzde yüz
hatalıdır. Devletin adı Selçuklu Sultanlığı, Devleti âliyye ve Türkiye
Cumhuriyeti olduğu bütün zamanlarda Payitaht'a en bağlı
unsurlardan biri Kürtlerdir. Öyle ki uzak olmayan zamanlara kadar
bazı Türk aşiretler, "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!" diye
devlete meydan okurken Kürtler, Ulü'l Emr'e tam tâbilerdi. Bu
muhabbetin sebebi şudur. Bir asır öncesinde tasnif, kavmiyetçilik
üzerinden değil, imân üzerinden yapılmaktaydı. Cemiyette Müslim
ve gayrı Müslim vardı. Türk, Kürt ve başka etnik aidiyetler ön
palanda değildi. Kürtler, Türkler ve İslâm dışı olmayan herkes o
"Müslim" yahut "Ümmeti Muhammed" tasnifinin içindeydi, onlara
"İslam milleti" denirdi. Fransız İhtilalinden gelen dip dalgayla İttihad
ve Terakki'nin rakip gibi mücadele metodlarının erken Cumhuriyette
de devamıyla bu değerler terk edilerek "ne mutlu Türküm!" sloganı
ve benzer anlayışlara varıldı. Köprüler atıldı. Halbuki Hilafet
makamı, Türk kadar Kürde ve İslâm milletinden her ferde aitti.
Hilafetin askıya alınmasıyla alt kimlikli kavimler arasında
yabancılaşma başladı.
24 Nisan 1915 Tarihli kararla Ermenilerin göçe tabi tutulmasındaki
değerlendirme yanlışlarından biri de şudur. Sanılır ki Ermeniler,
Vilayat-ı Şarkiye'den, doğu illerimizden alınıp yurt dışına sürgüne
gönderilmiştir. Hayır, öyle değildir! Yer değiştirme, kendi
hudutlarımız dahilinde yapılmıştır. O gün Suriye de Lübnan da
İstanbul'un vilayetleridir. Hükûmet, isyan eden, Müslümanlara
zulmeden, yakan-yıkan Ermenileri, yaşadıkları yerlerden alıp daha
sakin şehirlere yerleştirme zarureti hissetmiştir. Hasım hâline gelmiş
teb'ayı birbirinden uzaklaştırmak mevzubahistir. Bu talihsiz hadise
tatbik edilirken Ermeniler, asırladır aynı iklimi paylaştıkları
komşularıyla iç içedirler. Tehciri yaptıracak memurların bunların
hepsinin kim olduğunu bilmesi mümkün değildir. Görgü şahitlerinin
anlattıklarına göre bu Ermeniler'den bir kısmı, göç kararından yakayı
kurtarmak için kendilerini Alevi veya Kürt diye göstermiştir. Bazı
Ermeniler, böylece kimlik değiştirerek yerlerinde kaldıkları gibi
gitmekten kurtulamayan bazıları da kızlarıyla dul kadınları,
evlendirilmeleri için Kürt aşiretlere bırakmışlardır.
Bölgede bir gizlenmiş kimlik gerçeği vardır. Devlet, bu gizliliğe
vâkıftır. Asli unsurlarla kendilerini öyle gösteren taklitçiler
karıştırılmamalı. Bölücülerin bazıları, tarihin o köklerinden
gelmektedir. Bölge itibariyle Kürtçe konuştuklarından kamuoyu
onları Kürt zannetmektedir.
Genelleme yapmamak lazım. Her Kürtçe konuşanı Kürtçülük peşinde
koşan bölücü zannetmek çok yanlış olur. Dağda mağlup olunca terörü
şehirlere taşımaya çalışıyorlar. Bunda da başarılı olamazlarsa iç savaş
çılgınlığına yöneleceklerdir. Onlara öfke duyanlar, sakın ola ki
tuzağa düşmemeli. Bu toprakların Türk, Kürt, Ermeni Rum, Alevi ve
her aidiyeti birlikte yaşamaya devam edecektir.
30.12.2015
dunyavegercekler.com
BATININ KANLI TARİHİ | Dünya ve Gerçekler
Lejyonerler
Refah Amerika, Avustralya ve Avrupa ülkelerindedir. Oralarda
sokaktaki insanların ve onları yönetenlerin aklındaki tek konu
"PARA"dır.
Rahat yaşarlar, lüks hayat içinde boğulurlar.
Dünya bu üç kıtanın rahat yaşaması için diğer kıtaların yangın yerine
çevrildiği bir yorgun savaşçıdır. Sömürmek, daha daha sömürmek
üzere bir sistem kurmuşlardır.
Sömürgeciliğin ANASI Büyük Britanya İmparatorluğu'dur.
Bu ideolojiyi ilk görüp kapanlar da en yakınındaki diğer Avrupa
ülkeleridir.
Amerika'ya göç eden İngilizler, sömürge ideolojisini bu kıtaya da
taşımıştır. Afrika kıtasından ABD üretim ekonomisine tam 20 milyon
KÖLE transfer edilmiştir.
Dünya 19. Yüzyıl'a girmeye hazırlanırken sömürgeci devletler Berlin
Konferası'nda bir araya gelerek Afrika ülkelerini ve madenlerini
aralarında paylaşmıştır.
Sömürgeci dehşetini yaşayan ülkelerin başında madenleri ile ünlü
Kongo gelmiştir.
Bu ülkede iyi çalışamayan KÖLE Afrikalılar'ın kafaları kesilip
Avrupalı tüccarların evlerine dekor olmuştur.
Avrupalı zenginler, Afrika çöllerinde o dönemde aslan avı yerine
SPOR amaçlı İNSAN AVI'na çıkmıştır. Tam 10 milyon Kongolu
toprağa gömülmüştür. Çalışmayanların, direnenlerin eşleri kaçırılarak
rehin alınmış, tecavüze uğramış, öldürülmüş, kara kıtada madenler
uğurna yeryüzünün en büyük SOYKIRIMI yapılmıştır.
Afrika'yı soymak için kullanılan yöntem hep aynı olmuştur.
"Böl, parçala, iç savaş çıkar, hallet" yöntemidir bunun adı.
Avrupa Kongo'da parsayı götürürken, "Bizim neyimiz eksik" diyen
ABD devreye girmiştir. CIA, sömürgecilerden bağımsızlığını ilan
eden Kongo'ya müdahale edip darbe yapmış ve kendi adamı Albay
Mobutu'yu başa geçirmiştir.
Mobutu ülke kaynaklarını Avrupalılar'ın elinden alıp Amerika'ya
vermiştir. Bir süre sonra Mobutu ülkede KARUN gibi zenginleşen
Amerikan şirketlerinden pay istemeye kalkınca tam 7 ÜLKE
Kongo'ya saldırtılmış, 2.5 milyon insan öldürtülerek problem
çözülmüştür.
Bugüne geldiğimizde değişen bir şey yok.
Yeni sömürge alanı Ortadoğu'dur ve bölge ülkeleri birbirine
saldırmaktadır.
Amerika rakibi Avrupa'yı bu bölgeden atmak için savaşmaktadır.
Avrupa ile Amerika arasındaki bu mücadelede taraflar ordularını
göndermek yerine TERÖR ÖRGÜTLERİ üzerinden bu savaşı
yürütmektedir.
Avrupa'nın lideri Almanya PKK'yı vuran Türk uçaklarına neden en
büyük tepkiyi vermiştir?
İngiliz Times önceki gün sayfalarında göz yaşlarına boğulmuştur
adeta. "Türkiye'de Kürt bölgesinin fiili başkenti ve PKK'nın güçlü
olduğu Diyarbakır'da yaşayanlar için uçakların hemen yakındaki bir
askeri üsten kalkması kaderin zalim bir cilvesi" diye yazarak.
Neden böylesine ağıt yakıyorlar?
Amerika ile çıkarları gereği anlaşan bir Türkiye olduğu için.
Almanlar ve İngilizlerin çıkarlarına sopa indiği için.
PKK zavallı bir örgüttür. Oradan oraya ellerine silah verilip
sürüklenip dururlar.
Şimdi onlara İngiliz ve Almanlar çıkarları için sahip çıkıyor.
Ama Kandil'dekiler bunu anlamaz. Olan, ÖLEN Kürt çocuklarına
olur.
The Daily Beast'ten Kate Brannen bir habere imza attı. Lockheed
Martin, General Dynamics, AM General çok sayıda yeni SİLAH
siparişi almış Ortadoğu'dan. Güvenlik şirketi SOS İnternational
Irak'ın Basra kentinde 400 milyon dolarlık ihale almış. Bağdat'ta da
100 milyon dolarlık iş yapıyormuş zaten. Oh oh maşallah. IŞİD
Kuveyt'e saldırtılıyor, Kuveyt milyarlarca dolarlık silah siparişi
veriyor.
Yakında ekonomideki İngiliz hakimiyetini de ABD'ye verecektir
muhakkak.
Terör korkusuyla verilen emri yerine getiren ve petrol fiyatını
düşürerek Rusya'yı çökertmeye kalkan Suudi Arabistan da ne
yapacağını şaşırdı. Bir yandan Rusya ile milyarlarca dolarlık anlaşma
yapıp "Bir hata yaptım beni affet" derken diğer taraftan da ABD'ye
milyarlarca dolarlık silah siparişi veriyor.
Ve bugün gelinen noktada Almanya'da "IŞİD'e 700 Alman katıldı,
hepsi Selefiler yani Vehabiler" tartışması başladı.
Suudi rejiminin mezhebi Vehabilerin, Rusya'yla Ukrayna'da çatışan
Almanya'da açtığı camilerden IŞİD'e militan yağdığını Merkel'in
istihbaratı açıklıyor, Berlin tartışıyor.
Vehabiliğin kurucusu da İngiliz ajanları Lawrence ve Hempher,
gerisini siz anlayın.
Sömürgeciler aşkına dağlara kaçırılan ve öldürtülen Kürt çocuklarını
PKK düşünmez.
Çünkü liderleri "İsrail'in düşmanı bizim düşmanımızdır" diyecek
kadar iyi eğitimlidirler
Bekir Hazar
dunyavegercekler.com
Eski bir yeni düzenin hikayesi II. Reich ve Siyonizm | Dünya ve
Gerçekler
Alman düşüncesine uygun olarak
Avrupa'da kurulacak olan Yeni Düzen
ile, Yahudi ulusal hedefleri arasında
ortak çıkarlar oluşturulabilir... Yeni
Almanya ile İbrani alemi arasında bir
işbirliği mümkündür..."
- Siyonist terör örgütü Stern (LEHI)nin
- 1941 yılında Nazi Almanyası'na yaptığı
- askeri ittifak teklifinden
George Bush, Körfez Savaşı'nın hemen ardından "Yeni Dünya
Düzeni" ile ilgili sözler etmeye başlayınca, siyasi tarih bilgileri
Başkan'dan daha iyi olan bazı yorumcular dudak bükmüşlerdi. Çünkü
Bush,
"Yeni Düzen" kavramını ilk kez kendisinin kullandığını sanıyordu,
ama yanılıyordu. İlk önce Avrupa'ya sonra da tüm dünyaya bir "Yeni
Düzen" getirme iddiası, Başkan Bush'tan yarım asır önce Adolf Hitler
tarafından ortaya atılmıştı. Nazi lideri, Aryan ırkının hegemonyası
altında kurulacak ve ırk ilkesini temel kabul eden hiyerarşik bir
dünya hayal etmiş ve adına da "Yeni Düzen" demişti. Daha önce
kurulmuş ve yıkılmış olan iki Alman Krallığı'ndan hareketle, Nazi
Almanyası'nı "III. Reich", yani Üçüncü Krallık olarak adlandırmıştı.
III. Reich, sözde bin yıl sürecekti ve Avrupa'daki tüm mevcut düzeni
yıkıp yerine sözkonusu "Yeni Düzen"i yerleştirecekti. Alman
orduları, 1939 yılında sözkonusu "Yeni Düzen"i kurmak için
Avrupa'nın dört bir yanını işgal ettiler.
Ancak aslında Yeni Düzen ifadesi, III. Reich'dan da önce
kullanılmıştı. Amerika'nın kurucuları, 2. bölümde incelediğimiz gibi
ABD'nin Büyük Mührü'ne Novus Ordo Seclorum, yani Yüzyılın Yeni
Düzeni ya da Yeni Seküler Düzen ibaresini eklemişlerdi. Sözkonusu
Yeni Düzen'in, Avrupa'da dini otoriteye karşı girişilen uzun bir savaş
sonucunda kurulduğunu biliyoruz. Dini otoriteye karşı yürütülen bu
uzun savaşı organize eden gizli el ise yine 2. bölümde incelediğimiz
gibi Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar
arasındaki İttifak'tı. Özetle, Batı'da kurulan bu ilk "Yeni Düzen",
yani Novus Ordo Seclorum, eski düzenden memnun olmayan İttifak
tarafından kurulmuştu, asıl amacı İttifak'ın amaçlarına hizmet etmekti
ve en büyük özelliği de seküler oluşuydu.
Bu noktada Novus Ordo Seclorum ile Naziler'in Yeni Düzen'i
arasında önemli bir ortak nokta olduğuna dikkat etmek gerekir:
Naziler'in kurma iddiasında oldukları Yeni Düzen de seküler bir
düzendi. Nasyonal Sosyalizm, büyük ölçüde anti-Katolik bir
ideolojiydi ve Alman ırkının Hıristiyanlık öncesindeki pagan
(putperest) dönemine ait geleneğini canlandırmak amacındaydı.
Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın,
Hitler önderliğinde kurulan yeni Alman Krallığı (III. Reich) için
gerekli olan spritüel enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman
ırkının antik pagan dinine geri dönülmesini savunmuştu. Rosenberg'e
göre, Naziler iktidara geldiklerinde Kiliseler'deki İnciller ve haç
sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam
adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar
yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi,
ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek sözkonusu yeni
Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.1 Ancak Nazi ideolojisi,
her zaman için seküler ve din aleyhtarı kimliğini korudu.
2. bölümde bir kuraldan söz etmiştik; her seküler ideoloji, Yahudi
önde gelenleri ile masonlar arasındaki İttifak'ın çıkarınadır. Çünkü,
İttifak'ın egemenliği için en temel şart, seküler bir dünyanın varlığıdır
ve dünyayı bu hedefe götüren her ideoloji de, sonuçta İttifak'a hizmet
eder. Nitekim 2. bölümde kapitalizm ve sosyalizm gibi iki zıt
ideolojinin de gerçekte İttifak tarafından üretildiğini ve İttifak'ın
çıkarlarına yaradığına değinmiştik.
İşte bu noktada önemli bir soru sorabiliriz: Naziler'in Yeni Düzen'i
de seküler bir düzen olduğuna göre, acaba bu düzen ile İttifak'ın bir
ilişkisi var mıydı? Bir başka deyişle, Naziler'in, Yahudi önde
gelenleri ile Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasında kurulu
olan İttifak'la bir bağlantıları var mıydı?
Ya da İttifak'a hizmet etmişler miydi?
Eğer resmi tarihe bakarak bu soruları cevaplandırmaya kalkarsak
tüm bu soruların hepsine kesin bir biçimde olumsuz bir cevap
vermemiz gerekir. Çünkü resmi tarihe göre, Naziler, Yahudilerin
tarih boyunca karşılaştıkları en büyük düşmanlardan biri ve aynı
zamanda da fanatik birer anti-masondurlar. Oysa daha başka pek çok
konuda olduğu gibi resmi tarihin bizlere sunduğu bu görüntünün
ardında da daha farklı bir gerçek yatmaktadır. Naziler'in hem
masonlukla, hem de Yahudi önde gelenleri ile olan ilişkileri
bilinenden oldukça farklıdır.
Konuya, Nazizmin Tapınakçı kökenini inceleyerek başlayabiliriz.
Nazizm'in Tapınakçı Kökenleri
Kitabın önceki bölümlerinde Kabalacıların Tapınakçılarla kurdukları
tarihi İttifak'ı inceledik. Bu İttifak'ın Tapınakçıların devamı
niteliğindeki Gül-Haç ve mason örgütlenmeleri aracılığıyla
sürdüğünü biliyoruz. Ancak Tapınakçı geleneğin birbiriyle yakın
ilişki içindeki bu iki kolunun, yani mason ve Gül-Haç derneklerinin
yanında, başka bazı küçük kolları da kurulmuştur. Tapınakçı
geleneğe yani Yahudi mistisizmine ve Yahudilerle stratejik işbirliğine
bağlı kalan bu küçük kollar, örgütlenme şekli açısından masonluktan
farklılık göstermişlerdir.
2. bölümde değindiğimiz Bavyera Aydınlanmışları (İllüminati)
örgütü, bu tür örgütlerdendir. İllüminati, incelediğimiz gibi
sosyalizme ve özellikle de anarşist sosyalizme öncülük etmişti.
19. yüzyılın ikinci yarısında Tapınakçı geleneği devam ettiren
sözkonusu okült derneklerin sayısı hızla arttı. Hemen her ülkede
farklı isim ve görüntüler altında Tapınakçılardan ya da Gül-
Haçlar'dan esinlenen gizli dernekler kuruluyordu.
Bu derneklerin en önemli özelliklerinden biri ise 2. bölümde
değindiğimiz gibi ulus-devletlerin kuruluşu ve milliyetçi ideolojilerin
yayılmasındaki önemli katkılarıydı. Alman milliyetçiliği, hatta
ırkçılığı da sözkonusu okült dernekleri ile oldukça içli-dışlıydı.
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy adlı
kitabında "pan-Cermenik Alman milliyetçiliğinin ruhsal gücünü ve
ideolojik kökenini okült derneklerden aldığını ve okült geleneğin
1920'lerde doğan Nasyonal Sosyalizm (Nazi) akımına da büyük bir
zemin hazırladığını" yazar.
Gerçekten de Nazi hareketine kadar uzanan 19. yüzyıl Alman
milliyetçiliğini incelediğimizde, Tapınakçı geleneği koruyan ve
birbiri ardına kurulan farklı gizli derneklerin bir zincir halinde Nazi
partisinin çatısını oluşturduğunu görüyoruz.
Michael Howard'a göre, tüm Almanca konuşan halkların
birleştirilmesi hedefini benimseyen aşırı Alman milliyetçiliği, Helene
Blavatsky adlı Rus asıllı bir medyum tarafından 1875 yılında kurulan
Theosophical Society adlı okült derneğinden büyük ölçüde
etkilenmişti. Peki bu derneğin amacı neydi dersiniz?... Howard şöyle
açıklıyor: "Blavatsky'nin amacı, doğu mistisizmi ve okültizmi ile;
masonluk, Gül-Haççılık, Kabala gibi Batı kaynaklı okült gelenekleri
birleştirmekti."
Nazi partisinin öncüsü olan Theosophical Society, Gül-Haç, mason
ve Kabala öğrencileri ile pan-Cermenik Alman milliyetçiliğini
birleştirmişti. Derneğin yanda görülen ambleminde yan yana yer alan
gamalı haç ve Siyon yıldızı figürleri ise, bir anlamda, Naziler ve
Siyonistler arasında şekillenecek olan ilginç ittifakın sembolik bir
ifadesiydi.
Mason, Gül-Haç ve Kabala bağlantısından da anlaşıldığı gibi
Theosophical Society, Tapınakçı geleneği koruyan, yani Yahudi
mistisizmine sıkı sıkıya bağlı bir örgüttü. Bu, derneğin ambleminden
bile anlaşılıyordu; amblemin ortasında kocaman bir Siyon yıldızı
vardı, ayrıca taç ve kuyruğunu ısıran yılan gibi M. Tevrat kaynaklı
Yahudi sembolleri de amblemde yer alıyordu. Tüm bunların yanında,
bir de ilginç bir sembol daha vardı derneğin ambleminde;
sonradanNazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç!
Gamalı haçın sözkonusu Yahudi sembolleri arasında ne aradığını
sorabiliriz. Frederick Goodman'ın, Magic Symbols (Büyü
Sembolleri) adlı kitabında bu soruya tatmin edici bir cevap getiren
bilgiler yer alıyor. Goodman'ın yazdığına göre, oldukça eski bir okült
sembol olan gamalı haç (swastika), Kabala mistisizmi ile oldukça
yakından ilgilidir. Kabala'nın "Hayat Ağacı" olanSefirot'taki "Keter"
isimli Sefirah, swastikanın çıkış noktasıdır. Buna göre, "swastika
(gamalı haç) Süleyman'ın Mührü (altı köşeli Siyon yıldızı) ile de
yakından ilişkilidir."
Kısacası Theosophical Society, kullandığı sembollerden de
anlaşıldığı gibi içinde hem Yahudi mistisizmini hem de Nazilere
öncülük eden bir Alman milliyetçiliğini barındırıyordu.
Bu, kuşkusuz oldukça ilginç bir durumdur.
Theosophical Society'den Naziler'e uzanan zincirin devamını
incelediğimizde, daha da ilginç gerçeklerle karşılaşıyoruz.
Theosophical Society'den kısa bir süre sonra bir başka Alman
milliyetçisi okült dernek daha kuruldu: Viril Derneği. Michael
Howard'a göre, Viril derneğinin amacı, "Theosophy derneğinin ve
Kabala'nın mistik sistemini, İllüminati locasının politik idealleri ile
birleştirmekti."
Viril Derneği'nin amblemi ise tek başına gamalı haçtı.
Alman milliyetçileri tarafından aynı sıralarda kurulan bir diğer
dernek ise Armanenschafft adlı gizli örgüttü. Armanenschafft,
Avusturyalı bir okült uzmanı olan Guido von List tarafından
kurulmuştu ve Aryan ırkının üstünlüğü teorisini kendine ideoloji
olarak benimsemişti. Von List, kurduğu derneği masonik sistemi
örnek alarak, Çırak-Kalfa-Üstad gibi derecelere ayırdı.
Armanenschafft'ın antik okült geleneği temsil ettiğini söylüyordu.
Von List'e göre, Katolik Kilisesi bu geleneği baskı altına almış, ancak
bu gelenek Tapınakçılar, Gül-Haçlar, simyacılar ve masonlar
tarafından canlı tutulmuştu.
Şimdi de Armanenschafft bu Tapınakçı geleneği canlandırmaya
çalışacaktı.
Nazilerin öncülerinden Ordo Templi Orientis (Doğu Tapınak
Tarikatı) üstteki amblemi kullanıyordu. Amblemin üst kısmında yer
alan masonik üçgen içinde göz sembolü, örgütün Tapınakçı-mason
kimliğinin açık bir ifadesiydi.
Guido von List, kendi örgütünün dışında, iki gizli örgüt ile de yakın
bir ilişki içindeydi. Bu iki örgüt de List'in pan-Cermenik, aşırı sağcı
görüşlerini paylaşıyorlardı. Örgütlerin adları ise oldukça ilginçti;
Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi, yani "Doğu Tapınak
Tarikatı" ve "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"!... Adlarından da anlaşıldığı
gibi bu iki örgüt de açıkça Tapınakçı geleneği izleyen örgütlerdi.
Örgütleri ve kurucularını incelediğimizde bunu daha açık bir biçimde
görebiliyoruz.
Ordo Templi Orientis (OTO), 1895 ve 1900 yılları arasında Karl
Kellner ve Theodor Reuss adlı ateşli iki Alman milliyetçisi tarafından
kurulmuştu. Kellner ve Reuss'un önemli bir ortak özellikleri ise her
ikisinin de yüksek dereceli birer mason oluşuydu. Bu iki üstad
mason, OTO'yu Memphis and Mizrahim adlı bir İngiliz locasının
obediyansı altında kurmuşlardı. OTO'nun kuruluşunda önemli rol
oynayan bir üçüncü isim ise çeşitli Gül-Haç localarına üye olan Dr.
Franz Hartmann'dı. Theodor Reuss da Almanya'nın çeşitli
şehirlerinde Gül-Haç ve mason locaları kurmuştu.
OTO'nun amaçları arasında, "tüm masonik ritlere açılan anahtarların
ve seksüel büyü"nün ilerletilmesi vardı.
Bu"seksüel büyü", büyük olasılıkla Tapınakçılar'ın sapkın
özelliklerinden biri olanHOMOSEKSÜELLİĞİN yeni bir
varyasyonuydu.
OTO'NUN MASON KURUCUSU Theodor Reuss, 1912 yılında
yazdığı bir kitapta, örgütün ritleri arasında "KARŞILIKLI ORAL
SEKS"in de yer aldığını açıklamıştı.
OTO'nun İngiliz destekçilerinden Aleister Crowley'e göre ise bu
"oral seks" ritüelininkökeni, İLLÜMİNATİ ÖRGÜTÜNÜN
KURUCUSU Adam Weishaupt'un bir
"BULUŞU"ydu ve ondan sonra da çeşitli Gül-Haç localarında
uygulanır olmuştu.
Aleister Crowley, bir süre sonra OTO'nun İngiliz kolunun üstadı oldu
ve kendisine "BAFOMET" adını taktı. Bafomet, 2. bölümde
değindiğimiz gibi Ortaçağ'daki Tapınakçılar'ın kendisine tapındıkları
bir tür puttu.
OTO ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir ikinci pan-Cermenik
Tapınakçı örgütü ise az önce belirttiğimiz gibi Ordo Novi Templi,
yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"ydı. Örgüt, kendini bir Ortaçağ
kontunun reenkarnasyonu sayan Lanz von Liebenfels adlı bir okültist
tarafından kurulmuştu. Liebenfels, örgütün Tapınakçı geleneği
koruduğunu açıkça söylüyordu. İngiliz yazar Nicholas Goodrick-
Clarke, The Occult Roots of Nazism (Nazizm'in Okült Kökenleri)
adlı kitabında, bu örgütün "1300'lü yıllarda kafirlik suçundan
dağıtılmış olan Tapınak Şövalyeleri örgütünün mirasçısı" olduğunu
yazar.
Örgüt, 1907 yılında Burg Werfenstein'deki bir Ortaçağ şatosunda bir
"Aryan Şövalye Tarikatı" kimliğinde kurulmuştu. Bu Aryan-
Tapınakçı örgütün şatonun burçlarına asılmış olan bayrağı ise gamalı
haçtı.
Naziler'in öncülerinden biri olan Ordo Novi Templi, tahmin
edilebileceği gibi aşırı sağcı bir ideolojiye sahipti ve dahası,
Avrupa'daki çeşitli aşırı sağcı gruplarla da ilişki içindeydi. İngiliz
tarihçi Michael Howard, örgütün 1910'lu ve 20'li yıllarda Avrupa ve
Amerika'daki aşırı sağcı gruplar için "uluslararası koordinatör" işlevi
gördüğünü yazıyor.10 Bu gruplar içinde, Sırp milliyetçileri en dikkat
çekenlerden biriydi. Ordo Novi Templi, I. Dünya Savaşı'nın patlak
vermesine neden olan milliyetçi Sırp grupları ile çok yakın ilişkilere
sahipti.
Kısacası 19. yüzyılın başında, Almanya'da aşırı
sağ eğilimlere sahip ve birbirleriyle de yakın ilişkilere sahip olan üç
Tapınakçı örgüt kurulmuş durumdaydı: Armanenschafft, Ordo Templi
Orientis ve Ordo Novi Templi. Her üçü de Tapınakçı geleneğe bağlı,
yani Kabala mistisizmine ve masonik ideolojiye sahip olan bu üç
örgütün en önemli icraatlarından birisi, Michael Howard'a göre,
Germenorden (Alman Tarikatı) adlı örgütün kuruluşuydu. I. Dünya
Savaşı'nın hemen öncesinde kurulan örgüt, Aryan ırkının üstünlüğünü
savunuyor, pan-Cermenik bir Alman İmparatorluğu'nun kurulmasını
ve Hıristiyanlık öncesi (pagan) antik Alman kültürünün yeniden
uyandırılmasını hedefliyordu. Örgütün amblemi gamalı haçtı ve tüm
ritüellerini de mason ritüellerinden almıştı.
Thule Locasından Nazi Partisine
I. Dünya Savaşı sırasında ateşli Alman milliyetçilerini organize eden
Germenorden'in ortaya çıkardığı en önemli sonuç ise savaşın hemen
bitiminde kurulan ünlü Thule Derneği'ydi. Thule Derneği, ya da
Almanca adıyla Thule Gesselschaft, Baron von Sebottendorff adlı bir
Alman milliyetçisi tarafından Germenorden'in devamı niteliğinde
oluşturulmuştu. Sebottendorff ilginç birisiydi. Doğuya geziler
yapmış,Mısır ve İstanbul'da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında
simya, astroloji ve Kabala üzerinde çalışmış, Gül-Haç felsefesi
üzerinde de uzun araştırmalar yapmıştı.
1901 yılında, Fransız Grand Orient obediyansına bağlı olan bir
mason locasına katıldı. Sebottendorff'un bağlı olduğu loca politik
amaçları olan bir locaydı ve o dönemde Halife Abdülhamid'e karşı
devrim hazırlığı yapan İttihat ve Terakki derneği ile de çok yakın
ilişkilere sahipti.
Sebottendorff'un masonik kariyerine Aytunç Altındal da "Hitler
Doğmadan Önce" başlıklı yazı dizisinde değinmişti. Altındal'a göre,
Sebottendorff, "Bursa'da Abraham Termudi adlı bir Yahudi bankerin
delaletiyle Memphis adıyla tanınan mason locasına üye yapılmıştı."
Baron, o yıllarda bir de Türk Masonluğu ve Bektaşilik adlı bir kitap
yazmıştı. Altındal'a göre Sebottendorff, II. Dünya Savaşı'nın ardından
Türkiye'de "görünmeyen eller" tarafından saklanmıştı. (Bu
"görünmeyen eller", büyük olasılıkla Neo-Nazi masonların üye
olduğu Moral Re-Armament derneğininTürkiye'deki kolu olan
Manevi Cihazlanma Derneği'ydi.)
Sebottendorff'u bu denli önemli kılan icraatı ise kuşkusuz kurduğu
ünlü THULE DERNEĞİYDİ. Baron, 1910 yılında, İstanbul'da
bulunduğu sıralarda, masonluk ve simya prensiplerini anti-komünizm
ve aşırı sağ felsefe ile birleştiren kendine bağlı yeni bir örgüt
kurmaya karar verdi. 1916 yılında Germenorden ile bağlantıya geçti
ve sonraki iki yıl içinde örgütün en etkin üyesi haline geldi. Sonuçta,
1918 yılında Germenorden'in adı Thule Gesselschaft'a dönüştürüldü
ve Sebottendorff da örgütün büyük üstadı oldu. Umberto Eco,
Thule'nin kuruluşunu şöyle anlatıyor:
1912'de Ari ırkın üstünlüğünü öne süren Germenorden diye bir grup
oluşuyor.
1918'de Baron von Sebottendorff diye biri buna bağlı bir grup
kuruyor: Thule Gesselschaft; gizli bir dernek. Tapınakçı Geleneğe
Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri ama güçlü ırksal, pan-Cermenist,
Yeni-Arilik eğilimleri var. 1933'te de, bu Sebottendorff, kendisinin
ektiklerini Hitler'in biçtiğini yazıyor.
Öte yandan, gamalı haç, Thule Gesellschaft çevresinde ortaya
çıkıyor. Thule'ye ilk katılanlardan biri kimdi? Rudolf Hess, Hitler'in
kötü yoldaşı. Sonra Rosenberg! Sonra Hitler'in kendisi! Gazetelerde
okumuşsunuzdur, Hess, Spandau'daki hücresinde bugün bile içrek
(batıni) bilimlerle uğraşıyor... (Thule'nin kurucusu olan)
Sebottendorff, 1924'te, simyayla ilgili bir kitapçık yazıyor... Gül-
Haçlar'la ilgili bir roman da yazıyor.
Eco'nun anlattıklarından da anlaşıldığı gibi "Tapınakçı Geleneğe
Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri" ya da daha basit bir ifadeyle özgün
bir mason locası olan Thule, Nazi partisinin öncüsü ve hatta gerçek
kurucusuydu. Örgüt kurulduktan sonra hızla büyüdü. 1918 yılında
yalnızca Münih kentinde 250, tüm Bavyera'da ise 1.500 üyeye
sahipti.
Üyeler arasında; yargıçlar, avukatlar, polis şefleri, aristokratlar,
doktorlar, üniversite hocaları, bilim adamları, subaylar, sanayiciler
ve iş adamları vardı. Önde gelen üyelerden Bavyera Adalet Bakanı
Franz Gurtner, aynı makama Nazi rejimi sırasında da atandı. Thule
üyelerinden polis şefi Wilhelm Frick ise Nazi Almanyası'nda İçişleri
Bakanlığı yapacaktı.
Thule'nin Nazi partisine dönüşümü bir dizi olayın sonucunda
gerçekleşti. Örgüt, kurulduğu günden itibaren komünistlerle sürekli
çatışma halindeydi. 1919'daki komünist ayaklanma sırasında Thule
yeraltına çekildi ve aşırı sağcı karşı-devrimcileri organize ederek
silahlı bir terör gücü oluşturdu.
Komünistlere karşı halk desteği kazanmak içinse, Alman İşçi
Partisi'ni kurdu. İşte bu sıralarda Adolf Hitler de Thule'ye katıldı.
Hitler, savaş öncesi dönemde okültizmle yakından ilgilenmiş,
özellikle Armanenschafft'ın kurucusu Guido von List'in teorilerinden
çok etkilenmişti. Bu nedenle, bir Tapınakçı örgütü olan Thule'ye
kolayca adapte oldu. Thule'nin siyasi uzantısı olan Alman İşçi
Partisi'nin kendisine amblem olarak gamalı haçı seçmesi ise Hitler'in
etkisiyle olmuştu.
THULE ÖRGÜTÜ AMBLEMİ
1920 yılında Alman İşçi Partisi'nin adı Nasyonal Sosyalist Parti
(Nazi Partisi) olarak değiştirildi. Partinin lideri ise elbette Hitler'di.
Hitler'in bu hızlı yükselişi, Thule'nin desteği ile olmuştu. Hitler'i
keşfeden kişi, Thule'nin önde gelen isimlerinden Deitrich Eckart idi.
Eckart, yaşlı bir okültist kadının kendisine yıllar önce anlattığı
"Almanya'yı kurtaracak Mesih" prototipini Hitler'de görmüştü.
Bu nedenle bu genç adamın elinden tuttu, onu Thule'nin zengin ve
etkili üyeleri ile tanıştırdı. Nazi partisini ilk günlerinde finanse
edenler zengin Thule üyeleriydi; Thule üyesi polis şefleri de Hitler'e
korunma sağladılar.
Thule'nin Nazi Partisi'nin çekirdeği olduğuna, Aytunç Altındal da
değinmişti. "Hitler'in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi
(NSDAP), 1920'de Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu"
diyen Altındal, Thule'nin özellikleri arasında da "okültizm,
simyacılık ve Kilise karşıtlığı"nı sayıyordu.
Bunlar, bildiğimiz gibi Tapınakçı-mason geleneğinin başta gelen
özelliklerindendir. Katolik ilahiyatçı August Knoll da 1950'de,
Hitler'in Kilise aleyhtarı görüşlerinin asıl olarak Thule kaynaklı
olduğunu dile getirmiştir.
Kısacası, Theosophical Society'den başlayarak; Viril,
Armanenschafft, Ordo Templi Orientis, Ordo Novi Templi,
Germenorden ve Thule gibi okült derneklerin birbirlerinden
aktararak taşıdıkları Tapınakçı-mason geleneği, Nazi partisinin
gerçek kökenini oluşturmuştu.
Naziler, 1314 yılında kesin olarak yasaklanmalarının ardından yer
altına giren ve Gül-Haç ve masonluk gibi örgütlerle yeniden ortaya
çıkan Tapınakçı geleneğin yeni bir varyasyonundan başka bir şey
değildiler. Bunu açıkça ifade etmekten de çekinmediler. Hitler, Nazi
parti sistemini mason localarının sistemine uygun bir biçimde
düzenlemiş ve bunu da açık açık söylemişti. 1934 yılında ise şöyle
demişti: "Biz bir örgüt kuracağız, saf kan ilkesinin etrafında
toplanmış Tapınak Şövalyeleri Biraderliği."
Bu "Tapınak Şövalyeleri Biraderliği"nikurmakla görevlendirilen kişi
ise kısa zamanda III. Reich'in Hitler'den sonraki ikinci adamı haline
gelecek olan Heinrich Himmler'di. Himmler, 1920'li yıllarda
Hitler'in bodyguardları olarak görev yapmış olan SS (Schutzstaffel)
örgütünü Tapınakçı ve mason sistemine göre düzenleme işini üstlendi.
Himmler, SS'ler içinde özel bir araştırma grubu da oluşturdu; bu
grup, Tapınakçılar'ın ve diğer okült derneklerin tarih içindeki yerini
araştırmakla görevliydi. SS'ler aynı zamanda Tapınakçılar'ın belirgin
özelliği olan anti-Hıristiyan ritüellere de sahiptiler. Himmler'in
liderliğinde yapılan SS törenlerinde Nasyonal-Sosyalist marşlar
söylenerek Hıristiyan haçı yakılır ve yerine gamalı haç yerleştirilirdi.
Bu bölümün başında, Naziler'in Yeni Düzen'inin seküler oluşuna
dikkat çekmiştik. Bu durum, bizleri, Nazizm ile Tapınakçılar ve
Yahudi önde gelenleri arasındaki bir İttifak ilişkisi aramaya
yöneltiyordu. Nazizmin Tapınakçı kökeni ile ilgili incelediğimiz tüm
bu bilgiler ise bize kuşkularımızın yersiz olmadığını, gerçekten de
Naziler'in İttifak'la yakından ilgili, hatta İttifak'ın bir parçası
olduklarını göstermektedir. Bu bilgiler, Naziler'in Yeni Düzen'inin
neden seküler ve din aleyhtarı olduğunu da açıklamaktadır. Çünkü
eğer Naziler İttifak'ın bir parçası iseler, kurmaya çalıştıkları Yeni
Düzen'in, İttifak'ın kurduğu Novus Ordo Seclorum'un bir türevi
olmasını da son derece normal karşılamak gerekmektedir.
Ancak bu noktada normal olmayan bir görüntü ile karşı karşıya
kalıyoruz. Eğer Nazi Partisi Tapınakçı-mason geleneğine bağlı bir
örgütse, 6 yüzyıllık Tapınakçı-mason geleneğine göre, Nazilerin de
Yahudi önde gelenleriyle işbirliği içinde olması gerekir. Çünkü, 2.
bölümde incelediğimiz gibi Tapınakçılar ve onların devamı olan
örgütler, Yahudilerle daimi bir ittifak kurmuşlar ve başta dini otorite
olmak üzere her türlü düşmana karşı ortak bir savaş vermişlerdir.
Ancak, Naziler'e baktığımızda, ideolojilerinin merkezinde fanatik bir
antisemitizmin var olduğunu görürüz. Hatta tarih kitapları, Naziler'in
gözü dönmüş birer Yahudi düşmanı olduklarını ve bu nedenle de 6
milyon Yahudiyi II. Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama
kamplarında acımasızca imha ettiklerini anlatmaktadır.
Aytunç Altındal da bu konuya dikkat çekmiş ve "Thule'nin
bünyesinde hem mason olan hem de Yahudilerden nefret eden bir çok
soylu" olduğunu yazmıştı. Altındal, bunun yanısıra Alman localarının
kurucuları arasında çok sayıda antisemit olduğuna da dikkat
çekiyordu. Bunun ardından da "günümüzde yanlış bilinen bir olguya"
değinmek gerektiğini, "mason localarını Yahudilerin kurdukları ve
bunlar aracılığıyla dünyada egemenlik sağlamak istedikleri gibi bir
saplantı"nın var olduğunu yazmıştı. Kısacası Altındal'a göre, Alman
localarındaki antisemit eğilimler, masonlar ve Yahudiler arasında bir
ittifak olduğunu açıkça yalanlıyordu.
Altındal'ın yazdıkları ilk bakışta doğruydu. Öyle ya, antisemitizmin
mason localarında ve Thule'de bu denli güçlü bir biçimde var oluşu,
başka nasıl açıklanabilirdi?
Ancak burada göz ardı edilen bir gerçek vardı. Antisemitizm, yani
yahudi düşmanlığı, Yahudi cemaatlerindeki insanlar için korkunç bir
belaydı elbette ama Yahudi önde gelenleri için aynı şeyi söylemek
mümkün değildi. Onlar, antisemitizmde büyük bir stratejik fayda
görüyorlardı. Hatta, o sıralarda yeni doğan Siyonist hareketin lideri
olan Theodor Herzl, bir önceki bölümde değindiğimiz gibi şöyle
demişti: "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı
olacaktır."
Olaylar, bir kez daha, göründüğünden oldukça farklıydı.
Karmaşık Bir Hikaye; Naziler ve Yahudiler
Nazizmin Tapınakçı-mason kimliği ile Yahudi aleyhtarı görüntüsü
arasındaki çelişkiyi çözebilmek için, öncelikle bize empoze edilen
dar düşünce kalıplarından kurtulmak gerekiyor. Konu, her şeyde
olduğu gibi resmi tarih telkinlerinden ve yüzeysel mantıklardan
bağımsız olarak incelenmelidir.
Naziler hakkında bir resmi ve bir de gerçek tarih olduğunu
farketmek zor değildir. Her şeyden önce, Nazizmin önceki sayfalarda
incelediğimiz Tapınakçı-mason kökeni, kesinlikle resmi tarihte konu
edilmez. Aksine bu konu özenle ört-bas edilmiştir. İngiliz tarihçi
Michael Howard'ın da belirttiği gibi savaşın ardından Nazizmin
okült yönü ısrarla hasıraltı edilmiş, başta Churchill olmak üzere
müttefik devletlerin liderleri bu gerçeğin Nuremberg
mahkemelerinde ya da başka platformlarda açığa çıkmasını özenle
engellemişlerdir. Kısacası, Nazizmin aslında masonluğun
çeşitlemelerinden biri olduğu gerçeği, kasıtlı olarak gizlenmiştir.
Aslında bu gerçeği gizleyenlerin arasında Naziler'in kendileri de
vardır. Hitler, kendi masonik kariyerine karşın sık sık masonluk
aleyhtarı yorumlar yapmış, iktidara gelişinin ardından da ülkedeki
mason localarını kapattığını açıklamıştır. O yıllara başka bazı
ülkelerde de kullanılmış olan bu taktiğin amacı açıktır: Sıradan
mason localarını kapatarak, ülkenin gerçekte seçkin bir loca
tarafından yönetildiğini gizlemek.
Naziler'in masonlukla olan ilişkisi bu denli etkili bir biçimde
gizlendiğine göre, benzer bir dezinformasyonun (yanlış
bilgilendirme) Yahudilik konusunda da yapılmış olabileceğini göz
önünde bulundurmamız gerekiyor. Naziler'in birer antisemit, yani
Yahudi aleyhtarı olduklarına kuşku yoktur elbette. Ama bu Naziler'in
Yahudi önde gelenleri ile uyuşmadıkları anlamına gelmez.
Bunun nedeni Siyonizmdir. Önceki bölümde, Mesih Planı'nın bir
aşaması olarak 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Siyasi Siyonizmin,
modernizmin nimetleri yüzünden asimile olmaya başlayan Avrupalı
Yahudilerden rağbet görmediğine değinmiştik. Irk bilinçlerini
yitirmiş olan bu Yahudiler, Siyonizmin Filistin'e göç çağrılarına
kulak tıkamışlar ve Mesih Planı'nın önünde ciddi bir pürüz
oluşturmuşlardı. Bu pürüzün nasıl çözülmesi gerektiğini ise hareketin
kurucusu olan Theodor Herzl açıklamıştı: Siyonizm, Yahudileri
rahatsız etmek ve göçe ikna etmek için antisemitlerle işbirliği
yapmalıydı.
Kısacası antisemitizm, Mesih Planı'nın bir parçasıydı. Planın gerçeğe
dönüştürülebilmesi için antisemitizme mutlaka ihtiyaç vardı.
Bu durumda, Almanya'daki mason localarında antisemitizm üretilmiş
olmasının açıklaması da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Localar,
stratejik bir fayda olan antisemitizmi bilinçli olarak üretmişlerdir.
Hatta, Aytunç Altındal'ın da kabul ettiği gibi antisemitizmin
üretilmesinde kimi Yahudiler de lider rol oynamışlar ve "Jewish
Self-Hate", yani Yahudilerin kendilerinden nefret etmesi hareketi
olarak isimlendirilmişlerdir.
İşte bu nedenle, Naziler'in antisemit oluşlarının da, Yahudi önde
gelenleri için hiçbir olumsuz yönü yoktu. Aksine Naziler, Herzl'in
kurduğu mantığa göre, Siyonizmin en yakın müttefikleri olmalıydılar.
Nitekim öyle de oldular. Birbirlerine ideolojik yönden paralel olan
bu iki hareket, geleneksel Tapınakçı-Yahudi ittifakının yeni bir
örneğini oluşturarak, tarihin en az bilinen paktlarından birini
kurdular.
Siyonizm ve Nazizm'in İdeolojik Akrabalığı
Herzl'in Yahudilerin asimilasyon sürecini durdurmak ve tersine
çevirmek için antisemitlerle ittifak yapma teorisi, onu izleyen
Siyonistler tarafından Avrupa'nın hatta dünyanın farklı ülkelerindeki
ırkçılara karşı kullanıldı. Ancak bunlar içinde en önemli olanı
kuşkusuz Alman ırkçılarıdır. Nazi hareketinin öncüleri olan Alman
ırkçıları, hem siyasi güçleri hem de ideolojik katılıkları sayesinde
Siyonistlerin aradıkları müttefik modeline tamamen uyuyorlardı. İki
taraf arasındaki ideolojik paralellik ise doğrusu oldukça çarpıcıydı.
Kendisini anti-Siyonist bir Yahudi olarak tanımlayan Amerikalı
tarihçi Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators (Diktatörler
Devrinde Siyonizm) adlı kitabında, Siyonistler ile antisemitler
arasındaki ittifakın bilinmeyen tarihini gözler önüne serer. Brenner'ın
vurguladığı gibi Siyonistler ile antisemit ırkçılar arasındaki yakınlık,
daha Siyonizm hareketinin ilk yıllarında kendini göstermeye
başlamıştır. Örneğin Siyonist hareketin Herzl'den sonra ikinci adamı
olan Max Nordau, 21 Aralık 1903 günü Fransa'nın ünlü antisemiti
Eduard Drumont ile bir söyleşi yapmış ve biri Yahudi diğeri de
Fransız şovenizmini temsil eden bu iki ırkçı arasındaki konuşmalar,
Drumont'un La Libre Parole adlı antisemitik gazetesinde
yayınlanmıştır. Nordau şöyle demektedir: "Siyonizm bir din değil,
tamamen bir ırk sorunudur ve bu konuda hiç kimseyle Bay Drumont
ile olduğum kadar fikirbirliği içinde değilim."
Brenner'ın kitabın başında dikkat çektiği konulardan biri, Alman
ırkçıları ile Siyonistler arasındaki ideolojik paralelliktir. Buna göre,
I. Dünya Savaşı öncesinde Alman entellektüel çevrelerinde hızla
yaygınlaşan Blut und Boden fetişizmi, Siyonistlerin iddialarıyla tam
bir uyum içindedir. Bu ideolojiye göre, Alman ırkı kendine has bir
kana (blut) sahipti ve kendine ait bir toprak (boden) üzerinde
yaşamalıydılar.
Yahudiler Alman kanından değildiler, Alman halkının (volk) bir
parçası olamazlardı ve dolayısıyla Alman toprakları üzerinde
yaşamaya hak sahibi değildiler. Brenner'ın vurguladığı gibi
Siyonistler Blut und Boden ırkçılarının tüm argümanlarını içtenlikle
desteklemişlerdi. Siyonistlere göre de Yahudiler Alman halkının
(volk) bir parçası değildi, dolayısıyla Alman kanıyla karışmamalı,
yani Almanlar'la evlenmemeliydiler. Yapmaları gereken en doğru şey
ise kendi öz topraklarına (boden) dönmekti; yani Filistin'e.
Kuşkusuz Siyonistler Alman ırkçılığının iddialarını paylaşırken,
antisemitizmi de onaylamış oluyorlardı. Çünkü madem Yahudiler
Alman halkının bir parçası değildiler, Alman ırkçıları Yahudileri
tecrit etmek istemekte haklıydılar, onları sürmek istemekte de
haklıydılar. Siyonist düşünceye göre, antisemitizmin varlığı,
Yahudilerin kendi suçuydu. Kendilerine ait olmayan bir toprak
üzerinde ısrarla yaşayarak, kendilerine yabancı bir ırka karışmaya
çalışarak Yahudiler kendileri antisemitizmi kışkırtıyo
turkiyegazetesi.com.tr
Dış Politika - Rusya çıkarlarının peşinde - #TG
M.Necati Özfatura
Facebook
PKK silah ve cephane olarak son dönemde büyük kayıp vermiştir.
Demirtaş, Rusya ziyaretinde acaba silah mı istemiştir?!. PKK’lı
teröristlerle Kandil’dekiler arasındaki telsiz konuşmalarında
PKK’nın “Bu sefer gerçekten bittik” ifadeleri nasıl bir hezimet
yaşadıklarını göstermektedir.
Kandil’in PKK’lı teröristlere emri “Öldür veya öl”dür. Kandil’deki
Ermeni komutanlar ve Kürt maskesi altındaki Ermeni asıllı teröristler
bölgede yaşayan Kürtlere soykırım yapmaktadır. Tekrar söylüyorum
her zaman söylemeye de devam edeceğim. PKK asla ve asla Kürt
meselesi değildir. Bir Ermeni meselesidir. Eğer Kürt meselesi olsaydı
camileri, hastaneleri, okulları, iş yerlerini ve evleri yakmaz
yıkmazlardı. Caddelerde hendek açmaz, göçe, işsizliğe ve esnafın
zararına sebep olmazlardı.
PKK dış güçlerin haçlı ordusudur. Türkiye’nin Ortadoğu’da söz
sahibi olmasını önlemek ve kalkınmasına mani olmak için görevli bir
şer güçtür. Türkiye PKK ile değil İran, Rusya, Suriye, Almanya ve
dolaylı olarak ABD ile savaşmaktadır. Bütün Haçlı Seferleri gibi bu
Haçlı Seferi de hezimetleri ile neticelenecektir. İNŞALLAH…
Demirtaş’ın Rusya ziyaretinde Türkiye aleyhine planlar yapılmıştır.
Rusya Dışişleri Bakanı HDP’yi desteklediğini söylemiştir. Siyasilerin
sözleri ile niyetleri ayrıdır. HDP’yi destekliyorum sözü aslında
PKK’yı destekliyorumdur.
Putin’in Türkiye düşmanlığının temeli Türkmenistan ve Azerbaycan
doğalgazının Türkiye’ye ve Türkiye vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşmasına
dayanmaktadır. NABOCCO projesi Hazar doğalgazını Türkiye ve
Balkanlar üzerinden Avrupa’ya taşınmasıdır.
Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya hattı 3 bin 300
kilometredir. Projenin tamamlanmasıyla beraber yılda 30 milyar
metreküp gaz taşınacaktır. Bu projenin, 2009 yılında başlayıp
2013’te sona ermesi gerekiyordu. Ancak Rusya’nın engellemesi
yüzünden bir türlü bitmemektedir.
Rusya Gazprom yetkilisi Sergei Komlev şu tehdidi yapmıştır:
“Nabocco için Hazar gazını unutun, yoksa Türkiye dahil bütün
Avrupa’ya gaz sıkıntısı çektiririz.”
Bu proje ne olursa olsun gerçekleşmelidir.
Rusya Azeri ve Türkmen gazını almakta 2 ve ya 3 misli fiyata
satmaktadır. Bu gazın kendi kontrolünden çıkıp Nabocco projesi ile
Türkiye-Balkanlar ve Avrupa’ya gidişini ne suretle olursa olsun
önlemek istiyor.
28.12.2015
ABD'nin 2007-2014 yıllarında 250 milyar dolar, Rusya'nın ise 85
milyar dolarlık silah satışı yaptığı belirtildi.
ABD Kongresi'nde hazırlanan "2007-2014 Gelişmekte Olan Ülkelere
Konvansiyonel Silah Satışı" başlıklı rapor, başta ABD ile Rusya'nın,
özellikle gelişmekte olan ülkelere giderek artan düzeyde silah satışı
gerçekleştirdiğini ortaya koydu.
2007-2014: ABD 250 MİLYAR DOLAR, RUSYA 85 MİLYAR
DOLAR
Raporda, gelişmekte olan ülkelerin giderek artan silah ihtiyacı ve bu
çerçevede başta ABD ve Rusya olmak üzere bazı ülkelerin bu
durumdan çok büyük kazançlar elde ettiği yer aldı. Raporda ayrıca
silah satışlarında en tepede ABD ve Rusya'nın yer almasının,
gelişmekte olan birçok ülkenin soğuk savaş döneminde bu iki ülke
etrafında kendilerini konumlandırmalarıyla ilgili olabileceği tespiti
yapıldı.
Silah satışından ABD, 2007-2014 yıllarında 250 milyar dolar, Rusya
ise 85 milyar dolar gelir elde etti. Araştırma sonuçlarına göre, bu
dönemde tüm uluslararası silah satışları içinde yaklaşık yüzde 75 olan
gelişmekte olan ülkelere yapılan silah satışlarının oranı, 2014 yılında
yüzde 86'ya ulaştı.
SİLAH ANLAŞMALARI
Dünya genelinde 2007-2010 arasında toplam 239,1 milyar dolarlık
silah satış anlaşması imzalandı. Bu rakam 2011-2014 döneminde
312,4 milyar dolara yükseldi. Dolayısıyla 2007'den 2014'e kadar
dünya genelinde toplam 551,5 milyar dolarlık silah satışı anlaşması
gerçekleştirildi.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dahil tüm dünyada 2014 yılında
71,8 milyar dolarlık silah anlaşması imzalandı. Bu rakam 2013
yılında 70,1 milyar dolar seviyesindeydi.
YENİ ANLAŞMALARDA EN BÜYÜK ARTIŞ ABD'NİN
Küresel silah satışında ABD, 2014'te 36,2 milyar dolarlık anlaşma ile
en büyük paya sahip olurken Rusya 10,2 milyar dolarlık anlaşmayla
ikinci sırada yer aldı.
ABD'nin, 2013 yılında 26,3 milyar dolar olan silah anlaşması tutarı,
geçen yıl yaklaşık 10 milyar dolar artarak 36 milyar dolar seviyesine
ulaştı.
Rusya'nın 2013'teki 10,3 milyar dolar, Fransa'nın ise 3,4 milyar
dolarlık silah satış sözleşmeleri de 2014 yılında sırasıyla 10,2 ve 4,4
milyar dolar oldu. 2012-2014 döneminde en fazla ABD yeni silah
anlaşmasına imza attı, onun dışında sadece Fransa belli bir artış
yakaladı, kalan silah tedarikçisi ülkelerin satışları kısmen geriledi.
EN BÜYÜK SATIŞLAR GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERE
Silah satış anlaşmalarının çok büyük bölümü gelişmekte olan
ülkelerle yapıldı.
Kongre raporuna göre, geçen yıl gelişmekte olan ülkelerle ABD 29,8
milyar dolar, Rusya ise 10,1 milyar dolarlık silah satış anlaşması
yaptı. Bir önceki yıl ABD, gelişmekte olan ülkelerle 18 milyar
dolarlık silah anlaşması yapmıştı. Rusya ise gelişmekte olan ülkelerle
2013'te 10,2 milyar dolar düzeyinde silah anlaşması imzalamıştı.
Rusya silah satış tutarında hemen hemen aynı seviyede kalırken
ABD'nin bir yılda 12 milyar dolara yakın artış sağladığı görüldü.
SUUDİ ARABİSTAN EN BÜYÜK ALICI
Gelişmekte olan ülkeler arasında silah alım ihtiyacını göstermesi
bakımından raporda paylaşılan bir diğer dikkat çekici bilgi de 2007
-2014 yıllarında Suudi Arabistan'ın 86,6 milyar dolar ile "en fazla
silah alım anlaşması yapan ülke" olması. Bu rakamın yaklaşık 60
milyar doları sadece ABD ile yapılan anlaşmaları kapsıyor.
Aynı dönemde Hindistan 38,1 milyar dolarlık silah anlaşması ile
ikinci sırada gelirken Irak 27,3 milyar dolar, Birleşik Arap
Emirlikleri (BAE) 22,6 milyar dolar ve Güney Kore 20,4 milyar
dolarlık anlaşmalarla bu iki ülkeyi takip etti.
Geçen yıl ise Güney Kore'nin 7,8 milyar dolar, Irak'ın 7,3 milyar
dolar, Brezilya'nın 6,5 milyar dolar, Suudi Arabistan'ın 4,1 milyar
dolarlık silah anlaşmasına imza attığı görüldü.
SİLAH TESLİMATLARINDA ABD LİDER
Rapora göre, 2007-2010 döneminde 168,4 milyar dolar, 2011-2014
döneminde ise 209,7 milyar dolarlık silah teslimatı yapıldı. Böylece
2007'den 2014'e kadar dünyada toplam 378,1 milyar dolarlık silah
teslimatı gerçekleştirilmiş oldu. Bu dönemde ABD tüm dünyaya
111,9 milyar dolar, Rusya 62,8 milyar dolar, Fransa 24 milyar dolar,
Almanya 23 milyar dolar ve Çin 17,1 milyar dolarlık silah teslimatı
yaptı.
Geçen yıl 46,8 milyar dolar düzeyindeki silah teslimatı tutarı, bir
önceki yıl 62,3 milyar dolar oldu. Geçen yılın rakamlarına göre tüm
dünyadaki silah teslimatından ABD 12,2 milyar dolar, Rusya 9,2
milyar dolar gelir elde etti. Bu rakamlarla ABD art arda sekizinci yıl
bu alandaki liderliğini korudu, Rusya ise bu sekiz yılın altısında
listenin ikinci sırasında yer aldı.
Fransa, 2014'te 5,1 milyar dolarlık silah teslimatı ile listenin üçüncü
sırasında yer buldu. İngiltere ise 3 milyar dolar gelir elde etti.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hamaney'in yüzüne
söyledi..!
Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Tahran'da
görüştüğü Ayetullah Ali Hamaney'e Suriye'yle ilgili uyarılarda
bulundu.
30 Aralık 2015 Çarşamba
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İran’ın dini lideri
Hamaney'e “Suriye meselesine mezhep anlayışıyla bakmanın yanlış
olduğunu" söyledi.
Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Vahdet Konferansı
için gittiği Tahran'da İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'le
görüştü. Görüşmeye ilişkin bilgi veren Görmez,“İslam coğrafyası ve
İslam dini, tarihin en zor süreçlerinden birisinden geçiyor. Bu
zorluğun en büyük sebebi siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün
sorunların dinin sırtına yüklenmesinden kaynaklanıyor”dedi.
SAVAŞ ÖNLENMİŞ OLUR
Görmez, “Doğrudan meydana gelen büyük hadiseleri, bir mezhep
savaşı veya mezhep ihtilafı olarak değerlendirmek doğru değildir.
Şiddet ortamlarından yeni türeyen, kendilerini dini olarak adlandıran
dini akımlar ile medeniyetler kuran İslam'ın ana yolu arasında ciddi
bir çatışma söz konusu. Doğrudan bir Şiilik ve Sünnilik arasında
değil, yeni ortaya çıkmış birtakım tekfirci şiddet anlayışları ile tarih
boyunca İslam medeniyetini inşa eden o ana yollar arasında bir ihtilaf
söz konusu” diye konuştu.
TÜRKİYE VE İRAN BİRLİK OLMALI
Görmez, Hamaney'e "Türkiye ve İran'ın, Suudi Arabistan'ı da
yanlarına alıp birlik içerisinde hareket etmesi parçalanmışlıkları
ortadan kaldırma konusunda yararlı olacak" dediğini anlattı.
SURİYE HERKESİN EN BÜYÜK ACISI
Suriye konusunun da ele alındığını belirten Görmez, “Suriye konusu
herkesin en büyük acısıdır ve bu acı başka dünyalara yansımaya
devam ediyor. Öncelikle bu acının dindirilmesi, buradaki kan ve
gözyaşının durdurulması, Suriye meselesine bakışta bir mezhep
anlayışıyla bakmanın yanlışlığını, madem Vahdet Haftası'ndayız asıl
vahdeti burada, salonlarda konuşmak yerine, bu dünyalarda inşa
etmek gibi bütün Müslümanların bir görevi olduğunu ifade ettim”
dedi.
10 Kasım'dı malum. Kendimi bildim bileli her 10 Kasım günü bir
'meczup' çıkar, millete sataşır.
Biz de 'meczuptu' deriz bırakırız kendi haline...
Dün de eksikliğini görmedik çok şükür!
Saat tam 9'u 5 geçe millet, melankolik bir anma ritüeli içindeyken,
bir otobüs dolusu insan böyle bir meczubun toplu tehdidine muhatap
oldu.
Kafalarımıza sıkmaya arzulu vahşi bir ses olarak, dar dünyasının
sınırlarını göstererek bir mahalle baskısı mizanseni sahneledi
kendince ve çekildi.
Bulunduğu belediye otobüsünün içine tahrik gücü yüksek bir molotof
gönderircesine, "Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk için
saygı duruşuna geçmeyenlerin bir gün gelecek kafasına sıkacağız"
diyerek salvosunu attı.
Yıllardır midesine oturmuş kinini serseri bir avaza dönüştürdü.
Yıllar yılı ellerinde avuçlarında tek kalan "Mustafa Kemal'i
sömürmek"ten bıkmayan anlayışın sefilliğini hayretler içinde izledik.
Kendinden başkasına tercih hakkı tanımayan, kafayı sakatlayan
düşünce yapısını bir cümlede özetlerken...
Kendi elleriyle kayda aldığı zorba saygı dayatmasını popüler olma
malzemesi olarak kullandı.
Nitekim bir marifet yapmışcasına sosyal medya sayesinde kendisini
manşet etti.
Neyse ki bu 'despotça' sataşmayı otobüste muhatap alan olmadı da
mesele büyümedi.
Peki kimdi bu kafaya sıkma arzusuyla yanıp tutuşan ses?
Millet bu zihniyet kalıbını çok yakından tanıyor aslında;
Milleti sindirmek için hiç bir zaman geri durmayan,
İnançlı insanlara her fırsatta saldıran, onları bir kaşık suda boğmak
için fırsat kollayan,
Başörtülü okumak isteyen kızlarımızı Arabistan çöllerine sürmeye
kalkışan,
Ağzı dualı Ayşe Teyzeyi sadece hizmetli olarak hayal eden,
Minareden yükselen ezan sesinden rahatsız olan,
Cami yapılmasın diye her fırsatta ayaklanan,
İmam Hatipler açılmasın diye meydan meydan yürüyen,
Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili derslerin seçmeli
ders olarak bile okutulmasına tahammülü olmayan,
Kendi inandıkları dışındaki hiç bir anlayışı kabul etmeyen,
Demokrasi ve kişisel hak ve özgürlükleri hazmedememiş,
Dayatmacı, saygı beklerken bile saygısızlığın dibine vurabilen,
Başkaldırıyı ve isyanı sürekli cebinde bir hak olarak gören,
Böyle bir zihniyetin iktidara olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Düşüncesi bile insanı boğuyor;
Ne var ki; Kemalist kafanın sığ anlayışını millete dikta etmeye
kalkışı yeni değil...
Hatta bu dayatmacı anlayış, demokrasiye ve insan hak ve
özgürlüklere inanan solcuları bile isyan ettiriyor.
Madalyonun tersine bakalım;
Sokakta biri çıksa "benim gibi inanacaksın, dine saygı duyacaksın
yoksa kafana sıkarım" dese yer yerinden oynamaz mıydı?
Mesela ezan okunurken camiye koşan biri, caminin bitişiğindeki
parkta diz dize dudak dudağa gençliğin karşısına dikilip "edebinle
otur kafana sıkarım" dese,
Biri gelip "benim kutsalım saygı duy" diye çullansa,
Mehmet Şevket Eygi'nin geçmişte isyanını satırlarına yansıttığı
"parklarda alanen işlenen fuhşiyata" biri çıkıp müdahale etse
mesela...
Ya da bir kandil gecesi Boğaz'da içkinin, eğlencenin dibine
vurulduğu dakikalarda, "bu gece mübarektir" diye eğlenceler
bölünse,
Ya da bir Ramazan günü açılıp saçılmış binmişken otobüse, nefsini
terbiyeye çalışan birinin kafası atsa "örtün yoksa sıkarım kafana"
dese...
Kopacak kıyameti öngörmek hiç zor değil.
Hele ekranlarda sahnelenecek mizansenleri, bazı gazetelerin atacağı
manşetleri...
Onlarca yaşanmış olay önümüzdeyken misalleri uzatmak yersiz;
Bu ülkenin her bir rengi, her bir değeri karşısındakinin boğazına
basmaya, yaşam hakkına müdahale etmeye kalksa ne olur bu ülkenin
hali!?
Dinde bile zorlama yokken düşünceye ambargo koymak kimin ne
haddine?
Zorla kimseye kendi düşüncemizi dayatmamayı medenice
öğrenmeliyiz artık.
Tek tip insan görme arzumuzu dizginlemek bu kadar mı zor?
Günümüz Türkiyesi artık bu bayat ezberlerden kurtulmalıdır.
Milleti tehdit etmek, insanlara dayatma yapmak despotluk ve
diktatörlüğün ürünü olduğunu tekrar tekrar hatırlatmaya gerek var
mı?
Hakikat şu ki; Mustafa Kemal'i sömürenlerin tahrif ettiği değerleri,
bu millet hiç bir zaman özümseyemeyecektir.
Millete sevgi dayatılamaz ancak toplumun kalbine girebilmekle elde
edilir.
Kuru gürültüyle, tehditle, 'kafaya sıkmak'la bu milletin tadını
kaçırmanın kimseye faydası yok.
Atatürkçülük de kalkıp oturmakla, karşısında dikilmekle olmaz,
değerlerini yaşatmakla olur.
Onun için de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 10
Kasım'daki şu vurgusunu çok önemsiyorum;
"Bir tek Atatürk varken, tarih içinde çok sayıda Atatürk'ün
üretildiğini çok sayıda Atatürkçülük yorumları ile Gazi Mustafa
Kemal'in şahsi manevisinin yıpratıldığını büyük bir teessürle izledik.
Türkiye'nin bütün gençlerinin, çocuklarının Gazi Mustafa Kemal
Atatürk'ü bütün yalınlığıyla sadece bir insan, bir lider olarak
anlayabilmesi, okuyabilmesi, öğrenebilmesi şahsen benim de en
büyük arzularımdan biri olmuştur"
Tadımızı kaçıranlara inat; Gazi'yi daha iyi anlamış ve onun muasır
medeniyetler seviyesini kendisine hedef seçmiş zorlu bir nesil bu
ülkeyi geleceğe taşıyacaktır.
İster kabul edin, ister zorbalığınıza devam edin
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
Büyük devletler GİZLİ ARŞİVLERİNİ 25, 50 ya da 100 yılda bir
açarlar! Tabii istediklerini!
Geçenlerde FBI'ın olduğu söylenen bir takım gizli bilgiler paylaşıldı!
Konu dönemin İngiliz başbakanı Winston Churchill'di!
Belge ilginçti! Çünkü İngiltere, müttefiki olan Rusya'ya hiç bilmediği
bir ELBİSE biçmek istiyordu!
Churchill, Amerika'ya "Stalin'in Rusyası'nı durdurmanın, komünizmi
engellemenin tek yolu Japonya'ya yapıldığı gibi ATOM BOMBASI
atmaktır!" önerisini yaptı!
Rusya'nın elinde etkili bomba olmadığını bilen İngiltere, bu çılgın
plan için devrin aşırı-sağcı ismi Stytles Bridges'ı da ABD Başkanı
Truman'ı ikna etmesi için görevlendirdi!
Ama bütün uğraşlara rağmen Churchill'in isteği olmadı!
Çünkü II.Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Amerika ile Rusya
anlaşmış ve BÜYÜK OYUN kurulmuştu!
Düşman görünecekler ama dünyayı bir elma gibi ortadan ikiye bölüp
yöneteceklerdi!
Gelelim bugüne...
Olan biteni anlamak için PETROLE bakmak şart!
Ortadoğu'yu vazgeçilmez yapan petrol, ilk kez 6 Ekim 1973'te
başlayan Arapİsrail Savaşı'nda doğrudan doğruya silah olarak
kullanıldı.
Amerika'nın İsrail'i desteklemesine tepki gösteren 10 Arap devleti,
17 Ekim'de bu ülkeye petrol ambargosu uygulamaya başladı.
Daha sonra Hollanda'da ambargoya dahil edildi. Yıl sonuna kadar
bütün Avrupa tek damla petrole hasretti!
10 ülke fiyatları da artırdı. 1973 yılının başlarında 3.5 dolar olan
petrolün varil fiyatı, 1974 yılına gelindiğinde 13 dolara ulaştı.
Bu Amerika'nın yerle bir olmasına neden olacak bir çıkıştı! Petrol,
DOLARDAN bağımsız olarak alınıp satıldığı anda Amerika
BANKNOT'un altında kalırdı! Yapılmadı!
Neyse!
1974 yılında kriz bitmiş, daha doğrusu petrolün varil fiyatı 13-15
dolar aralığında sabitlenmişti.
Ancak bu durum fazla sürmedi ve önce 1979 yılındaki İran Devrimi,
ardından 1980 yılında başlayan İran-Irak Savaşı ikinci yükseliş
dalgasını başlattı.
İran petrolü piyasalardan çekilince fiyatlar uçtu!
Petrol 38 doları gördü!
Petrol fiyatları 1985'e kadar yavaş yavaş 25 dolara indi. Bu tarihte
Suudi Arabistan'ın da üretimi artırmasıyla fiyat bir anda 10 dolara
düştü.
1990'da Körfez Krizi'nde ulaşılan 33 dolar dışında, fiyatlar 1985-
1995 arasında 10-20 dolar bandında seyretti.
1996'da hızla gerilemeye başlayan petrol fiyatlarının, 1999'un Ocak
ayında, 10 doların altına inmesi üzerine OPEC üretimi kısma kararı
aldı.
Bu tarihten sonra fiyat 10 dolardan 33 dolara kadar çıktı.
Petrolün fiyatları indiğinde ya da çıktığında hep siyasi sonuçlar
meydana geldi! Ya birileri PARA kazandı ya birileri elindekini
avucundakini kaybetti!
Petrol fiyatları düşük seyrederken SOVYETLER dağıldı!
Putin göreve geldikten sonra artan fiyatlar piyango oldu!
Putin, devleti ele geçirip istediği sistemi kurdu! Rothschild ailesini,
Soros'u ve Kissenger'ı ülkesinden attı!
Şimdi tekrar fiyatlar aşağı doğru iniyor!
Planları petrole göre yapan pekçok devlet alarmda! Fiyatlar
düşmesine rağmen SUUDLAR'ın üretimi artırması da cevap bekleyen
en önemli soru!
NELER OLUYORDU? KİM NEYİ HEDEFLİYORDU?
Ukrayna ve Suriye krizlerinde RUSYA işin bir yönüydü! Ukrayna'da
alan, Suriye'de ise vermeyendi!
Esad'ı ayakta tutan Moskova'ydı! Soros kendisinin ve Avrupa
Birliği'nin Kiev'de yenildiğini bildiği için diş biliyordu!
Bir şekilde rövanşı almak istiyordu! Elinde kozlar da vardı!
Ama Suudlar ne istiyordu?
Amerika günde 5 milyon varil ithal ediyor, dünyanın tamamı günde
88 milyon varil tüketiyordu!
Fiyatlar yerdeyken SUUDLAR neden üretime gaz veriyordu!
Petrol düştüğünde kaybeden üç ülke vardı! RUSYA, İRAN ve
VENEZUELA!
Bu üç ülke gelirden kaybediyordu!
Rusya ayrıca sattığı GAZ'ı dolara endekslediği için bir gol de oradan
yiyordu!
Yani petrol ve gazdan büyük zarar içindeydi! İran ise kısa zamanda
büyük hasar görmüştü!
Belki Amerika, onlarla masaya oturmadan önce elini
güçlendiriyordu!
Suudi Arabistan 3 dolara petrol satarken Ruslar ve İran'ın 17 dolara
satma ihtimali hiç yoktu!
Kimse gidip oradan tek damla almazdı!
Neredeyse bütün dünya Amerika'nın Rusya'ya finansal darbe
vurduğunu ve çökerteceğini düşünüyordu!
Birçok TV ve gazete olaya böyle yaklaşıyordu!
Yazının girişindeki GİZLİ BELGE ise ABD-Rusya arasındaki
ortaklığın en güzel deliliydi!
O zaman ne oluyordu?
Amerika, Ukrayna krizinde Putin'e kızdı!
Herkes böyle biliyordu! Ve bu nedenle gereğini yapıyor! Herkes
böyle görüyordu!
Ama galiba bilmediğimiz bambaşka bir denge ve oyun vardı!
Amerika, Rusya'yı terbiye eder görünüp dolar ve gazdan elde ettiği
kazancı düşürürken Moskova'nın başka bir yol bulmasını istiyordu!
Bunu da SUUDLAR'a "Üretimi artır!" diyerek gösteriyordu!
Rusya, sattığı iki önemli kalem olan petrol ve gazı DOLARDAN
çıkarmaya zorlanıyordu!
Yani etrafındaki ülkelere ve özellikle Çin'e "Gel alış-verişi kendi
paramızdan yapalım!" teklifi götürmek zorunda kalıyordu!
"Dolar boynumuzda ip!" diyordu!
Karşılığı olmayan trilyon dolarların piyasada yüzdüğünü gören Çin
için de bu hiç kötü bir plan değildi!
Zararı her geçen gün artan İran da buna uzak kalamazdı!
Tabii eğer plan buysa çok önemli siyasi sonuçlar meydana gelecekti!
Rothschild ailesi altın fiyatları düşerken en büyük golü DOLARDAN
yiyecekti!
Servetini dolarda tutan aile bu danışıklı dövüş ile büyük zarar
görecekti!
Ve zarar bütün dünyaya yayılacak ve belki de sonunda Amerika "Ben
artık dolar basmıyorum! Yeni para birimim X!" diyecekti!
Paradan para kazanıp siyasete yön vermeye çalışan aileler diskalifiye
edilecekti! Silinip gidecekti!
Bu arada İran da zararını karşılayamayacak ve zor günler
yaşayacaktı! İçinde barındırdığı nüfusun parçalanmasını
önleyemeyecekti!
Kürtler ve Türkler ayrılacaktı! Bölgedeki Kürt nüfusu bir araya
gelerek etkili bir güç oluşturacaktı!
Ankara'yı tercih ettiklerinde ise Türkiye kocaman bir dev gibi geri
dönmüş olacaktı!
Türkler'le bütünleşme de hız kazanacaktı!
ANADOLU İmparatorluğu tekrar kurulurken bölgede sınırlar
değişecekti!
Avrupa kökenli Yahudi ailelerin etkisi sıfırlanıp bambaşka bir dünya
kurulacaktı!
Bu anlattıklarım madalyonun bir yüzüydü!
Bir de diğer tarafı vardı!
Orada kazanan Soros ise vay halimize!
Bu demektir ki; Ukrayna'nın rövanşını aldılar! Rusya'nın petrol ve
gazdan elde ettiği ARTI 250 MİLYAR DOLARI da cebe indirdiler!
Bundan sonra çalacakları tek kapı vardı o da bizimkiydi!
Bunu da çok vahşi bir şekilde yapacaklardı!
Kan onlar için en ucuz hammaddeydi!
Bir de toprağa düşenler Müslümansa!
Rusya'yı PARA ile yıkıp Putin'den 2000'lerin de intikamı alınacaksa
Erdoğan üzerinden Türkiye kesin hedef olacaktı!
Bu kez hem paramızı hem canımızı almaya geldiler demekti!
Allah korusun, gelenler Soros ve adamlarıysa 100 yıl daha kılımızı
kımıldatamayız demekti bu!
Yok değilse!
Türkiye'nin önünde kimse duramayacaktı!
Osmanlı'yı PETROL için yıkanlar ilk oyunu kurmuştu!
Şimdi ikinci sahne!
Bakalım bize ne düşecek!
Ergün Diler - 11.11.2014
Mustafa Koçyiğit ve Erol Yıldız...
Pırıl pırıl iki genç.
Ziyaretime geldiler dün.
Büyük bir projeleri var.
Bugüne kadar unuttuğumuz, hiç anlatılmayanların kaleme alındığı bir
kitap projesi bu.
Şehitlerimizi anlatacaklar 80 milyona.
Türkiye'de 79 ilde toplam 330 şehitlik var.
Yurt dışında ise 34 ülkede 78 TÜRK şehitliğinde bizden dualarla
hatırlanmayı bekleyen binlerce şehidimiz yatıyor.
Mustafa ve Erol büyük hazırlık yapmışlar.
Diyorlar ki; 1914-18 arasında 10 ayrı cephede savaşan Türk ordusu
202 bin esir verdi.
Bu esir Türkler'in 150 bini vatana dönmeyi başardı. Şehit ve
kayıpların sayısı ise 50 bini aşıyor:
Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda en çok esir verdiği ülke
İngiltere olurken bu esirler Hindistan'dan Mısır'a, Kıbrıs'tan
Hindiçini'ne kadar birçok değişik bölgelerde kurulan kamplarda
tutuldu.
Ruslar, Kafkasya, Romanya ve Galiçya cephelerinde esir aldıkları
Osmanlı askerlerini Kazan ve Sibirya'nın muhtelif yerlerinde, Fransız
Korsika adasında, Romanya da Moldova'da bulunan kamplarda
hapsettiler.
İtalyanların da Osmanlı askerlerini esir alıp değişik yerlere sürgüne
gönderdiği biliniyor Vatan savunması için eşini çocuklarını, annesini,
babasını bırakıp cepheye koşan, canını seve seve veren veya savaşta
esir düşüp dünyanın öbür ucunda ırgat olarak madenlerde, demiryolu
inşaatlarında ve her türlü ağır işlerde ömrünün sonuna kadar
çalıştırılan Mehmetçiğin hazin ve bilinmeyen hikâyeleri var.
Anadolu'nun bir köyünden başlayan, bazen cephede sıcak çatışmada
bazen Yemen dağlarında bazen Burma'da hatta Sibirya'da ve
dünyanın hemen her yerinde bir esir kampında son bulan binlerce
gerçek hikâye....
Acıları, hasretleri, gözyaşlarını bilen duyan var mı?
Bugün yurtdışında bulunan Türk şehitliklerimizin en büyüklerinden
ve en hazin hikayeye sahip olanlardan biride Burma'da bulunan
"Thayet Myo Türk Şehitliği"dir.
I. Dünya Savaşı'nda İngilizlere esir düşerek, o dönemde İngiliz
sömürgesi olan Burma'ya getirilen 12 bin kadar Türk askeri arasında,
yıllar süren esaret dönemi boyunca salgın hastalıklar, ağır çalışma ve
esaret şartları altında şehit düşen 1500 kadar Türk askerinin gömülü
bulunduğu bir şehitliktir.
12 bin askerimiz Burma'da yol, demiryolu, köprü ve suni göl
yapımında köle gibi çalıştırılmışlardır.
Bugün bile Burma'yı baştan başa geçen iki ana hattan biri olan
başkent Yangon ile Thayet arasındaki 300 millik (9 bin km)
demiryolu esir düşen Osmanlı askerleri tarafından yapılmıştır.
İnşaat bitmiştir ama salgın hastalıklara ve zor çalışma şartlarına
dayanamayan 2 bin asker hattın son durağı Thayet kampında İngiliz
esareti ve baskısı altında şehit düşmüştür.
Çalışmayı reddeden birçok askerimiz ise hunharca katledilerek
öldürülmüştür.
Kalanların kaçının Türkiye'ye dönebildiği bilinmemektedir.
Türkiye'ye 7500 km. mesafedeki bu uzak ülkede, Türk askerinin şehit
olarak yattığını maalesef çok az insanımız biliyor.
Evet Mustafa ve Erol kolları sıvamış, Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı'na başvurmuş.
Türkiye'deki ve dünyadaki tüm şehitliklere gidecekler, dualar ve
selamlar götürecekler, onları, kahramanlıklarını bugün geçmişi
unutturulan nesle bir kitapta anlatacaklar.
İnşallah bu proje bürokrasiye takılmaz. İnşallah TRT de devreye
girer ve bu heyecanlı ekibe yeryüzündeki şehitlerimizin belgeselini
hazırlama imkanını sunar.
Binlerce şehidimizden binlerce kitap çıkar.
Binlerce gerçek, yaşanmış film senaryosuna ışık tutacak bir proje bu.
Bıktık artık Amerikan Rambo'su ve İngiliz Lawrence'lerinin
filmlerini izlemekten.
Ne zamanki kendi kahramanlarımıza sahip çıkıp, onları
hatırlayacağız işte ancak o zaman BÜYÜK TÜRKİYE olacağız.
Bekir Hazar - 12.11.2014
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
Bedir Harbi’ne katılanların cennetlik olduklarını bizzat Rasûl-i
Ekrem Efendimiz (s.a.v.) müjdelemişlerdir.
- Harbin seyri sırasında kendilerine Allah tarafından gönderilen
meleklerin de katıldığı Kur'ân'da bildirilmiştir. Bu da onlar için
ayrıca bir fazilet sebebidir.
- Ehl-i kemâl bazı zevatın beyanına nazaran evliyâullah'dan pek çoğu
velilik makamına Bedir ehlinin mübarek isimlerini okumaya devam
etmekle nail olmuşlardır.
- Birçok hastalığa tutulan kimsenin, Bedir ehlinin mübarek ismini
zikr ederek bu vesile ile şifa taleb edip lütf-i ilâhiye mazhar olarak
hastalıklarından kurtuldukları rivayet edilmektedir
- Ehl-i irfan bir zat, "Hasta bir kimsenin başına elimi koyup hâlis bir
niyyetle Bedir ashabının adını okuduğumda mutlak şifa hâsıl
olmuştur; hatta hastanın eceli dahi gelmişse en azından rahatsızlığı
hafiflemiştir" demiştir.
- Bazıları da, "Duadan önce Bedir ashabının isimlerinin okunmasının
duânin sür'atle kabulüne vesile olduğunu" söylemişlerdir. Cafer b.
Abdullah hazretleri şöyle diyor: "Babam bana Rasûlullah’ın (s.a.v.)
bütün ashabını sevmemi vasiyet eder ve şunu ilave ederdi: ‘Ey canım
yavrum, Bedir ashabının adı zikr edilince duâ kabul olunur, bu
mübarek isimleri zikreden kulu, ilâhi rahmet; bereket gufran ve rızâ-ı
ilâhî kuşatır. Bu isimleri okuyarak hacette bulunanın dileği mutlaka
yerine getirilir..."
- "Ehl-i Bedr’in isimlerini üzerinde bulundurmak, okumak,
hıfzetmek, düşman üzerine nusret, düşmanların şerrinden vikâyet;
yangın, hırsız ve boğulmaktan sıyânet; veba, tâûn, cünûn ve emrâz-ı
sâireden himâyet; zevâl-i fark ve husûl-i gınâ ve vefâ-i düyûn ve
güfrân-i zünûb ve keşf-i kürûb ve tenvîr-i kulûb velhâsıl cemî-i
matâlib-i dünyeviyyeye ve mekâsıd-ı uhreviyyeye vusûl ve celb-i
menfai-i âfakiyye ve enfüsiyye ve ins ü cinnin mazaratlarını def
etmek ve merâtib-i dünyeviyyeye nail olmak için iksîr-i mücerreb
olduğuna Meşîhât-ı İslâmiyye tarafından mücahidîn-i İslamiyyeye
hediye olunmuştur."
Unutmamak gerekir; bu mübarek isimlerin okunuşu sırasında
herbirinin adı söylenince, ‘radıyallahü anh’ demek lazımdır. Şüphe
yok ki Sevgili Peygamberimizin adı söylenince de ‘sallallahü aleyhi
ve sellem’ denecektir. Zira bu edebe riayet etmek, maksadın daha
kısa zamanda elde edilmesinde vesiledir.
Cenab-ı Hakk (c.c.) cümlemizi ve topyekün Ümmet-i Muhammed'i
şefaatlerine nail eylesin. Amin…
***
Ashâb-ı Bedr
01. Seyyidünâ ve Rasûlünâ ve Nebiyyünâ ve Seyyidü'l-enbiyâ-i
ve'l-mürselîn Muhammed Mustafâ el-Muhacirî (SallALLAHu teala
aleyhi ve sellem)
02. Seyyidünâ Ebû Bekir Sıddıyk el-Muhacirî (r.a.)
03. Seyyidünâ Ömer ibnü'l-Hattab el-Muhacirî (r.a.)
04. Seyyidünâ Osman ibn-i Affan el-Muhacirî (r.a.)
05. Seyyidünâ Aliyy ibn-i Ebi Talib el-Muhacirî (r.a.) [Hulefâ-i
Râşidîn]
06. Seyyidünâ Talha bin Ubeydullah el-Muhacirî (r.a.)
07. Seyyidünâ Zübeyr ibn-i Avvam el-Muhacirî (r.a.)
08. Seyyidünâ Abdurrahman bin Avf el-Muhacirî (r.a.)
09. Seyyidünâ Sa'd bin Ebi Vakkas el-Muhacirî (r.a.)
10. Seyyidünâ Said ibn-i Zeyd el-Muhacirî (r.a.)
11. Seyyidünâ Ebu Ubeyde bin Cerrah el-Muhacirî (r.a.) [Bu
renktekiler Aşera-i Mübeşşere]
12. Seyyidünâ Übeyy ibn-i Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
13. Seyyidünâ el-Ahnes ibn-i Habib el-Muhacirî (r.a.)
14. Seyyidünâ el-Erkam ibn-i Erkam el-Muhacirî (r.a.)
15. Seyyidünâ Es'ad ibn-i Yezîd el-Hazrecî (r.a.)
16. Seyyidünâ Enes Mevla Rasülillah Muhaciri (r.a.)
17. Seyyidünâ Enes ibn-i Muaz el-Hazrecî (r.a.)
18. Seyyidünâ Enes ibn-i Katadet'el-Evsî (r.a.)
19. Seyyidünâ Evs ibn-i Sabit el-Hazrecî (r.a.)
20. Seyyidünâ Evs ibn-i Havli el-Hazrecî (r.a.)
21. Seyyidünâ İyas ibn-i Evs el-Evsî (r.a.)
22. Seyyidünâ İyas ibni’l-Bükeyr el-Muhacirî (r.a.)
23. Seyyidünâ Büceyr ibn-i Ebi Büceyr el-Hazrecî (r.a.)
24. Seyyidünâ Bahhas ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
25. Seyyidünâ el-Bera bin Ma'rur el-Hazrecî (r.a.)
26. Seyyidünâ Besbese bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
27. Seyyidünâ Bişr ibni’l-Bera el-Hazrecî (r.a.)
28. Seyyidünâ Beşir ibn-i Said el-Hazrecî (r.a.)
29. Seyyidünâ Bilal ibn-i Rebah el-Muhacirî (r.a.)
30. Seyyidünâ Temim Mevla Hıraş el-Hazrecî (r.a.)
31. Seyyidünâ Temim Mevla Beni Ganem bin es-Silm el-Evsî (r.a.)
32. Seyyidünâ Temim ibn-i Yuar el-Hazrecî (r.a.)
33. Seyyidünâ Sabit ibn-i Akram el-Evsî (r.a.)
34. Seyyidünâ Sabit ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
35. Seyyidünâ Sabit ibn-i Halid el-Hazrecî (r.a.)
36. Seyyidünâ Sabit ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
37. Seyyidünâ Sabit ibn-i Hezzal el-Hazrecî (r.a.)
38. Seyyidünâ Sa'lebe bin Hatim el-Evsî (r.a.)
39. Seyyidünâ Sa'lebe bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
40. Seyyidünâ Sa'lebe bin Aneme el-Hazrecî (r.a.)
41. Seyyidünâ Sıkf ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
42. Seyyidünâ Cabir ibn-i Abdullah bin Riyab el-Hazrecî (r.a.)
43. Seyyidünâ Cabir ibn-i Abdullah bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
44. Seyyidünâ Cebbar ibn-i Sahr el-Hazrecî (r.a.)
45. Seyyidünâ Cübr ibn-i Atik el-Evsî (r.a.)
46. Seyyidünâ Cübeyr ibn-i İyas el-Evsî (r.a.)
47. Seyyidünâ Hamza bin Abd'il-Muttalib el-Muhacirî (r.a.)
48. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Enes el-Evsî (r.a.)
49. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Evs bin Rafi' el-Evsî (r.a.)
50. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Evs bin Muaz el-Evsî (r.a.)
51. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Hatib el-Evsî (r.a.)
52. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Ebî Hazme el-Evsî (r.a.)
53. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Hazme el-Hazrecî (r.a.)
54. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Simme el-Hazrecî (r.a.)
55. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Arfece el-Evsî (r.a.)
56. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Kays el-Evsî (r.a.)
57. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
58. Seyyidünâ el-Haris ibn'un-Nu'man ibn-i Ümeyye el-Evsî (r.a.)
59. Seyyidünâ Harise bin Süraka el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
60. Seyyidünâ Harise bin Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
61. Seyyidünâ Hatıb ibn-i Ebi Beltea el-Muhacirî (r.a.)
62. Seyyidünâ Hatıb ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
63. Seyyidünâ el-Hubab ibn-i Münzir el-Hazrecî (r.a.)
64. Seyyidünâ Habîb ibn-i Esved el-Hazrecî (r.a.)
65. Seyyidünâ Haram ibn-i Milhan el-Hazrecî (r.a.)
66. Seyyidünâ Hureys ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
67. Seyyidünâ el-Husayn ibn-i Haris el-Muhacirî (r.a.)
68. Seyyidünâ Hamza bin el-Mumeyyir el-Hazrecî (r.a.)
69. Seyyidünâ Harice bin Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
70. Seyyidünâ Halid ibn-i el-Bükeyr el-Hazrecî (r.a.)
71. Seyyidünâ Halid ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
72. Seyyidünâ Habbab ibnü’l-Eret el-Muhacirî (r.a.)
73. Seyyidünâ Habbab Mevla Utbe el-Muhacirî (r.a.)
74. Seyyidünâ Hubeyb ibn-i İsaf el-Hazrecî (r.a.)
75. Seyyidünâ Hıdaş ibn-i Katade el-Evsî (r.a.)
76. Seyyidünâ Hıraş ibn'is-Sımme el-Hazrecî (r.a.)
77. Seyyidünâ Hureym ibn-i Fatik el-Muhacirî (r.a.)
78. Seyyidünâ Hallad ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
79. Seyyidünâ Hallad ibn-i Süveyd el-Hazrecî (r.a.)
80. Seyyidünâ Hallad ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
81. Seyyidünâ Hallad ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
82. Seyyidünâ Huleyd ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
83. Seyyidünâ Halife bin Adiyy el-Hazrecî (r.a.)
84. Seyyidünâ Huneys ibn-i Hazafe el-Muhacirî (r.a.)
85. Seyyidünâ Havvat ibn-i cübeyr el-Evsî (r.a.)
86. Seyyidünâ Havli bin Ebî Havli el-Muhacirî (r.a.)
87. Seyyidünâ Zekvan ibn-i Ubeyd el-Hazrecî (r.a.)
88. Seyyidünâ Zû'ş-Şimâleyn ibn-i Abd Amr el-Muhacirî (r.a.) -
Şehid-
89. Seyyidünâ Raşid ibn-i Mualla el-Hazrecî (r.a.)
90. Seyyidünâ Rafi bin Haris el-Hazrecî (r.a.)
91. Seyyidünâ Rafi' bin ğunecde el-Evsî (r.a.)
92. Seyyidünâ Rafi' bin Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
93. Seyyidünâ Rafi'ibnü’l-Muall el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
94. Seyyidünâ Rafi' bin Yezîd el-Evsî (r.a.)
95. Seyyidünâ Rib'ıy bin Rafi' el-Evsî (r.a.)
96. Seyyidünâ er-Rebi'ibn-ü İyas el-Hazrecî (r.a.)
97. Seyyidünâ Rabia bin Eksem el-Muhacirî (r.a.)
98. Seyyidünâ Ruhayle bin Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
99. Seyyidünâ Rifaa bin Haris el-Hazrecî (r.a.)
100. Seyyidünâ Rifaa bin Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
101. Seyyidünâ Rifaa bin Abdi’l Münzir el-Evsî (r.a.)
102. Seyyidünâ Rifaa bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
103. Seyyidünâ Zübeyr ibn-i Avvam (r.a.)
104. Seyyidünâ Ziyad ibni’s-Seken el-Evsî (r.a.)
105. Seyyidünâ Ziyad ibn-i Lebid el-Hazrecî (r.a.)
106. Seyyidünâ Ziyad ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
107. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Eslem el-Evsî (r.a.)
108. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Harise el-Muhacirî (r.a.)
109. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Hattab el-Muhacirî (r.a.)
110. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Müzeyyen el-Hazrecî(r.a.)
111. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Mualla el-Hazrecî (r.a.)
112. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Vedia el-Hazrecî (r.a.)
113. Seyyidünâ Salim Mevla Ebî Huzeyfe el-Muhacirî (r.a.)
114. Seyyidünâ Salim ibn-i Umeyr el-Evsî (r.a.)
115. Seyyidünâ es-Saib ibn-i Osman el-Muhacirî (r.a.)
116. Seyyidünâ Sebre bin Fatik el-Muhacirî (r.a.)
117. Seyyidünâ Süraka bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
118. Seyyidünâ Süraka bin Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
119. Seyyidünâ Sa'd Mevla Hatıb el-Muhacirî (r.a.)
120. Seyyidünâ Sa'd ibn'i Havle el-Muhacirî (r.a.)
121. Seyyidünâ Sa'd ibn'i Hayseme el-Evsî (r.a.) -Şehid-
122. Seyyidünâ Sa'd ibnü’r-Rebi el-Hazrecî (r.a.)
123. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Zeyd el-Evsî (r.a.)
124. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
125. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Sehi el-Hazrecî (r.a.)
126. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Ubade el-Hazrecî (r.a.)
127. Seyyidünâ Sa'd ibn-u Ubeyd el-Evsî (r.a.)
128. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Osman el-Hazrecî (r.a.)
129. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Muaz el-Evsî (r.a.)
130. Seyyidünâ Süflan ibn-i Bişr el-Hazrecî (r.a.)
131. Seyyidünâ Seleme bin Eslem el-Evsî (r.a.)
132. Seyyidünâ Süleym ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
133. Seyyidünâ Seleme bin Selame el-Evsî (r.a.)
134. Seyyidünâ Selît'ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
135. Seyyidünâ Süleym ibn-ül Haris el-Hazrecî (r.a.)
136. Seyyidünâ Süleym ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
137. Seyyidünâ Süleym ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
138. Seyyidünâ Süleym ibn-i Milhan el-Hazrecî (r.a.)
139. Seyyidünâ Simak ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
140. Seyyidünâ Sinan ibn-i Ebî Sinan el-Muhacirî (r.a.)
141. Seyyidünâ Sinan ibn-i Sayfi el-Muhacirî (r.a.)
142. Seyyidünâ Sehl ibn-i Huneyf el-Evsî (r.a.)
143. Seyyidünâ Sehl ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
144. Seyyidünâ Sehl ibn-i Atik el-Hazrecî (r.a.)
145. Seyyidünâ Sehl ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
146. Seyyidünâ Sehl ibn-i Vehb el-Muhacirî (r.a.)
147. Seyyidünâ Sehl ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
148. Seyyidünâ Sevad ibn-i Zerin el-Hazrecî (r.a.)
149. Seyyidünâ Sevad ibn-i Ğaziyye el-Hazrecî (r.a.)
150. Seyyidünâ Süveybıt ibn-i Harmele el-Muhacirî (r.a.)
151. Seyyidünâ Şüca' ibn-i Ebi Vehb el-Muhacirî (r.a.)
152. Seyyidünâ Şerik ibn-i Enes el-Evsî (r.a.)
153. Seyyidünâ Şemmas ibn-i Osman el-Muhacirî (r.a.)
154. Seyyidünâ Sabiyh Mevla Eb'l-As el-Muhacirî (r.a.)
155. Seyyidünâ Safvan ibn-i Vehb el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
156. Seyyidünâ Şuheyb ibn-i Sinan el-Muhacirî (r.a.)
157. Seyyidünâ Sayfi bin Sevad el-Hazrecî (r.a.)
158. Seyyidünâ ed-Dahhak ibn-i Harise el-Hazrecî (r.a.)
159. Seyyidünâ ed-Dahhak ibn-i Abd-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
160. Seyyidünâ Damre bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
161. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Haris el-Muhacirî (r.a.)
162. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
163. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
164. Seyyidünâ Tuleyb ibn-u Umeyr el-Muhacirî (r.a.)
165. Seyyidünâ Asım ibn-i Sabir el-Evsî (r.a.)
166. Seyyidünâ Asım ibn-i Adiyy el-Evsî (r.a.)
167. Seyyidünâ Asım ibn-i Ukeyr el-Hazrecî (r.a.)
168. Seyyidünâ Asım ibn-i Kays el-Evsî (r.a.)
169. Seyyidünâ Akıl ibnü’l-Bükeyr el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
170. Seyyidünâ Amir ibn-i Ümeyye el-Hazrecî (r.a.)
171. Seyyidünâ Amir ibn-i Bükeyr el-Muhacirî (r.a.)
172. Seyyidünâ Amir ibn-i Rebia el-Muhacirî (r.a.)
173. Seyyidünâ Amir ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
174. Seyyidünâ Amir ibn-i Seleme el-Hazrecî (r.a.)
175. Seyyidünâ Amir ibn-i Füheyre el-Muhacirî (r.a.)
176. Seyyidünâ Amir ibn-i Muhalled el-Hazrecî (r.a.)
177. Seyyidünâ Amir ibn-i Yezîd el-Evsî (r.a.)
178. Seyyidünâ Ayiz ibn-i Maıs el-Hazrecî (r.a.)
179. Seyyidünâ Abbad ibn-i Bişr el-Evsî (r.a.)
180. Seyyidünâ Abbad ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
181. Seyyidünâ Ubade bin Samit el-Hazrecî (r.a.)
182. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
183. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Cübeyr el-Evsî (r.a.)
184. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Cahş el-Muhacirî (r.a.)
185. Seyyidünâ Abdullah ibnü'l-Ced el-Hazrecî (r.a.)
186. Seyyidünâ Abdullah ibnü’l-Humeyyir el-Hazrecî (r.a.)
187. Seyyidünâ Abdullah ibnü’r-Rebi’ el-Hazrecî (r.a.)
188. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Revaha el-Hazrecî (r.a.)
189. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
190. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Süraka el-Muhacirî (r.a.)
191. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Seleme el-Evsî (r.a.)
192. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Sehi el-Evsî (r.a.)
193. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Süheyl el-Muhacirî (r.a.)
194. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Şerik el-Evsî (r.a.)
195. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Tarık el-Evsî (r.a.)
196. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Amir el-Hazrecî (r.a.)
197. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Abd-i Menaf el-Hazrecî (r.a.)
198. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Urfuta el-Hazrecî (r.a.)
199. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
200. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Ümeyr el-Hazrecî (r.a.)
201. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Kays bin Halid el-Hazrecî (r.a.)
202. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Kays bin Sayfi el-Hazrecî (r.a.)
203. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
204. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Mahreme el-Muhacirî (r.a.)
205. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Mes'ud el-Muhacirî (r.a.)
206. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
207. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Numan el-Muhacirî (r.a.)
208. Seyyidünâ Abd-i Rabb ibn-i Cebr el-Evsî (r.a.)
209. Seyyidünâ Abdurrahman ibn-i Cebr el-Evsî (r.a.)
210. Seyyidünâ Abdete’l-Haşhaş el-Hazrecî (r.a.)
211. Seyyidünâ Abd ibn-i Amir el-Hazrecî (r.a.)
212. Seyyidünâ Ubeyd ibnu’t-Teyyihan el-Evsî (r.a.)
213. Seyyidünâ Ubeyd ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
214. Seyyidünâ Ubeyd ibn-i Ebî Ubeyd el-Evsî (r.a.)
215. Seyyidünâ Ubeyde bin Haris el-Muhacirî (r.a.)
216. Seyyidünâ Utban ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
217. Seyyidünâ Utbe bin Rebıa el-Hazrecî (r.a.)
218. Seyyidünâ Utbe bin Abdullah el-Hazrecî (r.a.)
219. Seyyidünâ Utbe bin Gazvan el-Muhacirî (r.a.)
220. Seyyidünâ Osman ibn-i Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
221. Seyyidünâ el-Aclan ibnü’n-Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
222. Seyyidünâ Adiyy ibn-i Ebi Zağba el-Hazrecî (r.a.)
223. Seyyidünâ İsmetü’bnü’l-Husayn el-Hazrecî (r.a.)
224. Seyyidünâ Usaymet'ül-Hazreci (r.a.)
225. Seyyidünâ Atıyye bin Nüveyre el-Hazrecî (r.a.)
226. Seyyidünâ Ukbe bin Amir el-Hazrecî (r.a.)
227. Seyyidünâ Ukbe bin Osman el Hazrecî (r.a.)
228. Seyyidünâ Ukbe bin Vehb el-Hazrecî (r.a.)
229. Seyyidünâ Ukbe bin Vehb el-Muhacirî (r.a.)
230. Seyyidünâ Ukkaşe bin Mıhsan el-Muhacirî (r.a.)
231. Seyyidünâ Amman ibn-i Yasir el-Muhacirî (r.a.)
232. Seyyidünâ Umare bin Hazm el-Hazrecî (r.a.)
233. Seyyidünâ Umare bin Ziyad el-Evsî (r.a.)
234. Seyyidünâ Amr ibn-i İyas el-Hazrecî (r.a.)
235. Seyyidünâ Amr ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
236. Seyyidünâ Amr ibnü’l-Cemuh el-Hazrecî (r.a.)
237. Seyyidünâ Amr ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
238. Seyyidünâ Amr ibnü’l Haris el-Muhacirî (r.a.)
239. Seyyidünâ Amr ibn-i Süraka el-Muhacirî (r.a.)
240. Seyyidünâ Amr ibn-i Ebi Şerh el-Muhacirî (r.a.)
241. Seyyidünâ Amr ibn-i Talk el-Hazrecî (r.a.)
242. Seyyidünâ Amr ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
243. Seyyidünâ Amr ibn-i Muaz el-Evsî (r.a.)
244. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Haram el-Evsî (r.a.)
245. Seyyidünâ Umeyr ibnü’l Humam el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
246. Seyyidünâ Umeyr ibnü’l-Amir el-Hazrecî (r.a.)
247. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Avf el-Muhacirî (r.a.)
248. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Ma'bed el-Evsî (r.a.)
249. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Ebî Vakkas el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
250. Seyyidünâ Avf ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
251. Seyyidünâ Uveym ibn-i Saide el-Evsî (r.a.)
252. Seyyidünâ İyaz ibn-i Züheyr el-Muhacirî (r.a.)
253. Seyyidünâ Ğannam ibn-i Evs el-Hazrecî (r.a.)
254. Seyyidünâ el-Fakih ibn-i Bişr el-Hazrecî (r.a.)
255. Seyyidünâ Ferve bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
256. Seyyidünâ Katade bin Numan el-Hazrecî (r.a.)
257. Seyyidünâ Kudame bin Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
258. Seyyidünâ Kutbe bin Amir el-Hazrecî (r.a.)
259. Seyyidünâ Kays ibn-i Mıhsan el-Hazrecî (r.a.)
260. Seyyidünâ Kays ibn-i Mıhsan el-Hazrecî (r.a.)
261. Seyyidünâ Kays ibn-i Muhalled el-Hazrecî (r.a.)
262. Seyyidünâ Ka'b ibn-i Cemmez el-Hazrecî (r.a.)
263. Seyyidünâ Ka'b ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
264. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Ebi Havli el-Muhacirî (r.a.)
265. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Ebî Havlî el-Muhacirî (r.a.)
266. Seyyidünâ Mâlik ibn'ud Duhşum el-Hazrecî (r.a.)
267. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Rifaa el-Hazrecî (r.a.)
268. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Rifâa el-Hazrecî (r.a.)
269. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
270. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Kudame el-Evsî (r.a.)
271. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Mes'ûd el-Hazrecî (r.a.)
272. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Nümeyle el-Evsî (r.a.)
273. Seyyidünâ Mâlik Mübeşşir bin Abd'il-Munzir el-Evsî (r.a.) -
Şehid-
274. Seyyidünâ Mücezzer ibn-i Ziyad el-Hazrecî (r.a.)
275. Seyyidünâ Muhriz ibn-i Amin el-Hazrecî (r.a.)
276. Seyyidünâ Muhriz ibn-i Nasle el-Muhacirî (r.a.)
277. Seyyidünâ Muhammed ibn-i Mesleme el-Evsî (r.a.)
278. Seyyidünâ Midlac ibn-i Amir el-Muhacirî (r.a.)
279. Seyyidünâ Mersed ibn-i Mersed el-Hazrecî (r.a.)
280. Seyyidünâ Mistah ibn-i Üsase el-Muhacirî (r.a.)
281. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Evs el-Hazrecî (r.a.)
282. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Halde el-Hazrecî (r.a.)
283. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Rebia el-Muhacirî (r.a.)
284. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
285. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
286. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Sa'd el-Evsî (r.a.)
287. Seyyidünâ Mus'ab ibn-i Umeyr el-Muhacirî (r.a.)
288. Seyyidünâ Muaz ibn-i Cebel el-Hazrecî (r.a.)
289. Seyyidünâ Muaz ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
290. Seyyidünâ Muaz ibn-üs Sımme el-Hazrecî (r.a.)
291. Seyyidünâ Muaz ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
292. Seyyidünâ Muaz ibn-i Maıs el-Hazrecî (r.a.)
293. Seyyidünâ Ma'bed ibn-i Abbad el-Hazrecî (r.a.)
294. Seyyidünâ Ma'bed ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
295. Seyyidünâ Muattib ibn-i Ubeyd el-Evsî (r.a.)
296. Seyyidünâ Muattib ibn-i Avf el-Muhacirî (r.a.)
297. Seyyidünâ Muattib ibn-i Kuşeyr el-Evsî (r.a.)
298. Seyyidünâ Ma'kıl ibn-i Munzir el-Hazrecî (r.a.)
299. Seyyidünâ Ma'mer ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
300. Seyyidünâ Ma'n ibn-i Adiyy el-Hazrecî (r.a.)
301. Seyyidünâ Ma'n ibn-i Yezîd el-Muhacirî (r.a.)
302- Seyyidünâ Muavviz ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
303. Seyyidünâ Muavviz ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
304. Seyyidünâ Mikdad ibnü’l-Esved el-Muhacirî (r.a.)
305. Seyyidünâ Muleyl ibn-i Vebre el -Hazreci (r.a.)
306. Seyyidünâ Münzir ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
307. Seyyidünâ Münzir ibn-i Kudame el-Evsî (r.a.)
308. Seyyidünâ Münzir ibn-i Muhammed el-Evsî (r.a.)
309. Seyyidünâ Mıhça' ibn'üs-Salih Mevla Ömer'ibnü’l-Hattab el
Muhaciri (r.a.) -Şehid-
310. Seyyidünâ Nadr ibn-i Haris el-Evsî (r.a.)
311. Seyyidünâ Nu'man ibn-i el-A'rac el-Hazrecî (r.a.)
312. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Ebi Hazme el-Evsî (r.a.)
313. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Sinan el-Hazrecî (r.a.)
314. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Abd-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
315. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
316. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
317. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
318. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
319. Seyyidünâ Nevfel ibn-i Abdullah el-Hazrecî (r.a.)
320. Seyyidünâ Vakıd ibn-i Abdullah el-Muhacirî (r.a.)
321. Seyyidünâ Varaka bin İyas el-Hazrecî (r.a.)
322. Seyyidünâ Vedia bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
323. Seyyidünâ Vehb ibn-i Ebî Şerh el-Muhacirî (r.a.)
324. Seyyidünâ Vehb ibn-i Sa'd el-Muhacirî (r.a.)
325. Seyyidünâ Hanî'bin'Niyar el-Hazrecî (r.a.)
326. Seyyidünâ Hübeyl ibn-i Vebre el-Hazrecî (r.a.)
327. Seyyidünâ Hilal ibn-i Mualla el-Hazrecî (r.a.)
328. Seyyidünâ Yezid ibn-i el-Ahnes el-Muhacirî (r.a.)
329. Seyyidünâ Yezîd ibn-i Rukayş el-Muhacirî (r.a.)
330. Seyyidünâ Yezidi ibn-i Haram el-Hazrecî (r.a.)
331. Seyyidünâ Yezîd ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
332. Seyyidünâ Yezîd ibn'üs-Seken el-Evsî (r.a.)
333. Seyyidünâ Yezid ibnü’l-Münzir el-Hazrecî (radıyallâhi anhu ve
anhum ecmaîn)
[Ashâb-ı Bedir, Derleyen: Halil el-Giridî, Yazan: Hafızu'l-Kur'ân
İbrahim Edhemî, Buhara Yayınları, İstanbul, Tel: (212) 520 76 70 -
512 33 90 - 520 80 33]
Rabbimizden (c.c.); cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’i
ve evladını, “Din Günü”nde Bedir Ashâbı ve Bedir Ashâbı'nı
zikredenlerle beraber haşr etmesini niyaz ediyorum.
İsrail
Coğrafi olarak uzun ve dar bir şekle sahip olan İsrail, 470 km.
uzunluğunda olup, ülkenin en geniş bölgesi yaklaşık 135 km. İsrail’in
yüzölçümü ise 27.817 km². Yahudi şeriatına göre idare edilen
Siyonist İsrail, yaklaşık 7,5 milyon nüfusa sahip.
Gazze
Gazze, I. Dünya Savaşı sonrası, İngiliz Mandasına giren Filistin'in bir
parçası haline getirildi. 1967 yılında Gazze, Altı Gün Savaşları
sonucu İsrail tarafından ele geçirildi. 1993 yılında, şehrin yönetimi
El Fetih kontrolündeki Filistin Ulusal Yönetimi'ne geçti. Fakat
Hamas, 2007 yılında yapılan seçimleri kazanarak şehri El Fetih'den
teslim aldı. İşte o tarihten bu yana Gazze, İsrail tarafından abluka
altında tutuluyor.
Akdeniz’in güneydoğu kıyısındaki Gazze, 45 kilometre uzunluğunda,
10 kilometre genişliğinde, kuzey ve doğusunda İsrail, güneyindeyse
Mısır’ın Sina yarımadasına komşu bir coğrafya.
2008 ve 2009 saldırıları
İsrail'in 27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze'ye
düzenlediği saldırılarda 960'ı sivil toplam 1.434 Müslüman
katledilmişti. O zaman İsrail’in katlettiği sivillerin 288'i çocuk, 121'i
ise kadındı. 1.606'sı çocuk 828'i kadın olmak üzere 5.303 Müslüman
sivil ise bu saldırılarda yaralanmıştı.
Hamas hükümetine göre, bu yıl itibariyle Gazze'de 947 bini erkek,
923 bini kadın 1 milyon 870 bin kişi yaşıyor. 2005 yılında Gazze’nin
nüfusu 1 milyon 417 bin olarak belirlenmişti.
Filistin İstatistik Merkezi, 2013 itibariyle 5,9 milyon Filistinli'nin
yurt dışında mülteci olarak yaşadığını ve bu rakamın 2020 yılında
7,2 milyona ulaşacağının tahmin edildiğini açıklamıştı.
Gazze halkının yaklaşık yüzde 75'i, 25 yaşın altında gençlerden
oluşuyor. Bu da yaşlı bir nüfusa sahip Siyonist İsrail hükümetini ciddi
biçimde korkutuyor.
7 Temmuz 2014
Bugün Gazze’de yaşanan dramın en önemli sebeplerinden biri,
geçmişte, Tel Aviv ile ilişkileri bozulmasın diye HAMAS’ı dışlayan,
Filistin’deki El Fetih yönetimidir. 2007’de El Fetih’le HAMAS
arasındaki anlaşmazlığı kullanarak Gazzeli Müslümanlara ambargo
dahil her türlü zulmü reva gören İsrail, El Fetih’le HAMAS’ın
geçtiğimiz aylarda birleşip, milli mutabakat hükümeti kurmaları
üzerine, 7 Temmuz 2014 saldırılarını başlattı. Filistinlilerin
birleşmesini engellemek istiyorlar.
Mafyatik terör devleti İsrail’in Müslüman Gazze’ye saldırısında üç
hafta geride kaldı. İsrail, Müslümanların en kutsal ayı olan
Ramazan'da başlattığı soykırım saldırılarını Ramazan Bayramı’nda
da arttırarak devam ettirdi. Tel Aviv ve Washington’un içimizdeki
paralel uçları, yapılan operasyonlarla adaletin önünde hesaba
çekilirken İsrail, Gazze’de çocuk, kadın, sivil demeden toplu
katliama başladı.
Soykırım seviyesine gelen bu sistematik katliama dünyada en yüksek
mücadeleyi Türkiye yürütüyor. Katar dışındaki diğer Müslüman
ülkelerin itirazı, ya sınırlı ve sembolik ya da tepkisiz. Mısır ve Suriye
diktatörleri ise Tel Aviv’le ortak hareket ediyorlar.
Siyonist İsrail, Gazze’de okulları, hastaneleri, ambulansları, halka
gıda ve ilaç yardımı taşınan tünelleri, şehrin elektrik ve su
santrallerini, sivil yerleşim merkezlerini vuruyor. Hatta BM
kontrolündeki okulları ve siviller için kullanılan sığınma mekanlarını
bombalıyor. Buraların bombalanmasında kullanılan silahlar ve
cephanenin ise İsrail’in talebi üzerine ABD yönetimi tarafından
gönderildiği ortaya çıktı.
Gazze'deki BM okuluna atılan ve 19 kişinin ölümüne yol açan havan
topunun ABD yapımı olduğu ve geçtiğimiz günlerde İsrail'e teslim
edildiği deşifre oldu. 7 Temmuz 2014’te başlayan saldırılardan sonra,
20 Temmuz’dan itibaren ABD yönetiminin, Gazze saldırıları
boyunca İsrail'e 1 milyar 225 milyon dolarlık silah sattığı belirtiliyor.
Yani o bebekleri öldüren cephane hümanist(!) ABD'den geliyor.
Diyalog ve hoşgörü şarkıları söyleyen adanmış ruhları göklere
çıkaranların kulaklarına küpe olsun.
Ayrıca ABD'nin İsrail'den Gazze'ye atılan füzelerin devam etmesi için
225 milyon dolarlık ikinci bir ek talep aldığı ve bunun da kongrede
onaylanarak sevk edeceği de belirtiliyor.
Peki Siyonist İsrail ve arkasındaki ABD bunu yaparken bizimkiler ne
yapıyorlar. Bakın birisi şunları söyleyebiliyor. “Gazze’nin güvenliği
için, Erdoğan çenesini kapatmalıdır. …….. Erdoğan’ın tek endişesi
Filistin olduğuna göre; kendisine tavsiyemiz çok acil Hamas saflarına
katılması, yetmez ise bu örgütün askeri kanadı İzzeddin El Kassam
Tugaylarına gönüllü olarak yazılmasıdır. Hiç olmazsa söz ve
eylemleri arasında bir uyum olacaktır. Hiç olmazsa Türkiye bir
musibetten kurtulacaktır." Bunları söyleyen, ne yazık ki Obama
değil. MHP’nin başındaki Devlet Bahçeli. Bahçeli’nin saldırdığı kişi
katil Netanyahu değil. Katille savaşan Türkiye Başbakanı. Tel
Aviv’de bile İsrail hükümeti protesto edilirken Türkiye muhalefeti,
Ankara’ya saldırıyor. Netanyahu’ya ne gerek var! İçimizdeki İsrail,
dışarıdaki İsrail’den daha tehlikeli.
İsrail ve destekçilerinin tüm yıkım ve katliamlarına rağmen
kazanacak olan Gazze, kaybedecek olan ise Siyonist İsrail’dir.
2010’daki Mavi Marmara kahramanları gibi, son savaşta HAMAS
da, yazdığı destanla İsrail’in dünyadaki cilalı karizmasını çiziyor.
Merak etmeyin. Fazla değil, birkaç sene sonra İsrail, Gazze’nin
bugünkü haline düşecek. Gazze’nin de dahil olduğu bağımsız
Filistin’in onurlu bayrağı ise Washington ve Tel Aviv dahil dünyanın
her yerinde dalgalanacaktır.
Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Bugün Gazze’ye sahip
çıkanlara saldıranlar da herhalde o gün, Filistin’e karşı, İsrail’e gidip
MOSSAD’a kaydolurlar.
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
Osmanlı için yıkım kararı alındıktan sonra konu TÜRKLER'in nasıl
yaşayacağı ve ne şekilde yönetileceğine gelmişti! Bizim bilmediğimiz
ve üzerinde kafa yormadığımız buydu! 600 yıl at koşturulan
yerlerden adım adım çekilecek ve dünü olmayan bir devlet haline
getirilecektik!
OPERASYON BUYDU!
Ortadoğu'da özenle seçilen aileler iktidara taşınırken Türkiye içeride
binbir sorunla boğuşacak ve asla tek bir sesin yükselemeyeceği bir
kara parçası haline gelecekti! Bütün bunlar ORTADOĞU'nun
TÜRKLER olmadan yönetilmesi ve paylaşılması içindi!
113. HALİFE Abdülhamit Han bunu en iyi gören isimdi!
İngilizler de Abdülhamit Han'ın "gördüğünü" görmüştü! 33 yıl bu
çekişme sürüp gitti! Sultan, devletin gücünü YILDIZ SARAYI'na
taşıyınca İngilizler hemen büyükelçiyi gönderip "Amcanız
Abdülaziz'in ve ağabeyiniz Murat'ın başına gelenleri biliyorsunuz!
Aynı akıbetin sizi bulmasını hiç istemeyiz!" diyecek kadar ileri
gitmişti!
Bazıları kabul etmek istemese de Ortadoğu'da İSLAM en büyük
yapıştırıcıydı! Milletlerin ortak tarihindeki en büyük dayanak
Müslümanlık'tı! Ve Sultan Abdülhamit bunu hiç ama hiç bırakmak
istemedi! Ortaasya'dan Afrika'ya kadar olan Müslümanların
BAYRAĞI İstanbul'da dalgalanıyordu!
Her dinin temsilcileri ve temsil edildikleri KOORDİNATLAR
varken sadece İSLAM'ın bir merkezi ve temsilcisi yoktu! Yok
edilmişti!
Bu İngiliz aklının ürünüydü!
Çünkü İslam Türkler'in elinde büyüyor ve karşı konulamaz bir hale
geliyordu! Bu nedenle parçalara ayrılmalı, küçük küçük adacıklar
halinde yaşamalı ve seçilen ILIMLILARLA yönetimler
sürdürülmeliydi! Ortadoğu, İngilizler'in isteğiyle tam da bu hale
getirilmişti!
Bunu ilk görenlerden GLADSTONE 1882'de parlamentoda eline
Kuran'ı alarak yaptığı konuşmada "Bu kitap bu Türkler'in elinde
kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır.
Yegâne çözüm, bu insanları Kuran'dan uzaklaştırmaktır" demişti!
Abdülhamit Han'a "KIZIL SULTAN" ismini takan da Gladstone'du!
Oyunu görüp gereğini yaptığın zaman bu yakıştırmalar ve
kampanyalar kaçınılmaz olarak seni bulurdu! Dün de böyleydi bugün
de böyle!
Değişmezdi!
Ortadoğu, Osmanlı'dan kopup gittikten sonra İstanbul'da temeli atılan
İSRAİL dünyaya geldi!
Getirildi! Bir projeydi! O zamana kadar birçok sarayda çok güçlü
Yahudi işadamları vardı!
Osmanlı'da olduğu gibi Avrupa Kraliyet aileleriyle yakın ilişkilerde
olan isimler bulunuyordu! Ama bir DEVLET talepleri yoktu!
Anlamlı da değildi! Çünkü kim, nasıl destek olacaktı? Rothschildler,
Oppenhaimerler ve Goldsmithler öne çıkan ailelerdi! Osmanlı'dan
aldıkları malları Hamburg limanına kadar taşıyan insanlardı bunlar!
Ama İngilizler'e Ortadoğu'da Osmanlı'nın bıraktığı boşluğu
SAVAŞARAK, ÇATIŞARAK ve ÖLDÜREREK dolduracak birileri
lazımdı! Kimse kuklacıyı göremeden olan bitene bakacaktı! İsrail
aslında buydu! Arkasındaki gücün AKLI sayesinde algıda güçlüydü!
Aslında gizli olan bu PAZARLIKTAN hem Yahudiler hem İngilizler
memnundu!
YAHUDİ karşıtı bir söz etmenin cezası SİLİNMEKTİ! Bu yazılı
olmayan bir kural haline gelmişti!
Garip bir şekilde MÜSLÜMAN dünyası da buna uyuyordu!
Filmlerde, gazete ve televizyonlarda objektif bir değerlendirme bile
yapılamıyordu!
Oscar'lı oyuncu ve yönetmen Mel Gibson 2009'da "Her savaşın
sebebi Yahudiler" dedi.
O andan itibaren aforoz edildi!
Bütün kapılar duvar oldu! Hollywood tarafından dışlandı. Ünlü
sanatçı katıldığı bir televizyon programında "Yahudiler hakkında
konuşulmayacağını acı bir dersle öğrendim" dedi...
Olay Gibson'la da bitmiyordu!
41 yıl boyunca Beyaz Saray muhabirliği yapan Helen Thomas
"Yahudiler Filistin'den defolup gitsinler.
Polonya ve Almanya'ya dönsünler" dediği için önce eleştiri oklarına
hedef oldu, ardından da çalıştığı kurumdan kovuldu!
Başkanların gözlerinin içine baka baka en cesur soruları sorabilen
kadın emekli olmuştu!
Bunun sebebi de talihsiz bir cümleydi...
CNN haber sunucusu Rick Sanchez de "CNN ve tüm medyayı
Yahudiler kontrol ediyor" dediği için işinden oldu.
Uzun süre işsiz kaldı. Sonunda kendisine acıyan bir üniversite "Gel
ders ver en azından!" dedi!
DOKUNAN YANIYORDU!
Yahudiler bile bunu anlamakta zorlanıyordu! Finans dünyasındaki
becerileri bir SIR değildi! Ama devlet liderleri bu alana pek
giremiyordu! Muazzam bir algıyla KIRMIZI HAT yaratılmıştı!
Yahudiler'in insanlık dışına çıkıp yaptığı katliamları bile
eleştiremediğin zaman Ortadoğu'da İngilizler'in kurduğu sistem
devam edip gidiyordu! Özenle seçilmiş sözde Müslüman liderler
susup kaldıkça masum Filistinliler üzerinden sömürü düzeni
sürüyordu! Filistin aslında ARAP ALEMİNE mesajdı! "Sizi de böyle
yaparız!" diyorlardı!
İşte bu mesaja karşı çıkan tek ülke Türkiye, tek lider de Erdoğan'dı!
Bu yüzden MALTEPE'de Kosova'dan Filistin'e kadar birçok ülkenin
bayrakları dalgalanıyordu!
Devlet Bey ile Kemal Bey'in anlamadığı ve göremediği buydu!
Halk bu ideale sahip çıkan ve mirasını geri almayı taahhüt eden
liderin peşinden gidiyordu!
OSMANLI'nın rövanşını almak için can atıyordu!
Oysa MHP ve CHP bunu göremeyecek bir körlük içindeydi!
Demirtaş'ın söylemi bile rahatsızlık yarattı! "Alevi oylarını almasın"
diye İstanbul'un göbeğinde çatışma çıktı! Çok ama çok gariptir ki
DHKP-C'liler EKMEL BEY için Kürt liderin etrafına saldırdı!
Olaylar GAZİMAHALLESİ'ne kadar sıçradı!
Uzun zamandır söylemek istediğim de buydu!
Kıyafetler ve ten renkleri farklı da olsa aslında pek çok kişi aynı yere
çalışıyordu!
Ülkenin büyümesi ve zenginleşmesi için risk alan yoktu!
Maalesef İngilizler Ortadoğu'ya attıkları formatın bir benzerini
Türkiye'de yapmıştı! Çok kurum ve kişi KRALİÇE'ye hizmet
ediyordu!
Pek çoğu bunun farkında bile değildi!
Erdoğan'ın yürüyüşü Ortadoğu'yu kendi DOĞAL mecrasına
taşıyacaktı!
Türkiye büyüdükçe İsrail de kendini huzur içinde bulacaktı!
Osmanlı küçük dilimlere ayrılıp dağıtılmıştı! YENİ TÜRKİYE
kullandığı DİLLE bütün bu dilimlere yeni bir hayat sunmaktaydı!
Kürtler'le ilk adım atıldı!
Sonrası Kraliçe'nin kabusu!
Bizim en büyük derdimiz pirincin içindeki BEYAZ TAŞLARDI!
10 Ağustos'tan sonra bunlar elenip düşecek!
Değişim asıl o zaman başlayacak!
Bizi Yahudi medyasının dayattığı bir yaşam şekline hapseden
İngilizler sökülüp atılacak!
Asıl zafer o gün kutlanacak!
Perde arkasından yönettikleri kurum ve kişilerle KÖŞK'ü
kuşatıyorlardı!
Halk bunu haftaya tarihe gömecek! ÇATI ADAYININ ismini son
anda öğrenen muhalefet de bunu yaşayarak öğrenecekti!
Değişim en çok onları vuracaktı!
Ergün Diler
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
dunyavegercekler.com
Kapitalizmin kadınsı erkek projesi | Dünya ve Gerçekler
Kapitalizmin kadınsı erkek projesi
Erkekler arasında yaygınlaşan kadınsı / feminen eğilimler bütün
dünyada kendisini hissettirmektedir. Feminen, yani kadınsı erkek.
Bizim geleneğimizde hünsa denmektedir. Kadını andıran, kadına
benzeyen, kadın gibi, kadınımsı. Hareketlerinde kadınsallık olan,
erkek olduğu hâlde kadın hissiyatıyla yaşayan iki cins arasında bir
yerde duran bir ara form.
Bunun doğuştan gelen hormon bozukluğu veya yetiştirme tarzından
kaynaklanan davranış bozukluğu gibi kadîm sebepleri vardır. Ancak
son on yıllarda ivme kazanmış bu trend kendi iç dinamikleriyle
gelişen bir durumdan ziyade inceden inceye yürütülen planlı bir
projenin ürünüdür.
Bu yazıda bu projenin iki önemli dayanağını ele alacağız. İkisi de
önemli ama ikincisi daha da önemli ve tehlikeli. İlkinden başlayalım.
Postmodern bir durum. Biraz felsefik ve fakat çözümü yanlış yerde
arayan toplum mühendisliğine dayanmaktadır.
Postmodern bu yaklaşım, erkek ve kadın arasında tarih boyunca
cinsellik farkından kaynaklanan bir iktidar mücadelesinin varlığından
hareket ediyor. Buna göre, kadın ve erkekler cinsiyet dayanışması
içerisine girerek birbirleriyle rekabet edip kendi cinsinin lehine,
karşı cinsin aleyhine alan kazanma mücadelesi vermekteler. Sonuç ise
güçlü taraf olan erkeğin kadını birçok haklarından mahrum etmesiyle
neticelenmiştir.
Bu iktidar mücadelesini dengelemek, daha âdil bir sistem kurmak
için tarafların ve bahusus erkeğin empati yapmasını sağlamak
gerekiyor. Bu yaklaşıma göre bunu gerçekleştirmenin yolu ise erkeği
biraz kadınlaştırmak, kadını da biraz erkekleştirmekten geçiyor.
Bu tarihsel iktidar mücadelesini kadın ve erkek arasında bir ara
formun dengeleyeceğini ve böylece cinsler arasında barışçıl bir ortam
sağlanacağını vehmederek kadın ve erkeğin yaradılış kodlarını
değiştirmeyi hedefler.
Asıl tehlikeli dediğim ikinci sebep ise, kapitalizmin kârını büyütmek
amacıyla erkeğin feminenleşmesini planlayıp teşvik etmesidir. Neden
mi? İzah edelim.
Kapitalizm bilimsel çalışır. İnsanın kâra dönüştürülecek zaaflarını
tesbit eder. Bu zaafları oluşturduğu moda trendleriyle yönlendirir.
Cins-i lâtif olan kadının zerafete karşı olan eğilimlerini, güzel
gözükme ve beğenilme zaafiyetini kışkırtır. Birbirinden albenili
ürünler piyasaya sürer.
Kadınların alışveriş yapmayı sevdikleri herkesin rahatlıkla
gözlemleyebileceği bir hakikattir. Yıllar önce bir iş adamı arkadaşım,
hanımıyla kavga ettiklerinde onu alışverişe götürdüğünü, çünkü o
mekânlarda sakinleştiğini söylediğinde epey şaşırmıştım.
Dikkatle baktığınızda göreceksiniz ki, büyük marketlerin raf dizaynı
birinci derecede kadınlara, ikinci derecede çocuklara ve sonra da
erkeklere hitap edecek tarzda kurgulanmıştır. Reklamlar da bu
minvaldedir. Ürünlerin kahir ekseriyetinin kadınlara hitap eden
ürünlerden oluşması tesadüf değildir. Bilimsel olarak çalışılmış bir
durumdan bahsediyoruz.
Kapitalizm sınırsız büyümeyi hedefler. Bunun için de sınırsız
üretmeyi ve tüketmeyi zorlar. Bu sebeple insanların sınırlı olan
biyolojik ihtiyaçlarını değil sınırsız olan psikolojik zaaflarını
başarıyla kışkırtır. Kadının ise bu projenin temel dayanağı olduğu
açıktır.
Kapitalizm pazarını daha da büyütebilmek uğruna erkeği de kadın
gibi, kadın kadar, en azından ona yakın tüketmeye programlamak
çabasındadır. Bunun yolu da erkeğin kadınsallaşması, kadın
refleksleriyle hareket etmesinden geçer.
Erkeği diziler, filmler, bilgisayar oyunları, romanlar, moda ve diğer
soft yöntemler aracılığıyla biseksüelliğe özendirir. Bu ise tabi
dengeyi bozmakta, nesil emniyetini tehlikeye sokmaktadır.
Paradigması sınırsız büyüme yanılgısı üzerine kurulu kapitalizmin
buna ehemmiyet vereceğini düşünmek ise mümkün değildir.
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
Dünya Gerçekleri
Londra'nın en eski yapılarından biridir Westminster Abbey.
Tam 1000 yıllık bir tarihi vardır.
Bahçesinde İngiliz Krallarının yattığı bir kilisedir.
İngiliz Kralları tarih boyunca burada TAÇ giymiştir.
Kraliçe Elizabeth'ten Prens Charles'ın çocuklarına kadar saray
erkanının hemen tamamı burada evlenmiştir.
İngiltere'de bir semboldür bu kilise.
Ve önceki gün bu tarihi mekanda bir tören vardı.
Birleşik Krallığın önde gelenleri ön saflarda yerini aldı.
İngiliz gazeteleri de dün ağızbirliği etmişcesine bu töreni
manşetlerine taşıdı.
Kilise'deki anma töreninin olduğu akşam civardaki binlerce evde de
ışıklar söndürüldü.
Zira 1.Dünya Savaşı'nın 100.yıl anma töreniydi bu. Savaş döneminin
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, silahlar patlamadan
saatler önce "Avrupa'da lambalar sönüyor, bir daha ömrümüz
boyunca onları yanarken göremeyiz" diyordu. Ancak Sir Edward'ın
tahminleri asla gerçeğe dönüşmedi.
Savaşı kazanan İngilizlerdi. Onların lambaları kısa sürede hep yandı.
Karanlığa gömülenler içinde ise biz vardık.
Tam 100 yıldır bu ülke karanlıktaydı.
Ve göz gözü görmüyordu.
Onun içindir ki, bu memlekette neler olduğunu anlayamıyorduk.
Bu ülke toprakları içinde dünya petrollerinin en zengin damarları
kıvrılıyordu.
Damarlarımıza girmeleri ve burada kalmaları lazımdı.
Petrolün daha yeni kullanılmaya başlandığı dönemde petrol haritasını
nerdeyse yüzde yüze yakın çizdiren Sultan Abdülhamid Han diyordu
ki;
"Allah bize sulh ve sükunet nasip etsin. Fakat büyük devletler, geniş
teşkilatlı İmparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar ne de
sükunet. Bize hiç olmazsa 10 senelik bir sulh tanınsa Japonların o
kadar methedilen gelişmesini biz de yapabilirdik. Japonlar
Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından bize nazaran
bahtiyardırlar. Maalesef biz Avrupa SIRTLANLARININ geçiş
yoluna çadırımızı kurmuşuz."
Evet 100 küsur yıl önce böyle diyordu Sultan Abdülhamid.
Ve bu ülkeyi 100 yıl önce karanlığa gömenler içimizden hiç çıkmadı.
Karanlıkta onların varlığını göremedik, hissedemedik.
Parçaladıkları ve karanlığa gömdükleri topraklarda kurulan
Türkiye'yi onlar yönetti.
Ve 10 yıl önce bu ülkede uyanış başladı.
YENİ TÜRKİYE'nin temelleri atıldı.
Petrol yataklarını kaptıran bir ülke de olsak Allah bu memlekete
önemli bir konum daha bahşetmişti. Tüm enerji yollarının geçtiği
yegane ülkeydik. Bize muhtaçtılar ve asla kendi haline
bırakamazlardı.
Abdülhamid Han boşuna söylememişti.
"Biz maalesef Avrupalı SIRTLANLAR'ın tam geçiş yolundayız"
diye.
Bir belgesel izlemiştim, Aslanlar tek başına bir sırtlanı yakalıyor.
Ellerinden yaralı olarak kurtulan sırtlan gece karanlığında sürüyü
toplayıp aslanlara saldırıyor ve perişan ediyor.
Yıllardır bizim yaşadığımız da buydu.
Ancak son yıllarda Türkiye artık karanlıkta değil. 1.Dünya Savaşı'nın
lamba dönemlerinde de değiliz.
Flörosanlar, ampuller yanıyor artık her yerde ve ışıklar karanlığı
yırtıyor. Sürüler halinde saldırsalar da ASLANLAR düşmanı görüyor
kaçmıyor.
Ve gücünü fazlasıyla gösteriyor.
Onun içindir içeriden organizasyonlara gidiyorlar. Birbirini
tanımayan veya birbirine çok uzak olanları yan yana getiriyorlar.
Bakın Kemal Kılıçdaroğlu Bey "İhsanoğlu Bey'i tanımıyoruz ama
oyumuz ona" diyor. İsmini bile telaffuz edemediğin ve tanımadığın
birine bu ülkenin Başkomutanlığını teslim edecek kadar tuhaflaşıyor.
Ekmeleddin Bey de Kemal Kılıçdaroğlu'na "Kemal Alemdaroğlu"
diyor.
Devlet Bahçeli Ekmeleddin Bey'e "Emsalettin" diyor.
Birileri Kemal Bey'e "Kemallettin" diyor.
Ortada bir tuhaflık gırla gidiyor.
Kim kime ne derse desin;
10 Ağustos, Kraliçe'nin sarayında ve boğazdaki yalılarda lambaların
söndüğü gün olarak tarihe geçecektir.
Türk Halkı Başkomutanlığı tanıdığına, bildiğine teslim edecektir.
Çünkü karanlığı artık çoktan geçtik.
Bekir Hazar
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
Osmanlı'nın son dönemlerinde Mısır Hidiv'i olmak çok önemliydi.
Mısır Valisi gibi gözüksen de, örtülü devlet başkanı gibi bir durum
ortaya çıkıyordu.
Fazıl ve İsmail kardeşti ve Mısır Hidiv'i Mehmet Ali Paşa'nın
torunuydu.
M.Ali Paşa'dan sonra iki kardeş Mısır Valiliği için birbirine girdi.
Padişah Abdülaziz duruma el koydu, İsmail'i Hidivliğe atadı.
İstanbul'da devlet kademelerinde yöneticiliğe çekilen Fazıl'ı öfke ve
intikam ateşi sardı.
Kardeşinden gelen 4.5 milyon sterlinlik gönül alma parası bile bu
intikam duygusunu ortadan kaldırmadı.
Büyük servetini imparatorluğu karıştırmaya adadı.
Paris'e yerleşip, masonlarla bir araya geldi, güç birliği yaptı.
Kendini Yeni Osmanlıların lideri ilan etti.
İstanbul'dan gazeteciler çağırıp, onlara para dağıttı, Dolmabahçe
SARAYI aleyhine gazeteler çıkardı.
İşte onlardan biri de Ali Suavi'dir. Batı medyası da, Paris'te çıkan bu
gazeteye eşlik ederek Osmanlı Sarayı'nı yerden yere vurdu.
Fazıl'ın organize ettiği Türk aydınları "Jeune Turquie" Cemiyetini
kurdu.
Yani artık onlar Jön Türk'tü.
İçlerindeki Ali Suavi, hiçbir eğitimi olmamasına rağmen çok ilginçtir
VAİZLİK yapıyordu.
Camilerde vaaz verip, iyi hatip olduğu için peşinde kalabalıklar
buldu.
İNGİLİZLER hemen ona yanaşıp, büyük destek verdiler,
Dolmabahçe'deki Halife'ye karşı Ali Suavi'yi "MÜCTEHİD" ilan
ettiler. Ona Evliyalık makamı tahsis ettiler.
Zaten Ali Suavi de, Paris'te çıkardıkları gazeteden Fransızların bile
rahatsız olması nedeniyle soluğu İngiltere'de almıştı.
Artık o çok iyi bir İngiliz dostuydu.
Hatta İngilizlere damat olacak kadar ileriye götürdü işi.
Ve artık Osmanlı tahtında Sultan Abdülhamid Han vardı.
Abdülhamid Han Ali Suavi'yi affedip Galatasaray Lisesine müdür
yaptı.
Bir İngilizle evliydi Ali Suavi.
Eşi Mary'e de okulda görev verince, ortalık karıştı. Sultan
Abdülhamid, OKULU Ali Suavi'nin elinden aldı.
Sen misin alan?
Ali Suavi'nin Jön Türk damarları kabardı.
Nasılsa arkasında büyük güç, İngilizler vardı. Ve VAİZLİĞİNİ seveni
de az değildi. 20 Mayıs 1878'de Çırağan Sarayı önünde küçük
gruplar toplanmaya başladı.
Derken kalabalık arttı.
Başlarında OKULU elinden alınan, İngilizlerin MÜCTEHİD ilan
ettiği VAİZ Ali Suavi vardı. "Yürüyün Saraya" deyince kalabalık
kapıları zorladı.
Nöbetçileri öldürüp silahlarını aldılar.
Saray'dan Sultan Abdülhamid'in kardeşi Murad'ı alıp, "Darbe yaptık.
Yeni Padişah sensin" dediler.
Fransız Elçi François Georgian, kaleme aldığı "Sultan Abdülhamid"
adlı kitabında bunu bir DARBE GİRİŞİMİ olarak yazar. "Vaizin
teşebbüsü tam bir OPERASYON'du" der.
Padişah'ın kardeşi Murad, "Size alet olmam" diyerek darbeye karşı
çıktı.
Ali Suavi sırtına silah dayayıp "Eğer kabul etmezsen biz de seni
zorla tahta oturturuz" diye tehdit etti.
Ordu devreye girdi, Vaiz Ali Suavi silahlı çatışmada öldürüldü ve
darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.
Sultan Abdülhamid bu VAİZ OPERASYONUNDAN sonra defalarca
dış güdümlü darbe girişimi ile karşılaştı.
Adamlar hiç durmaz hep saldırır.
İndirene kadar!!!
Aradan 100 yıl geçti...
Bugün de değişen bir şey yok.
Yukarıdaki olayın satır aralarına bakın, çok büyük dersler var ortada.
Ve yine gelecekler. Hiç durmaksızın.
Önemli olan biz ne yapacağız?
Tarihten dersimizi alacak mıyız?
Yoksa İngiltere'de seminerlere katılıp, GEZİ'ye koşan JÖN
TÜRKLERİMİZ'in peşinden mi göndereceğiz çocuklarımızı.
Dünyaca ünlü Alman gazeteci Udo Ufkotte'yi ağırladık Cumartesi
akşamı YAZBOZ'da.
"İngiltere'de White Park'ta İngiliz istihbaratının gizli bir mekanı var.
Oraya eğitime giden çok Türk gazeteci var" diyordu.
Evet Ali Suavi VAİZ'di ama onun da bir gazetesi vardı.
Gazetelerle ve gazetecilerle gelirler, GAZ verirler hep.
YENİ TÜRKİYE çıldırtıyor adamları.
Onun içindir, Ali Suviler peşindeler içimizde.
Bulmakta zorlanmıyorlar hiç!!!
Bekir Hazar - 13.11.2014
www.dunyavegercekler.com
Türkiye Gerçekleri
dunyavegercekler.com
Yeni Türkiye hem bölgesel, hem de küresel bir güç olma yolunda
hızla ilerliyor.
Bugün dünya, Washington-Moskova-Ankara ana ekseninde dönüyor.
Ana ekseni etkilemek için, en gelişmiş ve organize olmuş bir başka
eksen de Tel Aviv-Londra-New York ittifakıdır.
Bu eksen, İngiliz yayılmacılığının, küresel sermayenin ve Siyonizmin
kutsal ittifakıdır.
Kutsal ittifak diyoruz, çünkü ortak düşman İslam'dır!
Emperyalist çıkarları ve kendinden olmayanları köleleştirmeyi,
dünyayı idare etmeyi, sömürmeyi, kutsal hedef yapmışlardır.
Kirli çıkarlarına tehdit olarak algıladıkları Müslümanlar'ı fitneyle
bölmek, yok etmek, dışlamak, etkisizleştirmek ve hatta köleleştirmek
için durmadan entrikalar çevirmişlerdir.
Sapkın bütün dini akımları kuran, teşvik eden, İslam dünyasında
etkili olmasını sağlayan, destek veren bunlardır.
Osmanlı'yı bunun için, yerli işbirlikçileri İttihatçılar ve JönTürklerle
bitirdiler.
Kirli emellerine 33 yıl sarsılmaz setler kuran Sultan Abdülhamit
Hanı, önce karalama kampanyaları ile itibarsızlaştırmaya çalıştılar.
Daha sonra yerli işbirlikçileri ile de tahttan indirerek, yıkılış sürecini
hızlandırdılar.
Bugün yeni Türkiye'ye, tekrar geçmişinde olduğu gibi, küresel bir
aktör olma yolunda dev adımlar atmaya başladığı için topyekün
saldırıyorlar!
Washington-Moskova-Ankara ekseninde dönen dünyayı, daha kolay
kontrol edebilmek için, Türkiye'nin bu eksendeki ağırlığını
azaltmaya uğraşıyorlar.
Eskiden olduğu gibi kontrol edilir bir ülke olmamızı, yine
buyruklarından çıkmayan uşakları modern İttihatçılarla,
yönetilmemizi istiyorlar.
Daha şiddetli ve durmadan gelecekler; hamlelerini sürekli
yenileyecekler.
Ama başarılı olamayacaklar!..
Zira 21.Yüzyıl, Türkiye asrı olacak.
ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, 21. Yüzyıl ABD stratejilerini
anlattığı kitabında bakın ne diyor:
"ABD bu asırda artık tek başına belirleyici olmaktan çıktı. Küresel
konularda Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye ve Brezilya gibi ülkelerle
yakın işbirliği içinde ortak hareket edecek !"
Türkiye'nin Cumhurbaşkanı dünya barışı için projeler üretiyor.
"Suriye'de Esad devam ettiği sürece asla bölgeye barış gelmez" diyor.
Ajanslar dün "Obama, Erdoğan'ın dediğine geldi. Esadsız Suriye için
planlar hazırlanıyor. Türkiye'nin istediği uçuşa yasak bölge de
masada" diyor.
İsrail sevdalısı ABD eski elçisi Riccardione bizden yediği tokatlarla
rezil olup görevinden el çektirilmişti.
Riccardione dün "İsrail-Türkiye anlaşmazlığı son bulmazsa
Ortadoğu'da gerilim sona erdirilemez" diyor.
BÜYÜK TÜRKİYE coğrafi konumu ve Osmanlı'dan kalan miras ile
bölgede hayati önem taşıyan kilit ülke durumunda.
ABD Avrasya'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Kafkaslar'da Türkiye ile
derin istişareler yaparak, politikalarını belirliyor.
Kompleksleri bırakalım! Halktan ve değerlerimizden kopuk dar bir
dünyada yaşamayalım.
İttihatçı-Beyaz Türkler'den ve monşerlerden olma özentisinden
sıyrılmalıyız.
Ülkeye ihanet edenlerin ve ülkesini dışarıya şikayette yarışan azgın
muhalefetin oyuncağı, olmayalım.
Küresel bir güç olarak yükselen ve ayyıldızı parlayan Türkiyemiz ile
iftihar edelim, değerini ve gücünü iyi anlayalım ve bunu keyfini
yaşayalım.
Yeni Türkiye'nin en büyük güç kaynaklarından birisi de, yurt
dışındaki Osmanlı Diasporası'dır!
Avrasya'da, Uzak Doğu'da, Afrika'da, Ortadoğu ve Balkanlar'da,
Kuzey-Orta ve Güney Amerika'da bu muhteşem potansiyel,
keşfedilmeyi bekliyor.
Yeni Türkiye'nin "küresel aktör" ve "cihan devleti" haline gelmesinin
yol haritasını, bu Diaspora'nın keşfi ve devreye sokulması çizecek!
Türkiye'nin dış itibarı ve saygınlığı, bu muhteşem kaynağın devreye
sokulmasıyla şahlanacak.
Peki bu gücümüzün farkında mıyız?
Önce tersten başlayalım:
Yeni Türkiye'ye çelme takmak isteyenler, bu potansiyelimizin çok iyi
farkındalar!
Ama biz Türkiye olarak, bu muhteşem gücün önemini henüz
yeterince kavrayabilmiş değiliz.
Ezik ve kompleksli hale getirilmiş çakma aydınlar, sanatçı ve medya
mensupları, kendi değerlerine düşman işadamı, akademisyen, uzman,
siyasetçi ve yöneticilerle, kavranılması da zaman alacak görünüyor.
Bu eziklik ve komplekslilik üzerine oturtulmuş vizyon eksikliği de
cabası..
Cehalet ve ufuksuzluk her alana yayılmış durumda.
Üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, sanki "fonksiyonsuzluk" ve
"dışa bağımlılık" yarışındalar!
Uyku hastalığı olanlara yapacak bir şey yok. Yeter ki biz uyanalım!!!
Bekir Hazar - 14.11.2014
yeniakit.com.tr
İçeride ve dışarıda ihanetin aktörleri
Akan kanın durdurulması için “şiddetsiz bir çözüm arayışı” için
uzlaşma ve siyasallaşma çerçevesinde başlayan “Çözüm Süreci”nde
Türkiye sınırları dışına çekilmek ve silah bırakmak yönünde bölücü
örgüt tarafından bir arpa boyu sayılacak adımlar atılmadı. Aksine
süreçte şehir, ilçe, köy ve mezralarda özel silah depoları ve halk
ayaklanmasını başlatacak eğitim kampları kuruldu. Binlerce genç
okul yerine bu kamplarda hainleştirilip, silahlı eğitimden geçirildi.
Şehirlerde ‘kurtarılmış bölgeler ve mahalleler’ ilan edilerek devlet
güçlerine meydan okunması ihanet derecesinde istismar edilen o
Çözüm Süreci’nin eseridir.
Bugün “Kara gücü” olan silahlı bir terör örgütü var.
Bu örgüt, mahallelerde hendekler kazıp yollara mayın döşüyor,
askere ve polise pusular kurup bombalı saldırılarda bulunuyor. Yol
kesiyor, haraç topluyor, çarşı yakıyor, ev basıyor, gençleri zorla dağa
götürüyor. Ve bu örgüt, ısrarla ‘silah bırakmayacağını’ ilan ediyor.
Artık ok yaydan çıktı ve 24 Temmuz’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin
ve polisimizin iflah olmaz bu ‘Bölücü Terör Örgütü’ne karşı
kapsamlı harekâtı başladı. Hükümetin kararlılığı ve güvenlik
birimlerimizin zor şartlarda verilen mücadele sonucu bölücü terör
örgütüne ağır darbeler indiriliyor.
Hedef; “Terörsüz bir Türkiye”.
Kandil’de ağır kayıplar veren PKK bölücü terör örgütü şimdi şehir
yapılanması olan KCK’nın desteğiyle PKK Gençlik Yapılanması,
Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ni (YDG-H) sahaya sürüyor.
Sivil halk kalkan olarak kullanılırken, okul çağındaki çocuklar
ölüme gönderiliyor. Esnaf kan ağlıyor, eğitim ve sağlık hizmetleri
engelleniyor ve hayat durdu. Halk terör baskısından kurtulmak için
bölgeyi terk ediyor.
Bütün bu ihanet eylemlerine rağmen terör örgütünü sorgulayıp
suçlama yerine ülke içinde HDP ile CHP’li bazı siyasiler ve medya
çevrelerinden oluşan bir zümre, terör örgütünü masum gösterme,
eylemlerini meşrulaştırma propagandasına öncülük etmeleri ayrı bir
ihanettir.
HDP, İHANETİ
MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR
TBMM çatısı altında yer aldığı halde Bölücü Terör Örgütüyle aynı
cephede ihanet içinde olanlar vardır.
HDP, ağır kayıplar veren PKK terör örgütüne yönelik operasyonları
engellemek için önce operasyonların sürdüğü şehir ve mahallelere
girmeye uğraştı. Milletvekilliğinin dokunulmazlık zırhına güvenen
HDP’li vekiller Türk Polisinin engelini aşamayınca, TBMM’de
oturma eylemi başlattı.
HDP, bir taraftan ülke içinde PKK’nın hendek eylemlerini
meşrulaştırma desteğine devam ederken diğer yandan da Türkiye
dışında gerçekleştirilen ziyaretlerle; “müdahale edin, aracı olun,
bölgeye heyetler gönderin” çağrıları yapıyor.
Ortadoğu bağlamında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç ve AB’nin aşmakta
zorlandığı mülteci sorunu nedeniyle ABD ve AB’nin “Türkiye’nin
terörle mücadele etme hakkıdır” açıklamalarına karşı hayal
kırıklığına uğrayan HDP Eş Başkanı Demirtaş şimdi Moskova’ya
gidiyor. Rus jetinin Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrası
başlayan krizden istifade etmek için Rus milliyetçileriyle buluşacak
ve Rusya Dışişleri Bakanı ve bazı siyasilerle de görüşmeye çalışacak.
Demirtaş, Rus dostlarının katılımıyla birlikte HDP
MoskovaTemsilciliği’nin açılışı yapılacak.
ABD VE AB’DEN SONRA RUSYA DESTEĞİ
ABD ve Avrupa Birliği’nden terör örgütleri DHKP-C ve PKK çok
ciddi destek almaktadır. PKK’yı ABD silahlandırıyor. ABD,DAEŞ’i
bahane ederek PKK/PYD’ye 50 ton silah ve mühimmat sevkıyatında
bulundu.
Kısacası PKK terör örgütünün kendi başına silah bırakmaya karar
verme özgürlüğü yok. Silah bırakmaya kalksa, ABD, AB ve İran
başta olmak üzere ilişkide olduğu ülkelerin istihbarat servisleri izin
vermez. PKK’yı taşeron olarak kullanmak üzere şimdi Rusya
devrede. Demirtaş’ın Moskova ziyareti ve HDP Moskova
Temsilciliğinin açılması PKK adına Demirtaş’ın yürüttüğü karanlık
ilişkilerin eseridir.
TÜRKİYE DÜŞMANI BİR TÜRK
Türk asıllı Alman vatandaşı ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem
Özdemir, PKK terör örgütünün okulları ve kamu binalarını ateşe
vermesinden, asker ve polislere pusu kurarak bombalı saldırılar
düzenlemesinden, kanlı eylemleriyle sivil halkı göçe mecbur
etmesinden tek kelime söz etmeden, “Türkiye’de hükümet kendi
halkına karşı bir tür savaş yürütüyor. Burada insan haklarından ve
hukuk devletinden bahsetmek mümkün değildir”şeklinde küstahça ve
düşmanca açıklamalarda bulundu.
Cem Özdemir, Türkiye’nin ali menfaatlerine değil Almanya’nın
çıkarlarına hizmet ettiği gibi sürekli Türkiye - AB ilişkilerinde
Türkiye karşıtı tutumuyla bilinmektedir.
Alman Meclisinde ve Avrupa Parlamentosunda çok sayıda Türk asıllı
Alman, Hollanda, Fransız ve Belçika vatandaşı milletvekillerimiz
var. Onların da büyük bir kesimi Türkiye’nin haklarına kavuşmasını
savunurken Cem Özdemir gibi bazıları da Türkiye karşıtlarının
oluşturduğu cephede yer almaktadır.
Cem Özdemir’i yazarken, Nobel ödüllü olan Orhan Pamuk’u hem
Türk ve hem de ABD vatandaşı olan Nobel Ödülü sahibi Aziz
Sancar’ı düşündüm. Orhan Pamuk da Nobel aldı, Aziz Sancar da
ancak aralarında bir fark var, birisi milletini yüceltmeyi seçti öbürü
ise milletine sövmeyi, ihanet etmeyi kendine uygun gördü.
Tarih bunun acı örnekleriyle doludur. Ülkesine ve milletine hizmet
edenler şan ve şerefle yâd edilir. İhanet edenler ise hain olarak anılır.
Bunlar da hain olarak anılacaktır.
Bu makale 16.192
kez okundu
yeniakit.com.tr
Yeniden Şah İsmail dönemi: Türkiye-İran savaşı
İşte o yazı:
Türkiye hiçbir zaman bu kadar sıcak çatışmaya yakın olmamıştı. Hiç
bir zaman böylesine kuşatılmamış, içeriden ve dışarıdan çevrelenip
acımasız bir saldırı ile tehdit edilmemişti.
Hiç bir zaman aynı anda birkaç ülkenin hedefi haline gelmemişti. Bu
ülkelerin doğrudan müdahalesiyle Türkiye içindeki çevreler harekete
geçirilmemişti.
Yirmi yıldır bölgemizi günü gününe takip etmeye çalışıyorum.
Türkiye'nin bölgedeki pozisyonunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini
izliyorum. Savaşın bu kadar bölgeselleştiğine, bölge ülkelerinin
birbirini bu kadar açıktan hedef aldığına, birbirine karşı ilan
edilmemiş bir savaş yürüttüğüne tanık olmadım.
Rusya-İran ekseninin Türkiye ve Müslüman ülkeleri böylesine
açıktan tehdit ettiğine tanık olmadım. İki ülkenin Türkiye ile
ilişkileri hep kontrollü, çoğu zaman ortaklığa varan örnek ilişkilerdi.
Sadece birkaç ay içinde iki ülkenin Türkiye ile açık savaş
pozisyonuna geldiği bir başka örnek yoktur.
Yeniden Şah İsmail dönemi
Bugün bu iki ülkenin bölgesel işgal ve yayılma hırsıyla böylesine
saldırganlaştığı bir dönem de olmamıştı. Bu iki ülkenin doğrudan ve
örgütler üzerinden coğrafyaya böylesine müdahil oldukları, bu
çerçevede Türkiye içindeki terör ve siyasi çevreleri böylesine
harekete geçirdikleri dönem de olmadı. Tahran, Müslüman dünyada
imajının ağır tahribata uğrayacağını bildiği için bütün örtülü
operasyonlarını Moskova kamuflajıyla yapıyor.
Tekrar edeyim; Şah İsmail'den bu yana Şiilik hiçbir zaman böylesine
bir devlet saldırganlığının siyasi dili olmamıştı ve İran bugün bunu
yaparak Sünni dünyaya nefretini İsrail düşmanlığının da ötesine
taşıdı.
Bugüne kadar bölgeye müdahaleler ülkelerle sınırlıydı, münferitti.
İran ya Irak'la savaşıyordu, ya ABD işgalinin üstüne konup Irak'ı
denetim altına alıyordu, ya Yemen'de kendi macerasını yürütüyordu,
ya Afganistan'daki Şiileri kendine yönelen tehditler için kalkan
olarak kullanıyordu ya da kendini korumak için Hizbullah'ı İsrail ile
savaştırıyordu.
Ama bugün bütün coğrafyadaki Şii çevreleri cephe olarak kullanıp
bütün ülkeleri karıştırır bir duruma geldi. Sadece Suriye değil, Basra
Körfezi ülkeleri ve Türkiye de buna dahil.
Cizre'de İran-Rus işgali
İran ve Rusya, Suriye'de Türkiye ile savaşıyor. Bu, açık ama ilan
edilmemiş bir savaştır. PKK ve PYD üzerinden hem Türkiye'de hem
de Kuzey Suriye'de yine Türkiye'ye karşı savaşıyorlar. PYD/YPG'nin
Suriye'de kurduğu Türkiye karşıtı cephenin arkasında yine aynı iki
ülke vardır. Ama ABD ile, bazı Avrupa ülkeleriyle ortak hareket
etmektedirler.
PKK'nın aylardır Güneydoğu illerimizde ve ilçelerimizde yürüttüğü
işgal girişiminin arkasında yine bu ülkeler var. Suriye savaşını
Türkiye'nin içlerine taşımışlardır. Türkiye topraklarında açık açık
Türkiye ile savaşmaktadırlar. Çok yakında bu ülkedeki uzantılarını
daha açık biçimde harekete geçirdiklerini göreceğiz.
Bu yüzden Cizre ve Silopi gibi bölgelerde yürütülen operasyonlar
sadece PKK'ya karşı değil, bu ülkelere karşı savunma
operasyonlarıdır. Bir işgali sona erdirme, evin içini temizleme, bizi
içeriye mahkum eden o dış müdahaleyi kırma operasyonlarıdır.
Çünkü bu aşamadan sonra PKK, terörle sınırlı bir yapı değil, Türkiye
içlerine yönelik işgal projelerinin Truva Atı'dır.
Sonu gelmez savaşlar başlar
Eğer bu kontrolsüz saldırganlık durdurulmazsa, bu ülkeler
sakinleşmezse, yayılmacı ve işgalci girişimlerini devam ettirirse
Süveyş Kanalı'dan Doğu Akdeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadar bütün
bölge sonu gelmez savaşlara sürüklenecektir. Şaşırtıcı biçimde hızlı
gelişecek bu çatışmaları kimse durduramayacaktır. Çünkü böyle bir
çatışma münferit ve dar bölge için olmayacak, iki ana cephe arasında
yayılıp bütün ülkeleri içine çekecektir.
Bu yüzden dünya Rusya'yı bir yerde durdurmanın yolunu bulmalıdır.
Aynı zamanda Rusya'nın kanatları arasına gizlenen İran'ın ihtirasları
dengelenmelidir. Tahran Müslüman dünyayı yüzyıllar sonra iki büyük
cepheye ayırmakta, o “İslam kendi içinde savaşacak” tezini kendi
elleriyle gerçeğe dönüştürmektedir.
Burada İran'ı hedef alarak çatışmacı psikolojiye güç verme niyetinde
değiliz. Ama İran kamuoyu, Tahran'ın bu ihtiraslarını eleştirmeyi
bilmelidir. Çünkü bu ihtirasın İran halkına da çok ağır bedeller
ödetme ihtimali vardır.
Rusya ile birlikte Türkiye'nin hemen güney sınırına yerleşmesini,
orada da rahat durmayıp PYD/PKK üzerinden Türkiye'yi taciz
etmelerini, hatta daha ileri gidip PKK üzerinden bir iç işgale
girişmelerini hoş görmemizi kimse beklemesin. Hiçbir ülkenin böyle
bir tehdidi hazmetmesi mümkün değildir. Burada, çok daha kötü
fotoğraflar şekillenmeden bir tehlikeye dikkat çekmeye, can sıkıcı
bir durumu tahlil etmeye, anlamaya çalışıyoruz.
Doğulu istilacılar, “İslam iç savaşı”
Maalesef, Batılı istilacılardan sonra şimdi de Doğulu istilacılar İslam
yurdunu harabeye çevirmeye hazırlanıyor. Yıllar yılı endişe ettiğimiz,
“son hedefleri Türkiye-İran savaşı” korkusunun gerçeğe dönmesi için
bütün senaryo tamamlanmış sanki. “Savaş İslam'ın kalbine
yerleşecek, İslam iç savaşı yaşanacak” şeklindeki sözlerin mimarları
bizim basiretsizliğimiz üzerinden bunu başarmak üzere. Başarırlarsa
savaş sadece ülkelerimize değil, evlerimizin içlerine kadar gelecek
demektir ve bizler bir yüz yıl ayağa kalkacak mecal bulamayacağız.
Tam da bu dönemde, içeride kimlerin nerede durduğuna dikkat
etmek gerekiyor. Artık normal bir dönemde yaşamıyoruz ve bu
sorunlar Türkiye'nin iç sorunlarıyla sınırlı olmaktan çıkmıştır. PKK
ve PYD artık bir Kürt meselesinin değil, bölgesel harita projelerinin
parçasıdır. İçeride bu çevrelere destek verenler, içeride iç iktidar
hesaplaşması için Türkiye'ye yönelen işgal girişimlerinin yanında yer
tutanlar açık bir savaşın parçasıdır ve bu savaş Türkiye'yi hedef
almaktadır.
Moskova'ya talimat almak için gidiyor
Selahattin Demirtaş'ın Moskova ziyareti bu çerçevede
yorumlanmalıdır. Bu şahsın, siyasi kimliği bitmiştir ve doğrudan
Türkiye ile silahlı bir çatışmanın, ülkemize yönelen savaş tehdidinin
parçası olmuştur. Kendisiyle ilgili hukuki süreç işletilmeli, siyasi
kimliğini bir kamuflaj olarak kullanması engellenmelidir.
İran Müslüman örgütlerle ilişkisini doğrudan ya da Bağdat üzerinden,
seküler yapılarla ilişkisini ise Moskova üzerinden yürütmektedir.
Demirtaş Moskova'ya savaş için yeni talimatları almak için
gitmektedir. O ve İstanbul'daki karargahlarından pozisyon alıp karşı
tarafta yer alan “iç işgalciler” için vatan hainliği kavramı yeniden
yorumlanmalıdır.
HDP, PKK'nın siyasi uzantısı olarak siyasi kimliğinden iyice
uzaklaşıp silahlı kimliğe daha çok yakınlaşırken, Türkiye'nin kurucu
partisi CHP hızla HDP'leşmekte, Türkiye karşıtları için bir barınak,
bir sığınma yeri haline gelmektedir. Kamuoyunun ağır eleştirilerine
rağmen bu unsurları içinde barındırmakta hatta sorgulamaya bile
gerek duymamaktadır. Bu durum, yaklaşan gerilimli günlerde CHP
için de çok ciddi bir meşruiyet sorgulamasına yol açabilir.
Sen Şah İsmail olursan ortaya bir Yavuz çıkar
Türkiye bu tehditlere boyun eğmeyecek, “acımasız direnişe” devam
edecek hatta meydan okuyacaktır. Türkiye bunların üstesinden
gelecek kadar güçlü bir ülkedir. Toplumsal idrak tehditlerin de
Türkiye'nin gücünün de farkındadır.
Kuşatma yarılacaktır, harita çalışmaları boşa çıkarılacaktır. Bugün
sınırlarımızı zorlayan tehdit, sınırların çok ötesine itilecek, bugün
Türkiye haritasını değiştirmeye çalışanlara karşı Türkiye'nin kendi
haritası belirleyici olacaktır. Yüz yıl önce coğrafyanın haritası bizim
çözülmemize göre şekillenmişti, yüz yıl sonra yeni harita bizim
toparlanmamıza göre şekillenecektir.
Ama ihanet edenle ülkesini seven ayrışacaktır. O kurucu irade yine
tarihi şekillendirirken, onlar 20. yüzyıl başlarındaki emsalleri gibi
utançla anılacaktır.
Ve son söz İran'a: Hep korktuğumuz ve asla istemediğimiz Türkiye
ile İran'ın hesaplaşmasıdır. Ancak;
Eğer sen Şah İsmail'liğe soyunuyorsan, Türkiye'yi de Yavuz olmaya
zorluyorsun demektir.
yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!
Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,
hainliğini sürdürüyor..
Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..
Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..
Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”
olmasa..
Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri
suçlamasalar..
Gider hepsinin elini öperim..
Ama her şey ortada..
“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği
ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..
Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”
ifadesinin geçirmemiş olmaları..
Suçüstü olmalarını sağlıyor..
PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,
TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..
Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”
diye sorunca..
Haksızlık mı etmiş oluyorum?
Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür
Mumcu’ya;
“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl
bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?
Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti
üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;
“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz
ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..
Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı
niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?
Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..
Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te
PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;
“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o
çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..
Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!
•
Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..
Teröristi savunayım derken..
Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..
“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..
İki çocuk ölmüş..
Haberini tabii ki versinler..
Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?
Habere baktığınızda..
Birisi göğsünden vurulmuş.
Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından
vurulmuş..
Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!
Bu nasıl bir mantıktır?
Bu nasıl bir teröristliktir?
Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.
Sonra da..
“Çocuklar öldü” deniyor..
Çocuklar ölüyor ise..
O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı
saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil
midir?
•
Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak
zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor
durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet
gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..
İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..
Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.
Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve
operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları
soruşturmalıdır.”
Bu ahlaksızlara..
Bu hainlere..
“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları
sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”
desek..
Yanlış mı söylemiş oluruz?
Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?
Teröriste, eyvallah mı edecek?
Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?
Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi
denir?
Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..
Bir tane polis vurulmamış.
Bir tane asker vurulmamış..
Buna rağmen..
Her gün, üç sivil..
Polislerin kurşunları ile ölüyor..
Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..
ABD’deki olayları bitirmiş gibi..
Türkiye’ye gelip..
Teröristlere şefkat istiyor!
Hadi ordan, ahlaksızlar.
Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka
ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık
katilleri..
•
Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..
Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?
Bir hafta önce yazmıştım..
“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan
veriyor” diye..
Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..
Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..
Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek
başına Cumhuriyet’e veriyor..
Ne diyeyim?
Allah ıslah etsin!
Bu makale 5.483
kez okundu
yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!
Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,
hainliğini sürdürüyor..
Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..
Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..
Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”
olmasa..
Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri
suçlamasalar..
Gider hepsinin elini öperim..
Ama her şey ortada..
“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği
ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..
Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”
ifadesinin geçirmemiş olmaları..
Suçüstü olmalarını sağlıyor..
PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,
TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..
Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”
diye sorunca..
Haksızlık mı etmiş oluyorum?
Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür
Mumcu’ya;
“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl
bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?
Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti
üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;
“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz
ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..
Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı
niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?
Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..
Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te
PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;
“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o
çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..
Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!
•
Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..
Teröristi savunayım derken..
Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..
“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..
İki çocuk ölmüş..
Haberini tabii ki versinler..
Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?
Habere baktığınızda..
Birisi göğsünden vurulmuş.
Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından
vurulmuş..
Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!
Bu nasıl bir mantıktır?
Bu nasıl bir teröristliktir?
Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.
Sonra da..
“Çocuklar öldü” deniyor..
Çocuklar ölüyor ise..
O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı
saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil
midir?
•
Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak
zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor
durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet
gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..
İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..
Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.
Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve
operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları
soruşturmalıdır.”
Bu ahlaksızlara..
Bu hainlere..
“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları
sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”
desek..
Yanlış mı söylemiş oluruz?
Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?
Teröriste, eyvallah mı edecek?
Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?
Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi
denir?
Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..
Bir tane polis vurulmamış.
Bir tane asker vurulmamış..
Buna rağmen..
Her gün, üç sivil..
Polislerin kurşunları ile ölüyor..
Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..
ABD’deki olayları bitirmiş gibi..
Türkiye’ye gelip..
Teröristlere şefkat istiyor!
Hadi ordan, ahlaksızlar.
Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka
ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık
katilleri..
•
Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..
Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?
Bir hafta önce yazmıştım..
“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan
veriyor” diye..
Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..
Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..
Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek
başına Cumhuriyet’e veriyor..
Ne diyeyim?
Allah ıslah etsin!
Bu makale 5.483
kez okundu
Atatürk olmasaydı baban kimdi bilemezdin şerefsiz!’
saçmalıklarını duymaktan bıktım!
Biz babamızdan değil, İslam’dan sorulacağız!Anadolu’nun işgal
edilemez bir coğrafya
ve bu toprakların insanlarının işgal altında kalmaya asla tahammül
etmez Müslüman bir Millet olduğunu idrak edemeyenlerin,İngiliz
İşbirlikçisi bir Diktatör’ü kurtarıcı zan etmeleri
bizi değil kendilerini bağlayan fanatik bir esarettir, çağdaş bir
yobazlıktır!
Bu cehalet ve bu resmi tarih yalanları varken sevmek normaldir
ama tapmak sapıklık, taptığı adam için başkasına hakaret ruh
hastalığıdır!
Mesele minnet duymaksa,
Alpaslan olmasa Anadolu’nun,
Fatih Sultan Mehmet olmasa İstanbul’un yüzünü dâhi göremezdiniz!
Hele peygamberler ve nihayet Muhammed aleyhisselam olmasa,
Sizi Yaratan Allah’ınızı ve Dininizi dâhi bilemezdiniz!
Arşivler açılana ve 5816 (koruma kanunu) kalkana kadar sabredin,
çok acı gerçekleri çok yakînen öğreneceksiniz…
Benim devrimciliğim Atatürk’ün resmini (babamdan) dayak yeme
pahasına evin duvarından indirmemle başladı.
Araştırmacı Yazar, Fatih Tezcan
yalanyazantarihutansinn.org
MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI
YOLSUZLUK MANYAKLARI
İŞTE SİZE MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI….
NASIL EDİNDİ BU KADAR MÜLKÜ.BİR ANANIZ KALMIŞ
TAPULAMADIĞI.
BUYRUN OKUYUN
OKUYUN DA GÖRÜN EBENİZİN BOSTANIDA VARMI
TAPULU MALLAR ARASINDA………………..
İŞTE ORJİNAL BELGELERDEKİ MAL VARLIĞI
Hazırlattığı ve altına imza attığı listeye göre Atatürk Ankara’da
Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut
ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova’daki
Millet ve Baltacı, Silifke’deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin, Hatay
Dörtyol’daki portakal bahçesi ile Karabasamak çiftliğinin, ayrıca
Tarsus’taki Piloğlu çiftliğinin sahibidir.
Atatürk, Hazine’ye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor. İlk
kalem, arazidir. Buna göre toplam 154 bin 729 dönüm araziye sahip
olduğunu öğreniyoruz.
Ayrıntılar şöyle:
A) 582 dönüm meyve bahçeleri,
B) 700 dönüm fidanlık (650 bin adet fidan),
C) 400 dönüm Amerikan asma fidanlığı (560 bin adet kök bağ
çubuğu),
D) 220 dönüm bağ (88 bin adet bağ kütüğü),
E) 375 dönüm sebze bahçesi (Fethi Naci’de 370 çıkmış),
F) 220 dönüm zeytinlik (6.600 ağaçlık),
G) 1.654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık (F. Naci 27 dönüm
demiş),
H) 15 dönem kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe ile 2.650
dönüm çayır ve yoncalık,
İ) 1.450 dönüm orman, 148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve
meralar.
Sonra bina ve tesisler geliyor. Buna göre 51 adet binanın sahibi
olduğunu yazıyor Atatürk.
A) 45 adet yönetim binası ve ikametgâhı,
B) 7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl,
C) Aydos ve Toros yaylalarında kurulan 6 adet mandıra, 8 adet at ve
sığır ahırı,
D) 7 adet ambar, 4 adet samanlık ve otluk, 6 adet hangar ve
sundurma,
E) 4 adet lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 adet fırın, 2
adet sera.
3. kısımda fabrika ve imalathanelerini sıralıyor. Belgeden Atatürk’ün
birer adet bira, malt, buz, soda ve gazoz, deri, tarım aletleri ve demir
fabrikası ile biri Ankara’da, diğeri Yalova’da olmak üzere 2 adet
modern süt fabrikası bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca yine Ankara
ve Yalova’da birer geniş yoğurt imalathanesi, yılda 80 ton şarap
üretme kapasitesine sahip bir şarap imalathanesi, elektrikli bir
değirmeni, İstanbul’daki bir çeltik fabrikasında yüzde 40 hissesi, her
biri 15’er ton kaşar, 1.000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ
yapmaya elverişli 2 imalathanesi faal haldeymiş.
“Umumi tesisat” başlığı altında şu bilgilere yer verilmiş:
A) Ankara ve Yalova’da iki tavuk çiftliği,
B) Yalova’daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,
C) 3’ü Ankara’da, 2’si İstanbul’da olmak üzere 5 adet satış mağazası,
D) Orman Çiftliği’nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektrik
tesisatı, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım
şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde de benzer tesisat.
E) Orman Çiftliği’nde çiftlik müzesi ile ufak çaplı bir hayvanat
bahçesi tesisatı.
Listenin en ilginç kısmını ise canlı hayvanlar oluşturuyor. Buna göre
Atatürk’ün,
A) Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13.100 baş
koyunu,
B) Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep ile yeni
üretilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı,
C) İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklardan 69 adet koşu ve binek atı,
D) Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2.450 adet tavuğu varmış.
Liste bitmedi henüz. Son olarak sıra cansız demirbaşlarda.
Atatürk’ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve
biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66 bin lira değerinde (bu
rakam önce yazılıp sonra karalanmış) “bilumum” ziraat alet ve
edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru (Yalova Çiftliği’nde), 5 adet
kamyon ve kamyoneti, 2 adet binek otomobili ile 19 adet çiftliklerin
servislerinde çalıştırılan binek ve yük arabası bulunuyormuş.
Özetlersek Atatürk’ün 154 bin 729 dönüm araziye; belgede 51
yazıyor ama benim hesabıma göre 91 binaya; 6 fabrika, 5 imalathane,
1 değirmen ve 1 çeltik fabrikası ortaklığına; 2 tavuk çiftliğine, iki
özel iskeleye, 5 mağazaya, çeşitli sulama vs. tesisatına, köprülere,
müzeye ve hayvanat bahçesine; binlerce koyun, sığır, at ve tavuğa;
traktör, deniz motoru, kamyon, kamyonet, otomobil ve servis
araçlarına sahip olduğunu görüyoruz.
Sen ne diyorsun? diyenlere, gidin, laik ve Kemalist olduğundan
kuşku duymadığınız İsmail Cem’in kitabını okuyun diyorum. İsmail
Cem’in, Mustafa Kemal’in 1923’te Balıkesir’de söylediği şu sözleri
sansürlemesi ne anlama geliyor, iyi düşünün:
“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Bundan dolayı biraz parası olanlara da
düşman olacak değiliz. Tersine memleketimizde birçok
milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.
yalanyazantarihutansinn.org
Gladyo: Biraderlerin Vurucu Gücü
NATO’nun İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘kısa kılıç’
anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra
NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.
Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki
Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı
zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan
istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi. İşte
Gladyo’nun bilinmeyenleri:
İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı ittifak kuran Sovyetlerin
başını çektiği Doğu Bloku ve kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak
nitelendiren ve başını ABD’nin çektiği Batı dünyası Yalta’da bir
araya geldiğinde çok az kişi aslında bir araya gelenlerin düşmanlar
olduğunu düşünüyordu. Savaş sona ermişti ancak teamüller gereği
galip devletler ile mağlupların oturup anlaşması yerine, galipler,
ABD, SSCB ve İngiltere, bir araya gelerek dünyanın paylaşımını
görüştü. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de hazır bulunduğu
Yalta adasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri
Josef Stalin dünyayı paylaşırken, birbirlerinin alanlarına müdahale
etmeme üzerine de anlaştı.
DÜŞMANLAR YENİ BİR SAVAŞ İÇİN ANLAŞTI
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra yapılan Yalta
Konferansı’nda dünyanın paylaşılması kararı, bir anlamda yeni bir
savaş anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve
Avrupa’nın neredeyse yerle bir olduğu İkinci Dünya Savaşı Almanya
ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ererken, Nazi tehdidinin ortadan
kaldırılmasıyla geleceği umut edilen barış yerini bir kez daha 45 yıl
sürecek bir ‘savaşa’ bıraktı. Adına Soğuk Savaş denilen ve 1990
yılına kadar süren ‘gerilim siyaseti’, hem Sovyetler’in himayesindeki
Doğu Bloku’nu hem de ABD’nin himayesindeki adına ‘Özgür
Dünya’ denilen ülkeleri birbirlerine karşı savunmaya itti.
NATO’YA KARŞI VARŞOVA KURULDU
Batı Avrupa ülkeleri Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa ve
İngiltere’nin1948 yılında imzaladığı Brüksel Anlaşması ile olası bir
Sovyet işgaline karşı ortak hareket etme kararı alırken, böyle bir
ortaklığa ABD’nin de dahil edilmesinin Avrupa’yı daha da
güçlendireceği görüşü benimsendi. Brüksel Anlaşması’na imza atan
ülkeler Amerika’da bir araya gelerek ABD’nin katılımıyla 1949
yılında NATO’yu kurdu. NATO’nun kurulması, Sovyetler’in başını
çektiği Doğu Bloku ülkelerini de harekete geçirdi ve Batı
Almanya’nın NATO’ya katılmasını fırsat bilen Doğu Bloku,
Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek 1955’te Varşov
Paktı’nı (Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması) kurdu.
NATO’NUN CEHPE GERİSİNDEKİ GÜÇLERİ
Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası ortaya çıkan ‘her an savaş
olabilir’ durumunun teyakkuze geçirdiği taraflar tam 45 yıl boyunca
perde arkasında büyük bir mücadele yürüttü. Batı Avrupa’da
Komünist ve diğer sol partilerin güçlenmesi, Sovyet tehdidi olarak
algılanırken NATO bu tehdidi bertaraf etmek için kendi bünyesinde
her ülkede özel birimler oluşturdu. Sovyet işgaline karşı cehpe
gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla ABD ve İngiltere tarafından
kurulan adına ‘Stay-Behind’ denilen kontrgerilla yapılanması
NATO’ya üye ülkelerin hepsinde farklı isimler altında yeniden
organize edildi.
SUİKAST, KAOS ÇIKARMA, CEHPE GERİSİNİ ÖRGÜTLEME
Örgütün İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘çift başlı kılıç’
anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra
NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.
Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki
Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı
zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan
istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi.
GRAMSCİLERİN MUSSOLİNİ’DEN İNTİKAMI
Tüm NATO ülkelerinde başta içerideki düşmana yakınlık
gösterebilecek unsurları (Komünist partiler ve sol dernekler) kontrol
eden ve NATO bünyesinde CIA tarafından yönetilen bu örgütlerin en
çok konuşulanı İtalya’daki Gladyo örgütü. İkinci Dünya Savaşı
öncesind Duçe lakaplı Benito Mussolini, İtalya’da aralarında
Antonio Gramsci’nin de bulunduğu Komünist Parti yöneticileri ve
üyelerini sert bir şekilde bastırırken, Komünistler bu sefer savaş
sırasında kaçan Mussolini’yi idam ederek intikamlarını almıştı. Sol-
sağ ayrışmasının en keskin olarak görüldüğüülkelerden biri olan
İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Fazişm’den sonra
güçlenen Komünist partiler, ABD tarafından SSCB’nin İtalya’daki
uzantıları olarak değerlendirildi. İtalya’da kurulan Gladyo, bu
sebeple sadece olası Sovyet işgaline karşı cephe gerisindeki
faaliyetlerinin dışında, içerideki ‘düşmanın’ güçlenmesini önlemek
için iç politikada büyük bir rol oynadı.
‘28 ŞUBAT STRATEJİSİ’ OLUŞTURULDU
İlk defa 1953 yılında İtalyan Savunma Bakanlığı bünyesinde
oluşturulan NATO’ya bağlı Gladyo, 1970’lı yıllarda Komünistlerin
yükselen desteğiyle İtalyan siyasetine yön vermek amacıyla
Türkiye’deki 28 Şubat ve 2007 Temmuz seçimleri öncesi üretilen
“Gerilim Stratejisi” planı benzeri planlar devreye sokuldu. 1920’li
yıllarda Mussolini’nin 1937 yılında ölene kadar hapiste tuttuğu
Komünist Parti lideri Antonio Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla
ortaya koyduğu toplum mühendisliği çalışmaları ekonomiden,
siyasete, sivil toplum örgütlerine kadar tüm kurumlar üzerinde
Gladyo eliyle gerçekleştirildi.
BAŞBAKAN, GLADYO’NUN VARLIĞINI KABUL ETTİ
İtalya’da 1970’li yıllarda meydana gelen bombalama olayları,
Başbakan Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar isimli sol bir örgüt
tarafından kaçırılıp öldürülmesi olayı (1978), Bologna tren
istasyonundaki bombalama olayı (1980) hep Gladyo ile
irtibatlandırıldı. İtalya’da siyaset-mafya ve faili meçhul cinayetleri
araştıran Yargıç Felice Casson’un Roma’daki askeri istihbarat
arşivinde elde ettiği belgelerde varlığı resmileştirilen Gladyo, 24
Ekim 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Adreotti tarafından da
kabul edildi. 7 defa İtalyan Başbakanlığı yaparak bu alandaki rekoru
Süleyman Demirel ile paylaşan Andreotti, parlamentoda yaptığı
açıklamada İtalya’nın NATO’nun cehpe gerisindeki ‘Stay Behind’
ordusuna sahip tek ülke olmadığını itiraf etti. Andreotti aynı zamanda
İtalya’da hükümet olan herkesin Gladyo’nun varlığı konusunda
bilgilendirildiğini de söyledi.
OLAĞANÜSTÜ HAL İLAN ETMEK İÇİN BOMBALI SALDIRI
DÜZENLEDİLER
Andreotti’nin açıklamalarıyla ilk defa devlet tarafından varlığı kabul
edilen Gladyo, İtalya’da 1990’lara kadar işlenen birçok siyasi
cinayet ve bombalama olayıyla irtibatlandırıldı. Gladyo’nun
İtalya’da Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Gerilim Stratejisi”
ilk defa 1964’te “Operation Solo” ismi verilen sessiz bir darbeyle
General Giovanni de Lorenzo Sosyalist bakanların hükümetten
ayrılmak zorunda bırakmasıyla uygulamaya konuldu. 1969 yılında
Milan’ın Piazza Fontana bölgesindeki Milli Tarım Bankası’na
yönelik faşist grupların gerçekletirdiği bombalama eyleminin CIA
destekli bir Gladyo operasyonu olduğu belirlendi. Bombalama
olayında 17 kişi hayatını kaybederken, 88 kişi yaralanmıştı.
Bombalama olayından çok daha sonra itiraflarda bulunan dönemin
Avanguardia Nazionale isimli neo-faşist hareketin üyelerinden
Vincenzo Vinciguerra, bombalamanın amacının siyasi ve askeri
otoriteyi olağanüstü hal ilan etmeye zorlamak amaçlı olduğunu
söyleyecekti.
P2 MASON LOCASI DEVREYE GİRİYOR
Piazza Fontana olayından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda
İtalyan ordusunda komutanlık yapmış olan ve Mussolini
taraftarlarınca ‘kahraman’ olarak görülen Junio Velrio Borghese
başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Darbenin başarısız
olmasından sonra Borghese İspanya’ya kaçarken, olayla ilgili olarak
tanıkların ifadelerinde Borghese’nin darbe planı için P2 Mason
Locası lideri Licio Gelli ve Sicilya mafyası ile işbirliği yaptığı öne
sürüldü. 1972 yılında Peteano köyü yakınlarındaki bir bombalama
olayında 3 polis hayatını kaybetti ve bu olayı olayda kullanılan
patlayıcılar dikkate alındığında Kızıl Tugaylar isimli örgütün yaptığı
açıklandı. Ancak olayı araştıran Savcı Felice Casson 1984’te
bombalama olayından sonra polisin olayın üzerini örttüğünü ve Kızıl
Tugaylar’ın kullandığı patlayıcılar kulllandığına dair açıklamaların
gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı.
İSTİHBARAT SERVİSİ YARDIM ETTİ
Olayı gerçekleştiren Komünizm karşıtı faşist bir örgütlenme olan
Avanguardia Nazionale’nin üyesi Vincenzo Vinciguerra tarafından
gerçekleştirildiği ve olaydan hemen sonra Vinciguerra’nın İspanya’ya
kaçmasında İtalyan gizli servisinin yardım ettiği belirlendi. 1984’teki
duruşmasında Vinciguerra, Peteano katliamının nasıl
gerçekleştirildiğini ve olayın devletin içindeki Gladyo
yapılanmasının nasıl organize ettiğini detaylarıyla anlattı.
P2 MASON LOCASI ÜYESİ TUTUKLANDI
“Gerilim Stratejisi”nin en yoğun yaşandığı İtalya’da Peteano
saldırısından iki yıl sonra gerçekleştirilen katliamda Gladyo’nun P2
locası ayağını deşifre etti. 1974’te Italicus Express treninde 12
kişinin öldüğü bombalama olayı ile Brescia kentinde gerçekleştirilen
ve 8 kişinin öldüğü Piazza della Loggia bombalama olayları, askeri
istihbarat lideri ve P2 Mason locası üyesi Vito Miceli’nin
tutuklanmasına sebep oldu. Miceli, devlete karşı komplo kurma
suçlamasıyla tutuklandı.
BAŞBAKAN ALDO MORO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Bombalama olayları ve suikastlerle çalkalanan İtalya belki de en
dramatik olaylarından birini 1978 yılında yaşadı. 1976 yılı
seçimlerinde yüzde 34 oranında oy alarak büyük başarı elde eden
İtalyan Komünist Partisi ile adına ‘Tarihi Uzlaşma’ adı verilen
uzlaşmayı sağlayan Hıristiyan Demokrasi Partisi lideri Başbakan
Aldo Moro, 16 Mart 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütü tarafından
kaçırıldı. Kaçırıldıktan sonra süren görüşmelerde serbest bırakılacağı
düşünülen Moro, Mayıs 1978’de öldürüldü ve cesedi bir arabanın
bagajında partisinin Roma’daki merkezi yakınlarında bulundu.Aldo
Moro
Aldo Moro ceseti
Aldo Moro
GLADYONUN BAŞINDA BİR MASON
İtalyan askeri istihbaratı, Moro’nun öldürülmemesi karşılığında 16
arkadaşlarının serbest bırakılmasını isteyen Kızıl Tugaylar’ı
dinlemedi ve aksine örgüte yönelik baskınlar düzenledi. Moro’nun
öldürülmesinden sonra P2 Mason Locası’nın üyesi olan İtalyan gizli
servisinin lideri ihmalkarlıkla suçlandı. Moro’nun öldürülmesiyle
ilgili araştırma yapan Gazeteci Mino Pecorelli, Aldo Moro’nun
kaçırılmasının devlet için gizli örgütün izin verdiğini söyledi.
BAĞLANTILARI ORTAYA ÇIKARAN GAZETECİ ÖLDÜRÜLDÜ
Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile Gladyo arasında bağlantılar
ortaya çıkaran Gazeteci Pecorelli de bir yıl sonra öldürüldü.
Dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin emriyle öldürüldüğü iddia
edilen Pecorelli ismi P2 Mason Locası’nın eski liderlerinden Licio
Gelli’nin listesinde bulundu. Pecorelli suikastinin emrini verdiği
gerekçesiyle 2002 yılında 20 yıl hapse mahkum edilen eski Başbakan
Giulio Andreotti’nin cezası yüksek mahkeme tarafından temyiz edildi
ve Andreotti hapis yatmaktan kurtuldu.
Gazeteci Pecorelli
Mino Pecorelli
BOLOGNA TREN İSTASYONU KATLİAMI VE P2 LİDERİNİN
TUTUKLANMASI
İtalya, Aldo Moro’nun öldürülmesinin şokunu yaşarken iki yol sonra
bu sefer Bologna tren istasyonuna konulan bombanın infilak etmesi
sonucu 85 kişi hayatını kaybetti. Parlamentoda terör üzerine kurulan
komisyonu, yaptığı araştırmada kanlı olayın Gladyo’ya uzandığı
sonucunu ortaya koydu. 1995 yılında Nuclei Armati Revoluzionari
isimli neo-faşist bir örgütün üyeleri Valerio Fioravanti ve Francesca
Mambro ömür boyu hapse mahkum edildi. Olayla ilgili olarak P2
Mason Locası’nın lideri Lici Gelli de soruşturmayı başka tarafa
yönlendirdiği gerekçesiyle hapis cezası aldı.
Bologna Tren İstasyonu, 1980
Bologna Patlaması, 1980
MORO’NUN MEKTUPLARINI BULAN GENERAL
ÖLDÜRÜLDÜ
Aldo Moro suikasti ve Bologna bombalamalarıyla çalkalan İtalya
1982 yılında da Aldo Moro’nun Gladyo’ya ilişkin mektuplarını
bulan ve 1979’da öldürülen Gazeteci Mino Pecorelli’nin
öldürüleceği iddiasında bulunduğu General Alberto Dalla Chiesa da
bir suikaste kurban gitti. 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio
Andreotti’nin varlığını kabul ettiği ve NATO üyesi tüm ülkelerde
benzeri yapılanmaların olduğunu itiraf ettiği Gladyo, diğer ülkelerde
farklı isimler adı altında örgütlendi.
General Alberto Dalla Chiesa
General Alberto Dalla Chiesa Suikastı
DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ GLADYO TİPİ
YAPILANMALAR
Gladyo’nun İtalya’da deşifre olmasıyla birlikte diğer Avrupa
ülkelerindeki benzeri yapılanmalar da hükümetler eliyle sessiz bir
şekilde dağıtıldı. Belçika’da askeri istihbarat servisi SGR,
Yunanistan’ta Operation Sheepskin, Fransa’da Rainbow (Plan Pleu
olarak başlamıştı), Danimarka’da Absalon isimleriyle örgütlenen
NATO’nun cephe gerisi yapılanmaları İngiltere, Almanya, İspanya,
Portekiz, Avusturya, Norveç’te istiharat örgütleri bünyesinde çalıştı.
NATO’nun Türkiye’deki Gladyo benzeri örgütlenmesinin Özel Harp
İdaresi olduğu iddia edilirken, örgütün kod isminin Ergenekon
olduğu belirtiliyor.
AVRUPA PARLAMENTOSUNUN GLADYO KARARI
İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde deşifre olan Gladyo 22 Kasım
1990 yılında Avrupa Parlamentosu’nda alınan bir kararla kınandı ve
tam bir soruşturma yapılması istendi. Kararda, 40 yıl boyunca mevcut
istihbarat örgütlerine paralel olarak Avrupa Topluluğu üyesi
ülkelerde gizli örgütlenmelerin olduğu ve bu örgütlerin demokratik
kontrolden kaçtığı belirtilerek, bu örgütlerin ABD ve NATO
tarafından kontrol edildiği kaydedildi. Tüm üye ülkelerdeki bu
illegal yapılanmaların ortadan kaldırılması çağrısı yapılan kararda,
NATO, ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler nezdinde soruşturma
yapılması çağrısı yapıldı. Avrupa Parlamentosu’nun 19 yıl önce almış
olduğu bu karar tam olarak yerine getirilmiş değil.
GLADYO VE MASON LOCASI İLİŞKİSİ
İtalya’daki Gladyo itiraflarından sonra diğer Avrupa ülkelerindeki
benzeri örgütlerin varlığı kabul edildi ve bu örgütler Sovyetler’in
yıkılmasından sonra sessiz bir şekilde dağıtıldı. Gladyo üzerine
birçok kitap yazmış ve araştırma yapmış olan İngiliz Gazeteci Philip
Willan’a göre 1990’lardan sonra Gladyo’nun ortadan kalktı. P2
Mason Locası ve Gladyo arasındaki ilişkiyi sorduğumuz ünlü
Gazeteci Willan, her iki örgütün de gizli olduğunu ve Gladyo’nun
başındaki asker ve istihbarat yöneticilerinin Mason olduğunu ifade
ediyor.
MASON LOCASININ EN ETKİLİ GAZETEYİ KONTROLÜ
Gladyo’nun gün ışığına çıkarılması konusunda medyanın İtalya’da
önemli bir rol oynadığına işaret eden Willan, aynı şekilde
Gladyo’nun gün yüzüne çıkarılmaması için de başka medya
gruplarının çalışmasına dikkat çekiyor: “Medya, birkaç dürüst ve
zeki savcıyla birlikte İtalya’daki Soğuk Savaş döneminin
komplolarını gün ışığına çıkarma konusunda önemli bir rol oynadı.
La Unita, Paese Sera, La Republica ve L’Espresso gibi gazete ve
dergiler, işlenen birçok suçun kamuoyunun gündemine taşınmasında
önemli rol oynadı. Aynı şekilde medyanın bu konudaki önemi P2
Mason locası tarafından da kavrandı ve loca İtalya’nın en etkili
gazetesi olan Corriera della Sera’nın kontrolünü ele aldılar.
Medyada kendilerine yakın bir gazeteciler ağı kurdular. P2
Locası’nın medya ve yargı üzerindeki kontrolü nedeniyle gerçeklerin
ortaya çıkmasını geciktirdi ve bu yüzden hala tam olarak ne olduğu
konusunu tam olarak bilmiyoruz” dedi.
GLADYO VE P2 MASON LOCASI: GÖRÜNMEZ BİRER ORDU
P2 Mason Locası ile Gladyo arasındaki ilişkiye dair olarak Willan,
her ikisinin gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve bu ikisi
arasındaki ilişkinin tam olarak açığa çıkarılmadığını kaydediyor:
“Her iki organizasyon da Komünizm karşıtıydı. P2 Locası’nın
Gladyo üzerinde büyük etkisi olduğu büyük bir ihtimal. Çünkü,
askeri ve istihbarat örgütünün yöneticileri locanın üyesiydiler. P2
Locası’nın başındaki eski isim Licio Gelli ile röportaj yaptığımda
bana, ‘Her ikisi de görülmez birer ordu’ demişti. Yine aynı şekilde
Gladyo’da görevli bulunanlardan bazılarının Benito Mussolini’nin
destekçileri ve İspanya İç Savaşı’nda General Franco için gönüllü
savaşmış kimseler olduğunu söylemişti.”
(Mehmet Nedim Aslan,habervaktim 11-2009)
yalanyazantarihutansinn.org
Tek devlet, tek millet
Yaklaşık bir seneden beridir, “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyoruz.
Miladi 21. yy. başlarında yaşamakta olan bir Müslüman ne yapmalı?
(Burada, anlamı daha belirgin hale getirmek için “İslamcı” da
diyebiliriz.)
Son yazımızda da “Artık Siyaset” başlığını/temasını işledik. Artık
İslam davası ve kulluk sorumluluğu, siyaseti merkeze alacak olan
yeni bir anlayış ve eylem biçimi gerektiriyor. Ama meseleyi bu
seviyede bırakırsak soyut kalacağını ve dolayısıyla birçok insan için
de anlaşılamayacağını düşünüyorum.
Öyleyse herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek en net ve somut
kavramlarla ifade edelim. Biz İslamcılar için ana hedef, “Tek İslam
Devleti”dir. Bütün dünya Müslümanlarını kapsamına alacak,
toplumsal, ekonomik, askeri, hukuki, kültürel alanlarda tek bir siyasi
birim…
Bizi bu hedefe ulaştıracak sürecin ayrıntılarını bilemeyeceğimiz gibi,
bu devletin yapısal detayları da, ister istemez şimdilik meçhuldür. Ve
onların şimdilik meçhul kalması çok da önemli değildir. Çünkü
sırada çok daha önemli ve öncelikli başka ara hedefler
bulunmaktadır.
Yani sözünü ettiğimiz geleceğin İslam devleti, sıkı bağlarla birbirine
bağlı bir “pakt” formunda olabileceği gibi konfederal bir sistem
şeklinde de olabilir. Ya da daha da heyecan verici bir ihtimalle, belki
de İslamcı düşünür ve siyaset insanlarınca geliştirilecek şimdilik ismi
meçhul yepyeni bir yapı da olabilir.
Nasıl olacak olursa olsun, meselenin bu kısmı şimdilik önemsiz…
Önemli olan ise şu:
Arakan’daki kardeşlerimiz yeni bir Budist saldırısı ile
karşılaştığında, Kayseri Hava İndirme Tugayı harekete geçecek ve
saldırıların başlamasının üzerinden daha 24 saat bile geçmeden
Budist sürüleri, bütün varlıklarıyla cehennemin yeryüzüne indiğine
inanmaya başlamış olacak.
Eğer Sırplar Bosna’da yeni bir etnik temizlik çılgınlığına cüret
edecek olurlarsa, Endonezya jetleri bir hafta içinde Belgrad’ı bir kül
yığınına çevirmiş bulunacak.
İstanbul’daki Hasan el-Benna Lisesinin müdürü Doğu Türkistanlı bir
Uygur Müslümanı, Çad’ın ücra bir çöl kasabasının kaymakamı
Tekirdağlı bir Türk olacak.
Ve bizim, bu sembolik örneklerin ifade ettiği anlamı bir ütopya
olarak değerlendirip, dudaklarında alaycı ve aşağılayan bir
tebessümle okuyacak olan Müslümanlara! da baştan bir çift lafımız
olacak:
Bir gün ALLAH’ın izni ve yardımı ile dünyanın en büyük gerçeğine
dönüşecek olan bu hayaller, sizin gibilerin elleriyle inşa edilmeyecek.
Siz rahat olun ve kendi tembellik köşelerinizde gerinmeye devam
edin.
Ama bu hayal bir gün gerçek olacak. Bir gün bütün Ümmet-i
Muhammed tek bayrak, tek devlet, tek ülke olarak bir tek millet
haline gelecek ve bütün dünyaya yön verecek.
İnsanlığın necaseti demek olan yahudi kavmi bile azmedip, gayret
gösterdikten sonra iki bin senelik bir ınkıtayı takiben Filistin
topraklarında bir araya gelip, kendi devletini kurabilmişse,
Muhammed’in Ümmeti, ALLAH’ın gerçek kulları olan bizler, neden
yapamayalım?
Yapabiliriz ve ALLAH’ın yardımıyla yapacağız.
Nasıl ki bir zamanlar bu dava, bir peygamberin etrafında bir kadın,
bir köle ve bir çocukla başlayıp, 40 sene içerisinde dünyanın en
büyük maddi/siyasi gücü haline gelmişse, kıyamet kopmadan önce
aynı destan bir kez daha yaşanacak ve Âlemlerin Rabbi, bütün bir
küfür dünyası tarafından koro halinde ileri sürülen “İslam’ın modası
geçmiş bir şey” olduğu iftirasını/iddiasını bilfiil yalanlayacaktır.
Bu mucizenin gerçekleşmesinde bize düşen ilk şart inanmaktır.
Şartların olumsuzluğuna, düşmanın gücüne, hedefin büyüklüğüne ve
kendi acziyetimizin derecesine bakarak, böyle bir hayalin gerçeğe
dönüşmesinin imkânsızlığına inanmak değil…
Hedefin yüceliğine, hâlâ tepeden tırnağa kadar ihlasla ve fedakârlık
ruhuyla dopdolu İslam erlerinin varlığına ve en önemlisi ALLAH’ın
gücünün sonsuzluğuna bakarak, bu hayalin de bir gün gelip gerçek
olacağına inanmak…
Çünkü bu güne kadar yapan, eden hep O olmuştu.
Bundan sonra da hep O olacak.
Öyleyse bütün Müslümanlar için geleceğin, adı açıkça konmuş
hedefi:
Tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet.
Türk, Kürt, Arap vs. vs. değil.
Artık “Muhammed Milleti!”
Araştırmacı yazar/Said ALPSOY
yalanyazantarihutansinn.org
İnönü’nün din düşmanlığı.
Kanal A’da yayınlanan ve Sadık Yalsızuçanlar’ın sunduğu “Resmi
Tarihten Gerçek Tarihe” programının daimi konuğu Said Alpsoy,
İnönü’nün din düşmanlığını anlattı.
CHP’nin tek parti diktatörlük döneminde, nasıl din düşmanlığı
politikası izlediklerini anlatan Alpsoy şöyle konuştu:
CHP’nin karizmatik şahsiyetlerinden din tavırlarına örnekler…
1923 senesinde İsmet Paşa, Kazım Karabekir’e konuşuyor. “Türk
milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende
olamayacaktır. İngiltere ve batının dostluğunu samimi olarak
kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım.” Bunun
kaynağı; Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” kitabı sayfa 162.
Aynı kaynaktan 19 Ağustos 1923’te Ankara istasyon binasında
yapılan “İslamı Yok Etme” toplantısında, İsmet Paşa’nın dedikleri: ”
Elimizde kuvvet varken hocaları kaldıralım.”
“Gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve
kavramlardan kurtarmış olacağız”
1933 senesinde Türkiye’nin Sofya Büyükelçisi Tevfik Kamil. Yıllık
iznine gelmiş. Aile dostu olan Başbakan İsmet Paşa’yı ziyarete
gitmiş. Sofya Büyükelçimiz sohbet ederlerken bir ara diyor ki;
“Biraz da manevi gelişmeye hizmet etseniz.” İsmet Paşa’nın
büyükelçiye cevabı: “Hala böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz 30 sene
sonra gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve
kavramlardan kurtarmış olacağız.”
Milli Şef olduğu yıllara ait bir ifade: “Eğer savaş meydanında
bulunan bir adam, başarılı olmak için arkadaşlarına dua etmeyi
söylerse o adam elbette yalan söyler.” Dinsiz olduğu, din düşmanı
olması açıktır. İsmet İnönü bilinçli bir din düşmanı. Fakat tutarlı ve
samimi değil.
1950 seçimleri yaklaşırken, muhtemelen o döneme ait ilk gizli derin
devlet provokasyonlarından birine aittir ki, Ticani isminde bir
tarikat, başlarında Kemal Pilavoğlu adında bir şeyh var. Anadolu’da
köylerde kasabalarda, kentlerde, hatta Ankara’da bile “Atatürk
büstleri kırma kampanyası” başlattılar. Bazen gece, bazen gündüz
bilerek herkesin gözün önüne bu tarikata mensup eline balyozu alıp
Atatürk büstlerini parçalıyor. Bu 1951 senesinde 5816 sayılı kanunun
çıkarılmasını başlatan süreci tetikliyor. İlginç olan şu: 1950
seçimlerinde bu tarikatın başı Kemal Pilavoğlu, CHP Çankırı’dan
milletvekili adayı oluyor. Nisan 1950’de CHP’ye resmi kaydı
yapılmış. İsmet Paşa seçimlerden birkaç ay önce onu Çankaya
Köşk’ünde akşam yemeğine davet ediyor. Bu duyuluyor.
Demokrat Parti Başkanı Celal Bayar, bu olaydan sonraki ilk
görüşmelerinde diyor ki; “Hani Paşam dini istismar etmeme
anlaşması yapmıştık?” İsmet Paşa’nın cevabı: “Bunlar önemsiz
şeyler, olur böyle şeyler” diyor.
14 Mayıs 1954’te Beyaz Devrim, yani CHP’nin halk oyuyla
yıkıldığı, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği, Beyaz Devrim denilen
o tarihi seçimin propaganda döneminde, CHP’li militanlar
Çukurova’da – o dönemde oranın yapısı, hijyen durumu itibari ile
akrep ve yılan çok fazla- üzeri fabrikasyonla inşa edilmiş CHP ve altı
ok amblemli muska dağıtıyorlar. Sebebi, akrep ve yılan sokmasına
karşı.
CHP dindarlarla barışıyor mu?
CHP menfaat hissettiği anda, dindarlıkta herkese bin basar. CHP’nin
eski CHP olmadığını ifade eden paralelcilere de söylüyorum ki,
CHP’nin değişimi bugüne mahsus, kökten bir değişimi değil, CHP
tarihi boyunca karşılığında üç beş tane oy gördüğü anda din açılımı!
zaten yapmıştır.
CHP felsefi anlamda batıcı, işlevsel anlamda din düşmanlığını
omurgasına yüklemiş, son yüz senedir bu milletin talihsizliğidir,
beynindeki urdur, vücudundaki veba tümörüdür.
CHP’nin Kur’an düşmanlığı
“Askerler Kur’an ile dövdüler”
Emekli din adamı Cemal Tunç’un hatıratından aynen okuyorum:
“Sekiz yaşında hafızlığa başladım. Sık sık ev basılıyor. Kur’an-ı
Kerim bulundurmak suç. Bir elif cüzu bulunduysa vay haline!
Korkudan evde ders çalışamadım. Fındık bahçesinde bana bir yer
yaptılar, orada Kur’an’a çalışıyorum. Bir baktım, bir onbaşı ve bir
jandarma beni bulmuşlar ‘Çabuk git babanı çağır!’ dediler. Gittim
babamı getirdim. Onbaşı babamı sakalından tuttu, elimdeki Kur’an-ı
aldı, babamın kafasına vurmaya başladı. ( Gözleri doluyor
konuşamıyor) Rahmetlinin gömleğini yırttı, sonra babam dedi ki:
“Oğlum Deli Halit Paşa’nın emir subaylığını, tabur komutanlığını
yapmış adamım. (Deli Halit Paşa CHP’li silahşörler tarafından 1925
Şubat’ında milletvekili iken meclis kulisinde sırtından tabanca ile
vurularak öldürülmüştür.) 1. Dünya Savaşı’na, İstiklal Harbi’ne
katıldım ki, bu memleketi kurtarayım da şu kitabımı rahat rahat
okuyayım diye. Keşke bu harplere girmeseydim de şimdi Kur’an-
ı’ma, dinime küfreden ‘Bulgar piçidir’ diye kendime teselli
verseydim!”
Günümüzde bu insanları müdafaa eden, bunlara sahip çıkan, bunların
tarihini övünen, üstlenen adamlarla ilgili ne konuşalım?
Mustafa Kemal Said Nursi’ye Heykelleri Sorar
kamal
Paylaş
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin 1918-1934 tarihleri
arasındaki hayatını anlatan Prof Dr.Ahmet Akgündüz“Arşiv Belgeleri
Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” adlı kitabının
ikinci cildinde Cumhuriyet dönemine ait hayli ilginç bir hatırayı ve
tarihi bilgileri şu şekilde aktarmakta.
Maalesef Ankara’nın Mustafa Kemal heykelleri şehri olarak kariyeri
1922’de, Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu, Kemalist Cumhuriyet
Gazetesinin öncüsü olan ve 1920 yılında İstanbul’dan Ankara’ya
taşınan Yeni Gün Gazetesinin sahibi ve başyazarı) ilk Millet Meclisi
geçici binasının karşısına bir “zafer abidesi” dikilmesine önayak
olmasıyla başlar.
Kararın ardından, Meclis Başkan Vekili Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy)
başkanlığında otuz kişilik bir komisyon kuruldu ve son katılım tarihi
önce 27 Temmuz 1925 olarak tesbit edilen, daha sonra 31 Aralık
1925 olarak değiştirileni bir yarışma açıldı. Avusturyalı (Heinrich
Krippel, Josef Thorak ve Anton Hanak) ve Alman (Clemens
Holzmeister) sanatçı ve mimarların Ankara’da gerçekleştirdikleri
anıtlar, Mustafa Kemal tarafından özel olarak teşvik edilen anıtlar
peyzajının en erken ve önemli örnekleridir.
Kısaca Millet Meydanı denen Hakimiyet-i Milliye Meydanı,
bugünkü adıyla Ulus Meydanı’ndaki anıtlar ile Bakanlıklardaki
Güven Park’taki anıtları birbirinden ayıranüç kilometrelik bir
mesafe ve neredeyse on yıllık bir zaman dilimi değildir yalnızca; bu
sanat eserleri – Musatafa Kemal’in kişisel hakimiyetini
meşrulaştırmak ve sistemini ebediyen ayakta tutmak gibi ortak bir
gayesi vardı– mimari-plastik olarak da birbirinden çok farklıdır.(1)
Bediüzzaman Ankara’dan ayrılırken, bazı dostları ve milletvekilleri
istasyona kadar kendisine eşlik ederler. O sıralarda istasyonun
hemen yanında ikamet edenMustafa Kemal Paşa gruba katılır ve
hatta heykellerle ilgili said nursi’ye bir soru sorar. Bediüzzaman’ın
cevabı şöyledir;
“Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya,
ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları“
“Yasaklanmış heykel ve suretler, ya cisimleşmiş bir zulmün ifadesi,
ya heva ve hevesin maddi bir tezahürü, ya da riya ve gösterişin cesed
giymiş şekilleridir.Kötü ruhları kendine çeker.”
Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılmasına bir anlam veremeyenler
arasında, yeğeni Abdurrahman da vardı. Zira o kendisine teklif edilen
meclis katipliğini kabul ederek Ankara’da kalmaya karar vermişti.
Ancak daha sonraları amcasının bu kararını çok acı tecrübelerle
onaylayacaktır. Nursi’nin Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17
Nisan 1923’tür. Bu biletir bir özelliği de Eski Said’i Yeni Said’e
götüren bilet olmasıdır.
Abdülğani Ensari Efendi bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
Mustafa Kemal Paşa heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği
sıralarda, Bediüzzaman Hazretleri ona hitaben uzun bir mektub
yazdı ve Paşa’nın yaverine verdi, Mustafa Kemal Paşa’ya vermesini
söyledi. O mektubu ben de görmüş, çok korkmuştum. Hatırımda
kalan birkaç cümlesi şöyle idi:
“Nasıl ki insanın avret yeri mestur olduğu zaman, sair insan ve
mahlukat görmezler. Amma eğer bir insan, bilerek ve kasten avret
yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Aynen öyle de,
bu sanem ve heykel dahi, Alemi İslam’ın bin seneden beri
bayraktarlığını yapmış olan bu milleti temsil etmediği gibi, gayet
ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder
misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak
heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir.”
(Badıllı,Musaffal Tarihçe s.573)
(1)İlk Mustafa Kemal heykeli 3 Ekim 1926 tarihinde dikilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, heykelinin ilk dikilişi hakkında İstanbul
Belediye Başkanı Muhiddin Bey’e teşekkür Telgrafı çekmiştir: (6
Ekim 1926)
İstanbul Şehremini [Belediye Başkanı) Muhiddin Beyefendiye,
Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi rekzetmek (dikmek)
suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşad
münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı
samimi teşekküratmı arzederim efendim. İMZA Reisicumhur Gazi
Mustafa Kemal. Bkz. Vakit Gazetesi, 7 Ekim 1926.
Kaynak : Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Cilt 2
Tarihçi Mustafa Armağan Twitter hesabından Araştırmacı-Yazar
Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu’’ adlı kitabın bir
sayfasını paylaştı üzerine şu notu düştü ve bu tweetleri attı.
Bunları yazmış olan zatın dinde hükmü nedir?
Okuyamayanlara: ‘(İkra bismi rabbi) safsatasını esas tutmuş
Araplar…’ yazıyor
Yayınladığımız Kur’an’a hakaret metninin Atatürk’ün el yazısı
olduğunu hala sökemeyenlere: Demek size Ata’nız bu kadar az
öğretilmiş
Kur’an’a hakaret eden ifade Atilla Oral’ın yayınladığı Atatürk’ün
Sansürlenen Mektubu kitabından, mektubun tamamı kitapta mevcut.
Kur’an’a hakaret edilince Danimarkalı karikatürcüyü protesto
edenler Atatürk’ün mektubundaki hakarete neden ses çıkarmazlar?
Korku Duvarı mı?
“Devlet korumasına ihtiyacı olan, sadece yanlışlardır. Hakikatin
korunmaya ihtiyacı olmaz.”-Lord Acton
O MEKTUPTA NELER YAZIYORDU?
“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar
(…)
Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak
gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır.
Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı
vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile
getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını
araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz
Türkler çok kahraman evlatlar (…) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve
başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap
imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede
güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in
halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve
iradelerine boyun eğdirmişlerdir.’’
Türkiye ile Yahudiler arasındaki ilişkiler Osmanlı döneminde kök
saldı. İlişkiler, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak artarak
devam etti.
Osmanlının mirasçısı Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke
oldu.
1950’de ilk diplomatik ilişkiler başladı. Bu adım, İsrail’in bölgesel
yalnızlığını kırmasına destek oldu.
80’lerin ortasına doğru Türkiye safını açıkça belli etti. Bu dönemde,
İsrail’in çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçti…
Ancak Mavi Marmara Türk-İsrail ilişkilerinin “11 Eylül”ü oldu.
Paniğe kapılan İsrail, yeni müttefik arayışına girdi. Türkiye’yi yakın
çevresinde kuşatmaya çalıştı. Ankara’nın hassas çizgilerini deldi.
Ancak hırsından bölgesel gelişmeleri okuyamadı…
İsrail, yıllardır destekçisi olan Türkiye’yi kaybetme tehlikesiyle yüz
yüze geldi. Oysa Türkiye, İsrail’in en kıymetli meşrulaştırıcısıdır.
İsrail’in Orta Doğu’yu kundaklayan politikasını artık Yahudi
Diaspora’sı da sorguluyor.
İsrail’i içeride ve dışarıda zayıflatan iç politik hesaplarıdır. En büyük
düşmanı da Siyonizim’dir.
Orta Doğu ile ilgili yazılarım aslında İsrail’in çöküşüne ayna tutuyor.
Savaşların tohumu adaletsiz barıştır. Hıristiyan Batı, bütün barışları
gelecekte savaş çıkartacak şekilde tasarladı.
1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’ya zorla kabul ettirilen Versailles
Anlaşması ile 2. Dünya Harbi’nin tohumları atıldı. 1948 yılında
İsrail’in kuruluşu 3. Dünya Savaşı’nın temelini attı.
Gelecekte İsrail’in felaketi siyonizm olacaktır. Ömrü olan İsrail’in
tarihten silineceği günleri görecektir…
1.10.2011.M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.
yeniakit.com.tr
M. Kemal'in cenaze namazında sadece 19 kişi vardı
İşte o yazı:
Murat Bardakçı yazdı da öğrendik: Atatürk'ün cenaze namazını
toplam 19 kişi kılmış!
Sarayda, kapalı kapılar ardında... Hazır bulunan zevatın kendi
arasında...
Milyonların önderinin Türkiye'yi inleten cenazesinde, cemaat 19 kişi.
Aslında hiç kıldırmayacaklarmış da, Makbule Hanım bastırmış.
Makbule Atadan, Atatürk'ün kızkardeşi. (Aranızda Atatürk'ün bir
kızkardeşi olduğunu bilmeyen var mıdır? Bir üvey babası ve üvey
kardeşleri olduğunu bilmeyen var da...)
Kimler mi kıldırmayacaklarmış? O günlerde Türkiye'ye
hükmedenler...
Niçin kıldırmıyorlar? "Gericilik" olur diye.
Hadi bunu "sonra gericiler sömürmeye kalkarlar diye" yapalım bari.
Soranlara öyle demişlerdir. Sormaya cesaret edebilen çıktıysa.
İsmet Paşa'nın bunda hiçbir "dahli" yoktur, kimse aklına öyle bir şey
getirmesin, çünkü İnönü o günlerde "parya" gibiydi... O kadar
gözden düşmüş, o kadar dışlanmıştı ki, çok kişi ona selam vermekten
bile kaçınır olmuştu. "Atatürk seni son bir kere görmek istiyor" diye
İstanbul'a çağırıldığı, buna karşılık Refik Saydam'ın "gitme paşam,
seni öldürecekler, vallahi kendimi trenin önüne atarım" dediği bilinir.
(Saydam bunun ödülünü iki ay sonra İnönü tarafından başbakan
yapılarak aldı.)
Atatürk'ün "naaşı" (tabutu falan demek yasak gibidir), bir süre
İstanbul halkının ziyaretine açıldı, 19 Kasım günü de saraydan
Ankara'ya nakledilmek üzere çıkarıldı, top arabasına konuldu
(taşındı falan demek yasak gibidir.)
Bu saray gerçek saraydır, Dolmabahçe... Bilindiği gibi Atatürk
sarayda ölmüştü.
Makbule Hanım "cenaze namazı kılınmadan Mustafa'mı hiçbir yere
göndermem" diye avaz avaz bağırmış. Tabutun (pardon, naaşın)
başına oturmuş.
"Hanımefendi, yapmayın, etmeyin" falan demişler, para etmemiş.
Ankara'ya telefon etmişler, ne halt edeceklerini sormuşlar.
Yarım saat sonra Ankara'dan şöyle bir izin çıkmış: "Gözlerden uzak
bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle kılınsın, kat'iyyen
fotoğraf çekilmesin ve namaz kılındığı da protokol kayıtlarına
geçirilmesin."
Bunun üzerine Şerafettin Yaltkaya imamete geçmiş, "Tanrı uludur"
diye tekbir getirmiş.
Çünkü "Allahüekber" demek yasakmış!
Biz yalnızca Arapça ezanı yasak biliyorduk, buna bağlı olarak tekbir
de yasakmış tabii.
Şerafettin Hoca cenaze namazını iki kere "esenlik üzerinize olsun"
diyerek bitirmiş.
Çünkü efendim, o dönemde "Esselamü aleyküm ve rahmetullah"
demek de yasakmış!
Hocanın çehresinde "acı bir tebessüm" varmış namazın sonunda...
İlginç olan yalnızca bu olay değildir. Daha da ilginç olan, bu
adamların altmış beş senedir "niçin seçim kazanamıyoruz" diye
şaşmalarıdır.
Bu yazı da "Anıtkabir'de dua edilmez" diyene üfleme yöntemiyle
gönderilmiştir.
"Kabir" ne demek hayvancık? Mezar demek.
Mezar başında ne yapılır, "selfie" mi çekilir?
habervaktim.com
YILBAŞI ÇILGINLIĞI - Şevket Tandoğan
Yazarın Tüm Yazıları »
Yılbaşının yaklaşması dolayısıyla Noel yortusu hazırlıkları,
hediyeleşmeler, eğlence proğramları ve diğer çılgınlıkların ortaya
çıktığı bu günlerde, işin ne denli tehlikeli noktalara vardığını
görüyoruz. Alışveriş çılgınlığı bir tarafa, Gayr-i Müslimlere özenti,
onlara sevgi, tören ve bayramlarına katılarak dostluk sergilemek çok
vahimdir.
Mânevî tatminsizlikten kaynaklı rûhî bunalım içindeki insanlar, zevk
ve rahatlama adına alışverişe saldırıyorlar. İhtiyacı olup-olmadığını
gözetmeden, müsrifçe tüketime yöneliyor para harcıyorlar. Kimileri
varki imkanlarını zorlayarak, ya da bütçesini aşarak gırtlağına kadar
borçlanmak sûretiyle, düşüncesizce ve çılgınca yılbaşı eğlence ve
alışverişine dalıyor.
İktisat, tutum, tasarruf, israf gibi kavramları unutan insanları, diğer
taraftan piyango heyecanı sarmış, haram-helal düşünmeden bilet
alıyor, ham hayaller kuruyor kendinden geçiyorlar. Yani imkânı olan
da olmayan da ifrat derecesinde ölçüsüz, dengesiz biçimde yılbaşı
hazırlığı yapıyor. Bu anormallikler bizi üzerken, bir de NOEL
BABA MASKARALIĞI çıktı ki, Müslüman Türk milletinden bazı
gâfiller, haçlı gayri-müslimlerin âyin ve yortularına özeniyor, adım
adım hıristiyanlığa, yahudiliğe kayıyor.
Benzemek, özenmek ve taklid konuları üzerinde ciddiyetle
durulmalıdır. Din ve inanç bakımından kafirleri beğenmek, özenmek
ve onlara benzemek küfürdür. Gayr-i Müslimleri yüceltmek,
sembollerini takınmak, dinlerine özenmek, onlara benzemeye
çalışmak, âdet ve geleneklerine ayak uydurmak da aynen şirktir ve
küfürdür.
Hoşgörüyü esas alan İslam dini, gayri-müslimlere benzeme ve
bilhassa onları taklid etme konusunda hiç müsamaha göstermez.
Adam öldürmek, zina etmek, içki içmek gibi fiiller çok büyük günah
olmasına rağmen küfür sayılmazken, ehl-i küfrü taklid etmek,
sembollerini kuşanmak küfür sayılmıştır. O kadar ki, dinin direği
olan namaz kılmak, güneşe tapanlara benzememek için, kerahet
vakitlerinde haram kılınmıştır.
Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): "Kim bir kavim'e benzerse, o
onlardandır." buyurmuş, konuyu daha anlaşılır kılmak üzere başka bir
Hadis'te şöyle buyurmuştur:"Bir kişi, başka bir kişinin ameline,
yoluna ve âdetine râzı olursa, muhakkak ki o onlardandır."
Haris Bin Muaviye, Medine'ye Halife Hz.Ömer'in makamına
geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Şam'da durum nasıl?
- Allah'a hamdolsun,iyi,
- İhtimal ki müşriklerle de oturup kalkıyorsunuzdur?
- Hayır, ey müminlerin emîri.
- Sizler,müşriklerle hemhal olursanız,bunun neticesinde çok sürmez
onlarla beraber yemek yer ve içersiniz. Onlarla oturup kalkmadığınız
müddetçe dâima hayır içinde olursunuz.
Tüm İslâm âleminde ikinci binin müceddidi kabul edilen, büyük
mürşit ve mütesavvıf İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "İki dini tasdik
eden, şirk ehlinden sayılır. İslam hükümleri ile küfrü bir araya
getirmeye çalışan müşriktir. Halbuki tevhit, küfürden, şirk
kokusundan uzak durmaktır." buyurur ve konuyla ilgili bir anekdot
nakleder:
"Bir hasta ziyaretine gitmiştim. Ölümü yaklaşmıştı. Baktımki şiddetli
zulmet içinde. Ne kadar dua ettiysem de zulmet üzerinden
kalkmıyordu. Murakabe ve teveccühle, bu halin kendisinde saklı
küfür sıfatından kaynaklı olduğunu anladım. Bu ise küfür ehli ile dost
geçinmesindendir ki, ancak cehennem azabı ile temizlenmesi
mümkündür. Yine anladım ki onda zerre-i iman mevcuttur. Onun
bereketiyle cehennemde ebedî kalmayacaktur."
Sonuç olarak; geçmişimizi, dar zamanları, yoksulları ve çaresizleri
düşünerek, yılbaşı alışveriş çılgınlığını dizginlemeye çalışmalı ve
gayri-müslimlere benzemekten kaçınmalıyız.
habervaktim.com
Gaz-Su-İsrail! İşte Tüm Olup Bitenlerin Özeti
HABERVAKTİM YAZARLARIŞevket TandoğanYILBAŞI
ÇILGINLIĞICemal NarKendine Yazık Etme
Türkiye ile Mavi Marmara katili İsrail’in pazarlık masasının
üzerinde bulunan şartların tamamına yakını İsrail’in taleplerini
içerirken yeni bir tehlike ise eşikte bekliyor.
Bir taraftan Türkiye üzerinden geçecek İsrail doğalgaz hattı ile
Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacı karşılanırken, diğer taraftan İsrail’in bu
kıyağı karşısında Avrupa Birliği de boş durmayacak.
AB tarafından 2009’da Türkiye’ye dayatılan ve bugüne kadar
buzdolabında bekletilen Fırat ve Dicle suyu projesi, sayesinde
Türkiye’nin su kaynakları İsrail’e akıtılacak. Böylece İsrail hem
elindeki doğalgazı Avrupa’ya satacak hem de su ihtiyacını
Türkiye’den karşılamış olacak.
Türkiye AB baskısıyla en önemli iki su kaynağını Akdeniz’den
İsrail’e pompalamak zorunda kalacak.
IRAK VE SURİYE İLE ZATEN PAYLAŞIYORUZ
Saadet Partisi GİK Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı
Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği
tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.
Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları
üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar
Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Biz bu
suları zaten Irak ve Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i
eklersek bu suyu lüzumundan fazla kullanmış oluruz” dedi.
İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak
topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları
denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor.
AB bunu yaparken bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil
ediyor. Normal şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması
imkansız. Hem bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda
değil, hem de konumu buna müsait değil.
Peki, tüm bu şartlara rağmen neden İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna
müdahil olması dayatılıyor? Geleceği su savaşları üzerinden
tasarlama plânları kuran Batı, ileride Ortadoğu’da yaşanabilecek bir
su probleminde, bu problemi geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile
çözen bir İsrail’e ihtiyaç duyuyor.
SU HIRSIZI SİYONİST
Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in
kuruluş dönemine kadar uzanıyor. İsrail yıllardır iki ana nehir olan
Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin sularından yararlanılmasını çatışma
konusu olarak kullanıyor.
1967 Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti. Çünkü
Golan Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden
Necef Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik
kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.
O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor
Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden
yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail
tarafından engelleniyordu.
FIRAT VE DİCLE ELDEN GİDİYOR
Türkiye, AB uğruna verdiği tavizlerin belki de en önemlilerinden biri
su konusu. 2009 yılında “Çevre” faslının açılması şartıyla
Türkiye’nin su kaynaklarını AB’nin ve İsrail’in kontrolüne bırakan
Türkiye, etkileri ileri ki yıllarda hissedilecek olan bir faciaya da
imza atmış oldu.
İsrail’in “dost” olarak nitelendirildiği ve ikili ilişkilerin
kuvvetlendirilmeye çalışıldığı şu günlerde önemini arttıran bir husus
olan su konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarının bir parçası olan
Fırat ve Dicle’nin altın tepside Siyonistlere teslim edilmesini
öngörüyor.
Türkiye'nin sınırı aşan su kaynaklarından Fırat ve Dicle Avrupa
Birliği kıskacında. Avrupa Birliği uğruna İsrail’in de dâhil olduğu
uluslararası bir kurula devredilmek istenen Fırat ve Dicle, gerekli
önlemler alınmazsa elimizden kayıp gidecek.
İSRAİL İLE SU İŞBİRLİĞİ
Türkiye 10-11 Aralık 2009’da gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde
“Çevre” faslında müzakerelere başlama konusunda AB ile uzlaşırken,
önemli sonuçlar doğuracak bir kriterini de kabul etti. Bu kritere
göre, Türkiye’nin “Çevre” başlığında müzakereleri tamamlamasının
ardından, AB’nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda
doğrudan müdahale hakkı bulunacaktı. AB bu konuya ilk kez 6 Ekim
2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan ‘Etki
Raporu’nda yer vermişti.
Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri
ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin
uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail
ile işbirliği yapılmasının Türkiye’den isteneceğine yer verilmişti.
SU KONUSUNDA “İSRAİL” VURGUSU
AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme
Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununun gelecek yıllarda giderek
önemi artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere
sahip olacağı kaydedilmişti. İşte o çalışmanın bir bölümünde İsrail’e
can suyu olacak Türkiye plânı şu şekilde özetlenmişti.
“Orta Doğu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde
stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla
beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri
havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve komşu
ülkeleri arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası
yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”
ifadesi yer almıştır. Belgede yer alan su kaynakları ve alt yapılarının
uluslararası yönetimi ibaresiyle Fırat ve Dicle havzalarında sınır aşan
boyutta entegre havza yönetimine gidilmesi gerektiği savunulmakta,
ayrıca Türkiye’nin kabulün aksine Dicle ve Fırat nehirleri ayrı
havzalar olarak gösteriliyor. Türkiye’nin bu su havzalarına göz diken
Avrupa Birliği, Ortadoğu’da yakın dönemde yaşanması muhtemel bir
su kıtlığında İsrail’i garantiye almak istiyor.
MANAVGAT YETMEDİ
Türkiye, Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’da su sıkıntısı çeken
ülkelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla Manavgat nehri üzerinde
1997 yılında bir arıtma ve dolum tesisi kurdu. Arıtma tesisi yılda 90
milyon m3 arıtılmış, 90 milyon m3 ham su olmak üzere toplam 180
milyon m3 su kapasitesine sahip. İsrail’e Manavgat tesisinden su
satışını öngören bir anlaşma 4 Mart 2004 tarihinde imzalandı.
Anlaşma uyarınca, Manavgat Nehrinden yılda 50 milyon m3 arıtılmış
suyun 20 yıl süre ile İsrail’e satışı ve suyun İsrail’e deniz yoluyla
tankerlerle taşınması öngörülmüştü. Eğer Fırat ver Dicle nehirlerinin
yönetiminde İsrail söz sahibi olursa, Manavgat örneğinde olduğu gibi
İsrail’e su sevkıyatının önü açılacak. İsrail bu şekilde su ihtiyacını
karşılarken, Avrupa Birliği de İsrail üzerinden Türkiye’nin su
kaynaklarını kontrol edecek.
“HANGİ SINIR HAKKI İLE İSRAİL BU MESELEYE DÂHİL
EDİLMİŞTİR?”
Saadet Partisi GİK üyesi ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı
Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği
tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.
Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları
üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar
Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Bu şartlar
arasında İsrail’in bu su kaynakları üzerinde hak sahibi olması vardır
ki, hangi sınır hakkı ile İsrail bu meseleye dâhil edilmiştir? İsrail’den
önce Irak var, Suriye var. Ki zaten onlarla bu konularda
anlaşmalarımız mevcut. Onlardan sonra Ürdün var, sonra İsrail var.
Bu su kaynakları üzerinde herhangi bir sınır bağlantısı da
bulunmuyor” diye konuştu.
İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak
topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları
denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor. AB bunu yaparken
bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil ediyor. Normal
şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması olanaksız. Hem
bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda değil, hem de
konumu buna müsait değil. Peki, tüm bu şartlara rağmen neden
İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna müdahil olması dayatılıyor?
Geleceği su savaşları üzerinden tasarlama plânları kuran Batı, ileride
Ortadoğu’da yaşanabilecek bir su probleminde, bu problemi
geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile çözen bir İsrail’e ihtiyaç
duyuyor.
“TEHLİKELİ MADDELER VAR”
Akgönenç, “Şuan su konusuna dokunmak için müsait bir ortamın
oluşması bekleniyor. Küresel ısınma artıyor ve su konusu daha da
önem arz eden bir duruma geliyor. Türkiye olarak öncelikle kendi
çıkarlarımızı düşünerek hareket etmeliyiz. Biz bu suları zaten Irak ve
Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i eklersek bu suyu
lüzumundan fazla kullanmış oluruz. Bu da bölge ülkeleri için sıkıntı
olabilir. Söz konusu maddeler Türkiye için çok tehlikeli maddeler.
Bu konularda dikkatli olunmalı” şeklinde konuştu.
SU HIRSIZI İSRAİL
İsrail tarihi, su konusunda da, diğer konularda olduğu gibi kanlı.
Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in
kuruluş dönemine kadar uzanıyor.
İsrail yıllardır iki ana nehir olan Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin
sularından yararlanılmasını çatışma konusu olarak kullanıyor. 1967
Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti.. Çünkü Golan
Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden Necef
Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik
kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.
O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor
Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden
yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail
tarafından engelleniyordu. Öte yandan, İsrail Yarmuk Nehri’nin
sularını da kendi büyük kanalına pompalayarak çalıyordu.
TÜRKİYE’DEN “YANLIŞ ANLAŞILIYOR, DÜZELTİN”
UYARISI
AB’nin bu açıklamasının ardından o dönemde harekete geçen
Türkiye, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği tarafından AB Komisyonu
nezdinde yapılan çeşitli girişimlerde, AB’nin Türkiye’nin sınırı aşan
sular meselesi ile Fırat ve Dicle Nehirleri konusuna ilgisinin ve
yaklaşımının yanlış anlamaya neden olmayacak bir çerçeveye
oturtulması istenmiştir. YaAni Türkiye Avrupa Birliği’nin Fırat ve
Dicle’ye İsrail’in rahatı için göz diktiğini fark etmiş fakat bunu
AB’ye “yakıştıramamış”, “yanlış anlamış” ve düzeltilmesini talep
etmiş. Bunun üzerine 9 Kasım 2005 tarihinde yayımlanan Katılım
Ortaklığı Belgesinde ise sınırı aşan sular konusunda işbirliğinin AB
Su Çerçeve Direktifi ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu uluslararası
anlaşmalar çerçevesinde geliştirilmesine devam edilmesi yönünde bir
ifade kullanılmıştır.
AVRUPA’NIN İSRAİL ENDİŞESİ
6 Kasım 2007 tarihinde yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde ise,
özellikle yatay ve çerçeve düzenlemelerde, sınırı aşan boyutunu da
kapsayan çevresel etki değerlendirmesi ve idari kapasite
güçlendirilmesi konularının geliştirilmesine devam edilmesi
belirtiliyor. Avrupa Komisyonu tarafından Türkiye’ye ilişkin olarak
açıklanan 2006 yılı İlerleme Raporu’nda AB su mevzuatına uyumu
da içeren “Çevre” faslı, “Çok sınırlı ilerleme” kaydedilen fasıllar
arasında sayılıyor. Raporda ayrıca, müktesebatla ilgili yatırımların
gerçekleşmesini teminen Su Çerçeve Direktifine uyum sağlanmasına
ve bu bağlamda Türkiye’nin sınır aşan sular konusunda özellikle üye
ülkelerle işbirliğinin artırılmasına yönelik adımların atılmadığı
vurgulanırken, yatay mevzuatta ise özellikle halka danışılması ve
sınır aşan konulardaki ilerleme eksikliğinin giderek artan bir endişe
kaynağı olduğu kaydedildi.
Milli Gazete
habervaktim.com
İslam şehrinden sahneler - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
BİRİNCİ SAHNE:
Güneşin doğmasına bir saat var. Evlerin ışıkları birer birer yanar.
Müslümanlar sabah namazına hazırlanır. Erkekler camilerde âlim,
faqih, muttaqi, ehliyetli, karizmatik icazetli imamların ardında
cemaatle kılar, hanımlar evlerinde eda eder. Kimisi evinin
yakınındaki bir camiye yayan gider, kimisi otomobille uzak bir
camiye… Namazdan sonra hayat ticaret iş başlar.
İKİNCİ SAHNE:
Çarşıda dükkanlar açılmadan önce Müslüman esnaf meydanda
toplanır. Çarşı şeyhi (hocası) dua ve nasihat eder, herkes âmin der. İş
sahipleri haram kazanca, müşteri kızıştırmaya, kusurunu söylemeden
mal satmaya, aşırı fiyata, aldatmaya karşı uyarılır.
ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Öğle ezanları okunmaya başlar. Şehirde hareketlilik olur. Herkes en
yakındaki camiye namaz kılmaya gider. Camilerin içleri dolar,
bazılarının avluları ve bahçeleri…
DÖRDÜNCÜ SAHNE:
Hamidiye Lisesinde öğle namazı kılınacak. Bütün öğrenciler okulun
büyük camiinde toplanır. Resmî imamın ardında namaz cemaatle eda
edilir. Okul nizamnamesine göre, bütün talebelerin namazı cemaatle
kılması mecburîdir.
BEŞİNCİ SAHNE:
Cuma ezanı okununca hayat büsbütün durur. Dükkanlar, işyerleri,
ofisler, imalathaneler kapanır, ticarete ara verilir. Bazı yerlerde
cemaatin kesretinden (çokluğundan) sokaklar dolar ve trafik durur.
Bu vakitte vasıtalar çalışmaz. Minberlerde çok müessir=etkili
hutbeler okunur, cemaatin bir kısmı ağlar, heyecandan ayılanlar
bayılanlar olur.
ALTINCI SAHNE:
İslam şehrindeki otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda, trenlerde
kadınlar için ayrı yerler olur. Onlar rahatsız edilmeden haysiyet ve
güvenle yolculuk yapar.
YEDİNCİ SAHNE:
Bir Ramazan günündeyiz. İslam şehrinde hiçbir lokanta, kahvehane
açık değildir. Açıkta yiyen içen bir kişi bile yoktur.
SEKİZİNCİ SAHNE:
Şehrin birçok yerinde dibek taşına benzeyen sadaka taşları vardır.
Bazı Müslümanlar bu taşlara para atar; ihtiyacı olanlar, taşın
deliğinden ellerini sokup, bir miktar (hepsini değil) para alır.
DOKUZUNCU SAHNE:
Şehrin mahkemeleri işsizdir, hapishaneleri ıssız… Dünyada en az suç
işlenen şehir İslam şehridir.
ONUNCU SAHNE:
İslam şehrinde en fazla kullanılan dört kelime şunlardır: Selamün
aleyküm… Teşekkür ederim… Efendim… Estağfirullah.
ON BİRİNCİ SAHNE:
Dünyanın en rahat, huzurlu, mutlu Yahudileri, Hıristiyanları İslam
şehrinde yaşayan Zimmîler ile bu şehri gezmeye gelen ecnebilerdir.
ON İKİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde alkollü içki içilmez, kumar oynanmaz, riba=faiz
muamelesi yapılmaz, karı satılmaz, açıkta büyük günah işlenmez,
itlik uğursuzluk hergelelik yapılmaz.
ON ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en mutlu ihtiyarları ve çocukları İslam şehrinde
yaşayanlardır.
ON DÖRDÜNCÜ SAHNE:
İslam şehrinde (nâdiren de olsa) hırsızlık yapan, adam öldüren, gasba
teşebbüs eden, ırz ve namusa saldıran, hilekarlık ve dolandırıcılık
eden, ticaret yaparken halkı aldatan ve diğer suçları işleyen kimseler
analarından doğduklarına pişman edilir.
ON BEŞİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde hırsızların ellerinin kesilmesine lüzum kalmaz. Çünkü
orada hırsızlığın kökü kesilmiştir.
ON ALTINCI SAHNE:
İslam şehrinde kısas uygulanır. Kasıtlı olarak adam öldüren idam
edilir.
ON YEDİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde en iğrenç ve menfur (nefret ettirici) suç, günah,
ahlaksızlık; din sömürüsü yapmak, İslamı Kur’anı mukaddesatı şahsî
menfaatine, siyasî emellerine, prestijine, kişisel nüfuzuna alet
etmektir. Böyleleri karı satanlardan daha rezil ve hor görülür.
ON SEKİZİNCİSİ:
İslam şehrinde hutbeler İmamü’l-Müslimîn adına okunur.
ON DOKUZUNCUSU:
İslam şehrinde yaşayan Müslümanlar küfrün şeairi olan kıyafetleri,
serpuşları iksa edemezler.
YİRMİNCİSİ:
İslam şehrinde yayınlanan gazete ve dergiler müstehcen yayın
yapmaz. Şehre böyle yayınlar sokulmaz.
YİRMİ BİRİNCİSİ:
İslam şehrinde mahalle teşkilatı vardır. Küçük nizalar ve
anlaşmazlıklar mahkemeye gitmeden halledilir.
YİRMİ İKİNCİSİ:
İslam şehrinin yüzölçümünün en az üçte biri park, koru, bahçe, havuz
ve mesire yerinden oluşur. İslam şehri yeşil bir şehirdir, coğrafî
durumu ve iklimi müsait ise bir su şehridir.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en vasıflı okulları ve bilhassa liseleri İslam şehrindedir. Bu
okullarda insanlığa hizmet eden iyi insanlar, iyi Müslümanlar
yetiştirilir.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en huzurlu, en temiz, en ahlaklı ve faziletli, en bereketli,
en ucuz şehri İslam şehridir.
YİRMİ BEŞİNCİ SAHNE:
İslam şehri başkent ise oradaki Cami-i Kebir’de cumada Halifeyi
namaz kıldırırken ve hutbe okurken görebilirsiniz. Başkent değilse,
valiyi…
YİRMİ ALTINCI SAHNE:
İslam şehrinde ucuz, mütevazı, küçük otomobiller görebilirsiniz.
Lüks, pahalı, israflı oto sahibi olmak yasaktır. Serbest olsa bile
birkaç manyak dışında böyle araba edinen olmaz.
YİRMİ YEDİNCİ SAHNE:
İslam şehrine gezmeye gelen nice gayr-i müslim ihtida ederek
(Müslüman olarak) döner.
yalanyazantarihutansinn.org
2001 Krizinin mimarı Kemal Derviş yine sahnede
Tarihi gerçeklerle herkes yüzleşmelidir
Tencere.
Bir Çin filmi izledim dün. 1940’larda Japonlar mağlup olup
çekiliyor. Çin’de çetelerle milli ordu arasında iç savaş çıkıyor.
Yerleştiği bölgeyi yağmalayıp soyan çetede birbirine ismi ile hitap
etmek yasak. Herkese numara verilmiş, rakamlar üzerinden
konuşuyorlar. “5 numara buraya gel, 6 numara oraya git” diye.
Çok beğendim bu isim yerine numara olayını. Bugün size bu ülkede
yaşayan ve BAY 5 NUMARA‘dan bahsedeceğim.
Özal dönemi zenginlerinden bir isim. Ancak onu önemli kılan Türk-
ABD ilişkilerinde kilit roller oynaması.
ABD’deki Yahudi lobisinin ve NeoConların Türkiye’yi kontrol-etki
alanında tutmak için yatırım yaptıkları kişilerin başında geliyordu
BAY 5 NUMARA. Paralel’in Afrika’daki okullarından getirdiği
yüzlerce öğrenciye nasıl BURS verdiğini övünerek anlatıyordu.
American Enterprize Institute (AEI) isimli düşünce kuruluşunun (ki
bu kuruluş NeoConların merkez karargahıdır) Türkiye uzmanı
Michael Rubin isimli Yahudidir. Ve bu Michael Rubin işte bizim
Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’ya çok yakındı.
Rubin, tüm dünyada en tetikçi NeoCon olarak tanınır. BAY 5
NUMARA’nın Türkiye’de el konulan bankasını geri alması için ABD
baskısını (lobisini) yürüten meşhur bol akçalı avukatıdır.
Sizi biraz daha gerilere götüreyim. Michael Rubin’in uzman olarak
çalıştığı NeoCon karargahı AEI’yı bir gün Türkiye’den Kara
Kuvvetleri Komutanı ziyaret ediyordu.
Türk misafir aynı zamanda da gelecekte Türkiye’nin Genelkurmay
Başkanı’ydı. Onu girişte karşılayan olmadı, asansöre kadar tek başına
gitti. Türkiye Cumhuriye’tinin Kara Kuvvetleri Komutanı asansörle
10 kat çıktıktan sonra karşısında bu Michael Rubin’i gördü ilk kez.
Halbuki kısa bir süre önce Polonyalı bir Generali tam kadro sokakta
kırmızı halı ile karşılamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Irak işgali
tezkere reddi faturasını kesme lobisinin baş tetikçisi, işte bizim
Genelkurmay Başkanımızı karşılamaya tenezzül etmeyen bu Michael
Rubin’di.
Yani Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’nın avukatı
olan adam… Bizim BAY BEŞ NUMARA bir gün Arnavutluk’ta bir
banka aldı. Ancak banka alırken ABD’de bir takım görüşmeler
yapmak lazımdı. İşte BAY 5 NUMARA’nın ABD’deki banka
temaslarını yürütecek biri de lazımdı ve o kişi de Murat Özçelik’ti.
Çin’in Şanghay Konsolosluğu’ndan ayrıldıktan sonra Murat Özçelik,
BAY 5 NUMARA’nın danışmanı olmuştu. Ve patronunu yurtdışında
banka almasında, ABD’deki ilişkilerinde kilit isimdi.
Ve dahası Murat Özçelik NeoCon Michael Rubin’in partneriydi.
Daha dahası ise şu an CHP’de tasfiye edilen Loloğlu yerine Kemal
Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığına getirilen kişiydi. Son seçimde de
milletvekili seçilen Murat Özçelik CHP’ye ABD’de ofis açtıran,
okyanus ötesinde beyaz Türkleri örgütleyen ve şu an partiyi
dönüştüren isimdi. Michael Rubin-Murat Özçelik-Paralelsever BAY
5NUMARA ve CHP… İlginç ilişkiler yumağı… Ve daha ilginci
2001’de Tuncay Özkan Milliyet’de bir yazı kaleme alıyor.
Bizim BAY 5 NUMARA’nın Avrupa’da kurduğu bankaya Dünya
Bankası’nın da ortak olduğunu yazıyor. Ve ekliyor; “Banka açılırken
Arnavutluk ekonomisini düzeltmekle görevli Dünya Bankası memuru
da tanıdık bir ad: KEMAL DERVİŞ. Yani bizim Dünya Bankası
Başkan Yardımcılığı görevini bırakıp, Türk ekonomisini düzeltmek
için kolları sıvayan bakanımız. Arnavutluk’ta tam banker
SKANDALLARI yaşanırken Kemal Derviş orada. Aslında bankanın
açılmasında o da etkin olmuş bana anlatılanlara göre.
Banka’nın Londra temsilcisi olan ve Derviş’in yakın arkadaşı İlhan
Nebioğlu’nun o dönem Arnavutluk’ta kurulacak banka konusunda
Derviş ile görüştüğü söyleniyor.
Konuyu Arnavutluk’taki bankanın eski sahibi konumunda olan BAY
5 NUMARAYA sordum, bana Nebioğlu ile Derviş’in arkadaşlığını
doğruladı.”
Evet Tuncay Özkan bu ilginç ilişkileri sorgulayarak BAY 5
NUMARA’dan giriyor, ZEVKLE ELEŞTİRDİĞİ Kemal Derviş’ten
çıkıyor. O Kemal Derviş ki, şu an Sayın Kılıçdaroğlu’nun AKIL
HOCASI ve CHP’li koalisyon hükümetinde Ekonomi Bakanlığı için
söz almış bir kişi. Tuncay Özkan da şu an CHP milletvekili… Yani
karmakarışık çorba gibi bir durum var ortada. Madem Çin filmiyle
girdik yazıya, bir Çin Atasözü ile çıkalım; “Aşırı kalabalık tavuk
kümesi, normalden az yumurta üretir. Bir kaşık bozuk yemek, bütün
tencereyi bozar”
Bekir Hazar/takvim
Bunlar da ilginizi çekebilir
kamal,yalan yazan tarih utansin,abdulhamid han
yalanyazantarihutansinn.org
TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI GERÇEĞİ
Cebimdeki irili ufaklı bütün banknotları çıkarıp, serdim masanın
üzerine. Ve bugüne kadar fark etmediğim, belki sizlerin de fark
etmediği bir şeyi fark ettim.
Bütün kâğıt paraların üzerinde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası” yazıyordu. Dikkat edin; “Türkiye Cumhuriyeti Merkez
Bankası” değil, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” !!!
İlk önce, bir baskı hatası olduğunu düşündüm. Ama, hepsi de hatalı
olamazdı ya. Gerçekten hata değilmiş. Bu durum, Merkez
Bankası’nın tarihsel gelişimi ile ilgiliymiş.
Merkez Bankası, 1930 yılında çıkan bir kanunla karma yapıda bir
anonim şirket olarak kurulmuş. Banka kurulduğunda devletin payı
sadece %15 imiş ve ilk isminde “Türkiye” ibaresi de yokmuş.
Banka kurulduğunda, hisseleri halka ilân ile satılan, çok sayıda yerli
ve yabancı ortağı olan karma yapıda bir anonim şirket
görünümündeymiş. Bankanın adına “Cumhuriyet” kelimesi, o zamana
kadar para basma hakkını elinde bulunduran Osmanlı Bankası’ndan
farklı olduğunu ve Cumhuriyet döneminde kurulduğunu göstermek
için konulmuş.,
Anlayacağınız ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” imiş.
“Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiş!
Ne var ki devlet payının sadece %15 olması ve karma yapıda bir
anonim şirket özelliği taşıması dolayısıyla, bankanın adında yer alan
“Cumhuriyet” kelimesine devlete aidiyetini gösteren “İ” harfi ilâve
edilmemiş.
Sizin anlayacağınız Merkez Bankası, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait
değil. Türk Liralarını basıyor ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil.
Karma yapıda, bir anonim şirket.
İLK ORTAKLARI KİMDİ?
1930 yılında devlet payının sadece %15 olduğu Merkez
Bankası’nda, başka pay sahipleride varmış. Merak ettim, geri kalan
%85 pay acaba kimlere aitti? Hepsi yerlimiydi, yoksa yabancılarda
var mıydı aralarında? Eğer varsa bu yabancılar hangi ülkenin
vatandaşlarıydı ve hangi dine mensuptular? Uzmanlar, orada kal
demişlerdi. Kalmıştım ama sormuştum, devlet payı hâlâ aynı oranda
mı? Öyle ya hala Cumhuriyeti değil, Cumhuriyet yazıyor
banknotların üzerinde. Hayır, demişti uzmanlar. Gerçi anonim şirket
olma özelliği aynen devam ediyor ama, devletin payı epey yükseldi!
%51’i Hazine’nin, %21’i de Ziraat Bankası’nınmış. Geri kalan %28
kimin?
Dedik ya Anonim.Yani, irili ufaklı herkesin payı var vede Merkez
Bankası’nın kararlarında az veya çok, bu ortaklar da söz sahibi.
Dolayısıyla %51 payı olmasına rağmen, tek başına hazinenin sözü
geçmiyor, geçemiyor geçirtmiyorlar !!!
HAZİNEYE “KAPİK” YOK!
Alın size bir ilginçlik daha…
1211 Sayılı Kanun”la kurulan Merkez Bankası’nın görevleri
arasında, ülke ve hükümet menfaatlerini gözetmek gibi bir ifade
varmış. Ama, yakın bir zamanda çıkarılmış bu madde. Ne zaman mı?
Kemal Derviş, ABD’den ithal edildikten sonra. Hani, Meclis’te
IMF’nin dayattığı 15 günde 15 yasa görüşmeleri vardı ya, işte o
zaman !!!
4. Maddenin, 25.4.2001 tarih ve 4651 Sayılı Kanunla değiştirilen
şeklinde, öyle bir ifade konulmuş ki, gel de dokun, dokunabilirsen
Merkeze.
O madde, şöyleymiş:
Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat
istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve
kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler.
Durun, daha bitmedi. Merkez Bankası Kanununda değişiklik
yapılmasına dair 25 Nisan 2001 tarihli ve 4651 sayılı bu Kanun’un
56. maddesi, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe girmiş. Buna göre,
Merkez Bankası, 5 Kasım 2001’den itibaren Hazine ile kamu kurum
ve kuruluşlarına avans veremeyecek, kredi açamayacak bir hüvviyete
büründürülmüş!
Düşünebiliyor musunuz?
Merkez Bankasındaki Hazinenin payı %51’dir ama, bankanın
hazineye avans vermesi, ya da kredi açması engellenmiş!
Böylece bir anlamda başına buyruk bir hüvviyete büründürülmüş
banka !!!
Bunu öğrenince, merakla sordum uzmanlara. Bu durumda hiç mi
müdahale edilemez Merkez Bankası’na? Ne yani, devletten bağımsız
bir kuruluş mu bu?
İşte dedi, olayın püf noktası bu soruda.
Devam etti;Evet, Merkez Bankası özerktir, ama bağımsız değildir.
Türk Ticaret Kanununa tabidir. Hazine büyük ortak olarak eğer bir
sakatlık görürse hesaplarını ibra etmeyebilir. Ya da olağanüstü
kongre talebinde bulunur ve hesap sorabilir. Ama, her ne hikmetse,
her kongrede ibra edilir bu hesaplar. Yani, aklarlar Merkez Bankası
yönetimini, hesap sormazlar.
HAZİNENİN PAYI %55
Haa, 1930 yılında, yani Atatürk döneminde kurulan ve o yıllarda
Devletin payının sadece %15 olduğu Merkez Bankası, hep böyle mi
kalmış?
Elbette hayır!!!
Devletin ana damarı olan Merkez Bankası’nda 1931’den 1970’e
kadar devletin %15, devlet dışındakilerin %85 hissesi vardı. 1970’de
Devletin hissesi yüzde 51’e çıkarıldı.
2002’de iktidara gelen AK Parti Hükümeti ise, devletin payını
%55”lere çıkardı.
Merkez Bankasında, Hazine ve Ziraat Bankası’nın dışında, başka
banka ve kuruluşların toplam %13 hisseleri var. Hazine ve Ziraat’in
toplam hisselerinin %74 olduğu düşünüldüğünde, geri kalan %12’lik
hissenin kimlere ait olduğu bir sır gibi saklanıyor ve asla
açıklanmıyor!!!
O hisseler, diğer bahsinde geçiyor ama o diğerler kimdir, belli
değil!!!
YÜZDE 12 KİMLERİN?
Bu %12’de meselâ İngilizler’in, yada Rotschild veya Rockefeller
ailelerinin payı var mıdır?
Yoksa niye açıklanmıyor?
Varsa niye açıklanmıyor?
Gördünüz ya, faizlerin yüksekliğinden ve cebimizdeki banknotlardan
yola çıkıp, nerelere geldik?
Doğrusu, bu para denizinde kulaç ata ata yoruldum. Ve sordum kendi
kendime,
Merkez Bankası bizim mi?
Bizimse paraların üzerinden niye “Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası” yazıyor?
Aidiyet eki olan “İ” nerede?
Ve ayrıca %55 pay sahibi olmasına rağmen, hazine, niye hesap
soramıyor, faizleri niye düşürtemiyor?
Sözün özü; Özerkliğin de ötesinde bağımsızmı bu banka? Ya da
kime, kimlere bağlı?
Hasan KARAKAYA / YENİ AKİT.
yalanyazantarihutansinn.org
Sınırımızda 100 tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.
Sistem..
Adam verem olmuştu. Tedavi görmek üzere Afrika’ya koştu. O bir
İngiliz’di, Afrika’da girip karıştırmadığı ülke, elmas için kazmadığı
toprak kalmadı. Cape Town sömürgesi Başbakanı dahi ilan edildi.
Ömrünü İngiliz çıkarlarına adayarak geçiren kişinin adı Cecil
Rhodes’ti. Öldüğünde hesaplanamayan tüm servetinin çok azını
ailesine bıraktı. Resmi vasiyetnamesi tüm mal varlığını Rotschild
Hanedanı’na bırakıyordu.
O hanedan da İngiltere’yi ve kraliyet ailesini yönetiyordu.
Tony Blair, 1993’te Bilderberg Toplantısı’na katılmıştı. Bu
toplantıdan sonra onu kimse tutamadı.
Önce Parti Başkanı, ardından Başbakan oldu. Geroge Robertson,
1988’deki Bilderberg Toplantısı’na katılma şerefine nail omuştu. Bir
yıl sonra kendini NATO Genel Sekreteri olarak buldu. En hızlı
kariyer sahibi olan ise şüphesiz Romano Prodi idi. 1999’da
Bilderberg Toplantısı’na katılıp aynı yıl içinde AB Başkanı
koltuğuna oturacak kadar hızlıydı. 2005’te AB’deki kariyeri sona
erince bir yıl sonra kendini İtalya Başbakanı olarak buldu. Vay be idi
durum… BİLDERBERG kapısından içeri girene Peri Sopası
değiyor, sırtı asla yere gelmiyordu. Mesela Bill Clinton…
Tılsımın ona değdiği yıl 1991 Bilderberg Toplantısı’ydı. O
toplantıdan döndükten bir yıl sonra kendini ABD Başkanlık
koltuğunda buldu. New York’lu işkadını Lynn Forester, 2000 yılında
çok mutluydu.
Çünkü dünyanın en zengin hanedanı, 100 trilyon dolarlık aileye gelin
gidiyordu.
Sir Evelyn de Rotschild ile evleniyordu.
DÜĞÜN YEMEĞİ Beyazsaray’da verilecek ve evsahipliğini
Bilderberg Toplantısı’ndan kendini Başkanlık koltuğunda bulan Bill
Clinton yapacaktı. Ee zaten Bilderberg’in kurucuları, yönetenleri ve
finansörleri Rotschild ve Rockefeller aileleri değil miydi? Arnold
Schwarzenegger’i bile Rotschild ailesi helikopterle İngiltere’de
Buckhingshire-Waddedson çimlerine indiriyor, Bilderberg üyeleri ile
tanıştırıyor ve ardından California Vali koltuğuna oturtuyordu.
Müthiş ilişkiler ağının kudretli BARONLARI tarafından EL
VERİLEN sayısız lider, işadamı, bürokrat ve siyasetçi vardı bu
yeryüzünde. İstediklerini alıp en tepelere getirenler, rahatsız
oldukları liderler için de acımasızdı. Dünyanın en büyük haber
ajansları, televizyonları ve gazeteleri onlarındı. Son dönemde en çok
saldırdıkları iki lider vardı; biri Erdoğan, diğeri de Putin. Rusya’ya
önceki gün ülkeden kovduğu Yahudi oligark nedeniyle Avrupa’da
yargılama yapıp milyarlarca dolar ceza kestiler, bankalardaki
paralarına el koydular. Şu anda AK Parti’nin tek başına iktidar
olamamasına en çok sevinen de onlar. Mesela İngiliz Daily Telegraph
“Lime lime oldu Erdoğan” diye yazacak ve mutluluktan uçacak
kadar kirli suratını göstermekten çekinmiyor. Daha önce “Erdoğan
Putinleşti” diye yazarak defalarca saldırmıştı. Sahibi, Kraliçe’den
Lord ünvanı almış bir Yahudi. Türkiye’de traktör satarak zengin
olmuş, medya imparatorluğundan İsrail’de Jarusselam Post’un
patronluğuna kadar yükselen bir isim. Ancak sahibi olduğu
HOLLİNGER İnternational’in içini boşaltmak ve zimmete para
geçirerek HORTUMLAMAKTAN ABD’de hapse mahkum olan bir
sahtekar aynı zamanda. Ve Soros’un da yakın ilişkiler ağına
takılanlardan. Soros, 1961’de ABD vatandaşı olduktan sonra
Rotschild hanedanı ile tanışıp onların bir numaralı tetikçisi oldu.
Uyuşturucu paralarını aklama merkezi Hollanda Antilleri’nde
Quantum adında bir şirket kuran Soros’un ilk müşterileri arasında
Kraliçe Elizabeth yer aldı. Ve EL VERENLER tarafından büyütülen
Soros’un en yakın adamı, Daily Telegraph’ın sahibi Hollinger
İnternational’ın yönetim kurulu üyesi yahudi Paul Reichman’dır.
Yani İngiliz Daily Telegraph “Niye bize saldırıyor, neden HDP’li
oldu?”dediğimizde, işin perde arkasının Antiller’e, Soros’a ve
Rotschild-Rockfeller hanedanlarına kadar uzandığını anlayamayız.
Müthiş bir boğumlarla iç içe geçen bir ahtapot ve kolları var dünya
üzerinde. Soros’un vakıfları aracılığı ile CHP’nin yarısını nasıl
teslim aldığını yazmıştım dün.
Onun içindir, CHP’nin her türlü koalisyon içinde yer alması için
yanıp tutuşuyorlar. Çünkü ortada “Bana ne Suriye’den, Irak’tan,
enerji hatlarından” diyen mükemmel bir CHP var. Sınırımızda 100
tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.
Bekir hazar/takvim
Be kahpe şerefsiz #pkk soyu,
Türk düşmanlarının olunuz kulu,
Onun bunun çocuğu,yavşağın oğlu,
#Piç oğlu piçliktir #pkk soyu.
Ne evlatlar şehit oldu,vatanı için,
Bukadar acı verdiniz,acaba niçin?
Soysuzların #köpekleri, #kahpenin dölleri,
Kahpedir adınız #pkk'nın piçleri.
#Türk ordusu ayakta nöbet tutuyor,
Polisler etrafı kol kol geziyor,
Türk halkı namazda duâ ediyor,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.
Siz baş edemezsiniz #Türkiye ile,
Öyle kahpelik etmeyin,çıkın menzile,
Pusu kurup,mayınları dizmeyin hele,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.
Çaresizi öldürmek,şerefsizin işidir,
Şerefsiz dediğimiz, #pkk'nın kendisidir,
Size bu hakaretler iltifat gibi gelir,
Anasını satanlardan,nasıl hayır beklenir
#Türkiye #Mekke #Medine #semertkan #ikra #Diyanet #ibadet
#namaz #islam
#RecepTayyipErdoğan #Reis #Usta
#AKP #CHP #HDP #MHP #PKK #Milliyetçi #ülkücü #üçhilal
#YPG #bozkurt #Türk #AlparslanTürkeş #Akparti #Kemalist
#KemalAtatürk #Kürdistan #Bakan #Sondakika #Kızılay #Devlet
#TSK #YSK #KCK #TR #Irkçılık #FatihSultanMehmet
#Erdoğan #Bayrak #şehit #polis #RecepTayyipErdoğan #katil
#Cumhurbaşkanı #Cumhuriyet #tayyip #KaçakSaray #hırsız
#mimarlık #MimarlarOdası #RteAdımız #Millet #Ülke #Ata
#Atatürk #tayin #Osmanlı #TC #YÖK #sınav #MHPGenelBaşkanı
#Türkiye #Din #Diyanet #Ekonomi #Savcı #Davutoğlu #Başbakan
#siyaset #gündem #haber #Bomba #Galatasaray #şampiyon
#Sporcu #Fenerbahçe #Beşiktaş #Alparslan #Trabzonspor #aşk
#taz #tatil #söz #edebiyat #dizi #film #şair #arkadaş #sevgili #tarih
#koalisyon #İslam #erkenseçim #enflasyon #döviz #kur #hizmet
#Hocaefendi #paralel #SamanyoluHaber #Cemaat #Güreş
#FethullahGülen #KemalKılıçdaroğlu
yeniakit.com.tr
Yolsuzluk Soruşturması... Ekrem İmamoğlu: 4 - Battal İlgezdi: 1
DTK gibi “ne idüğü belirsiz” illegal bir kuruluşun “bildiri”
yayınladığı; Selahattin Demirtaş gibi hem “devletten maaş” alan, hem
de “farklı bir devlet” isteyen birinin bu “illegal bildiri”ye imza attığı
bir günde, kalkıp da, yeniden “Beylikdüzü’nün CHP’li Belediye
Başkanı”ndan söz etmek istemezdim...
Haa, yazacaktım da;
Daha sonra yazacaktım!..
Ama, görüyorum ki;
“Ekrem İmamoğlu’nun beslediği köpekler” fena halde azmışlar,
“tasma”larını ve “zincir”lerini ha kopardılar, ha koparacaklar!..
Bu durumda, gel de yazma!..
Size bir şey söyleyeyim mi;
Aslında, “köpek”leri çok severim...
Çünkü, “sadık”tırlar...
Çünkü, “yal” yedikleri kaba, asla sıçmazlar!..
Ama, “köpek”lerin en kötü tarafı, “sahibinin sesi” olmalarıdır!..
Hikâyeyi biliyorsunuz...
Adamın biri, sokakta dalgın dalgın yürürken; farkında olmadan,
yolun ortasında yatan bir köpeğin “kuyruğuna” basmış!.. Ve tabiî, can
havliyle havlamış köpek!..
Adam şaşırmış...
“Hayret” demiş;
“Ben köpeğin kuyruğuna bastım!.. Ama ses, ağzından çıktı!”
Şöyle bir düşünüp, “teşhis”i koymuş:
“Kuyruğuna bastığım halde ağzından ses çıktığına göre, demek ki;
kuyruk ile baş arasında bir bağlantı var!”
Şirinevler’den “Muhittin Amca”mın aktardığı bu hikâye, Bedii
Faik’e ait... Yarım asır kadar önce yazmış!..
Ve fakat; hem tazeliğini, hem de güncelliğini koruyor!..
İMAMOĞLU’NUN BESLEMELERİ
Hikâye, Beylikdüzü’nde yaşıyor...
Biliyorsunuz;
24 Aralık Perşembe günkü yazımda; “Beylikdüzü’nün CHP’li
Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu” hakkında çeşitli iddialar
gündeme getirmiştim...
Sormuştum kendisine;
l “Beykonakları olayı nedir?”
l “Belediyenin amblemi niye değişti?”
l “Gül İnşaat’a bu ayrıcalık niye?”
l “Gazetecilere kaç para verdin?”
Bu sorular karşısında Başkan İmamoğlu’nun yapması gereken
nedir?.. Ya “açıklama” gönderir, ya mahkemeye müracaat edip, eğer
haklıysa “tekzip” yollar, ya da “dâvâ” açar, değil mi?..
Ama, İmamoğlu; tüm bunları yapmak yerine “besleme”lerini salmış
üzerime...
Anlayacağınız;
Ben İmamoğlu’nun kuyruğuna bastım, ses “beslemeler”den geldi!..
İmamoğlu, bunları iyi “beslemiş” olmalı ki, “çok iyi havlıyorlar” ve
tüyleri de parlak mı parlak!..
Yalnız, kendilerine bir tavsiyede bulunacağım: Tamam, “sahibinin
sesi” olarak havlıyorsunuz da; hiç olmazsa boynunuzdaki “kırlangıç”
amblemli “tasma”yı çıkarsaydınız!..
Hem “sahibinizi” ele veriyorsunuz, hem “kimin beslemesi”
olduğunuzu!..
Haa, onlar “havlıyor” diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne
“köpek”ler gördüm ben!.. Onlardan tırsmadım ki, bunlardan
tırsayım!..
Adlarını vermiyorum ki, benim üzerimden “reklâmlarını”
yapmasınlar!..
İLGEZDİ’YE 4 BASAR!
Her neyse...
Biz “İmamoğlu’nun ‘Saldır Co’ları”nı bir kenara bırakalım da,
“İmamoğlu dosyası”na yeniden dönelim...
Öncelikle şunu söyleyeyim:
Hani, adı; Türk siyasi tarihine “Rezidans Kraliçesi” olarak geçen
“devrimci”(!) Gamze Akkuş İlgezdi vardı ya... Hani, onun kocası
CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi vardı ya... İşte bu
Battal İlgezdi hakkında, “sadece bir soruşturma” açılmışken, CHP’li
Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında “4 ayrı
soruşturma” açılmış iyi mi...
“Müfettiş raporu” üzerine açılan “4 ayrı soruşturma”nın en çarpıcı
olanları da, “Beykonakları” ve “İmamoğlu Sitesi” imiş!..
Ne ilginç değil mi;
Bu iki inşaatı da, İmamoğlu İnşaat yapmış!.. İşbu İmamoğlu İnşaat;
“9 dönüm yeşil alanı” yani “Gezi Parkı’nın yarısı” kadar bir alanı
işgal etmiş!..
Bay Başkan’ın halen ikamet ettiği “Beykonakları Sitesi”nin önünde,
“3 bin metrekare yeşil alan işgali” devam ediyormuş!..
Heyy “Gezi zekâlı”lar,
Heyy “çevreci” geçinenler!..
5-6 ağaç için Türkiye’yi “yangın yeri”ne çeviren sizler, “yeşil alan
işgali”ne karşı niye suskunsunuz?..
Sizi gidi “sahtekâr”lar sizi,
Sizi gidi “ikiyüzlü”ler sizi!..
Görüyorsunuz ya;
Başkan CHP’li olunca, “tık” yok!..
DİĞER BAŞKANLAR YARGILANIYOR!
Efendim; “Beykonakları’ndaki işgal” için İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ve Danıştay’ın kararları olmasına rağmen, halen “yıkım”
yapılmamış!..
Haa, İmamoğlu’ndan önceki Başkan Yusuf Uzun döneminde sitenin
girişleri yıkılmış ama İmamoğlu, buraları “demir çitlerle” tekrar
kapatmış!..
İçişleri Bakanlığı da, bu “işgal” ve “gasp” üzerine demiş ki;
“Yeşil alanın tel çit ile kapatma işleminin Beylikdüzü Belediye
Meclisi’nin 2007-305 sayılı kararına istinaden yapıldığı beyan edilse
de, 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun belediye meclisine tanınan
görev ve yetkileri kapsamında kamuya açık yeşil alanın güvenlik
nedeniyle fiziki engellerle çevrilmesine imkan veren herhangi bir
yetkisi bulunmadığından”, sorumlular Ekrem İmamoğlu (Belediye
Başkanı), Mehmet Çakılcıoğlu (Teknik Başkan Yardımcısı), Levent
Akalın (İmar ve Şehircilik Müdürü) ve Selma Bulut (eski İmar ve
Şehircilik Müdürü) hakkında soruşturma izni verilmesine karar
verildi.”
Hayli enteresan değil mi;
“Bu işgale göz yummak ve görevini kötüye kullanmak” suçlamasıyla
eski belediye başkanları Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun yargılanıyor
ama, “işgalcilik ve gasp”la suçlanan CHP’li Başkan Ekrem
İmamoğlu yargılanmıyor!..
Adalet mi bu?..
Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun başkanlar, “işgale göz yummak”tan nasıl
yargılanıyorlarsa, Ekrem İmamoğlu da elbette yargılanmalıdır,
yargılanacaktır!..
Hem de; “kendi işgaline göz yummaktan” yargılanacaktır, iyi mi?..
ALAVİRA-DALAVİRA!
Dedik ya; İmamoğlu hakkında “4 ayrı soruşturma izni” verilmiş...
Bunlardan ilki ve en önemlisi Beykonakları meselesi.... İkincisi;
Atatürk Bulvarı üzerinde ve yıkılan Pazar Pazarı’nın karşı köşesinde
bulunan “İmamoğlu-2 Sitesi” ile ilgili... İmamoğlu, burada da “yeşil
alanı işgal etmekle” suçlanıyor!..
“Üçüncü soruşturma” konusu da, “Cumhuriyet Mah. 678 Ada, 2
Parsel” önündeki yeşil bandın, “ticari bir işletme” tarafından işgal
edilmesi... Başkan İmamoğlu, “bu gaspa göz yummakla” suçlanıyor!..
Daha bir sürü suçlama!..
Şimdi size; “beylikduzusakinleri.com” adlı internet sitesinden, Hasan
Basri Akın imzalı bir haber aktaracağım...
Buyrun, birlikte okuyalım:
“Kamunun bir metrekarelik yerini sattırmayız” diyerek halkın
teveccühünü kazanıp iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun, ilk
icraatının, kamuya ait yaklaşık 100 dönümlük araziyi hasılat
paylaşımı yöntemiyle elden çıkarmasının altında derin bir rant
hikayesi var.
İşte o meşhur ihalede söz konusu arsalardan biri olan; 142 ada 16
parselin, hem belediye kayıtlarında hem de tapu kayıtlarında
olmadığı bilgisine ulaştık.
Olmayan arsa için ÇED raporu süreci başlatılması da cabası...
Ekrem İmamoğlu’nun Belediye Başkanı seçilir seçilmez ilk icraatı
olan, kamuoyunda 100 dönümlük ihale olarak bilinen Megakent’ten
başlayan Volvo durağına kadar uzanan ve dere yatağı ile bütünleşen
92.012,23 metrekarelik arsanın hasılat paylaşımı yöntemiyle
satılması sonrası projeye “VİRA” isminin verilmesi ise işin tuzu
biberi oldu.
Vatandaşlar; geçmişte, alavere dalavere yöntemiyle takas edilen bu
projeye, yeni isminden dolayı “alaVİRA, dalaVİRA” yakıştırması
yapmakta.
(....)
Devran dönüp Ekrem İmamoğlu iş başına geldiğinde, “Sattırmayız”
diyenler (CHP’liler) aynı araziyle ilgili tüm yetkiyi -sınırsız olmak
kaydıyla- Belediye Başkanı’na vererek dümeni tam kırdılar ve
“VİRA” dediler.
İhale gerçekleşti.
Yapılan ihale herkese açıktı. Hasılatın yüzde 35’i belediyeye kalması
kaydıyla Gül İnşaat Proje A.Ş. tarafından alınan bu ihalenin
sözleşmesi kamuoyundan bugüne kadar gizlendi. Bu alana, ne kadar
kapalı inşaat yapılacağının bilgisini kamuoyuna vermekten de
“özellikle” imtina edildi.
“Beylikdüzü dosyası”nı, bugünlük, bu “haber”le noktalayalım ve
Sayın İmamoğlu’na bir uyarıda bulunalım:
“Karşıma, kendiniz çıkın... İster tekzip veya açıklama gönderin ister
mahkemeye verin!.. Ama, üzerime köpeklerinizi salmayın!.. Malûm;
havlamasını bilmeyen köpek, sürüye kurt getirirmiş!.. Köpeklerine
sahip çık!..
Haa bu arada; Akit’i bütün bayilerden toplatınca, gerçeklerin üstünün
örtüleceğini zannetme!..”
Bir çift söz de;
“Bu yazıları, Akit’e ilân verilmesi için yazdığımı” iddia eden “aptal,
gerzek ve kuşbeyinli”lere... Salak herifler; Akit, “bazı yerel
gazeteler” gibi, “tehditle ilân alan” bir gazete değildir!..
Bunu, ancak “Ekrem İmamoğlu’nun parlak tüylü beslemeleri”
söyler!..
*************************************************
“Katil Devlet”ten... “Bağımsız Devlet”e!.. Devlet, daha neyi
bekliyor?
l Ağrı Valisi Musa Işın’ın da “HDP’liler”le ilgili olarak dediği gibi;
“Sen kendi çocuklarını Amerika’daki ya da İngiltere’deki pahalı ve
lüks kolejler”de okutacak, “Diyarbakır’daki fakir-fukaranın
okulunu” yakacak, camını kıracak, evini talan edecek, 70 yaşındaki
adamı, size evini açmadı diye öldüreceksin!..
Sonra da, utanmadan; “Ben Kürdüm” diyeceksin!..
Hasss!.. Hadi ordan!..
l Selahattin Demirtaş’ından Figen Yüksekdağ’ına, Abdullah
Zeydan’ından “Samanlık Devrimcisi Ertuğrul Kürkçü”süne varıncaya
kadar, herhangi bir HDP’li, ABD’de veya Avrupa’da “devlet”e kafa
tutabilir, “terör örgütü” kabul edilen örgüt ve liderlerine böylesine
“övgü” yağdırabilir mi?..
Almanya’da “Hitler” lehinde, Amerika’da “El Kaide” lehinde,
Fransa’da “Usame Bin Laden” lehinde konuşabilir mi?..
Hadi, erkeklerse konuşsunlar!..
Konuşanı;
Bacağından sallandırırlar, bacağından!..
Türkiye’de ise;
O kadar “özgürlük” var ki, “şımarıklık” serbest!..
“Devlete küfretmek” ve hatta “Katil” demek; dahası, “Bağımsız
Devlet” demek serbest!..
Peki “devlet” ne yapıyor?..
Hiiçç... Aval aval dinliyor!..
Nereye kadar?!?..
Bu makale 21.104
kez okundu
yeniakit.com.tr
Türkiye Irak’ta Sünni ordu kurdu
Çarpıcı iddia Mesud Barzani’nin sitesi Rudaw tarafından resmi bir
kaynağa dayandırılarak duyuruldu.
Irak Hükümeti tarafından Şii milis teşkilatı Heşdi Şabi’den sonra bu
kez büyük bir kısmı Musullu Sünniler’den oluşan Heşdi Vatani
kuruldu.
İddiaya göre Irak’da Musul’u kurtarmak için kurulan bu orduda 6
bin sünni milis yer alıyor. Heşdi Vatani (Vatan Topluluğu)
milislerinden oluşan bu orduyu ise Türk Silahlı Kuvvetleri eğitiyor.
Irak hükümeti tarafından 5 aydır bütçeleri ödenmeyen Sünni
milislerin maaşlarının Türkiye tarafından sağlandığı iddia ediliyor.
Rûdaw’a konuşan Irak Parlamentosu Asayiş ve Savunma Komisyonu
Başkanı Şahavan Abdullah, “5 aydır Irak Hükümeti Heşdi Vatani’ye
para göndermiyor. Bu yüzden Türkiye’den maaş alıyorlar” dedi.
MUSUL’u kurtarmak için kurulan ordudaki milislere her ay 500
dolar maaş veriliyor. Heşdi Vatani ordusu Musul eski Valisi Esil
Nuceyfi’nin oğlu Abdullah Nuceyfi tarafından yönetiliyor.
Heşdi Vatani Başika Komutanı General Muhammed Yahya, kampta
ilk aylarda sadece 10 Türk eğitmenin olduğunu, daha sonra son bu
sayının 110’a çıktığını ifade etti.
Yahya, Türk Silahlı Kuvetleri’nin (TSK) gönderdiği ve krize neden
olan askeri birliğin görevinin, sözkonusu eğitmenleri korumak
olduğunu vurguladı. Muhammed Yahya, Musul’u Kurtarma
Operasyonu için 10 bin askerin hazır olduğunu da sözlerine ekledi
Kaynak:Anadoluhaberim
yeniakit.com.tr
Abdülhamit Han: Söyleyin onlara oyun daha bitmedi!
Osmanlı Devleti’ne karşı oyunlar oynayan İngiltere’ye büyük bir
oyun oynayan siyasi dâhi Sultan 2. Abdülhamid Han, İrlanda
Kurtuluş Örgütü’nü kurmuş ve bir asır boyunca İngiltere’nin başına
bela etmişti. Kuşçubaşı Eşref’in ise Lawrence’a verdiği bir cevap
unutulmayacak türdendi: “Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat
henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle sıkıntılar
salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz.”
Modern tarihte İngiltere’nin en büyük baş belası olan IRA’nın
kuruluşunda Türklerin de etkisi var.
Türklerin İrlandalılarla olan ilişkisi Sultan Abdülmecid zamanına
kadar gidiyor.
19. yüzyılın başlarında İrlandalılar İngilizler’e karşı mücadele
içindeydi. Katolik İrlandalılar, kabul etmedikleri Anglikan
Kilisesi’ne vergi vermeyi hazmedemiyorlardı. İngilizlerden din ve dil
ekseninde ayrılıyorlardı.
Ancak 1840’lı yıllarda İrlanda büyük bir kıtlık başgösterdi.
Yoksulların temel yiyeceği patates üretimi durma noktasına geldi.
800 bin kişi öldü, İrlandalıların hak mücadelesi zayıfladı.
İngilizler bu zayıflık durumundan faydalanırken 1847 yılında padişah
Abdülmecid’in emriyle üç gemi dolusu patates yardımı İrlanda’ya
Kraliçe Victoria’nın tüm engellemelerine rağmen ulaştı.
Geminin Dublin Limanı’na yanaşmasını İngilizler engelleyince gemi
yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. Bu tarihi an İrlanda-Osmanlı
arasında ilişkileri sıkılaştırırken başka ilginç bir gelişmeye daha yol
açtı.
Ayrıca İrlandalı soylular da padişah Abdülmecid’e şükranlarını sunan
bir teşekkür mektubu yolladı. Mektubu getiren Oberbak 1849’da
padişahın huzuruna çıkarak teşekkürlerini kabul etti.
İrlandalılar bu vefayı unutmadı. Drogheda şehrinin takımı Drogheda
United 1919’da kurulurken amblemini ay yıldız olarak seçti.
Drogheda United daha sonra İrlanda Premier Ligi’nde de top
koşturacaktı.
Bu futbol ilişkisi Abdülhamit zamanında da kendini gösterdi.
İrlandalıların yoğun ve etkin olduğu Portsmouth kentinde istihbarat
çalışması yürüten padişah Abdülhamit’in şehre büyük katkıları oldu.
Bazı tarihçiler kulübün kurulmasında Abdülhamit’in ön ayak
olduğunu bile iddia etti. Bugün Portsmouth’un amblemindeki ay
yıldızı halen İngilizler bile tartışıyor.
1800’lü yılların ikinci yarısında II. Abdülhamit iktidardayken
dünyayı birinci dünya savaşına götüren saflaşmalar yavaş yavaş
belirleniyor ve uluslararası camiada Osmanlı ve İngiltere arasındaki
gerilim giderek tırmanıyordu. Abdülhamit İrlanda ile ilişkilerin
güçlendirilmesi yolunu tercih etti.
1880 yılına gelindiğinde ise Abdülhamit Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı
kurdu. Bu önemli olay İrlandalıları da etkileyecekti. Abdülhamit’in
kurduğu bu yapı onu yıkan İttihat Terakki Cemiyeti’ne miras oldu.
Teşkilat-ı Mahsusa bu yapı üzerine kuruldu.
Teşkilat-ı Mahsusa cemiyetinin kritik isimlerinden biri ise Kuşçubaşı
Eşref’ti. Gençliğinde Abdülhamit’e muhalif olan bu yüzden Hicaz’a
sürgüne gönderilen Kuşçubaşı Eşref ile Abdülhamit’in siyasi çizgisi
İngiliz karşıtlığında birleşti.
Abdülhamit Hicaz demiryolunu kendi kaynaklarıyla inşa ederken
İngilizler bu yolun Müslümanları birleştireceğinden endişe etti ve
bölgede karışıklık çıkarmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda
bölge cepheye dönüşünce ünlü İngiliz casus Lawrence bölgede
çıkarılan karışıklıklarda başrolü oynadı.
Kuşçubaşı Eşref bizzat Lawrence ile mücadeleye tutuştu. Teşkilat-e
Mahsusa üyesiyken Hayber’de yaralı olarak İngilizlere tutsak oldu.
Bu sırada Kuşçubaşı Eşref Lawrence’a tarihe not düşülecek bir cevap
verdi:
“Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi.
Hükümetinin başına öyle sıkıntılar salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız
bitiremeyeceksiniz.” Bazı tarihçilere göre Kuşçubaşı Eşref’in kast
ettiği İrlanda bağımsızlık mücadelesinden başka birşey değildi.
Bazı tarihçiler Kuşçubaşı Eşref’in de dahil olduğu Teşkilat-ı
Mahsusa’nın özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda İrlanda bağımsızlık
mücadelesinde etkili olduğunu söylüyor. Eşref’in sözü bu iddiayı
doğrularken Teşkilat-ı Mahsusa’nın İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun
örgütlenmesinde önemli rol oynadığı tarihe not düşüldü.
Sonunda 1800’lü yıllarda son derece kötü koşullarda, açlığın vurdu
İrlanda’da 1900’lü yıllara geldiğinde bağımsızlık mücadelesi
olgunlaştı. İrlanda İngiltere’nin kontrolü altında iken, 1916 yılında
büyük ayaklanma çıktı. Ayaklanmayı hareketin liderlerinden James
Connolly başlatmış, İngilizler tarafından sert şekilde bastırıldı.
Connolly ile birlikte 15 yönetici idam edilince İrlanda milliyetçilik
damarı giderek kuvvetlendi 1919’da İrlanda gönüllüleri İrlanda
Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
1922’de ise Irish Republican Army (IRA) artık resmen kurulmuştu.
Bu örgüt 20. yüzyıl boyunca İngiltere’nin en büyük karın ağrısı oldu.
Uluslararası platformlarda da İngiltere’yi çok zor durumlarda
bıraktı.
Osmanlı-İrlanda ilişkisini teyid eden başka kaynakları popüler kültür
ürünlerinde de görmek mümkün. Örneğin ünlü yazar Trevanian’ın
Shibumi eseri… Bu eserde “bu İrlandalılar para için eşlerini bile
Osmanlı sultanlarına satarlar” diye bir cümle geçiyor.
Sonuç olarak İrlanda bağımsızlık mücadelesine Türkler bu yollarla
katkıda bulunurken Eşref Kuşçubaşı Lawrance’a verdiği cevapta
haklı çıkmış oldu. Sonunda IRA’nın tanınmasına kadar uzun süren ve
İngiltere’nin başını çok ağrıtacak mücadele başlamış oldu.
Kaynak:Anadoluhaberim
facebook.com
(24) ULUSALCILIK=NASYONALİZM...NASYONAL
SOSYALİZM NEDİR ?
*****Nasyonal Sosyalizm ya da Nazizm, Almanya'da Adolf Hitler
tarafından kurulan yönetim sistemi ve siyasi bir akımdır. Temel
felsefesi milliyetçilik, sosyalizm, ırkçılık, anti-semitizm ve popülizm
üzerine kuruludur. Bunların yanını sıra antikomünizm ve
antikapitalizm sunmaktadır. Nasyonal sosyalizm beyaz ırkın diğer
ırklardan (siyah-melez) üstün olduğunu ve ırklar arasında varolup
süregelen mücadelenin (ırksal kazanımlarını fark edip
kullanabilirlerse) üstün olan beyaz ırkın kazanacağını savunur.
******Nasyonal Sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında,
ilk teorisyeni Maurice Barrès tarafından yapıldı. Fransız Barrès,
sosyalist bir milliyetçilik fikrini, yabancı egemen Almanya'ya karşı,
seçmenleri kazanmak üzere yaydı ve sosyalizm'in "liberal bir zehir",
ancak, nasyonal sosyalizmin, kollektif milliyetçiliğin
gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler
kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve
Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi.
******Nazi kelimesi, Adolf Hitler'in ideolojisini benimseyen kişi ya
da kurumlara verilen genel adı ifade eder. Nazi Partisi'nin Almanca
adı, NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) idi.
Avusturya vatandaşı Adolf Hitler tarafından faaliyete geçirildi."Nazi"
kelimesi, köken olarak "National" ve "Sozialismus" kelimelerinden
meydana gelmekteydi. (Almanca: Nationalsozialismus)
***************Nazizm'in II. Dünya Savaşı'ndan Sonraki Durumu
*******************
İki dünya savaşı arasında ortaya çıkan bu ideoloji, bugün
milletlerarası siyasi ve toplumda kabul görmemektedir. Bugün halen
açık ve gizli eylemlerle faaliyetini çeşitli ülkelerde sürdürmeye
çalışmaktadır. Bunlar arasında Almanlar'ın NPD ve Skinheads'leri
(dazlaklar), İngiliz Skinheads ve holiganları yanında Amerika'da Ku
Klux Klan üyeleri gibi daha birçok ufak tefek grup ve akımlar
mevcuttur. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede Nazi'lerin
açıkça siyasi ve dernek çalışmaları sınırlandırılmış veya
yasaklanmıştır.
*****1933'te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nde örgütlenen
Nasyonal Sosyalistler Weimar Cumhuriyeti'nin (Almanya) seçimlerini
kazanıp hükümeti kurarak totaliter diktatörlüklerini ilan ettiler. Bu
yeni Nazi devletinin adı III. Reich'ti ve 1945'e kadar devam etti.****
---------------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------
SERBEST DÜŞÜNME ZAMANI :
Ülkemizde bazı sol fraksiyondan siyasi görüşteki kişiler
kendilerini ULUSALCI= yani NASYONALİST olarak
nitelendiriyorlar .BU tarifi mümkün olmayan bir durumdur .Çünkü
NASYONALİZMİN sol görüşle yakından uzaktan alakası yoktur .
ASlında bu durum ,kendisini SOLcu sanan KEMALİSTLER in
düştüğü tuhaf durumun bir başka örneğidir .
SOLCULUK düşüncesi aslında BAŞKA ÜLKELERLE
ENTEGRASYONU VE PROLETARYA (İŞÇİ ) YÖNETİMİNİ
savunur .Ve düsturu da şudur : " DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ
BİRLEŞİN "
Ama ULUSALCILIK bu mantığa ters bir düşüncedir . VE
olabildiğince içe kapanmayı benimser.KUZEY KORE modeli gibi .
EZİLEN İNSANALIRN VE İŞÇİNİN yanında olduğunu
söyleyenlerin GÜCÜ ELİNDE tutan bir azınlığın hükümranlığını
savunması da ayrı bir çelişkidir . MAlum ülkemizde EGEMEN sınıf
gerçekte hiçbir zaman BURJUVAZİ olmamış olamamıştır .
EGEMEN sınıf BÜROKRASİ ve ASKERİ bir oligarşi şeklinde
görünmektedir.
EGEMENLERİN en çok ezdikleri sınıf da malum
kendisini savunacak apolotlerden mahrum ve savaşlarda LAİK bir
dünyanın bekçiliği CANI pahasına yaptırılan HALKTIR .
TÜM bu gerçekler ortadayken ULUSALCI kimliğiyle
SÖZDE KAPİTALİZME savaş açtığını iddia eden bir kesim sözde
solcularımızın ülkedeki DARBELERE ses çıkarmmış olmaları
nedendir ?
BUNUN SEBEBİ ONLARIN NASYONAL SOSYALİST YANİ
FAŞİST OLMALARINDANDIR . Halkın acısının devam etmesi için
bazen DAĞDAKİ EŞKİYA BAŞINI KARANFİLLERLE ziyaret
ederler.Ertesi gün gelip halka şirin görünmek için ona küfrederler.
EŞKİYE partisiyle ortak hareket ederek beraber iki şekilde ülkeyi
germe STRATEJİLERİ kurgularlar .
ÖZGÜRLÜK maskesi altında İNSANLARI susturmayı maharet
sayarlar . HRANT DİNK in dava edilmesi için çabalar,o davaya
giderken grup halinde onu linç etmeye kalkarlar .HRANT DİNK i
adamları vasıtasıyla haklanınca .HRANT DİNKE sahip çıkarlar
...VE tüm bunları yaparken gayet doğal davranılrlar ve bu hareketleri
ACAR GAZETECİLER tarafından asla HABER KONUSU
yapılmaz.
ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN
HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR
.ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN
HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR .
habervaktim.com
İrademiz Yok Mudur? - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
Vakit namazı ezanı okunuyor. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinin fıkhına
göre, (yirmi kadar “şer’î özrü” bulunmayan) bütün hür ve mukim
erkeklerin farz namazını cemaatle kılması gerekir. Ya camiye
giderek, yahut kendi aralarında. Bu konudaki irademiz nerede?
**
Cuma ezanı okunuyor. Dört mezhebin fıkhına göre, ezanla birlikte
ticaretin, alış verişin, dünya işlerinin durması, dükkanların
işyerlerinin atölyelerin ofislerin kapanması ve Rahman’a ibadet
etmek için camiye gidilmesi gerekir. Bu konudaki irademiz nerede?
**
Sekiz yüz öğrencisi olan İmam-Hatip mektebinde namaz vakti
gelince ezan okunması ve bütün öğrencilerin idareciler ve
öğretmenlerle birlikte cemaatle namaz kılması gerekir. Bu konuda
bir irademiz var mıdır?
**
Ayasofya Câmi-i Kebiri hâlâ kapalı. En az beş milyon Müslümanın,
siyasî iktidara dilekçe vererek, ulu mâbedin açılmasını istemesi,
açmazsanız oy vermeyiz tehdidinde bulunması gerekiyor. Bizde niçin
bu irade yok?
**
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bedava Osmanlıca kursları açtı. En az
beş milyon vatandaşın bu kurslara kayd olarak Osmanlıca öğrenmesi
gerekirdi. Böyle bir irade niçin yok?
**
Latin/Frenk alfabesi devrimi caduc oldu. Müslümanların, yazı
hürriyetinden istifade ederek Osmanlıca günlük gazeteler, haftalık ve
aylık dergiler, kitaplar yayınlamaları gerekirken bu konuda dişe
dokunur bir gayret ve faaliyet yok. İsrail Yahudileri kendi İbranî
yazılarını, alfabelerini korurken biz Türkiyeli Müslümanlar niçin
millî ve dinî Kur’an ve İslam alfabemizi korumuyoruz? Bizde böyle
bir irade niçin mevcut değil?
**
Kadın tesettür kıyafeti konusunda bozukluklar sergileniyor. Kur’ana
Sünnete Şeriata uygun olmayan şeytanî Süslüman kıyafeti yaygın hale
geldi. Bu çarpıklığı düzeltecek irademiz nerededir?
**
Alevî kardeşlerimiz canla başla, dişleriyle tırnaklarıyla Cem evleri
için çalışırken, Sünnî çoğunluk İslam medreselerinin tekrar açılması
için çalışmıyor. Böyle hayırlı bir iş konusunda bizim yeterli irademiz
yok mudur?
**
Ehl-i tasavvuf, sûfiyan-ı kiram, tarikatların tekrar açılması ve
Meclis-i Meşayih denetiminde hizmet etmeleri için niçin siyasî
iktidara baskı yapmıyor. Biz bu kadar iradesiz miyiz?
**
Bütün mü’minlerin tek bir Ümmet çatısı altında toplanması
konusundaki irademiz var mıdır, yok mudur?
**
Ehl-i sünnet camiası niçin reformcularla, dinde yenilik ve değişim
isteyenlerle, İslamın içini boşaltmaya çalışan münafıklarla yeteri
kadar mücadele etmiyor, onların sapıklıklarını ve bozukluklarını red,
cerh ve ibtal etmiyor. Bu kadar iradesiz miyiz?
**
Ehl-i Sünnet karşıtlarının baş tacı olan şu mâlum adam, İslam Şinasi
isimli kitabında “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, kemal sıfatlarla
sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Hak Tealayı iki çehreli bir
Roma putuna benzetiyor, hem de hakikî sıfatını ekleyerek. Peki Ehl-i
Sünnetin buna karşı bir iradesi yok mudur ki, bu adam hâlâ tutuluyor
ve gençliğe bir İslam önderi olarak tanıtılabiliyor. Biz bu kadar
iradesiz miyiz?
**
Diyanet yayınevlerinde, Allah’ı Roma putuna benzeten adamın
kitapları satılıyor. Ümmetin bunu protesto edecek iradesi yok mudur?
(İkinci yazı)
Tedbir Almak
BÜYÜK depreme, üçüncü dünya savaşına, âhir zaman âfet ve
musibetlerine hazırlanıyor muyuz, bunlara karşı tedbirler alıyor
muyuz?
Neler yapabiliriz? Bunları önleyemeyiz, olacaklar olacaktır ama
cüz’î iradelerimizle yine de bir şeyler yapabiliriz. Bu
yapılabileceklerin bazısını sayayım:
1. Tevbe ve istiğfar etmek. Günahlarına cürümlerine pişman olmak,
Hak Tealadan afv ve bağışlanma dilemek.
2. Zekat vermek. Zekat vermek ne demektir? Malının kırkta birini
her yıl Allah rızası için, Kur’anda zikr edilen sekiz sınıf (bazıları bu
devirde mevcut değildir) Müslümana, temlik etmek suretiyle
dağıtmaktır. Zekatın ne olduğu, nasıl verileceği, Ehl-i sünnetin fıkıh
kitaplarından yazılıdır. Derneklere, vakıflara, Çocukları Koruma
Derneğine, Cami Yaptırma Derneğine, Ağaç Dikme Derneğine, öteki
hükmî şahsiyetlere (tüzel kişilere) zekat verilmez. Şeriata ve fıkha
uygun olmayan şekilde verilen zekatlar zekat olmaz, tekrar verilmesi
gerekir.
3. Sadaka vermek, yardım etmek.
4. Namaz kılmayanların namaza başlaması.
5. Namaz kılanların, daha ciddî, daha itinalı, daha doğru kılmaları.
6. Farz namazların cemaatle kılınması. Ardında namaz kılınabilecek
ehliyetli imamlar aranması…
7. Deprem bölgesinden, deprem olmayacak bölgelere hicret edilmesi.
8. Oturduğu binanın mühendislere kontrol ettirilmesi, bina çürükse, 7
şiddetinde bir depremde yıkılacaksa, başka bir yere taşınılması.
9. Bir haftalık su, yiyecek depolanması.
10. Tıbbî ilk yardım seti edinilmesi.
11. Elektrik feneri, mum, lamba…
İnsanların çok büyük bir çoğunluğu maalesef büyük gaflet içindedir.
Büyük şehir depremini bekliyor… Depremin ayak sesleri duyuluyor
ve insanlar gaflette.
1999 depreminden ibret almadık.
Üniversiteli düzgün ve akıllı bir gence sordum.: 1999 depremini
hatırlıyor musun? Hatırlamıyorum… Bu konuda yeterli bilgin var
mı?.. Yok!..
Zelzelede yıkılacağı, belki de yassı kadayıf gibi olacağı mühendis
raporuyla bilenen bir binada oturan aile reisine sordum: Buradan
taşınmayı düşünmüyor musunuz?.. Donuk gözleriyle yüzüme baktı ve
cevap bile vermedi.
Cenab-ı Hak bizlere akıl, sağduyu, fikir nasip etsin de, felaket
gelmeden önce, cüz’î de olsa tedbir alalım.
29.12.2015
habervaktim.com
Faciasız hac için seferberlik - Ahmet Taşgetiren
Yazarın Tüm Yazıları »
Diyanet İşleri Bakanı Prof. Dr. MehmetGörmez’in İran temasları çok
yoğun geçiyor. Tahran’daki ilk güne, Vahdet Konferansından sonra
iki görüşme sığdı.
İlki İran Hac Bakanı Gazi Asker’le Hac Bakanlığında gerçekleşti.
İkincisi ise İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer İbrahimi
Türkmani ile.
Gazi Asker’le geçen sene Hac’da da bir görüşme olmuş, ben orada da
bulunmuştum. Bu seneki görüşme, hem Türk - İran ilişkilerinin
gerildiği bir zamanda hem de Hac esnasındaki vinç ve Mina
Faciasının üzerine gerçekleşiyor.
Mina’da vefat eden Türk hacı sayısı 7, oysa İranlı hacı sayısı 400’ün
üzerinde.
İran çok dertli ve Suudiler’in bunun bedelini ödemesini istiyor.
Bakan Gazi Asker “Diyet”i seslendiriyor. Kendilerinin hacıları
sigortaladıklarını, herhangi bir kişisel kusur olmaksızın böyle bir
ölüm gerçekleştiğinde İslam fıkhının neye hükmettiğine bakılması
gerektiğini söylüyor.
Orada morgdan İranlı hacıları alıp memleketlerine getiren bir yetkili
gözlemlerini aktardı ki, gerçekten yürekler acısı. Cesetlerin
konteynırlara üst üste istif edildiğini vs. vs. gözleriyle gördüğünü
anlatıyor ki, yürek dayanmaz. Bu arada Mina şehitleri için her sırada
350 ceset olmak üzere 15 sıra halinde morgun yakınında bir
Makberetüşşüheda oluşturulduğunu, bir kısmının da Arafat’ın
doğusunda oluşturulan bir şehitliğe defnedildiğini öğreniyoruz.
- Bundan sonra, diyor Bakan Gazi Asker, hac sıcak aylara doğru
geliyor, sıcaklara karşı ve su ihtiyacını görmek için özel tedbirler
almak lazım. Ayrıca ambulansların ihtiyaç halinde seyrüseferini
kolaylaştıracak tedbirlere ihtiyaç var. Bütün bunların Suudilerle
görüşülmesi gerekir. Mina’da ölenlerin sayısı üz erinde de konuşuldu
ki, bu rakam hala çok net değil, 5500 ile 7460 rakamlarından söz
ediliyor.
Söz Mehmet Görmez Hoca’ya gelince o, vinç hadisesinde insanlar
orada can vermiş, yaralı, çırpınırken, tavafa devam edilmesi
konusundaki sorgulamasını da sürdürüyor, karıncanın ezilmesinin
yasaklandığı bir ibadet ortamında binlerce insanın havasızlıktan,
susuzluktan, birbirinin üzerine düşerek can vermesine de deyim
yerindeyse isyan ediyor.
Hem Görmez Hoca, hem Gazi Asker, adeta “Bu bize ders olsun”
yaklaşımı içinde, önümüzdeki hacların sıcak aylara gelmesini de
dikkate alarak, “Tedbir alınması”nda ısrar ediyorlar.
Görmez Hoca, önümüzdeki Hac mevsiminde Arafat’ta bütün
çadırları yüksek çadırlardan yapmayı, her çadırda klima ve soğuk su
bulundurmayı planladıklarını söyledikten sonra şu teklifte bulundu:
- Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya, Malezya ve Suudi Arabistan
yetkilileri bir araya gelelim ve bu faciaların bir daha yaşanmaması
için neler yapılması gerektiğini konuşalım. Bunu yakında
görüşeceğim Suudi Hac Bakanı’na teklif etmek istiyorum.
İranlı Bakan Gazi Asker, bu teklife aynen katıldıklarını ifade etti.
Hem Gazi Asker, hem Görmez Hoca, Mina ve vinç hadiselerinin
dünya kamuoyunda İslam’a zarar verdiği düşüncesinde de
birleşiyorlar.
İranlı bakan “Amacımız Suudileri eleştirmek değil, tedbir alınmasını
sağlamak” derken Görmez Hoca da “Suçu bütünüyle Suudilere
yüklemek doğru değil” dedikten sonra “Mekke ve Medine’de
mekanları genişletmek kadar gönlümüzü de genişletmeye ihtiyaç var.
Hacılara verilen eğitim sadece Hac menasikini öğretmek öğretmekle
sınırlı olmamalı, aynı zamanda oraya gelen kardeşlerle ilişkiyi de
öğretmek lazım” sözlerini de ekledi.
İkinci görüşme İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer
Türkmani ile gerçekleşti, demiştim. Bu kurum, bizdeki Yunus Emre
Enstitüsü’nün daha İrancası. Yani daha dini muhtevada olanı. Yurt
dışında İran fikriyatını taşıyor dersem yanlış olmaz sanırım. Görmez
Hoca’nın burada söylediklerinden şunların altını çizdim:
“Türkiye ve İran, her türlü stratejiyi bir kenara bırakıp insaniyette,
islamiyette ve samimiyette buluşmalıdır. Bu coğrafyada yaşananların
başka yerlere taşınmaması için birlikte çaba göstermeliyiz.”
Yarın izlenimlere devam ederiz inşaallah.





























































































































































































































































































































































































































