'Dava taşı' gediğine konulacak Hasan Abi




'Dava taşı' gediğine konulacak Hasan Abi

 Takdir-i ilahi için boynumuz kıldan ince.. Biz kadere ve ölüme

inanmış insanlarız.. Bir mü’min, zaten en başta Yaradan’ına teslim

olmuş demektir..  Abimiz, üstadımız, büyüğümüz Hasan

Karakaya’nın Hakk’a yürüdüğü haberini alınca, ‘Neden gittin Hasan

abi, Üstad’ın vasiyeti olan, ‘Dava taşını gediğine koymadan..’ diye

bir çığlık yükseldi içimden..

 Hasan Karakaya ile ilk olarak, 1996 yılının ekim ayında tanışmak

nasib olmuştu.. Vakit gazetesinde muhabir olarak başlamıştım

mesleğe… Kısa süre çalıştıktan sonra, 1997’nin başında da

ayrılmıştım, 10 yıl sonra, 2007’de tekrar Akit’e Haber Müdürü

olarak dönmüştüm..

 Türkiye’de hükümetler değişmiş, darbeler yaşanmış, insanlar farklı

yerlere savrulmuş, tarzlarını değiştirmişler, geçmişlerinden utanır

olmuşlar ama Hasan abi, heyecanından, cesaret ve azminden en ufak

bir şey kaybetmemişti.

Bir buçuk yıl da olsa, Hasan abinin yönettiği gazetede haber

müdürlüğü yaptığım için kendimi şanslı görenlerdenim..

EN BEĞENDİĞİM MESLEK

Zira gerçekleri, komplekssiz söylemek, eğmeden bükmeden,

dosdoğru ifade etmek, hak ve hakikat olunca hatırı bir kenara

bırakmak, hele hele de yasakçılara, darbecilere, milletin inanç ve

değerlerini hor görenlere karşı mücadele vermek O’nun yegane

gayesi idi..

Üstad Mehmed Akif’in, “Budur cihanda en beğendiğim meslek;

sözün odun olsun hakikât olsun tek” ifadesi O’nda vücud bulmuştu

sanki..

Mesela, son yazısında yer alan bir cümle; “Haa, onlar ‘havlıyor’

diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne ‘köpek’ler gördüm ben!..

Onlardan tırsmadım ki, şimdi tırsayım!..”

Hakikaten de Türkiye tarihini bilenler, Hasan Karakaya’nın derdini,

davasını, üslubunu ve mizacını dahi iyi anlayacaklardır..

Son 200 yıldır, hassaten de, son asırda Müslümanlar kendi

ülkelerinde parya muamelesi gördü.. İdam edildi, hapislere tıkıldı,

işkencelerden geçirildi, partileri kapatıldı, mektep ve medreselerine

kilit vuruldu, aşağılandı, horlandı, ötekileştirildi.. Bunların  bir

kısmını bizzat yaşayan, bir kısmını da bilen onurlu, Müslüman bir

gazeteci/aydın susabilir miydi..  Hasan abi de kendine yakışanı yaptı,

susmamayı tercih etti.. O’nun üslubundaki keskinlik, aslında bir

çığlık, bir öfke idi.. Haksızlıklara, zalimliklere ve millete

rağmencilere karşı..

DERTSİZ OLMAK MÜMKÜN MÜ

Hasan Karakaya 62 yaşında aramızdan ayrıldı.. Beyaz atlara bindi ve

asude bahar ülkesine gitti.. 2008 yılıydı sanıyorum, yine kalbinden

rahatsızlanmış, stent takılmıştı.. Türkiye’deki çarpık sistem, millete

karşı mevzilenenler O’nu çok yormuştu.. “Türkiye’de yaşayacaksın,

hem de stresten uzak duracaksın, mümkün mü bu?" diye soruyordu.

Birçok kimsenin 'adam sen de..', 'dünyayı sen mi kurtaracaksın..',

'sana ne.. ' gibi endişelerle kenara çekildiği zor zamanlarda, o sağına

soluna bakmadan 'Ben varım' diyebiliyordu..

Evet.. Ölüm yokluk değil, yeni ve taze bir başlangıçtır.. Hele de

haksızlıklar karşısında haykırmayı bilenler için..

Beni üzen ise; O dâva taşı.. Ne diyordu Üstad; “Genç adam! Bundan

böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına

koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine

koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!”

O ‘dâva taşının gediğine konulduğu günler’ de gelecek inşallah..

Hasan abi bunu göremedi, biz görür müyüz, görmez miyiz Allah

bilir.. Bize düşen o vasiyeti yerine getirmek için çalışmak.. Hasan abi

gibi..

Allah’tan rahmet, sevenlerine sabır diliyorum..

X







yeniakit.com.tr
Ayna.. Ayna söyle bana!
İLK YAZISI (Beklenen Vakit / 16.09.1994)

Daha; Vakit’in yayın hayatına atıldığı ilk günlerde sizlerle böyle bir

köşede kucaklaşmak, bize ulaşanları sizlere aktarmak niyetindeydik.

Ancak, geride bıraktığımız 368 gün boyunca o kadar yoğun, o kadar

hızlı bir tempo içindeydik ki, bırakın yazı yazmayı, başımızı

kaşıyacak birine bile muhtaçtık.

Elhamdülillah, nispeten rahatladık.

Hele; Gazetemizin Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenimiz, ondan da

önce ağabeyimiz Mustafa Karahasanoğlu’nun, “Seni biraz

rahatlatalım, 18 saatlik çalışma süreni 16 saate indirelim de, al artık

şu kalemi eline* uyanları sıklaşınca, zaten elimizden düşmeyen

kaleme, daha bir sıkı sarıldık.

Ve işte karşınızdayız.

Bundan böyle sadece haftada bir gün değil, Allah (cc) izin verdiği

sürece her gün birlikte olacağız.

Yalnız; Türkiye’nin bütçe açığı kadar büyük bu köşe, sadece benim

aktaracaklarımla dolmaz. Onun için; sizler de gördüklerinizi,

duyduklarınızı aktarın “Ayna’ya, biz de yansıtalım.

Göndereceğiniz bilgiler, hele bir de ‘belgeli’ olursa, işte o zaman

çifte kavrulmuş olur... Aman, iyice tahkik etmeden, sadece “duyum’a

dayalı bilgiler göndermeyin. Zira, fincancı katırları ürkmek için

zaten bahane arayıp duruyor... Hiç olmazsa, attığımız taş

ürküttüğümüz kurbağaya değsin.

Her şey olacak bu köşede.. Siyaset, kavga, güzellik, kulis, ilgi ile

okuyacağınız her şey» ister ‘çorba’ deyin, İster ’aşure’.

Sizler “memnun değiliz’ deyinceye kadar buradayız. Çünkü biz, Kral

Kara Murat gibi, çakılıp kalmasına ‘koltuk’ ve “köşe’ heveslisi

değiliz.

Ancak, ‘Bir an önce gitse de, bize de yer açılsa’ diye düşünüyorsanız,

aldanıyorsunuz.

Zira, yazacağım çok şey var.

Şakayla karışık, bir ’sunuş’ yazısı da böylece bitti. Haydi şimdi,

diğer yazıları okuyalım.

Bundan böyle, bu köşenin tiryakisi olacağınız için şimdiden

teşekkürler.

Aman “Ayna’ya küs olmayın. Daima “ayna’ya bakın, çünkü aynada

kendinizi göreceksiniz.

Maksat Manukyan’lar yaşasın

Önce, ajanslardan geçen bir haberi aktaralım:

“Abhazya’daki Ermeni topluluğu, hayatını fahişelikle kazanan iki

Ermeni kadını aforoz etti. Topluluk liderleri, resmi yetkililere

başvurarak, Abhazya dışına çıkan iki kadının bir daha sınırdan içeri

sokulmamasını, yurttaşlıktan çıkarılmasını ve ayrıca

cumhuriyetlerinde mini eteğin yasaklanmasını talep ettiler. Fahişelere

anlayış gösterilmesi durumunda ise, onları bir kazanda kaynatarak

cezalandıracakları uyarısında bulundular.’

Abhazyalı Ermeni fahişelerin durumu zor. Türkiye’deki Manukyan

ablaları ise, aldığı ödülleri koyacak yer bulamıyor.

Oysa, üçü de Ermeni!

Bizim “kökten laikler”, boşuna dört elle sarılmıyor bu sisteme!

Maksat, Manukyanlar yaşasın!.

Toplatma... Hoplatma

Daha ilk günden “kavga’ya girmek zorunda kaldığım için hepinizden

özür diliyorum. Ancak, bu köşede sık sık “kavga’ya da, “sevgi’ye de

tanık olacağınız için, ha bugün, ha yarın fark etmez.

Yekta Güngör’ün ‘Cumhuriyet okumak şereftir” dediği gün

Cumhuriyet toplatıldı, ertesi gün de toplatma kararı kaldırıldı ya.

Cumhuriyetçiler, tutmuş, okurlarına sormuş,

“Ne diyorsunuz?” diye.

Zinanın zirveye çıktığı ve tuvaletlerinden “cenin’lerin toplandığı

Köy Enstitüleri çıkışlı emekli öğretmen M. Ali Aydın buyurmuşlar ki,

“-Vakit, Cuma gibi yayın organları halkı cihada, savaşa çağırdı, savaş

ilan ettiği vakit, bu yayınlar neden toplatılmıyor?”

İnsan, olaylara at gözlüğü ile baktığında, daima tek yanlı görür.

Emekli öğretmenimizin gözlerine ise, galiba hepten perde inmiş.

Kulakları da “Şefinden kalma “sağırlık’tan muzdarip olmalı...

Neyse… Ancak, bilmeli ki bay “mütekait” öğretmen, Vakit de Cuma

da toplatıldı DGM tarafından.

Cuma’nın toplatılma olayı biraz garip bile oldu.

Cumhuriyet’teki bir haberde geçen “üç satırlık” demeç yüzünden

toplatıldı Cuma…

Cumhuriyeti ise ne toplayan oldu, ne sorgulayan!. Sonra, Vakit

antiterör yasası aleyhinde kampanya açarken siz neredeydiniz?«

Meseleleri hoplatmayalım lütfen.

Bu makale 15.452

kez okundu





1


yeniakit.com.tr
Bu Şarapçı Noel, Kimin Babası?

Benim bir zamanlar Dede Korkut’um vardı. Pir Sultan’ım,

Karacaoğlan’ım, elindeki kılıcını dağlara doğru kaldırarak Bolu

Beyi’ne Türkçe meydan okuyan Köroğlu’m vardı. İmam Taberi’den

Halid Bin Velid Hazretleri’nin kahramanlıklarını dinler, Uhud

meydanına yıkılan Hazreti Hamza’nın başucunda ağlar, şehadet

parmağı ile önüne çıkan denizi göstererek “SEN ŞAHİT OL YA

RAB, EĞER ÖNÜME BU DENİZİ KOYMASAYDIN BÜTÜN

DÜNYAYI MÜSLÜMAN YAPACAKTIM” diyen Tarık Bin Ziyad’la

atımızı denize sürerdik. Sırtını dağlara dayayan Dadaloğlu ile

dertleşir, Yunus’umla Allah’ı arar, Hocam Nasrettin’le gülerdim.

Ahmet Yesevi “Evlat” derdi bana... Hacivat’la Karagöz dünyasının

“pişekârıydım” ben. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçemizin

bekçisiydi. Fatih Sultan Mehmed’le İstanbul’un surlarına dayanır,

Yavuz Sultan Selim’le Sina Çölü’nü geçer, Kanuni Sultan

Süleyman’la Macaristan’a akın ederdim.

Dünya “Liderim” derdi bana.

Selahaddin Eyyubi ile omuz omuza Kudüs’ü, Ömer Muhtar ile

Libya’yı, Şeyh Şamil ile Çeçenistan’ı, Aliya İzzet Begoviç’le

Bosna’yı, İsa Yusuf Alptekin’le Doğu Türkistan’ı, Ebul Feyz

Elçibey’le Azerbaycan’ı savunurdum. Ümmetin gökyüzünde parlayan

bu şanlı güneşleri her sene bize gelirdi.

On yıllar var ki, buralara uğramaz oldular. Onların yokluğunda önce

kırmızı burunlu, şişko, utancından değil içtiği şaraplardan yüzü

kızarmış, evlere kapı yerine bacalardan giren sarhoş Noel Baba geldi

semtimize, sonra onun nereden peydahladığı bilinmeyen şımarık,

züppe torunları volta attılar şehir meydanında...

Çağdaşlaşıyor muyduk bilmiyorum ama yozlaşıyorduk.

Hipermarketler, shopping centerler, trendler, inler-autlar showlar,

cafeler, dublexler, triplexler, agualandlar, mediumlar, larclar,

xlarclar, djler-vjler, mauslar, klâslar, fastfoodlar, fast-lovelar, net

booklar, rezervasyonlar, transverler, defanslar ve daha niceleri

dilimize girdi. Âşık olduğumuz insana önce “I Love You” , Sonra

“Always Love You” demeye başladık. Adımız Ahmet’ti, Mehmet’ti,

Ayşe’ydi, Fatma’ydı. Müslüman ananın, Müslüman babanın

evladıydık. Ama İngilizce düşünüp, “Turkche “ konuşup, kırmızı

kukuletalarla, takma sakallarla güya eğleniyorduk.

Nasrettin Hoca’mın fıkraları ile güldüğüm, Yunus’umun şiirleriyle

eridiğim, Mevlana’nın sözleriyle piştiğim, Köroğlu’nun isyanı ile

coştuğum, Fatih’ten, Yavuz’dan bize miras bu Müslüman memleketin

sokaklarında bu bize yabancı, başkalarının babası geyikçi sarhoş

“Noel Baba’nın”(!) ne işi var.

ABDULHAMİD HAN’IN TORUNU MÜSLÜMAN GENÇLİK,

Dini Mizacını; SÜLEYMAN ÇELEBİ’de...

Derinlik ve olgunluğunu; ÖMER MUHTAR’da...

Mavera Hummasını; YUNUS EMRE’de...

Kahramanlık Hayalini; BATTAL GAZİ’de...

Yiğitlik ve meydan okumayı; SELAHATTİNİ EYYÜBİ’de...

Allah resulüne itaatini; HAZRETİ EBUBEKİR’de...

İslam Adaletini; ÖMER BİN HATTAB’ta...

Tepki ve İsyan Ruhunu; KÖROĞLU’nda...

Nükte ve Hicvini; NASRETTİN HOCA’da...

Sosyal Adalet ve Yardımlaşmayı; AHİ EVRAN’da...

Anadolu Ruhiyatını; HACI BEKTAŞ VELİ’de

Plastik Fikrini; MİMAR SİNAN’da...

Fonetik Fikrini; DEDE EFENDİ’de...

Çanakkale Ruhunu; MEHMET AKİF’te...

Yaşama Zevkini; YAHYA KEMAL’de...

Allah Uğruna Cihadını; NECİP FAZIL’da...

Dik Duruşu ve Asaleti; OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ’de...

Osmanlılık Şuurunu; YAVUZ SULTAN SELİM’de...

Pes Etmeden Cihadı; FAHRETTİN PAŞA’da...

Allah Uğrunda Ölmeyi; ÜRDÜNLÜ HATTAB’da

Allah Düşmanıyla Çarpışmayı; ÇEÇEN ŞAMİL BASAYEV’de...

Bulduktan ve bu hususiyetleri gönül bahçesinde yeşerttikten sonra,

Ayasofya Camii Şerifinde Cuma namazını kılıp okunan hatm-i

şerifler eşliğinde Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine

koyup bir gün Türk Bayrağını yeniden şahlandıracaktır.

Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,

Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es...

Muhabbetle...







yeniakit.com.tr
HASAN KARAKAYA

Karakaya 1954 yılında Manisa’da doğdu. Gazeteciliğe Barış’ta

başladı. Yenigün ve ardından Başkente geçti. Gazeteciliğe Ankara’da

başladı. 22 yaşında genç bir yazı işleri müdürü idi. Biz o yıllarda

tanıştık.

Yenigün’den sonra Milli Gazete, Yeni Devir, Türkiye Gazetesi, 1988

Cuma ve ardından Vakit. Karakaya, Milli Gazete’ye Abdulkadir

Özkan’la birlikte geldi. Zeki Ceyhan, Ferhat Koç ile bir ekiptik. Ben

İstanbul’dan geldim, onlar Ankaralı idi. Sonra, Ferhat ve Zeki

Ankara’da kaldı biz İstanbul’a geldik.. Hasan Aksay, ve Mustafa

Karahasanoğlu ile Ankara’da yakın ve sıcak bir işbirliğimiz vardı.

Hey gidi günler hey. Fotoğrafı çek, agrandizörde bas, kadrajla,

klişeyi yaptır, haberi yaz diz, sayfa sekreterliği yap. Anlayacağınız

her iş gelirdi elimizden. Ben fotoğrafa meraklıydım, Karakaya sayfa

çizmeye. Karanlık oda daha çok Farsakoğlu’nun işi idi. Özkan işi

çekip çevirirdi. Sadık Albayrak daha çok makale yazardı. Bütün

bunlar Cağaloğlu’nda bir iş hanının bir kaç odasına sıkışmıştı. Daha

bir düzine arkadaşın ismini saymam gerek aslında o günlerde birlikte

koştuğumuz.

Yeni Devir’de Ankara ekibinin büyük katkısı oldu.. Yazarlarımız da

Ankara’dan geldi. Yedi güzel adamın yarısı bizde yazardı. Akif İnan,

Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören.. Edebiyat dergisinden

gazete yazarlığına geçiş kolay olmadı. Zaten Yeni Devir de sıradan

bir gazete değildi. İstişarelerin ardından ilk Akif İnan “tamam” dedi.

Akif İnan, 1960’lardan Türk Ocağı’ndan Hasan Aksay ve Süleyman

Arif Emre, Fehmi Cumalıoğlu ile tanışıyorlardı. Biz tanışıyorduk.

Ben zaten sanat edebiyat konuları ile ilgileniyordum. Gazetede

Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran gibi arkadaşlarla yeni Sanat

dergisi çıkartıyorduk, MTTB sinema Kulubü’nde milli sinema

tartışmaları düzenliyorduk, Yücel Çakmaklı, Ali Osman

Emirosmanoğlu, Mesut Uçakan, Salih Diriklik ve 6 arkadaş daha.

Aynı yerden geliyor ve aynı yöne bakıyorduk. Anlaşmamız zor

olmadı tabi.

Karakaya’yı o günlerden tanırım yani, yarım asırlık ortak bir

geçmişimiz var nerede ise.. 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı birlikte yaşadık.

Karakaya’nın, Hasan Maden’le evlere şenlik bir gözaltı hikâyeleri

var, hiç unutulmayacak.. Bir sürü birlikte sanık olduğumuz dava var..

Bir dönem zaten sorumlu yazı işleri müdürü idi. Mesela meşhur

Erkaya davasında da birlikte sanıktık, askeri mahkemede de.. “Dava

arkadaşıyız” yani.

Karakaya’yı yakından tanıyanlar onun neşeli biri olduğunu bilir..

Sanırım gazetenin en uzun boylusu benim, en kısa boylusu o. En son

onunla Akil Adamlar heyetinde beraberdik.. O sigara içerdi, her

seferinde takılırdım, ona bu konuda. Dostunu yanlış seçiyorsun, o

sana ihanet edecek diye..

Karakaya’nın vefat haberini, Erzurum’da, sabah namazına

kalktığımda Twitter’den öğrendim. Cumhurbaşkanı ile Medine’de

iken kalp krizinden vefat etmiş.

O vefat etti diye Paralelciler bayram ediyor. Haber vereyim, o orada

da hakkınızda şahidlik edecek.. Hem zaten o gün, din gününde mizan

kurulduğunda kim ne yaptı ise ortaya dökülmeyecek mi. O günden

kim kaçacak ki.

Karakaya hep mutfakta oldu, ben daha çok yazarlık yaptım. O zor

günlerde her gün gelen yüzlerce haberle boğuşurdu. Yaşadıklarına

isyan ederdi. Özellikle dindarlara yönelik tehditler ve hakaretler

karşısında dik durdu, meydan okudu, eğilmedi.. Öfkesi, duyduğu

acıya denk bir isyandı aslında. İsyanını bastırıp çıdam olmayı

seçmedi. Daha sakin olmaz mısın diye sorduğumda, bana bir şeyhin

öfkeli bir adamı mürit edinmesini ve onu sakinleştirmek için ağzına

bakla almasını öğütlediğini, ama bir gün yaşadığı olaylar karşısında

müridine “çıkart artık şu ağzındaki baklayı” dediğini anlatırdı.

Aslında özel hayatında çok sakin biri idi.. Ama “uysal koyun” yerine

konulmak da istemiyordu. “Ensemize vurup lokmamızı almayı

düşünmemeli birileri” diyordu. Bu anlamda Karahasanoğlu, ailesi ile

ve Akit okuru ile birbirlerine benziyorlardı. Onun için yıllar süren

uyumlu bir beraberlikleri oldu.

Hatırlamaya çalışıyorum da, aramızda yaşanan hiçbir kişisel sorun

gelmiyor aklıma.

Aslında bugün yeni yılla ilgili bir yazı yazıyordum. Artık o daha

sonraya kaldı.

O bir otel odasında Azrail’le buluşurken, ben de çok kolay uyuyan

biri olmama rağmen Erzurum’da bir otel odasında zor bir gece

geçirdim. Allah rahmet eylesin. Mekânını cennet eylesin. Allah

taksiratını affetsin, Allah ailesine ve dostlarına sabr-ı celil nasib etsin.

Hepimize hayırlı bir ömür ve hayırlı bir ölüm versin.

Selam ve dua ile.

Bu makale 38.783

kez okundu






habervaktim.com
Bendeniz Sahibinin Sesi Övgü Cihazı Değilim - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

Bu fakir sahibinin sesi övgü makinası değildir. Bir tarafından para

atacaklar, öbür tarafından övgü şarkıları çıkacak. Muhterem

kimselerin zaten övgüye ihtiyacı yoktur. Sizin baronunuz ille de övgü

ve pohpoh istiyorsa, zengin adamdır, övgüsünü, para karşılığında bu

işi yapan yalakalara yaptırtsın.

**

Israrla hangi tarikata mensup olduğumu soran zata: Selamdan

sonra… Benim meşrebimde, mensup olduğu tarikatı söylemeye, onun

reklamını yapmaya izin ve cevaz yoktur. Tarikata girmek bir nasip ve

kısmet meselesidir. O feyizli makamlara seçilerek, ayıklanarak,

istihare yapılarak adam alınır. Genel davet yapan, herkesi çağıran

tarikatlara bendeniz tarikat demem.

**

Bir toplantıda gıybetimi yapan kimseye: Adres bildirin se bize bir

kutu tatlı göndereyim. Öyle ya benim günahlarımı yükleniyorsunuz,

sevaplarınızı bana veriyorsunuz. Teşekkür ederim.

**

Toplantıya katılamayacağımı üzülerek arz ederim. Otomobilim ucuz,

eski, mütevazı, gösterişsiz bir arabadır. Onca lüks, pahalı, israflı,

şatafatlı, gururlu, kibirli, tantanalı otomobilin içinde fukaranın

mahcup olup ezilmesini istemem.

**

Size hanımefendi diyorum ve soruyorum: Siz namuslu, iffetli bir

kadın olarak o fahişe ve şırfıntı rezil kıyafetlerini nasıl

giyebiliyorsunuz?

**

Bir Kemaliste: Başına herhangi bir kefere şapkası geçir de ondan

sonra konuş. Hem Atatürkçü geçiniyorsun, hem de baş açık gezerek,

devrimlerin en okkalısı olan Şapka Devrimine muhalefet ediyorsun.

**

Bir gence: Verdiğim üç aylık mühlet bitti ve siz Osmanlıca

öğrenmeye başlamadınız. Lütfen bir daha gelmeyiniz.

**

Başka bir gence: Kesinlikle ısrar ediyorum. Hemen, islamî

sanatlardan bir sanatı öğrenmeye başlayınız, öğrenince icazet alınız,

ürün veriniz, eserlerinizi aşırı pahalı fiyatlarla satmayınız… Önemini

on sene sonra anlayıp idrak edeceğiniz bir konuda sizinle tartışmam.

Ya öğrenirsiniz, ya da ne haliniz varsa görürsünüz.

**

Soran birine: Cep telefonu manyaklarını, hastalarını, delilerini,

fetişistlerini tedavi eden bir klinik olup olmadığını bilmiyorum. En

iyisi, becerebilirseniz, kendi kendinizi tedavi etmek ve bağımlılıktan

kurtulmaktır.

**

Evet o insafsız canavar gaddarlar, işgal ettikleri bölgedeki Ebubekir

ve Ömer ismini taşıyan mâsum bebekleri bile canavarca katl

etmişlerdir.

**

Yahudilerin temel karakterlerinden biri parayı, altını, doları, euroyu,

zenginliği, malı çok ama çok sevmeleridir. Kriptoları bu

özelliklerinden tanıyıp teşhis edebilirsiniz.

**

Birine: Müslümana benzer hiçbir özelliğin yok. Kostüm, frenk

gömleği, kravat, başın kabak… Bari boynuna, üzerinde “Haza

Müselman” yazan bir yafta as da Müslüman olduğun anlaşılsın.

**

Bir sahtekâra: Seni görünce hatırıma Azerî şairi Sâbir’in “Gorhirem”

başlıklı şiiri geliyor. Gerçekten korkulacak adamsın. Cenab-ı Hak

Müslümanları senin şerrinden muhafaza buyursun.

**

Bütün iyilikler, güzellikler, doğrular Kur’anda, Sünnette, Şeriatta ve

İslam ahlakındadır. Bunlara zıt ve aykırı olan her şey sapıklıktır,

yanlıştır, şerdir ve hederdir.

**

Sabah namazı vakitlerinde uyuyanlar gerçek dindar değildir.

**

Devamlı gıybet edenler, devamlı yalan söyleyenler, devamlı laf

gezdirenler, herkesin gizli ayıp ve günahlarını araştıranlar; dindar ve

sofu değildir, sahte ve yalancı dindardır. Cenab-ı Hak şerlerinden

muhafaza buyursun.

**

Serveti olan okumuş bir Müslümana: Cep telefonun üç bin lira…

Buna karşılık, güzel bir defterin ve dolma kalemin yok… Paran,

imkanın var, lütfen en kısa zamanda en az otuz liralık, parşömen

(deri) kaplı güzel bir defter ve birkaç yüz liralık iyi bir dolmakalem

al. Bir de el yazını düzelt. Benden söylemesi. Nefsine hoş gelmese de

doğrudur söylediklerim.

**

Beş yüz liraya kadın çorabı olmaz!.. Bir çoraba bu kadar para

verilmez… İsraftır, günahtır, Allah müsrifleri sevmez… Lütfen

aklımızı başımıza toplayalım. Paran o kadar çoksa, çoraba değil,

hakkeden bir fakire ver.

**

Kar gelecekmiş… Sorumsuz zenginler kayak sporu, kartopu savaşı

yapacakmış. Fakirler ve mülteciler donup titreyecekmiş… Sen

fakirleri, miskinleri, mültecileri düşünüyor musun?

**

Sizi zinalar, ribalar, şeddadî ve nemrudî binalar yıkacaktır.

**

İslam’ın kriterlerinden biri şudur: Münkerleri, kötülükleri, günahları,

fısk ve fücuru sen de kötü göreceksin ve bunlara kalben buğz

edeceksin. Bu buğz imanın asgarîsidir.

**

Müslüman kocalar ve babalar karılarının ve kızlarının velisidir.

Onları başı boş bırakırlar, Müslümanca değil, Süslümanca

yaşamalarına izin verirlerse sorumlu olurlar.

**

Evvelce, Sünnete ve edebe aykırı olarak başı açık namaz kılarken,

nasihat ve uyarı üzerine takke ile kılmaya başlayan genci tebrik

ediyorum.








yeniakit.com.tr
Hasan Karakaya hocam!..

Ölüm yeniden diriliş, Hakk’a kavuşmak ise... Şu fani dünyanın

madem misafirleriyiz, ölümün yüzü, sadece bizi sevdiklerimizden

geçici olarak ayırdığı için hüzne boğar ise...

Ölüm madem, insanın sevdiği ile kısa ayrılığı ve ebediyette yeniden

dirilişi ise...

Mekke’nin fethine denk gelen bir vakitte, kutsal topraklardan gelen

vefat haberin, şu fani dünyada bizi senden ayırdığı için, hüzne boğdu

Hasan Karakaya Hocam!..



Senden çok şeyler öğrendik Hasan Hocam!....
Size niçin hocam dediğimi, bugüne kadar sadece sen ve ben bildik.

Sizin, benim için nasıl bir değer taşıdığınızı, bu saatten sonra

herkesin bilmesini isterim hocam!...

Çocukluktan bu yana içimize düşen gazetecilik sevgisine, kapını

çalıp seninle tanıştıktan sonra o kadar değer kattın ki;

1993 yılında başladığımız meslekte, adı spor olsa da, renkli bulvar

gazetelerinin sayfalarında yazı yazmak bizi rahatsız etmişti...

1997 yılında kapını çaldığım, hakkı ve haklıyı gözeten çizgisinden

taviz vermeyen, bugüne kadar da sürdüren gazetemizde tanıştığım

günü, dün gibi hatırlıyorum Hasan Hocam...

Doğrulardan yana olan bir gazetede sporu yazmak, ne benim, ne de

benim gibi düşünenleri nasıl rahat ettirebilir ki diye düşünürken, bu

endişemize ‘Spor, okuyucunun ilgi alanında ise çalışmalarımız ne

olursa en iyisini yapmak zorundayız’ şeklindeki cevabınla,

yaptığımız işte sorumluluk yüklenmemiz gerektiğini, bize sen

öğrettin Hasan Hocam!..

Haksızlıklara karşı mücadele edilen, hakkın yanında batıla karşı

koyan, bugün kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleğin, ayakta kalan tek

mirası bir gazetede, halen yazı yazma ve çalışma ayrıcalığı yaşıyor

isek, bu değeri bizlere nasip eden Allah, sebep eden sen olduğun için

senden ayrılmanın hüznünü yaşıyoruz hocam...

Her tokalaştığımızda, senden öğrendiklerimin bir karşılığı olarak,

hocam olarak elini öpmeye çalıştım ise, el öpmeme müsaade

etmedin...

Gerek meslektaş, gerekse insan olarak senden çok şeyler öğrendik

Hasan hocam...



Kalemimin duygular karşısında acizliğini hissettiğim anları

yaşıyorum...

Cesur yürekliliğini, kalemiyle yazısına nakşeden sizin gibi bir değeri,

hangi kelime tam olarak yansıtabilir ki!..

Şimdi, sözde bir şeyler yazmak istedim ama bizzat şahit olduğum

değerlerini anlatmakta kelimeler inan kâfi gelmiyor hocam...

Her canlının ölümü tadacağı bir dünyada, Allah’ın hangi kulu,

taşıdığı emaneti kutsal topraklarda teslim etmek istemez ki!..

Can tatlı, ayrılığı acıdır ama, ölümlerden ölüm beğenmek kişinin

kendi elinde olsaydı, ayrılık hüzünlü olsa da, sanırım bugün senin

yaşadığın süreci yaşamak isterdi...

Mekânın cennet olsun Hasan Karakaya Hocam!..

Bu makale 6.283

kez okundu






O plan çöktü, ‘iç işgalciler’ yenildi - İbrahim Karagül
Yazarın Tüm Yazıları »

“İç işgal” projelerinin tamamı çöktü.
Türkiye'ye yönelik acımasız saldırı planlarının hepsi başarısızlıkla

sonuçlandı. Erdoğan ve AK Parti yönetimlerini devirmeye, Türkiye'yi

yeni yüzyıla hazırlayan kadroları tasfiye etmeye, yeni nesil vesayet

sistemi oluşturmaya dönük bütün girişimleri fiyaskoyla sonuçlandı.

Sokak terörü üzerinden, dış istihbarat konsorsiyumu üzerinden,

sistem içi darbe girişimi üzerinden, eskinin iktidar

belirleyicioligarkları üzerinden, entelektüel terör üzerinden, bütün

bunları tek bir cephe haline getirip sahaya sürme hesapları üzerinden,

Türkiye'nin yüzyıllarını belirleyen o ana omurgayı parçalamasiyaseti

üzerinden, tarih yapıcı kadroları birbirine düşürmeye dönükfitne-

fesat üzerinden yürütülen bütün teşebbüsler hezimetlesonuçlandı.

İntihar bombacısı gibi Türkiye'ye saldırdılar

Bu projelere yatırım yapanlar nerede? Bu hesaplara göre cephe seçen

siyasi partiler, örgütler, yazar-çizerler, sermaye çevreleri nerede?

Hepsi kaybetti.. Her başarısız proje sonrası onlara yeni formüller

sundular, cesaret verdiler, yeniden sahaya sürdüler, “Bu sefer olacak”

diye ikna ettiler.

Bu çevrelerin öyle hırsları, intikam arzuları, öfkeleri vardı ki,

önlerine konulan her senaryoya büyük bir hevesle sarıldılar. İntihar

edercesine, birer intihar bombacısı gibi gözü kara bir şekilde Türkiye

karşıtı her plana sarıldılar.

Gezi'de sokak terörüyle hükümet devirecek, Başbakana

kelepçetakacaklardı. Burayı Ukrayna sandılar. Bir-iki güne hükümet

düşüyor, darbe yapılacak söylentilerine inandılar.

İnanılmazvandallık, çirkinlik örnekleri sergilediler. O ana damar

ülkeye sahip çıktı. Hepsi darmadağın oldu.

17 Aralık'ta “muhafazakar görünümlü” bir yapı, devlet içinden,

sistem içinden harekete geçirildi. Hükümet düşürülecek, Erdoğan ve

ekibi tasfiye edilecek ardından Mısır'da olduğu gibi Türkiye'de idam

mahkemeleri, meydanlara darağaçları kurulacak, binlerce insan içeri

alınıp o ana omurgaya öncülük eden herkes tasfiye edilecekti.

Türkiye'yi Mısır zannettiler. Hepsi darmadağın oldu, kendilerini

besleyen o istihbarat örgütlerine sığındılar.

İç işgalciler için çok acı bir son

İkinci fiyaskodan sonra terör ve etnik ayrışma yeniden sahneye

sürüldü. Ama bu sefer bir terör değil, iç işgal girişimi olarak. Ülkenin

güneyinde bazı ilçelerde PKK üzerinden işgal başlatıldı.İstanbul'daki

sermaye ve medya karargahları, gazete köşecileri bu işgale övgü

düzüyor, Gezi ve 17 Aralık fiyaskolarının öfkesiyle Türkiye'ye

saldırıyorlardı.

Vatan hainliği, ihanet yeniden konuşulur kavramlar haline geldi.

Sınırın Suriye tarafında PYD/YPG üzerinden, içeride de PKK

üzerinden Türkiye çevrelenecek hem de parçalanacaktı. Selahattin

Demirtaş'ı gazetelerinde, televizyonlarında pazarlayanlar bu iç işgal

girişiminin ortaklarıydı. Tarihte örneğine çok az rastlanır ihanet

örnekleri sergileniyordu. 1 Kasım'da o tarih yapıcı ana omurga ülke

yönetimine el koydu. Yüzyılların mirası ve ferasetiyleülkeyi koruma

refleksi harekete geçmişti. “İç işgalciler” için çok acı bir son

hazırlandı. Onlar da darmadağın oldular.

HDP ve PKK'ya intihar tuzağı

Geride PKK'nın şehir eşkıyaları kalmıştı. Onları da çoktan gözden

çıkarmışlardı. İlçelere sıkışan bu kişiler, onları sahaya sürülenler

tarafından ölüme terkedildi. Bölge insanı onlara zaten sahip

çıkmıyordu, imdat çığlıklarını duyan yoktu. Birileri ölümleri

üzerinden bir oyun kurmuştu. Hem onlar kaybetti hem de oyunu

kuranlar. Yürütülen operasyonlardaki kararlılık ortada. Şehir

işgalleri, efendilerinin vadettiği gibi olmadı. Kaybettiler. Hatta ölüm

tuzağına çekildiler.

Demirtaş'ın son Rusya ziyareti, PKK'nın şehir timlerinin akıbetini

HDP'ye yaşattı. Siyasi olarak bittiler. Artık HDP üzerinden bir

çözüm ya da deneme mümkün görünmüyor. Siyasi olgunluk

sınavından geçemeyen HDP, tükenişin kapılarını araladı.Hem PKK

hem de HDP intihara sürüklendi, kendilerine kurulan tuzağa düştü.

“İç işgalciler”in kendileri üzerinden tezgahladığı son senaryo bu

sefer onları harcamıştı çünkü.

Hiç mi yüzünüz kızarmaz sizin!

İç işgalciler ise öylece orada duruyor. Artık yeni denemelere

mecalleri kalmadı. Öyle bir pozisyon değiştirdiler ki, sanki iki ay

önce, beş ay önce, bir ya da iki yıl önce bu olaylar yaşanmamış gibi,

o kirli senaryolarda yer almamışlar gibi kendilerini aklama derdine

düştüler.

Siyasi tarih, böylesine bir kıvırmaya, böylesine bir yüzsüzlüğe tanık

olmamıştır. Yahu madem böyle yapacaktınız, üç yıldır neden kan

üzerinden, darbe üzerinden, terör üzerinden bu ülkeye saldırıp

durdunuz? Dün Demirtaş'ı pazarlayanlar, PKK'ya terör bile

demeyenler bugün Demirtaş “yüzsüzmüş, bizi aldatmış” diyor!

Beraber olduğunuz herkesi intihara sürüklediniz. Şimdi hiç

sıkılmadan “onlarla hiçbir alakamız yok” diyorsunuz! Hiç mi

yüzünüz kızarmaz sizin!

Unutmayın, bu milletin hafızasında o kirli geçmiş temizlenmez! Üç

yıldır bu ülkenin çektiği bütün sıkıntılarda imzanız var, bu imza

silinmez.

İç işgalcilerin senaryoları çöktü. Bu senaryolara karşı verilen

mücadele, o acımasız direniş, bundan sonra önleyici tedbirler

şeklinde devam edecektir. Kötülüğün sonu yoktur, bugün af

dileyenler önlerine sürülen yeni senaryolara da tam destek verecektir.

Büyük savaş Türkiye, hala anlamadınız mı?

Türkiye içeriyi temizlemeden çevresine bakamaz. Bunu bildikleri

için hep içeriden vuruldu. Hem de o af dileyenler üzerinden.

Çevreden kuşatılırken, içeriden bunlar üzerinden felç edildi. Öyleyse

Cizre ve Silopi'deki işgal girişimleri kadar, Demirtaş'ın Moskova

ihaneti kadar onlar da ihanet içindedir ve aynı cürmü işlemişlerdir.

Bundan sonra iç işgal değil, dışarıdan işgale, çevrelemeye ve

kuşatmaya karşı mücadele verilecektir.

Hala anlamadınız mı?

Asıl savaşın Türkiye ile olduğunu, Türkiye'yi durdurmak

içinDoğu'nun ve Batı'nın güçlerinin ortak hareket ettiğini, ülkemizin

adım adım çevrelendiğini, bütün zaaf alanlarımıza müdahale

edildiğini, sınırlarımız dışında hassasiyet gösterdiğimiz bütün

bölgelere özellikle müdahale edildiğini anlamadınız mı?

Mesele Suriye değil, mesele Türkiye'yi durdurmak.

Bunun için içeride ve dışarıda tam bir koalisyon var. Birbiriyle

kavgalı olanlar bile beraber hareket ediyor. Türkiye'de sıradan bir

gazeteci ile dışarıdaki devasa ülkeler aynı dürtü ya da korku ile

hareket ediyor. PKK'yı sahaya sürenler, Demirtaş'ı silahlı bir kişiliğe

dönüştürenler, Kuzey Suriye Koridoru ile Türkiye'yi sıkıştıranlar,

Tahran-Moskova üzerinden baskı kuranlar, YPG'yi sınırlarımıza

salanlar, bölgenin yeni haritalarını çizenler hep aynı çevreler, aynı

küresel koalisyon, görmüyor musunuz?

Musul da direniş hattımız Halep de..

Terörle, PKK ile gözlerimiz kör edilirken etrafımıza kalın duvarlar

örülüyor. Türkiye'den yüz yıllık meydan okumanın intikamıalınıyor,

hafızamız yeniden Anadolu içlerine sıkıştırılıyor, anlamadınız mı?

Bütün bu gelişmelerin üst okuması, büyük resmi budur. 21. yüzyılın

en büyük oyunu Türkiye'ye karşı oynanmaktadır.

Öyleyse biz de oyunu buna göre oynayacağız. 'Acımasız Direniş'i

Türkiye'yi savunma üzerine kuracağız. Etnik kavgaya

düşmeden,mezhep/kimlik ayrışmasına kapılmadan, içerideki

hasarımızı tamir ederek dışarıya, bize yönelen kuşatmaya,

çevrelemeye yöneleceğiz.

İşte asıl savaş budur. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük

hesaplaşma budur. Yeni Büyük Oyun'un mağduru değil, oyun

kurucusu olacağız. Bize sürpriz hazırlayanlar, kendileri büyük bir

sürprizle karşı karşıya kalacak.

Bölgenin yeni haritasını çizerken, iç işgal üzerinden Türkiye'nin de

haritasını çizmeye yeltenenler, bin yıldır bu coğrafyanın haritasının

büyük oranda Anadolu üzerinden şekillendiğini görecekler. Öyleyse

acımasız direniş artık Türkiye için değil, bütün coğrafya içindir.

Gazze de direniş hattımızdır Musul da, Halep de..

İç işgal projesi çöktü. Kuşatma yarılacak, dış tehdit projesi de

çökecek. Biz bu büyük hesaplaşmaya varız. Gerisini onlar düşünsün.







habervaktim.com
Depremden Kaçmak - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

İSTANBUL ve civarında beklenen büyük Marmara depremi vuku

bulmadan önce nereye kaçabiliriz, sığınabiliriz? En güvenli yer

neresidir?

1999 depreminden sonra Fatihin cıvıl cıvıl hayat ve hareket dolu

işlek bir caddesindeki bütün binalar belediye tarafından deprem

kontrolüne tâbi tutulmuştu. Kaç bina sağlam çıkmıştı biliyor

musunuz? Sadece üç! Deprem esnasında evlerin içindeki mutfaklar

ve banyo daireleri güvenli değilmiş. Yurdumuzda yaşayıp çalışan bir

deprem uzmanı böyle söylemiş.

1999’dan bu yana depreme dayanıklı, büyük bir sarsıntıyı en az

kayıpla atlatacak yepyeni, sağlam, eskisinden daha güzel bir İstanbul

oluşturulabilirdi ama bu iş yapılamadı. Rantçılar ve ehliyetsizler izin

vermedi.

Arada bir, dört şiddetinde küçük bir deprem olunca gazeteler

yazıyor, birkaç yorum yapılıyor, birkaç beyanat, sonra konu

gündemden çıkartılıyor. Öyle ya, futbol, manken, seks, fuhuş, âdi ve

bayağı magazin haberleri, verimsiz siyaset boğuşmaları, bunca

fuhşiyyat ve müstehcenlik varken depremi yazıp söyleyip de halkın

moralini bozmak doğru olmaz.

***

Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) öğütlerinden biri şudur:

Yarın Kıyamet’in kopacağını bilsen, elindeki fidanı bugün dik…

Biz de yaklaşan depreme, ayak sesleri duyulan savaşa rağmen iyi

şeyleri yapmaya devam etmeliyiz.

Birkaç iyi şey anlatayım: (1) Namaz kılmayan Müslümanların

namaza başlaması… (2) Geveze ve zevzeklerin çenelerini tutması…

(3) Zekat vermeyenlerin veya yeteri kadar ve gereği gibi

vermeyenlerin zekat vermeleri, hayır hasenat yapmaları… (4) Yarın

Kıyamet kopacak olsa bile bugün faydalı ilimlerin öğrenilmesi… (5)

Dua edilmesi…

***

Eski büyüklerden birine sormuşlar: Öleceğine bir saat kaldığını sana

bildirseler ne yaparsın?.. İlim öğrenirim demiş. Hangi ilimler?..

İnsanın kurtuluşuna, ebedî saadetine, Allahın rızasını kazanmaya

vesile olan faydalı ilimler.

***

Câhil, gafil, azgın, şaşkın, dengesiz insanlar paraya ve mala doyar

mı? Doymazlar. Haram helal demeden devşirmeye, zenginleşmeye

çalışırlar. Ne zamana kadar? Ölüm onları yakalayıp yere serdiği

zamana kadar. Haramın azabı, helal paranın hesabı olduğunu hiç

düşünmezler.

***

O kadar zor ve güç bir iş değil. On altı sayfalık bir broşür

çıkartılacak, ülkemizde bir milyondan fazla Kripto Yahudi, yine bir

milyondan fazla Kripto Ermeni olduğu, bir miktar da üç kimlikli

Pakraduni bulunduğu anlatılacak. Halk da bunu okuyup, olup

bitenlerin içyüzünü, PKK savaşının niçin sonra ermediğini, bu

savaştan birilerinin yüz milyarlarca dolar kazandığını anlayacak. Bu

iş, bu hizmet niçin yapılmıyor?

***

Maddî olmayan bazı sıkıntılar dolayısıyla bir ayağımı İstanbul dışına

atmak istiyorum. Kırsal kesimde, küçük bir yerleşim merkezinde iki

katlı eski bir ev, bakımsız harap ama güzel bir bahçe… Hava ve ses

kirliliğinden uzak… Cep telefonlarının ulaşmadığı ölü bir yer olursa

tercih edilir… Acaba köydeki mütevazı evimi biraz tamir ettirip

oraya mı kapağı atsam? Arada bir İstanbula gelirim. Şehir öylesine

büyüdü ki, içeriden dışarıya çıkmak, dışarıdan içeriye girmek büyük

problem oldu.

***

Meşhur bir lisenin tarih öğretmeni derste İslam’a ve Peygamberimize

(Salat ve selam olsun ona) hakaret etmiş. Dört öğrenci şikayet etmiş.

Müfettişler inceleme yapmışlar, şikayetleri haklı bulmuşlar, öğretmen

başka bir okula nakl edilmiş. Bir grup dinsiz bu saldırgan öğretmeni

desteklemek için yürüyüş yapmış, o öğretmen hoşgörüdür, düşünce

hürriyetidir diye slogan atmış… Dindar kesim ne yapmış? Fazla bir

tepki göstermemiş… Müslümanların şu anda başka dertleri,

meseleleri var. Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukba ukbada…

***

Zıvanadan çıkmışçasına ölçüsüz ve yıkıcı muhalefet yapanlara

öfkeleniyorum… Yağcılık ve yalakalık yapanlara da kızmıyor

değilim. Şu işin ortasını bulamıyoruz bir türlü. Muhalefetin de

muvafakatin de âdil olması gerekmez mi?

***

Aleyhimde kem küm eden birine: Önce selam… Oldukça zengin

kütüphânemi para ve menfaat karşılığında satmadım vermedim, vakf

ettim. Yine de senin dilinden kurtulamıyorum. Vatandaşın biri şahsî

kitaplarını yeni kurulan büyük bir kütüphaneye bağışlamış, bundan

sana ne? Kime ne zararım dokunmuş?..

***

Çarşamba gecesi, yatsıdan sonra, Fatih Akşemseddin caddesindeki

Yemen ve Hadramut Arap lokantasına gittim, iki kişi, birer porsiyon

dürüm şeklinde Arap usulü tavuk döner yedik. Bendeniz yemeğimi

bitiremedim, artanı yanımdakine verdim. Tabağında yemek bırakmak

nimete nankörlük olur, iyi bir insan değilim ama o kadar da kötülük

yapamam. Dönerin yanında altı çeşit garnitür vardı. Bir şişe su, hesap

iki kişi için 17 lira. Araplar İstanbul’u ucuzlattı. Çok yüksek kiralar

ödüyorlar, yine de ucuza satıyorlar. (Arap lokantalarında pahalı

yemekler de var.)

30.12.2015






habervaktim.com
Suriye Cihadının Ebu Bekir’i Şehid Abdülkadir Salih - Ahmed Yasin

Gürkan
Yazarın Tüm Yazıları »

Halep'in en zengin tüccarlarındandı.

25 milyon serveti vardı.

Halep'te sevilen, sayılan biriydi.

Türkmen'di. Türkçeyi anlayabiliyor ama birkaç kelime haricinde

konuşamıyordu.

Koca Osmanlı yıkılıp araya sun'î hududlar girince sülalesi ikiye

bölünmüş, bir kısmı Osmaniye'de, diğer kısmı ise Halep'te kalmıştı.

Suriyeli Hristiyan Arap Mişel Eflak’ın kurduğu, baba-oğul

Esed’lerin devam ettirdiği Marksist Baas rejimine karşı başlayan

meşru hak arama mücadelesi silahla bastırılıp katliama varan süreç

başlayınca, ailesini, sevdiklerini muhafaza etmek için silaha

sarılmıştı.

Kendi gibi on binlerce mazlumun bulunduğu Halep'te mücadelenin

merkezine oturmuştu.

45 adamı ile başladığı direnişte etrafına 15 bine yakın mücahid

toplanmış ve büyük bir ordu meydana getirmişti.

Arkadaşı TÜRKMEN-DER Başkanı Mehmet Ali Öztürk Bey’in

ifadesiyle "Suriye Cihadının Ebu Bekir'i idi".

25 milyon lirasının tamamını cihad için harcadı.

Şehadetine yakın hiç parası kalmamıştı.

Hâlbuki o bu servetini alıp Halep’ten ayrılabilir ve istediği ülkede

gayet lüks bir hayat yaşayabilirdi.

Ama o mücadele yolunu seçmişti.

Halep'i DAİŞ'ten ve rejimin askerlerinden temizlemişti.

Günümüzün Firavn'u kâfir Esed başına 200 milyon dolar ödül koydu.

Bir komutan olmasına rağmen cebhede hep en öndeydi.

Birçok kez ağır yaralanmıştı. Her seferinde şehadete biraz daha

yaklaşıyordu.

Ve beklenen an geldi.

Esed'in istihbaratçılarının verdiği raporlar doğrultusunda havalanan

jetler Abdülkadir Salih'in bulunduğu muhite tonlarca bomba

yağdırdılar.

Türkmen Bey'i ağır yaralanmıştı.

Mücahidler üzgündü, lâkin diğerlerinde olduğu gibi Abdülkadir

Salih'in yeniden ayağa kalkacağını ve en ön cephede cihada devam

edeceğini umuyorlardı.

Salih ilk müdahalenin ardından, Türkiye'ye getirildi ve 18 Kasım

2013 tarihinde çok sevdiği anavatan Türkiye'de müştak olduğu

şehadete erdi.

Bugün sağlam tek bir binanın dahi kalmadığı Halep'in bütün

sokakları,  Şehid Türkmen Komutan Abdülkadir Salih'in mütebessim

çehreli resimleriyle süslü...

Abdülkadir Salih çok sevdiği Türkiye'yle alakalı ise şunları

söylemişti:

"Türkiye’ye müteşekkiriz. Bize en büyük desteği onlar veriyorlar.

Ancak bu yeterli olmuyor; biz zaten Batı’dan bir şey beklemiyoruz.

Müslüman olduğumuz ve İsrail’e düşman olduğumuz için ki bu

düşmanlık Esed’in sözde düşmanlığına benzemez, Batı bize asla

yardım etmeyecek. Önce Allah’a sonra Türkiye’ye güveniyoruz.

Unutmayın! İnsan hasta olduğu zaman arkadaşları birkaç gün

yardıma gelir, kardeşleri ise her gün!"

O kardeşler neredesiniz?



Abdülkadir Salih şimdi (zamanında) Halep'te medfun dedesi

Süleyman Şah ile beraber...

Aziz Allah onların mücadelesini devam ettirebilmeyi ve bu şehidlere

lâyık olabilmeyi nasip etsin.

Türkmen Dağı’nda, Halep’te, İdlib’te, Şam’da ve birçok yerde ağır

bombardıman altında mücahede eden mücahidlere Rabbimiz yardım

etsin.

Hazret-i Habil'den bugüne kadar bütün şehidlerimiz için el-Fatiha…







Hazret-i İsâ’nın doğumu belli değil midir?

İsâ aleyhisselâm, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe

çıkarıldığından, İsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat

doğru anlaşılamamıştır.

Sual: Hazret-i İsâ’nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı

olarak kabul edilip kutlanan Noel gecesi belli değil midir?
Cevap: İsâ aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı

zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler.

Ancak, Onun sözlerini ve kendisini, Yunan felsefesi ve putperest

cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsâ

aleyhisselamın hakiki dini, değiştirilmeye başlandı. İsâ

aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme

teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott

Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki:
“İsâ aleyhisselamın şahsiyeti ile uğraşma, kim olduğunu araştırma,

her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi

için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri,

kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve

tövbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ

ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin

açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.”
Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi

hikâyelerine mitoloji denir. Önce ayin vardır, sonra bu ayini izah için

mitolojik hikâyeler uydurulmuştur. Hayali tanrıların ölmesi veya

dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu. Kurtarıcı tanrıya

inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine,

bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir.

Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş tanrısı inancı ile

birleştirildi. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna

inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır.

Hıristiyanlar da, İsâ aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu

tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her

sene kutlamaya başladılar. New York Üniversitesinde tarih profesörü

olan, Waelance Ferguson diyor ki:
“Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar.

Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma'da güneş tanrısı Mithras'ın doğum

tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında

önemli bir yortu günü idi.”
İsâ aleyhisselâm, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe

çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havâri bilip, İsevîler az ve

asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru

anlaşılamamıştır.

30.12.2015







Her Kürtçe konuşan Kürt değil!

Şimdilerde bir çok vatandaş, güneydoğuda çıkartılan yangının bütün

Kürtlerle alâkalı olduğunu sanmakta. Böyle bir hüküm, yüzde yüz

hatalıdır. Devletin adı Selçuklu Sultanlığı, Devleti âliyye ve Türkiye

Cumhuriyeti olduğu bütün zamanlarda  Payitaht'a en bağlı

unsurlardan biri Kürtlerdir. Öyle ki uzak olmayan zamanlara kadar

bazı Türk aşiretler, "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!" diye

devlete meydan okurken Kürtler, Ulü'l Emr'e tam tâbilerdi. Bu

muhabbetin sebebi şudur. Bir asır öncesinde tasnif, kavmiyetçilik

üzerinden değil, imân üzerinden yapılmaktaydı. Cemiyette Müslim

ve gayrı Müslim vardı. Türk, Kürt ve başka etnik aidiyetler ön

palanda değildi. Kürtler, Türkler ve İslâm dışı olmayan herkes o

"Müslim" yahut "Ümmeti Muhammed" tasnifinin içindeydi, onlara

"İslam milleti" denirdi. Fransız İhtilalinden gelen dip dalgayla İttihad

ve Terakki'nin rakip gibi mücadele metodlarının erken Cumhuriyette

de devamıyla bu değerler terk edilerek  "ne mutlu Türküm!" sloganı

ve benzer anlayışlara varıldı. Köprüler atıldı. Halbuki Hilafet

makamı, Türk kadar Kürde ve İslâm milletinden her ferde aitti.

Hilafetin askıya alınmasıyla alt kimlikli kavimler arasında

yabancılaşma başladı.
24 Nisan 1915 Tarihli  kararla Ermenilerin göçe tabi tutulmasındaki

değerlendirme yanlışlarından biri de şudur. Sanılır ki Ermeniler,

Vilayat-ı Şarkiye'den, doğu illerimizden alınıp yurt dışına sürgüne

gönderilmiştir. Hayır, öyle değildir! Yer değiştirme, kendi

hudutlarımız dahilinde yapılmıştır. O gün Suriye de Lübnan da

İstanbul'un vilayetleridir. Hükûmet, isyan eden, Müslümanlara

zulmeden, yakan-yıkan Ermenileri, yaşadıkları yerlerden alıp daha

sakin şehirlere yerleştirme zarureti hissetmiştir. Hasım hâline gelmiş

teb'ayı birbirinden uzaklaştırmak mevzubahistir. Bu talihsiz hadise

tatbik edilirken Ermeniler, asırladır aynı iklimi paylaştıkları

komşularıyla iç içedirler. Tehciri yaptıracak memurların bunların

hepsinin kim olduğunu  bilmesi mümkün değildir. Görgü şahitlerinin

anlattıklarına göre bu Ermeniler'den bir kısmı, göç kararından yakayı

kurtarmak için kendilerini Alevi veya Kürt diye göstermiştir. Bazı

Ermeniler, böylece kimlik değiştirerek yerlerinde kaldıkları gibi

gitmekten kurtulamayan bazıları da kızlarıyla dul kadınları,

evlendirilmeleri için Kürt aşiretlere bırakmışlardır.
Bölgede bir gizlenmiş kimlik gerçeği vardır. Devlet, bu gizliliğe

vâkıftır. Asli unsurlarla kendilerini öyle gösteren taklitçiler

karıştırılmamalı. Bölücülerin bazıları, tarihin o köklerinden

gelmektedir. Bölge itibariyle Kürtçe konuştuklarından kamuoyu

onları Kürt zannetmektedir.
Genelleme yapmamak lazım. Her Kürtçe konuşanı Kürtçülük peşinde

koşan bölücü zannetmek çok yanlış olur. Dağda mağlup olunca terörü

şehirlere taşımaya çalışıyorlar. Bunda da başarılı olamazlarsa iç savaş

çılgınlığına yöneleceklerdir. Onlara öfke duyanlar, sakın ola ki

tuzağa düşmemeli. Bu toprakların Türk, Kürt, Ermeni Rum, Alevi ve

her aidiyeti birlikte yaşamaya devam edecektir.

30.12.2015






dunyavegercekler.com
BATININ KANLI TARİHİ | Dünya ve Gerçekler

Lejyonerler


Refah Amerika, Avustralya ve Avrupa ülkelerindedir. Oralarda

sokaktaki insanların ve onları yönetenlerin aklındaki tek konu

"PARA"dır.

Rahat yaşarlar, lüks hayat içinde boğulurlar.

Dünya bu üç kıtanın rahat yaşaması için diğer kıtaların yangın yerine

çevrildiği bir yorgun savaşçıdır. Sömürmek, daha daha sömürmek

üzere bir sistem kurmuşlardır.


Sömürgeciliğin ANASI Büyük Britanya İmparatorluğu'dur.

Bu ideolojiyi ilk görüp kapanlar da en yakınındaki diğer Avrupa

ülkeleridir.


Amerika'ya göç eden İngilizler, sömürge ideolojisini bu kıtaya da

taşımıştır. Afrika kıtasından ABD üretim ekonomisine tam 20 milyon

KÖLE transfer edilmiştir.

Dünya 19. Yüzyıl'a girmeye hazırlanırken sömürgeci devletler Berlin

Konferası'nda bir araya gelerek Afrika ülkelerini ve madenlerini

aralarında paylaşmıştır.

Sömürgeci dehşetini yaşayan ülkelerin başında madenleri ile ünlü

Kongo gelmiştir.

Bu ülkede iyi çalışamayan KÖLE Afrikalılar'ın kafaları kesilip

Avrupalı tüccarların evlerine dekor olmuştur.

Avrupalı zenginler, Afrika çöllerinde o dönemde aslan avı yerine

SPOR amaçlı İNSAN AVI'na çıkmıştır. Tam 10 milyon Kongolu

toprağa gömülmüştür. Çalışmayanların, direnenlerin eşleri kaçırılarak

rehin alınmış, tecavüze uğramış, öldürülmüş, kara kıtada madenler

uğurna yeryüzünün en büyük SOYKIRIMI yapılmıştır.

Afrika'yı soymak için kullanılan yöntem hep aynı olmuştur.

"Böl, parçala, iç savaş çıkar, hallet" yöntemidir bunun adı.

Avrupa Kongo'da parsayı götürürken, "Bizim neyimiz eksik" diyen

ABD devreye girmiştir. CIA, sömürgecilerden bağımsızlığını ilan

eden Kongo'ya müdahale edip darbe yapmış ve kendi adamı Albay

Mobutu'yu başa geçirmiştir.

Mobutu ülke kaynaklarını Avrupalılar'ın elinden alıp Amerika'ya

vermiştir. Bir süre sonra Mobutu ülkede KARUN gibi zenginleşen

Amerikan şirketlerinden pay istemeye kalkınca tam 7 ÜLKE

Kongo'ya saldırtılmış, 2.5 milyon insan öldürtülerek problem

çözülmüştür.


Bugüne geldiğimizde değişen bir şey yok.


Yeni sömürge alanı Ortadoğu'dur ve bölge ülkeleri birbirine

saldırmaktadır.

Amerika rakibi Avrupa'yı bu bölgeden atmak için savaşmaktadır.

Avrupa ile Amerika arasındaki bu mücadelede taraflar ordularını

göndermek yerine TERÖR ÖRGÜTLERİ üzerinden bu savaşı

yürütmektedir.


Avrupa'nın lideri Almanya PKK'yı vuran Türk uçaklarına neden en

büyük tepkiyi vermiştir?


İngiliz Times önceki gün sayfalarında göz yaşlarına boğulmuştur

adeta. "Türkiye'de Kürt bölgesinin fiili başkenti ve PKK'nın güçlü

olduğu Diyarbakır'da yaşayanlar için uçakların hemen yakındaki bir

askeri üsten kalkması kaderin zalim bir cilvesi" diye yazarak.


Neden böylesine ağıt yakıyorlar?

Amerika ile çıkarları gereği anlaşan bir Türkiye olduğu için.

Almanlar ve İngilizlerin çıkarlarına sopa indiği için.

PKK zavallı bir örgüttür. Oradan oraya ellerine silah verilip

sürüklenip dururlar.

Şimdi onlara İngiliz ve Almanlar çıkarları için sahip çıkıyor.


Ama Kandil'dekiler bunu anlamaz. Olan, ÖLEN Kürt çocuklarına

olur.

The Daily Beast'ten Kate Brannen bir habere imza attı. Lockheed

Martin, General Dynamics, AM General çok sayıda yeni SİLAH

siparişi almış Ortadoğu'dan. Güvenlik şirketi SOS İnternational

Irak'ın Basra kentinde 400 milyon dolarlık ihale almış. Bağdat'ta da

100 milyon dolarlık iş yapıyormuş zaten. Oh oh maşallah. IŞİD

Kuveyt'e saldırtılıyor, Kuveyt milyarlarca dolarlık silah siparişi

veriyor.


Yakında ekonomideki İngiliz hakimiyetini de ABD'ye verecektir

muhakkak.

Terör korkusuyla verilen emri yerine getiren ve petrol fiyatını

düşürerek Rusya'yı çökertmeye kalkan Suudi Arabistan da ne

yapacağını şaşırdı. Bir yandan Rusya ile milyarlarca dolarlık anlaşma

yapıp "Bir hata yaptım beni affet" derken diğer taraftan da ABD'ye

milyarlarca dolarlık silah siparişi veriyor.

Ve bugün gelinen noktada Almanya'da "IŞİD'e 700 Alman katıldı,

hepsi Selefiler yani Vehabiler" tartışması başladı.

Suudi rejiminin mezhebi Vehabilerin, Rusya'yla Ukrayna'da çatışan

Almanya'da açtığı camilerden IŞİD'e militan yağdığını Merkel'in

istihbaratı açıklıyor, Berlin tartışıyor.


Vehabiliğin kurucusu da İngiliz ajanları Lawrence ve Hempher,

gerisini siz anlayın.


Sömürgeciler aşkına dağlara kaçırılan ve öldürtülen Kürt çocuklarını

PKK düşünmez.


Çünkü liderleri "İsrail'in düşmanı bizim düşmanımızdır" diyecek

kadar iyi eğitimlidirler

Bekir Hazar








dunyavegercekler.com
Eski bir yeni düzenin hikayesi II. Reich ve Siyonizm | Dünya ve

Gerçekler

Alman düşüncesine uygun olarak
Avrupa'da kurulacak olan Yeni Düzen
ile, Yahudi ulusal hedefleri arasında
ortak çıkarlar oluşturulabilir... Yeni
Almanya ile İbrani alemi arasında bir
işbirliği mümkündür..."
- Siyonist terör örgütü Stern (LEHI)nin
- 1941 yılında Nazi Almanyası'na yaptığı
- askeri ittifak teklifinden

George Bush, Körfez Savaşı'nın hemen ardından "Yeni Dünya

Düzeni" ile ilgili sözler etmeye başlayınca, siyasi tarih bilgileri

Başkan'dan daha iyi olan bazı yorumcular dudak bükmüşlerdi. Çünkü

Bush,

"Yeni Düzen" kavramını ilk kez kendisinin kullandığını sanıyordu,

ama yanılıyordu. İlk önce Avrupa'ya sonra da tüm dünyaya bir "Yeni

Düzen" getirme iddiası, Başkan Bush'tan yarım asır önce Adolf Hitler

tarafından ortaya atılmıştı. Nazi lideri, Aryan ırkının hegemonyası

altında kurulacak ve ırk ilkesini temel kabul eden hiyerarşik bir

dünya hayal etmiş ve adına da "Yeni Düzen" demişti. Daha önce

kurulmuş ve yıkılmış olan iki Alman Krallığı'ndan hareketle, Nazi

Almanyası'nı "III. Reich", yani Üçüncü Krallık olarak adlandırmıştı.

III. Reich, sözde bin yıl sürecekti ve Avrupa'daki tüm mevcut düzeni

yıkıp yerine sözkonusu "Yeni Düzen"i yerleştirecekti. Alman

orduları, 1939 yılında sözkonusu "Yeni Düzen"i kurmak için

Avrupa'nın dört bir yanını işgal ettiler.

Ancak aslında Yeni Düzen ifadesi, III. Reich'dan da önce

kullanılmıştı. Amerika'nın kurucuları, 2. bölümde incelediğimiz gibi

ABD'nin Büyük Mührü'ne Novus Ordo Seclorum, yani Yüzyılın Yeni

Düzeni ya da Yeni Seküler Düzen ibaresini eklemişlerdi. Sözkonusu

Yeni Düzen'in, Avrupa'da dini otoriteye karşı girişilen uzun bir savaş

sonucunda kurulduğunu biliyoruz. Dini otoriteye karşı yürütülen bu

uzun savaşı organize eden gizli el ise yine 2. bölümde incelediğimiz

gibi Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar

arasındaki İttifak'tı. Özetle, Batı'da kurulan bu ilk "Yeni Düzen",

yani Novus Ordo Seclorum, eski düzenden memnun olmayan İttifak

tarafından kurulmuştu, asıl amacı İttifak'ın amaçlarına hizmet etmekti

ve en büyük özelliği de seküler oluşuydu.

Bu noktada Novus Ordo Seclorum ile Naziler'in Yeni Düzen'i

arasında önemli bir ortak nokta olduğuna dikkat etmek gerekir:

Naziler'in kurma iddiasında oldukları Yeni Düzen de seküler bir

düzendi. Nasyonal Sosyalizm, büyük ölçüde anti-Katolik bir

ideolojiydi ve Alman ırkının Hıristiyanlık öncesindeki pagan

(putperest) dönemine ait geleneğini canlandırmak amacındaydı.

Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın,

Hitler önderliğinde kurulan yeni Alman Krallığı (III. Reich) için

gerekli olan spritüel enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman

ırkının antik pagan dinine geri dönülmesini savunmuştu. Rosenberg'e

göre, Naziler iktidara geldiklerinde Kiliseler'deki İnciller ve haç

sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam

adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar

yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi,

ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek sözkonusu yeni

Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.1 Ancak Nazi ideolojisi,

her zaman için seküler ve din aleyhtarı kimliğini korudu.

2. bölümde bir kuraldan söz etmiştik; her seküler ideoloji, Yahudi

önde gelenleri ile masonlar arasındaki İttifak'ın çıkarınadır. Çünkü,

İttifak'ın egemenliği için en temel şart, seküler bir dünyanın varlığıdır

ve dünyayı bu hedefe götüren her ideoloji de, sonuçta İttifak'a hizmet

eder. Nitekim 2. bölümde kapitalizm ve sosyalizm gibi iki zıt

ideolojinin de gerçekte İttifak tarafından üretildiğini ve İttifak'ın

çıkarlarına yaradığına değinmiştik.

İşte bu noktada önemli bir soru sorabiliriz: Naziler'in Yeni Düzen'i

de seküler bir düzen olduğuna göre, acaba bu düzen ile İttifak'ın bir

ilişkisi var mıydı? Bir başka deyişle, Naziler'in, Yahudi önde

gelenleri ile Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasında kurulu

olan İttifak'la bir bağlantıları var mıydı?

Ya da İttifak'a hizmet etmişler miydi?

Eğer resmi tarihe bakarak bu soruları cevaplandırmaya kalkarsak

tüm bu soruların hepsine kesin bir biçimde olumsuz bir cevap

vermemiz gerekir. Çünkü resmi tarihe göre, Naziler, Yahudilerin

tarih boyunca karşılaştıkları en büyük düşmanlardan biri ve aynı

zamanda da fanatik birer anti-masondurlar. Oysa daha başka pek çok

konuda olduğu gibi resmi tarihin bizlere sunduğu bu görüntünün

ardında da daha farklı bir gerçek yatmaktadır. Naziler'in hem

masonlukla, hem de Yahudi önde gelenleri ile olan ilişkileri

bilinenden oldukça farklıdır.

Konuya, Nazizmin Tapınakçı kökenini inceleyerek başlayabiliriz.

Nazizm'in Tapınakçı Kökenleri

Kitabın önceki bölümlerinde Kabalacıların Tapınakçılarla kurdukları

tarihi İttifak'ı inceledik. Bu İttifak'ın Tapınakçıların devamı

niteliğindeki Gül-Haç ve mason örgütlenmeleri aracılığıyla

sürdüğünü biliyoruz. Ancak Tapınakçı geleneğin birbiriyle yakın

ilişki içindeki bu iki kolunun, yani mason ve Gül-Haç derneklerinin

yanında, başka bazı küçük kolları da kurulmuştur. Tapınakçı

geleneğe yani Yahudi mistisizmine ve Yahudilerle stratejik işbirliğine

bağlı kalan bu küçük kollar, örgütlenme şekli açısından masonluktan

farklılık göstermişlerdir.

2. bölümde değindiğimiz Bavyera Aydınlanmışları (İllüminati)

örgütü, bu tür örgütlerdendir. İllüminati, incelediğimiz gibi

sosyalizme ve özellikle de anarşist sosyalizme öncülük etmişti.

19. yüzyılın ikinci yarısında Tapınakçı geleneği devam ettiren

sözkonusu okült derneklerin sayısı hızla arttı. Hemen her ülkede

farklı isim ve görüntüler altında Tapınakçılardan ya da Gül-

Haçlar'dan esinlenen gizli dernekler kuruluyordu.

Bu derneklerin en önemli özelliklerinden biri ise 2. bölümde

değindiğimiz gibi ulus-devletlerin kuruluşu ve milliyetçi ideolojilerin

yayılmasındaki önemli katkılarıydı. Alman milliyetçiliği, hatta

ırkçılığı da sözkonusu okült dernekleri ile oldukça içli-dışlıydı.

İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy adlı

kitabında "pan-Cermenik Alman milliyetçiliğinin ruhsal gücünü ve

ideolojik kökenini okült derneklerden aldığını ve okült geleneğin

1920'lerde doğan Nasyonal Sosyalizm (Nazi) akımına da büyük bir

zemin hazırladığını" yazar.

Gerçekten de Nazi hareketine kadar uzanan 19. yüzyıl Alman

milliyetçiliğini incelediğimizde, Tapınakçı geleneği koruyan ve

birbiri ardına kurulan farklı gizli derneklerin bir zincir halinde Nazi

partisinin çatısını oluşturduğunu görüyoruz.

Michael Howard'a göre, tüm Almanca konuşan halkların

birleştirilmesi hedefini benimseyen aşırı Alman milliyetçiliği, Helene

Blavatsky adlı Rus asıllı bir medyum tarafından 1875 yılında kurulan

Theosophical Society adlı okült derneğinden büyük ölçüde

etkilenmişti. Peki bu derneğin amacı neydi dersiniz?... Howard şöyle

açıklıyor: "Blavatsky'nin amacı, doğu mistisizmi ve okültizmi ile;

masonluk, Gül-Haççılık, Kabala gibi Batı kaynaklı okült gelenekleri

birleştirmekti."

Nazi partisinin öncüsü olan Theosophical Society, Gül-Haç, mason

ve Kabala öğrencileri ile pan-Cermenik Alman milliyetçiliğini

birleştirmişti. Derneğin yanda görülen ambleminde yan yana yer alan

gamalı haç ve Siyon yıldızı figürleri ise, bir anlamda, Naziler ve

Siyonistler arasında şekillenecek olan ilginç ittifakın sembolik bir

ifadesiydi.

Mason, Gül-Haç ve Kabala bağlantısından da anlaşıldığı gibi

Theosophical Society, Tapınakçı geleneği koruyan, yani Yahudi

mistisizmine sıkı sıkıya bağlı bir örgüttü. Bu, derneğin ambleminden

bile anlaşılıyordu; amblemin ortasında kocaman bir Siyon yıldızı

vardı, ayrıca taç ve kuyruğunu ısıran yılan gibi M. Tevrat kaynaklı

Yahudi sembolleri de amblemde yer alıyordu. Tüm bunların yanında,

bir de ilginç bir sembol daha vardı derneğin ambleminde;

sonradanNazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç!

Gamalı haçın sözkonusu Yahudi sembolleri arasında ne aradığını

sorabiliriz. Frederick Goodman'ın, Magic Symbols (Büyü

Sembolleri) adlı kitabında bu soruya tatmin edici bir cevap getiren

bilgiler yer alıyor. Goodman'ın yazdığına göre, oldukça eski bir okült

sembol olan gamalı haç (swastika), Kabala mistisizmi ile oldukça

yakından ilgilidir. Kabala'nın "Hayat Ağacı" olanSefirot'taki "Keter"

isimli Sefirah, swastikanın çıkış noktasıdır. Buna göre, "swastika

(gamalı haç) Süleyman'ın Mührü (altı köşeli Siyon yıldızı) ile de

yakından ilişkilidir."

Kısacası Theosophical Society, kullandığı sembollerden de

anlaşıldığı gibi içinde hem Yahudi mistisizmini hem de Nazilere

öncülük eden bir Alman milliyetçiliğini barındırıyordu.

Bu, kuşkusuz oldukça ilginç bir durumdur.

Theosophical Society'den Naziler'e uzanan zincirin devamını

incelediğimizde, daha da ilginç gerçeklerle karşılaşıyoruz.

Theosophical Society'den kısa bir süre sonra bir başka Alman

milliyetçisi okült dernek daha kuruldu: Viril Derneği. Michael

Howard'a göre, Viril derneğinin amacı, "Theosophy derneğinin ve

Kabala'nın mistik sistemini, İllüminati locasının politik idealleri ile

birleştirmekti."

Viril Derneği'nin amblemi ise tek başına gamalı haçtı.

Alman milliyetçileri tarafından aynı sıralarda kurulan bir diğer

dernek ise Armanenschafft adlı gizli örgüttü. Armanenschafft,

Avusturyalı bir okült uzmanı olan Guido von List tarafından

kurulmuştu ve Aryan ırkının üstünlüğü teorisini kendine ideoloji

olarak benimsemişti. Von List, kurduğu derneği masonik sistemi

örnek alarak, Çırak-Kalfa-Üstad gibi derecelere ayırdı.

Armanenschafft'ın antik okült geleneği temsil ettiğini söylüyordu.

Von List'e göre, Katolik Kilisesi bu geleneği baskı altına almış, ancak

bu gelenek Tapınakçılar, Gül-Haçlar, simyacılar ve masonlar

tarafından canlı tutulmuştu.

Şimdi de Armanenschafft bu Tapınakçı geleneği canlandırmaya

çalışacaktı.

Nazilerin öncülerinden Ordo Templi Orientis (Doğu Tapınak

Tarikatı) üstteki amblemi kullanıyordu. Amblemin üst kısmında yer

alan masonik üçgen içinde göz sembolü, örgütün Tapınakçı-mason

kimliğinin açık bir ifadesiydi.

Guido von List, kendi örgütünün dışında, iki gizli örgüt ile de yakın

bir ilişki içindeydi. Bu iki örgüt de List'in pan-Cermenik, aşırı sağcı

görüşlerini paylaşıyorlardı. Örgütlerin adları ise oldukça ilginçti;

Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi, yani "Doğu Tapınak

Tarikatı" ve "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"!... Adlarından da anlaşıldığı

gibi bu iki örgüt de açıkça Tapınakçı geleneği izleyen örgütlerdi.

Örgütleri ve kurucularını incelediğimizde bunu daha açık bir biçimde

görebiliyoruz.

Ordo Templi Orientis (OTO), 1895 ve 1900 yılları arasında Karl

Kellner ve Theodor Reuss adlı ateşli iki Alman milliyetçisi tarafından

kurulmuştu. Kellner ve Reuss'un önemli bir ortak özellikleri ise her

ikisinin de yüksek dereceli birer mason oluşuydu. Bu iki üstad

mason, OTO'yu Memphis and Mizrahim adlı bir İngiliz locasının

obediyansı altında kurmuşlardı. OTO'nun kuruluşunda önemli rol

oynayan bir üçüncü isim ise çeşitli Gül-Haç localarına üye olan Dr.

Franz Hartmann'dı. Theodor Reuss da Almanya'nın çeşitli

şehirlerinde Gül-Haç ve mason locaları kurmuştu.

OTO'nun amaçları arasında, "tüm masonik ritlere açılan anahtarların

ve seksüel büyü"nün ilerletilmesi vardı.

Bu"seksüel büyü", büyük olasılıkla Tapınakçılar'ın sapkın

özelliklerinden biri olanHOMOSEKSÜELLİĞİN yeni bir

varyasyonuydu.                                                                                   

                                                                                                            

                                                                                                     

OTO'NUN MASON KURUCUSU Theodor Reuss, 1912 yılında

yazdığı bir kitapta, örgütün ritleri arasında "KARŞILIKLI ORAL

SEKS"in de yer aldığını açıklamıştı.

OTO'nun İngiliz destekçilerinden Aleister Crowley'e göre ise bu

"oral seks" ritüelininkökeni, İLLÜMİNATİ ÖRGÜTÜNÜN

KURUCUSU Adam Weishaupt'un bir

"BULUŞU"ydu ve ondan sonra da çeşitli Gül-Haç localarında

uygulanır olmuştu.

Aleister Crowley, bir süre sonra OTO'nun İngiliz kolunun üstadı oldu

ve kendisine "BAFOMET" adını taktı. Bafomet, 2. bölümde

değindiğimiz gibi Ortaçağ'daki Tapınakçılar'ın kendisine tapındıkları

bir tür puttu.

OTO ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir ikinci pan-Cermenik

Tapınakçı örgütü ise az önce belirttiğimiz gibi Ordo Novi Templi,

yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"ydı. Örgüt, kendini bir Ortaçağ

kontunun reenkarnasyonu sayan Lanz von Liebenfels adlı bir okültist

tarafından kurulmuştu. Liebenfels, örgütün Tapınakçı geleneği

koruduğunu açıkça söylüyordu. İngiliz yazar Nicholas Goodrick-

Clarke, The Occult Roots of Nazism (Nazizm'in Okült Kökenleri)

adlı kitabında, bu örgütün "1300'lü yıllarda kafirlik suçundan

dağıtılmış olan Tapınak Şövalyeleri örgütünün mirasçısı" olduğunu

yazar.

Örgüt, 1907 yılında Burg Werfenstein'deki bir Ortaçağ şatosunda bir

"Aryan Şövalye Tarikatı" kimliğinde kurulmuştu. Bu Aryan-

Tapınakçı örgütün şatonun burçlarına asılmış olan bayrağı ise gamalı

haçtı.

Naziler'in öncülerinden biri olan Ordo Novi Templi, tahmin

edilebileceği gibi aşırı sağcı bir ideolojiye sahipti ve dahası,

Avrupa'daki çeşitli aşırı sağcı gruplarla da ilişki içindeydi. İngiliz

tarihçi Michael Howard, örgütün 1910'lu ve 20'li yıllarda Avrupa ve

Amerika'daki aşırı sağcı gruplar için "uluslararası koordinatör" işlevi

gördüğünü yazıyor.10 Bu gruplar içinde, Sırp milliyetçileri en dikkat

çekenlerden biriydi. Ordo Novi Templi, I. Dünya Savaşı'nın patlak

vermesine neden olan milliyetçi Sırp grupları ile çok yakın ilişkilere

sahipti.

                                 Kısacası 19. yüzyılın başında, Almanya'da aşırı

sağ eğilimlere sahip ve birbirleriyle de yakın ilişkilere sahip olan üç

Tapınakçı örgüt kurulmuş durumdaydı: Armanenschafft, Ordo Templi

Orientis ve Ordo Novi Templi. Her üçü de Tapınakçı geleneğe bağlı,

yani Kabala mistisizmine ve masonik ideolojiye sahip olan bu üç

örgütün en önemli icraatlarından birisi, Michael Howard'a göre,

Germenorden (Alman Tarikatı) adlı örgütün kuruluşuydu. I. Dünya

Savaşı'nın hemen öncesinde kurulan örgüt, Aryan ırkının üstünlüğünü

savunuyor, pan-Cermenik bir Alman İmparatorluğu'nun kurulmasını

ve Hıristiyanlık öncesi (pagan) antik Alman kültürünün yeniden

uyandırılmasını hedefliyordu. Örgütün amblemi gamalı haçtı ve tüm

ritüellerini de mason ritüellerinden almıştı.

Thule Locasından Nazi Partisine

I. Dünya Savaşı sırasında ateşli Alman milliyetçilerini organize eden

Germenorden'in ortaya çıkardığı en önemli sonuç ise savaşın hemen

bitiminde kurulan ünlü Thule Derneği'ydi. Thule Derneği, ya da

Almanca adıyla Thule Gesselschaft, Baron von Sebottendorff adlı bir

Alman milliyetçisi tarafından Germenorden'in devamı niteliğinde

oluşturulmuştu. Sebottendorff ilginç birisiydi. Doğuya geziler

yapmış,Mısır ve İstanbul'da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında

simya, astroloji ve Kabala üzerinde çalışmış, Gül-Haç felsefesi

üzerinde de uzun araştırmalar yapmıştı.

 1901 yılında, Fransız Grand Orient obediyansına bağlı olan bir

mason locasına katıldı. Sebottendorff'un bağlı olduğu loca politik

amaçları olan bir locaydı ve o dönemde Halife Abdülhamid'e karşı

devrim hazırlığı yapan İttihat ve Terakki derneği ile de çok yakın

ilişkilere sahipti.

Sebottendorff'un masonik kariyerine Aytunç Altındal da "Hitler

Doğmadan Önce" başlıklı yazı dizisinde değinmişti. Altındal'a göre,

Sebottendorff, "Bursa'da Abraham Termudi adlı bir Yahudi bankerin

delaletiyle Memphis adıyla tanınan mason locasına üye yapılmıştı."

Baron, o yıllarda bir de Türk Masonluğu ve Bektaşilik adlı bir kitap

yazmıştı. Altındal'a göre Sebottendorff, II. Dünya Savaşı'nın ardından

Türkiye'de "görünmeyen eller" tarafından saklanmıştı. (Bu

"görünmeyen eller", büyük olasılıkla Neo-Nazi masonların üye

olduğu Moral Re-Armament derneğininTürkiye'deki kolu olan

Manevi Cihazlanma Derneği'ydi.)

Sebottendorff'u bu denli önemli kılan icraatı ise kuşkusuz kurduğu

ünlü THULE DERNEĞİYDİ. Baron, 1910 yılında, İstanbul'da

bulunduğu sıralarda, masonluk ve simya prensiplerini anti-komünizm

ve aşırı sağ felsefe ile birleştiren kendine bağlı yeni bir örgüt

kurmaya karar verdi. 1916 yılında Germenorden ile bağlantıya geçti

ve sonraki iki yıl içinde örgütün en etkin üyesi haline geldi. Sonuçta,

1918 yılında Germenorden'in adı Thule Gesselschaft'a dönüştürüldü

ve Sebottendorff da örgütün büyük üstadı oldu. Umberto Eco,

Thule'nin kuruluşunu şöyle anlatıyor:

1912'de Ari ırkın üstünlüğünü öne süren Germenorden diye bir grup

oluşuyor.

1918'de Baron von Sebottendorff diye biri buna bağlı bir grup

kuruyor: Thule Gesselschaft; gizli bir dernek. Tapınakçı Geleneğe

Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri ama güçlü ırksal, pan-Cermenist,

Yeni-Arilik eğilimleri var. 1933'te de, bu Sebottendorff, kendisinin

ektiklerini Hitler'in biçtiğini yazıyor.

Öte yandan, gamalı haç, Thule Gesellschaft çevresinde ortaya

çıkıyor. Thule'ye ilk katılanlardan biri kimdi? Rudolf Hess, Hitler'in

kötü yoldaşı. Sonra Rosenberg! Sonra Hitler'in kendisi! Gazetelerde

okumuşsunuzdur, Hess, Spandau'daki hücresinde bugün bile içrek

(batıni) bilimlerle uğraşıyor... (Thule'nin kurucusu olan)

Sebottendorff, 1924'te, simyayla ilgili bir kitapçık yazıyor... Gül-

Haçlar'la ilgili bir roman da yazıyor.

Eco'nun anlattıklarından da anlaşıldığı gibi "Tapınakçı Geleneğe

Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri" ya da daha basit bir ifadeyle özgün

bir mason locası olan Thule, Nazi partisinin öncüsü ve hatta gerçek

kurucusuydu. Örgüt kurulduktan sonra hızla büyüdü. 1918 yılında

yalnızca Münih kentinde 250, tüm Bavyera'da ise 1.500 üyeye

sahipti.

Üyeler arasında; yargıçlar, avukatlar, polis şefleri, aristokratlar,

doktorlar, üniversite hocaları, bilim adamları, subaylar, sanayiciler

ve iş adamları vardı. Önde gelen üyelerden Bavyera Adalet Bakanı

Franz Gurtner, aynı makama Nazi rejimi sırasında da atandı. Thule

üyelerinden polis şefi Wilhelm Frick ise Nazi Almanyası'nda İçişleri

Bakanlığı yapacaktı.

Thule'nin Nazi partisine dönüşümü bir dizi olayın sonucunda

gerçekleşti. Örgüt, kurulduğu günden itibaren komünistlerle sürekli

çatışma halindeydi. 1919'daki komünist ayaklanma sırasında Thule

yeraltına çekildi ve aşırı sağcı karşı-devrimcileri organize ederek

silahlı bir terör gücü oluşturdu.

Komünistlere karşı halk desteği kazanmak içinse, Alman İşçi

Partisi'ni kurdu. İşte bu sıralarda Adolf Hitler de Thule'ye katıldı.

Hitler, savaş öncesi dönemde okültizmle yakından ilgilenmiş,

özellikle Armanenschafft'ın kurucusu Guido von List'in teorilerinden

çok etkilenmişti. Bu nedenle, bir Tapınakçı örgütü olan Thule'ye

kolayca adapte oldu. Thule'nin siyasi uzantısı olan Alman İşçi

Partisi'nin kendisine amblem olarak gamalı haçı seçmesi ise Hitler'in

etkisiyle olmuştu.

THULE ÖRGÜTÜ AMBLEMİ

1920 yılında Alman İşçi Partisi'nin adı Nasyonal Sosyalist Parti

(Nazi Partisi) olarak değiştirildi. Partinin lideri ise elbette Hitler'di.

Hitler'in bu hızlı yükselişi, Thule'nin desteği ile olmuştu. Hitler'i

keşfeden kişi, Thule'nin önde gelen isimlerinden Deitrich Eckart idi.

Eckart, yaşlı bir okültist kadının kendisine yıllar önce anlattığı

"Almanya'yı kurtaracak Mesih" prototipini Hitler'de görmüştü.

Bu nedenle bu genç adamın elinden tuttu, onu Thule'nin zengin ve

etkili üyeleri ile tanıştırdı. Nazi partisini ilk günlerinde finanse

edenler zengin Thule üyeleriydi; Thule üyesi polis şefleri de Hitler'e

korunma sağladılar.

Thule'nin Nazi Partisi'nin çekirdeği olduğuna, Aytunç Altındal da

değinmişti. "Hitler'in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi

(NSDAP), 1920'de Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu"

diyen Altındal, Thule'nin özellikleri arasında da "okültizm,

simyacılık ve Kilise karşıtlığı"nı sayıyordu.

 Bunlar, bildiğimiz gibi Tapınakçı-mason geleneğinin başta gelen

özelliklerindendir. Katolik ilahiyatçı August Knoll da 1950'de,

Hitler'in Kilise aleyhtarı görüşlerinin asıl olarak Thule kaynaklı

olduğunu dile getirmiştir.

Kısacası, Theosophical Society'den başlayarak; Viril,

Armanenschafft, Ordo Templi Orientis, Ordo Novi Templi,

Germenorden ve Thule gibi okült derneklerin birbirlerinden

aktararak taşıdıkları Tapınakçı-mason geleneği, Nazi partisinin

gerçek kökenini oluşturmuştu.

Naziler, 1314 yılında kesin olarak yasaklanmalarının ardından yer

altına giren ve Gül-Haç ve masonluk gibi örgütlerle yeniden ortaya

çıkan Tapınakçı geleneğin yeni bir varyasyonundan başka bir şey

değildiler. Bunu açıkça ifade etmekten de çekinmediler. Hitler, Nazi

parti sistemini mason localarının sistemine uygun bir biçimde

düzenlemiş ve bunu da açık açık söylemişti. 1934 yılında ise şöyle

demişti: "Biz bir örgüt kuracağız, saf kan ilkesinin etrafında

toplanmış Tapınak Şövalyeleri Biraderliği."

 Bu "Tapınak Şövalyeleri Biraderliği"nikurmakla görevlendirilen kişi

ise kısa zamanda III. Reich'in Hitler'den sonraki ikinci adamı haline

gelecek olan Heinrich Himmler'di. Himmler, 1920'li yıllarda

Hitler'in bodyguardları olarak görev yapmış olan SS (Schutzstaffel)

örgütünü Tapınakçı ve mason sistemine göre düzenleme işini üstlendi.

 Himmler, SS'ler içinde özel bir araştırma grubu da oluşturdu; bu

grup, Tapınakçılar'ın ve diğer okült derneklerin tarih içindeki yerini

araştırmakla görevliydi. SS'ler aynı zamanda Tapınakçılar'ın belirgin

özelliği olan anti-Hıristiyan ritüellere de sahiptiler. Himmler'in

liderliğinde yapılan SS törenlerinde Nasyonal-Sosyalist marşlar

söylenerek Hıristiyan haçı yakılır ve yerine gamalı haç yerleştirilirdi.

Bu bölümün başında, Naziler'in Yeni Düzen'inin seküler oluşuna

dikkat çekmiştik. Bu durum, bizleri, Nazizm ile Tapınakçılar ve

Yahudi önde gelenleri arasındaki bir İttifak ilişkisi aramaya

yöneltiyordu. Nazizmin Tapınakçı kökeni ile ilgili incelediğimiz tüm

bu bilgiler ise bize kuşkularımızın yersiz olmadığını, gerçekten de

Naziler'in İttifak'la yakından ilgili, hatta İttifak'ın bir parçası

olduklarını göstermektedir. Bu bilgiler, Naziler'in Yeni Düzen'inin

neden seküler ve din aleyhtarı olduğunu da açıklamaktadır. Çünkü

eğer Naziler İttifak'ın bir parçası iseler, kurmaya çalıştıkları Yeni

Düzen'in, İttifak'ın kurduğu Novus Ordo Seclorum'un bir türevi

olmasını da son derece normal karşılamak gerekmektedir.

Ancak bu noktada normal olmayan bir görüntü ile karşı karşıya

kalıyoruz. Eğer Nazi Partisi Tapınakçı-mason geleneğine bağlı bir

örgütse, 6 yüzyıllık Tapınakçı-mason geleneğine göre, Nazilerin de

Yahudi önde gelenleriyle işbirliği içinde olması gerekir. Çünkü, 2.

bölümde incelediğimiz gibi Tapınakçılar ve onların devamı olan

örgütler, Yahudilerle daimi bir ittifak kurmuşlar ve başta dini otorite

olmak üzere her türlü düşmana karşı ortak bir savaş vermişlerdir.

Ancak, Naziler'e baktığımızda, ideolojilerinin merkezinde fanatik bir

antisemitizmin var olduğunu görürüz. Hatta tarih kitapları, Naziler'in

gözü dönmüş birer Yahudi düşmanı olduklarını ve bu nedenle de 6

milyon Yahudiyi II. Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama

kamplarında acımasızca imha ettiklerini anlatmaktadır.

Aytunç Altındal da bu konuya dikkat çekmiş ve "Thule'nin

bünyesinde hem mason olan hem de Yahudilerden nefret eden bir çok

soylu" olduğunu yazmıştı. Altındal, bunun yanısıra Alman localarının

kurucuları arasında çok sayıda antisemit olduğuna da dikkat

çekiyordu. Bunun ardından da "günümüzde yanlış bilinen bir olguya"

değinmek gerektiğini, "mason localarını Yahudilerin kurdukları ve

bunlar aracılığıyla dünyada egemenlik sağlamak istedikleri gibi bir

saplantı"nın var olduğunu yazmıştı. Kısacası Altındal'a göre, Alman

localarındaki antisemit eğilimler, masonlar ve Yahudiler arasında bir

ittifak olduğunu açıkça yalanlıyordu.

Altındal'ın yazdıkları ilk bakışta doğruydu. Öyle ya, antisemitizmin

mason localarında ve Thule'de bu denli güçlü bir biçimde var oluşu,

başka nasıl açıklanabilirdi?

Ancak burada göz ardı edilen bir gerçek vardı. Antisemitizm, yani

yahudi düşmanlığı, Yahudi cemaatlerindeki insanlar için korkunç bir

belaydı elbette ama Yahudi önde gelenleri için aynı şeyi söylemek

mümkün değildi. Onlar, antisemitizmde büyük bir stratejik fayda

görüyorlardı. Hatta, o sıralarda yeni doğan Siyonist hareketin lideri

olan Theodor Herzl, bir önceki bölümde değindiğimiz gibi şöyle

demişti: "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı

olacaktır."

Olaylar, bir kez daha, göründüğünden oldukça farklıydı.

Karmaşık Bir Hikaye; Naziler ve Yahudiler

Nazizmin Tapınakçı-mason kimliği ile Yahudi aleyhtarı görüntüsü

arasındaki çelişkiyi çözebilmek için, öncelikle bize empoze edilen

dar düşünce kalıplarından kurtulmak gerekiyor. Konu, her şeyde

olduğu gibi resmi tarih telkinlerinden ve yüzeysel mantıklardan

bağımsız olarak incelenmelidir.

Naziler hakkında bir resmi ve bir de gerçek tarih olduğunu

farketmek zor değildir. Her şeyden önce, Nazizmin önceki sayfalarda

incelediğimiz Tapınakçı-mason kökeni, kesinlikle resmi tarihte konu

edilmez. Aksine bu konu özenle ört-bas edilmiştir. İngiliz tarihçi

Michael Howard'ın da belirttiği gibi savaşın ardından Nazizmin

okült yönü ısrarla hasıraltı edilmiş, başta Churchill olmak üzere

müttefik devletlerin liderleri bu gerçeğin Nuremberg

mahkemelerinde ya da başka platformlarda açığa çıkmasını özenle

engellemişlerdir. Kısacası, Nazizmin aslında masonluğun

çeşitlemelerinden biri olduğu gerçeği, kasıtlı olarak gizlenmiştir.

Aslında bu gerçeği gizleyenlerin arasında Naziler'in kendileri de

vardır. Hitler, kendi masonik kariyerine karşın sık sık masonluk

aleyhtarı yorumlar yapmış, iktidara gelişinin ardından da ülkedeki

mason localarını kapattığını açıklamıştır. O yıllara başka bazı

ülkelerde de kullanılmış olan bu taktiğin amacı açıktır: Sıradan

mason localarını kapatarak, ülkenin gerçekte seçkin bir loca

tarafından yönetildiğini gizlemek.

Naziler'in masonlukla olan ilişkisi bu denli etkili bir biçimde

gizlendiğine göre, benzer bir dezinformasyonun (yanlış

bilgilendirme) Yahudilik konusunda da yapılmış olabileceğini göz

önünde bulundurmamız gerekiyor. Naziler'in birer antisemit, yani

Yahudi aleyhtarı olduklarına kuşku yoktur elbette. Ama bu Naziler'in

Yahudi önde gelenleri ile uyuşmadıkları anlamına gelmez.

Bunun nedeni Siyonizmdir. Önceki bölümde, Mesih Planı'nın bir

aşaması olarak 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Siyasi Siyonizmin,

modernizmin nimetleri yüzünden asimile olmaya başlayan Avrupalı

Yahudilerden rağbet görmediğine değinmiştik. Irk bilinçlerini

yitirmiş olan bu Yahudiler, Siyonizmin Filistin'e göç çağrılarına

kulak tıkamışlar ve Mesih Planı'nın önünde ciddi bir pürüz

oluşturmuşlardı. Bu pürüzün nasıl çözülmesi gerektiğini ise hareketin

kurucusu olan Theodor Herzl açıklamıştı: Siyonizm, Yahudileri

rahatsız etmek ve göçe ikna etmek için antisemitlerle işbirliği

yapmalıydı.

Kısacası antisemitizm, Mesih Planı'nın bir parçasıydı. Planın gerçeğe

dönüştürülebilmesi için antisemitizme mutlaka ihtiyaç vardı.

Bu durumda, Almanya'daki mason localarında antisemitizm üretilmiş

olmasının açıklaması da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Localar,

stratejik bir fayda olan antisemitizmi bilinçli olarak üretmişlerdir.

Hatta, Aytunç Altındal'ın da kabul ettiği gibi antisemitizmin

üretilmesinde kimi Yahudiler de lider rol oynamışlar ve "Jewish

Self-Hate", yani Yahudilerin kendilerinden nefret etmesi hareketi

olarak isimlendirilmişlerdir.

İşte bu nedenle, Naziler'in antisemit oluşlarının da, Yahudi önde

gelenleri için hiçbir olumsuz yönü yoktu. Aksine Naziler, Herzl'in

kurduğu mantığa göre, Siyonizmin en yakın müttefikleri olmalıydılar.

Nitekim öyle de oldular. Birbirlerine ideolojik yönden paralel olan

bu iki hareket, geleneksel Tapınakçı-Yahudi ittifakının yeni bir

örneğini oluşturarak, tarihin en az bilinen paktlarından birini

kurdular.

Siyonizm ve Nazizm'in İdeolojik Akrabalığı

Herzl'in Yahudilerin asimilasyon sürecini durdurmak ve tersine

çevirmek için antisemitlerle ittifak yapma teorisi, onu izleyen

Siyonistler tarafından Avrupa'nın hatta dünyanın farklı ülkelerindeki

ırkçılara karşı kullanıldı. Ancak bunlar içinde en önemli olanı

kuşkusuz Alman ırkçılarıdır. Nazi hareketinin öncüleri olan Alman

ırkçıları, hem siyasi güçleri hem de ideolojik katılıkları sayesinde

Siyonistlerin aradıkları müttefik modeline tamamen uyuyorlardı. İki

taraf arasındaki ideolojik paralellik ise doğrusu oldukça çarpıcıydı.

Kendisini anti-Siyonist bir Yahudi olarak tanımlayan Amerikalı

tarihçi Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators (Diktatörler

Devrinde Siyonizm) adlı kitabında, Siyonistler ile antisemitler

arasındaki ittifakın bilinmeyen tarihini gözler önüne serer. Brenner'ın

vurguladığı gibi Siyonistler ile antisemit ırkçılar arasındaki yakınlık,

daha Siyonizm hareketinin ilk yıllarında kendini göstermeye

başlamıştır. Örneğin Siyonist hareketin Herzl'den sonra ikinci adamı

olan Max Nordau, 21 Aralık 1903 günü Fransa'nın ünlü antisemiti

Eduard Drumont ile bir söyleşi yapmış ve biri Yahudi diğeri de

Fransız şovenizmini temsil eden bu iki ırkçı arasındaki konuşmalar,

Drumont'un La Libre Parole adlı antisemitik gazetesinde

yayınlanmıştır. Nordau şöyle demektedir: "Siyonizm bir din değil,

tamamen bir ırk sorunudur ve bu konuda hiç kimseyle Bay Drumont

ile olduğum kadar fikirbirliği içinde değilim."

Brenner'ın kitabın başında dikkat çektiği konulardan biri, Alman

ırkçıları ile Siyonistler arasındaki ideolojik paralelliktir. Buna göre,

I. Dünya Savaşı öncesinde Alman entellektüel çevrelerinde hızla

yaygınlaşan Blut und Boden fetişizmi, Siyonistlerin iddialarıyla tam

bir uyum içindedir. Bu ideolojiye göre, Alman ırkı kendine has bir

kana (blut) sahipti ve kendine ait bir toprak (boden) üzerinde

yaşamalıydılar.

Yahudiler Alman kanından değildiler, Alman halkının (volk) bir

parçası olamazlardı ve dolayısıyla Alman toprakları üzerinde

yaşamaya hak sahibi değildiler. Brenner'ın vurguladığı gibi

Siyonistler Blut und Boden ırkçılarının tüm argümanlarını içtenlikle

desteklemişlerdi. Siyonistlere göre de Yahudiler Alman halkının

(volk) bir parçası değildi, dolayısıyla Alman kanıyla karışmamalı,

yani Almanlar'la evlenmemeliydiler. Yapmaları gereken en doğru şey

ise kendi öz topraklarına (boden) dönmekti; yani Filistin'e.

Kuşkusuz Siyonistler Alman ırkçılığının iddialarını paylaşırken,

antisemitizmi de onaylamış oluyorlardı. Çünkü madem Yahudiler

Alman halkının bir parçası değildiler, Alman ırkçıları Yahudileri

tecrit etmek istemekte haklıydılar, onları sürmek istemekte de

haklıydılar. Siyonist düşünceye göre, antisemitizmin varlığı,

Yahudilerin kendi suçuydu. Kendilerine ait olmayan bir toprak

üzerinde ısrarla yaşayarak, kendilerine yabancı bir ırka karışmaya

çalışarak Yahudiler kendileri antisemitizmi kışkırtıyo








turkiyegazetesi.com.tr
Dış Politika - Rusya çıkarlarının peşinde - #TG

M.Necati Özfatura
  
Facebook

PKK silah ve cephane olarak son dönemde büyük kayıp vermiştir.

Demirtaş, Rusya ziyaretinde acaba silah mı istemiştir?!. PKK’lı

teröristlerle Kandil’dekiler arasındaki telsiz konuşmalarında

PKK’nın “Bu sefer gerçekten bittik” ifadeleri nasıl bir hezimet

yaşadıklarını göstermektedir.
Kandil’in PKK’lı teröristlere emri “Öldür veya öl”dür. Kandil’deki

Ermeni komutanlar ve Kürt maskesi altındaki Ermeni asıllı teröristler

bölgede yaşayan Kürtlere soykırım yapmaktadır. Tekrar söylüyorum

her zaman söylemeye de devam edeceğim. PKK asla ve asla Kürt

meselesi değildir. Bir Ermeni meselesidir. Eğer Kürt meselesi olsaydı

camileri, hastaneleri, okulları, iş yerlerini ve evleri yakmaz

yıkmazlardı. Caddelerde hendek açmaz, göçe, işsizliğe ve esnafın

zararına sebep olmazlardı.
PKK dış güçlerin haçlı ordusudur. Türkiye’nin Ortadoğu’da söz

sahibi olmasını önlemek ve kalkınmasına mani olmak için görevli bir

şer güçtür. Türkiye PKK ile değil İran, Rusya, Suriye, Almanya ve

dolaylı olarak ABD ile savaşmaktadır. Bütün Haçlı Seferleri gibi bu

Haçlı Seferi de hezimetleri ile neticelenecektir. İNŞALLAH…
Demirtaş’ın Rusya ziyaretinde Türkiye aleyhine planlar yapılmıştır.

Rusya Dışişleri Bakanı HDP’yi desteklediğini söylemiştir. Siyasilerin

sözleri ile niyetleri ayrıdır. HDP’yi destekliyorum sözü aslında

PKK’yı destekliyorumdur.
Putin’in Türkiye düşmanlığının temeli Türkmenistan ve Azerbaycan

doğalgazının Türkiye’ye ve Türkiye vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşmasına

dayanmaktadır. NABOCCO projesi Hazar doğalgazını Türkiye ve

Balkanlar üzerinden Avrupa’ya taşınmasıdır.
Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya hattı 3 bin 300

kilometredir. Projenin tamamlanmasıyla beraber yılda 30 milyar

metreküp gaz taşınacaktır. Bu projenin, 2009 yılında başlayıp

2013’te sona ermesi gerekiyordu. Ancak Rusya’nın engellemesi

yüzünden bir türlü bitmemektedir.
Rusya Gazprom yetkilisi Sergei Komlev şu tehdidi yapmıştır:

“Nabocco için Hazar gazını unutun, yoksa Türkiye dahil bütün

Avrupa’ya gaz sıkıntısı çektiririz.”
Bu proje ne olursa olsun gerçekleşmelidir.
Rusya Azeri ve Türkmen gazını almakta 2 ve ya 3 misli fiyata

satmaktadır. Bu gazın kendi kontrolünden çıkıp Nabocco projesi ile

Türkiye-Balkanlar ve Avrupa’ya gidişini ne suretle olursa olsun

önlemek istiyor.

28.12.2015









ABD'nin 2007-2014 yıllarında 250 milyar dolar, Rusya'nın ise 85

milyar dolarlık silah satışı yaptığı belirtildi.

ABD Kongresi'nde hazırlanan "2007-2014 Gelişmekte Olan Ülkelere

Konvansiyonel Silah Satışı" başlıklı rapor, başta ABD ile Rusya'nın,

özellikle gelişmekte olan ülkelere giderek artan düzeyde silah satışı

gerçekleştirdiğini ortaya koydu.

2007-2014: ABD 250 MİLYAR DOLAR, RUSYA 85 MİLYAR

DOLAR
Raporda, gelişmekte olan ülkelerin giderek artan silah ihtiyacı ve bu

çerçevede başta ABD ve Rusya olmak üzere bazı ülkelerin bu

durumdan çok büyük kazançlar elde ettiği yer aldı. Raporda ayrıca

silah satışlarında en tepede ABD ve Rusya'nın yer almasının,

gelişmekte olan birçok ülkenin soğuk savaş döneminde bu iki ülke

etrafında kendilerini konumlandırmalarıyla ilgili olabileceği tespiti

yapıldı.

Silah satışından ABD, 2007-2014 yıllarında 250 milyar dolar, Rusya

ise 85 milyar dolar gelir elde etti. Araştırma sonuçlarına göre, bu

dönemde tüm uluslararası silah satışları içinde yaklaşık yüzde 75 olan

gelişmekte olan ülkelere yapılan silah satışlarının oranı, 2014 yılında

yüzde 86'ya ulaştı.

SİLAH ANLAŞMALARI
Dünya genelinde 2007-2010 arasında toplam 239,1 milyar dolarlık

silah satış anlaşması imzalandı. Bu rakam 2011-2014 döneminde

312,4 milyar dolara yükseldi. Dolayısıyla 2007'den 2014'e kadar

dünya genelinde toplam 551,5 milyar dolarlık silah satışı anlaşması

gerçekleştirildi.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dahil tüm dünyada 2014 yılında

71,8 milyar dolarlık silah anlaşması imzalandı. Bu rakam 2013

yılında 70,1 milyar dolar seviyesindeydi.

YENİ ANLAŞMALARDA EN BÜYÜK ARTIŞ ABD'NİN
Küresel silah satışında ABD, 2014'te 36,2 milyar dolarlık anlaşma ile

en büyük paya sahip olurken Rusya 10,2 milyar dolarlık anlaşmayla

ikinci sırada yer aldı.

ABD'nin, 2013 yılında 26,3 milyar dolar olan silah anlaşması tutarı,

geçen yıl yaklaşık 10 milyar dolar artarak 36 milyar dolar seviyesine

ulaştı.

Rusya'nın 2013'teki 10,3 milyar dolar, Fransa'nın ise 3,4 milyar

dolarlık silah satış sözleşmeleri de 2014 yılında sırasıyla 10,2 ve 4,4

milyar dolar oldu. 2012-2014 döneminde en fazla ABD yeni silah

anlaşmasına imza attı, onun dışında sadece Fransa belli bir artış

yakaladı, kalan silah tedarikçisi ülkelerin satışları kısmen geriledi.

EN BÜYÜK SATIŞLAR GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERE
Silah satış anlaşmalarının çok büyük bölümü gelişmekte olan

ülkelerle yapıldı.

Kongre raporuna göre, geçen yıl gelişmekte olan ülkelerle ABD 29,8

milyar dolar, Rusya ise 10,1 milyar dolarlık silah satış anlaşması

yaptı. Bir önceki yıl ABD, gelişmekte olan ülkelerle 18 milyar

dolarlık silah anlaşması yapmıştı. Rusya ise gelişmekte olan ülkelerle

2013'te 10,2 milyar dolar düzeyinde silah anlaşması imzalamıştı.

Rusya silah satış tutarında hemen hemen aynı seviyede kalırken

ABD'nin bir yılda 12 milyar dolara yakın artış sağladığı görüldü.

SUUDİ ARABİSTAN EN BÜYÜK ALICI
Gelişmekte olan ülkeler arasında silah alım ihtiyacını göstermesi

bakımından raporda paylaşılan bir diğer dikkat çekici bilgi de 2007

-2014 yıllarında Suudi Arabistan'ın 86,6 milyar dolar ile "en fazla

silah alım anlaşması yapan ülke" olması. Bu rakamın yaklaşık 60

milyar doları sadece ABD ile yapılan anlaşmaları kapsıyor.

Aynı dönemde Hindistan 38,1 milyar dolarlık silah anlaşması ile

ikinci sırada gelirken Irak 27,3 milyar dolar, Birleşik Arap

Emirlikleri (BAE) 22,6 milyar dolar ve Güney Kore 20,4 milyar

dolarlık anlaşmalarla bu iki ülkeyi takip etti.

Geçen yıl ise Güney Kore'nin 7,8 milyar dolar, Irak'ın 7,3 milyar

dolar, Brezilya'nın 6,5 milyar dolar, Suudi Arabistan'ın 4,1 milyar

dolarlık silah anlaşmasına imza attığı görüldü.

SİLAH TESLİMATLARINDA ABD LİDER
Rapora göre, 2007-2010 döneminde 168,4 milyar dolar, 2011-2014

döneminde ise 209,7 milyar dolarlık silah teslimatı yapıldı. Böylece

2007'den 2014'e kadar dünyada toplam 378,1 milyar dolarlık silah

teslimatı gerçekleştirilmiş oldu. Bu dönemde ABD tüm dünyaya

111,9 milyar dolar, Rusya 62,8 milyar dolar, Fransa 24 milyar dolar,

Almanya 23 milyar dolar ve Çin 17,1 milyar dolarlık silah teslimatı

yaptı.

Geçen yıl 46,8 milyar dolar düzeyindeki silah teslimatı tutarı, bir

önceki yıl 62,3 milyar dolar oldu. Geçen yılın rakamlarına göre tüm

dünyadaki silah teslimatından ABD 12,2 milyar dolar, Rusya 9,2

milyar dolar gelir elde etti. Bu rakamlarla ABD art arda sekizinci yıl

bu alandaki liderliğini korudu, Rusya ise bu sekiz yılın altısında

listenin ikinci sırasında yer aldı.

Fransa, 2014'te 5,1 milyar dolarlık silah teslimatı ile listenin üçüncü

sırasında yer buldu. İngiltere ise 3 milyar dolar gelir elde etti.







Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hamaney'in yüzüne

söyledi..!

Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Tahran'da

görüştüğü Ayetullah Ali Hamaney'e Suriye'yle ilgili uyarılarda

bulundu.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İran’ın dini lideri

Hamaney'e “Suriye meselesine mezhep anlayışıyla bakmanın yanlış

olduğunu" söyledi.

Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Vahdet Konferansı

için gittiği Tahran'da İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'le

görüştü. Görüşmeye ilişkin bilgi veren Görmez,“İslam coğrafyası ve

İslam dini, tarihin en zor süreçlerinden birisinden geçiyor. Bu

zorluğun en büyük sebebi siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün

sorunların dinin sırtına yüklenmesinden kaynaklanıyor”dedi.

SAVAŞ ÖNLENMİŞ OLUR

Görmez, “Doğrudan meydana gelen büyük hadiseleri, bir mezhep

savaşı veya mezhep ihtilafı olarak değerlendirmek doğru değildir.

Şiddet ortamlarından yeni türeyen, kendilerini dini olarak adlandıran

dini akımlar ile medeniyetler kuran İslam'ın ana yolu arasında ciddi

bir çatışma söz konusu. Doğrudan bir Şiilik ve Sünnilik arasında

değil, yeni ortaya çıkmış birtakım tekfirci şiddet anlayışları ile tarih

boyunca İslam medeniyetini inşa eden o ana yollar arasında bir ihtilaf

söz konusu” diye konuştu.

TÜRKİYE VE İRAN BİRLİK OLMALI

Görmez, Hamaney'e "Türkiye ve İran'ın, Suudi Arabistan'ı da

yanlarına alıp birlik içerisinde hareket etmesi parçalanmışlıkları

ortadan kaldırma konusunda yararlı olacak" dediğini anlattı.

SURİYE HERKESİN EN BÜYÜK ACISI

Suriye konusunun da ele alındığını belirten Görmez, “Suriye konusu

herkesin en büyük acısıdır ve bu acı başka dünyalara yansımaya

devam ediyor. Öncelikle bu acının dindirilmesi, buradaki kan ve

gözyaşının durdurulması, Suriye meselesine bakışta bir mezhep

anlayışıyla bakmanın yanlışlığını, madem Vahdet Haftası'ndayız asıl

vahdeti burada, salonlarda konuşmak yerine, bu dünyalarda inşa

etmek gibi bütün Müslümanların bir görevi olduğunu ifade ettim”

dedi.







10 Kasım'dı malum. Kendimi bildim bileli her 10 Kasım günü bir

'meczup' çıkar, millete sataşır.

Biz de 'meczuptu' deriz bırakırız kendi haline...

Dün de eksikliğini görmedik çok şükür!

Saat tam 9'u 5 geçe millet, melankolik bir anma ritüeli içindeyken,

bir otobüs dolusu insan böyle bir meczubun toplu tehdidine muhatap

oldu.

Kafalarımıza sıkmaya arzulu vahşi bir ses olarak, dar dünyasının

sınırlarını göstererek bir mahalle baskısı mizanseni sahneledi

kendince ve çekildi.

Bulunduğu belediye otobüsünün içine tahrik gücü yüksek bir molotof

gönderircesine, "Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk için

saygı duruşuna geçmeyenlerin bir gün gelecek kafasına sıkacağız"

diyerek salvosunu attı.

Yıllardır midesine oturmuş kinini serseri bir avaza dönüştürdü.

Yıllar yılı ellerinde avuçlarında tek kalan "Mustafa Kemal'i

sömürmek"ten bıkmayan anlayışın sefilliğini hayretler içinde izledik.

Kendinden başkasına tercih hakkı tanımayan, kafayı sakatlayan

düşünce yapısını bir cümlede özetlerken...

Kendi elleriyle kayda aldığı zorba saygı dayatmasını popüler olma

malzemesi olarak kullandı.

Nitekim bir marifet yapmışcasına sosyal medya sayesinde kendisini

manşet etti.

Neyse ki bu 'despotça' sataşmayı otobüste muhatap alan olmadı da

mesele büyümedi.



Peki kimdi bu kafaya sıkma arzusuyla yanıp tutuşan ses?

Millet bu zihniyet kalıbını çok yakından tanıyor aslında;

Milleti sindirmek için hiç bir zaman geri durmayan,

İnançlı insanlara her fırsatta saldıran, onları bir kaşık suda boğmak

için fırsat kollayan,

Başörtülü okumak isteyen kızlarımızı Arabistan çöllerine sürmeye

kalkışan,

Ağzı dualı Ayşe Teyzeyi sadece hizmetli olarak hayal eden,

Minareden yükselen ezan sesinden rahatsız olan,

Cami yapılmasın diye her fırsatta ayaklanan,

İmam Hatipler açılmasın diye meydan meydan yürüyen,

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili derslerin seçmeli

ders olarak bile okutulmasına tahammülü olmayan,

Kendi inandıkları dışındaki hiç bir anlayışı kabul etmeyen,

Demokrasi ve kişisel hak ve özgürlükleri hazmedememiş,

Dayatmacı, saygı beklerken bile saygısızlığın dibine vurabilen,

Başkaldırıyı ve isyanı sürekli cebinde bir hak olarak gören,

Böyle bir zihniyetin iktidara olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Düşüncesi bile insanı boğuyor;

Ne var ki; Kemalist kafanın sığ anlayışını millete dikta etmeye

kalkışı yeni değil...

Hatta bu dayatmacı anlayış, demokrasiye ve insan hak ve

özgürlüklere inanan solcuları bile isyan ettiriyor.



Madalyonun tersine bakalım;

Sokakta biri çıksa "benim gibi inanacaksın, dine saygı duyacaksın

yoksa kafana sıkarım" dese yer yerinden oynamaz mıydı?

Mesela ezan okunurken camiye koşan biri, caminin bitişiğindeki

parkta diz dize dudak dudağa gençliğin karşısına dikilip "edebinle

otur kafana sıkarım" dese,

Biri gelip "benim kutsalım saygı duy" diye çullansa,

Mehmet Şevket Eygi'nin geçmişte isyanını satırlarına yansıttığı

"parklarda alanen işlenen fuhşiyata" biri çıkıp müdahale etse

mesela...

Ya da bir kandil gecesi Boğaz'da içkinin, eğlencenin dibine

vurulduğu dakikalarda, "bu gece mübarektir" diye eğlenceler

bölünse,

Ya da bir Ramazan günü açılıp saçılmış binmişken otobüse, nefsini

terbiyeye çalışan birinin kafası atsa "örtün yoksa sıkarım kafana"

dese...

Kopacak kıyameti öngörmek hiç zor değil.

Hele ekranlarda sahnelenecek mizansenleri, bazı gazetelerin atacağı

manşetleri...



Onlarca yaşanmış olay önümüzdeyken misalleri uzatmak yersiz;

Bu ülkenin her bir rengi, her bir değeri karşısındakinin boğazına

basmaya, yaşam hakkına müdahale etmeye kalksa ne olur bu ülkenin

hali!?

Dinde bile zorlama yokken düşünceye ambargo koymak kimin ne

haddine?

Zorla kimseye kendi düşüncemizi dayatmamayı medenice

öğrenmeliyiz artık.

Tek tip insan görme arzumuzu dizginlemek bu kadar mı zor?



Günümüz Türkiyesi artık bu bayat ezberlerden kurtulmalıdır.

Milleti tehdit etmek, insanlara dayatma yapmak despotluk ve

diktatörlüğün ürünü olduğunu tekrar tekrar hatırlatmaya gerek var

mı?

Hakikat şu ki; Mustafa Kemal'i sömürenlerin tahrif ettiği değerleri,

bu millet hiç bir zaman özümseyemeyecektir.

Millete sevgi dayatılamaz ancak toplumun kalbine girebilmekle elde

edilir.

Kuru gürültüyle, tehditle, 'kafaya sıkmak'la bu milletin tadını

kaçırmanın kimseye faydası yok.

Atatürkçülük de kalkıp oturmakla, karşısında dikilmekle olmaz,

değerlerini yaşatmakla olur.

Onun için de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 10

Kasım'daki şu vurgusunu çok önemsiyorum;

"Bir tek Atatürk varken, tarih içinde çok sayıda Atatürk'ün

üretildiğini çok sayıda Atatürkçülük yorumları ile Gazi Mustafa

Kemal'in şahsi manevisinin yıpratıldığını büyük bir teessürle izledik.

Türkiye'nin bütün gençlerinin, çocuklarının Gazi Mustafa Kemal

Atatürk'ü bütün yalınlığıyla sadece bir insan, bir lider olarak

anlayabilmesi, okuyabilmesi, öğrenebilmesi şahsen benim de en

büyük arzularımdan biri olmuştur"

Tadımızı kaçıranlara inat; Gazi'yi daha iyi anlamış ve onun muasır

medeniyetler seviyesini kendisine hedef seçmiş zorlu bir nesil bu

ülkeyi geleceğe taşıyacaktır.

İster kabul edin, ister zorbalığınıza devam edin

www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri







Büyük devletler GİZLİ ARŞİVLERİNİ 25, 50 ya da 100 yılda bir

açarlar! Tabii istediklerini!
Geçenlerde FBI'ın olduğu söylenen bir takım gizli bilgiler paylaşıldı!

Konu dönemin İngiliz başbakanı Winston Churchill'di!

Belge ilginçti! Çünkü İngiltere, müttefiki olan Rusya'ya hiç bilmediği

bir ELBİSE biçmek istiyordu!

Churchill, Amerika'ya "Stalin'in Rusyası'nı durdurmanın, komünizmi

engellemenin tek yolu Japonya'ya yapıldığı gibi ATOM BOMBASI

atmaktır!" önerisini yaptı!
Rusya'nın elinde etkili bomba olmadığını bilen İngiltere, bu çılgın

plan için devrin aşırı-sağcı ismi Stytles Bridges'ı da ABD Başkanı

Truman'ı ikna etmesi için görevlendirdi!

Ama bütün uğraşlara rağmen Churchill'in isteği olmadı!

Çünkü II.Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Amerika ile Rusya

anlaşmış ve BÜYÜK OYUN kurulmuştu!

Düşman görünecekler ama dünyayı bir elma gibi ortadan ikiye bölüp

yöneteceklerdi!

Gelelim bugüne...

Olan biteni anlamak için PETROLE bakmak şart!

Ortadoğu'yu vazgeçilmez yapan petrol, ilk kez 6 Ekim 1973'te

başlayan Arapİsrail Savaşı'nda doğrudan doğruya silah olarak

kullanıldı.
Amerika'nın İsrail'i desteklemesine tepki gösteren 10 Arap devleti,

17 Ekim'de bu ülkeye petrol ambargosu uygulamaya başladı.

Daha sonra Hollanda'da ambargoya dahil edildi. Yıl sonuna kadar

bütün Avrupa tek damla petrole hasretti!

10 ülke fiyatları da artırdı. 1973 yılının başlarında 3.5 dolar olan

petrolün varil fiyatı, 1974 yılına gelindiğinde 13 dolara ulaştı.
Bu Amerika'nın yerle bir olmasına neden olacak bir çıkıştı! Petrol,

DOLARDAN bağımsız olarak alınıp satıldığı anda Amerika

BANKNOT'un altında kalırdı! Yapılmadı!

Neyse!

1974 yılında kriz bitmiş, daha doğrusu petrolün varil fiyatı 13-15

dolar aralığında sabitlenmişti.

Ancak bu durum fazla sürmedi ve önce 1979 yılındaki İran Devrimi,

ardından 1980 yılında başlayan İran-Irak Savaşı ikinci yükseliş

dalgasını başlattı.
İran petrolü piyasalardan çekilince fiyatlar uçtu!
Petrol 38 doları gördü!

Petrol fiyatları 1985'e kadar yavaş yavaş 25 dolara indi. Bu tarihte

Suudi Arabistan'ın da üretimi artırmasıyla fiyat bir anda 10 dolara

düştü.

1990'da Körfez Krizi'nde ulaşılan 33 dolar dışında, fiyatlar 1985-

1995 arasında 10-20 dolar bandında seyretti.

1996'da hızla gerilemeye başlayan petrol fiyatlarının, 1999'un Ocak

ayında, 10 doların altına inmesi üzerine OPEC üretimi kısma kararı

aldı.

Bu tarihten sonra fiyat 10 dolardan 33 dolara kadar çıktı.

Petrolün fiyatları indiğinde ya da çıktığında hep siyasi sonuçlar

meydana geldi! Ya birileri PARA kazandı ya birileri elindekini

avucundakini kaybetti!

Petrol fiyatları düşük seyrederken SOVYETLER dağıldı!
Putin göreve geldikten sonra artan fiyatlar piyango oldu!

Putin, devleti ele geçirip istediği sistemi kurdu! Rothschild ailesini,

Soros'u ve Kissenger'ı ülkesinden attı!

Şimdi tekrar fiyatlar aşağı doğru iniyor!

Planları petrole göre yapan pekçok devlet alarmda! Fiyatlar

düşmesine rağmen SUUDLAR'ın üretimi artırması da cevap bekleyen

en önemli soru!

NELER OLUYORDU? KİM NEYİ HEDEFLİYORDU?

Ukrayna ve Suriye krizlerinde RUSYA işin bir yönüydü! Ukrayna'da

alan, Suriye'de ise vermeyendi!
Esad'ı ayakta tutan Moskova'ydı! Soros kendisinin ve Avrupa

Birliği'nin Kiev'de yenildiğini bildiği için diş biliyordu!
Bir şekilde rövanşı almak istiyordu! Elinde kozlar da vardı!

Ama Suudlar ne istiyordu?

Amerika günde 5 milyon varil ithal ediyor, dünyanın tamamı günde

88 milyon varil tüketiyordu!
Fiyatlar yerdeyken SUUDLAR neden üretime gaz veriyordu!

Petrol düştüğünde kaybeden üç ülke vardı! RUSYA, İRAN ve

VENEZUELA!

Bu üç ülke gelirden kaybediyordu!

Rusya ayrıca sattığı GAZ'ı dolara endekslediği için bir gol de oradan

yiyordu!

Yani petrol ve gazdan büyük zarar içindeydi! İran ise kısa zamanda

büyük hasar görmüştü!
Belki Amerika, onlarla masaya oturmadan önce elini

güçlendiriyordu!

Suudi Arabistan 3 dolara petrol satarken Ruslar ve İran'ın 17 dolara

satma ihtimali hiç yoktu!

Kimse gidip oradan tek damla almazdı!

Neredeyse bütün dünya Amerika'nın Rusya'ya finansal darbe

vurduğunu ve çökerteceğini düşünüyordu!

Birçok TV ve gazete olaya böyle yaklaşıyordu!

Yazının girişindeki GİZLİ BELGE ise ABD-Rusya arasındaki

ortaklığın en güzel deliliydi!

O zaman ne oluyordu?

Amerika, Ukrayna krizinde Putin'e kızdı!

Herkes böyle biliyordu! Ve bu nedenle gereğini yapıyor! Herkes

böyle görüyordu!
Ama galiba bilmediğimiz bambaşka bir denge ve oyun vardı!

Amerika, Rusya'yı terbiye eder görünüp dolar ve gazdan elde ettiği

kazancı düşürürken Moskova'nın başka bir yol bulmasını istiyordu!

Bunu da SUUDLAR'a "Üretimi artır!" diyerek gösteriyordu!

Rusya, sattığı iki önemli kalem olan petrol ve gazı DOLARDAN

çıkarmaya zorlanıyordu!

Yani etrafındaki ülkelere ve özellikle Çin'e "Gel alış-verişi kendi

paramızdan yapalım!" teklifi götürmek zorunda kalıyordu!

"Dolar boynumuzda ip!" diyordu!

Karşılığı olmayan trilyon dolarların piyasada yüzdüğünü gören Çin

için de bu hiç kötü bir plan değildi!
Zararı her geçen gün artan İran da buna uzak kalamazdı!

Tabii eğer plan buysa çok önemli siyasi sonuçlar meydana gelecekti!

Rothschild ailesi altın fiyatları düşerken en büyük golü DOLARDAN

yiyecekti!

Servetini dolarda tutan aile bu danışıklı dövüş ile büyük zarar

görecekti!

Ve zarar bütün dünyaya yayılacak ve belki de sonunda Amerika "Ben

artık dolar basmıyorum! Yeni para birimim X!" diyecekti!

Paradan para kazanıp siyasete yön vermeye çalışan aileler diskalifiye

edilecekti! Silinip gidecekti!

Bu arada İran da zararını karşılayamayacak ve zor günler

yaşayacaktı! İçinde barındırdığı nüfusun parçalanmasını

önleyemeyecekti!
Kürtler ve Türkler ayrılacaktı! Bölgedeki Kürt nüfusu bir araya

gelerek etkili bir güç oluşturacaktı!

Ankara'yı tercih ettiklerinde ise Türkiye kocaman bir dev gibi geri

dönmüş olacaktı!

Türkler'le bütünleşme de hız kazanacaktı!

ANADOLU İmparatorluğu tekrar kurulurken bölgede sınırlar

değişecekti!

Avrupa kökenli Yahudi ailelerin etkisi sıfırlanıp bambaşka bir dünya

kurulacaktı!
Bu anlattıklarım madalyonun bir yüzüydü!
Bir de diğer tarafı vardı!
Orada kazanan Soros ise vay halimize!

Bu demektir ki; Ukrayna'nın rövanşını aldılar! Rusya'nın petrol ve

gazdan elde ettiği ARTI 250 MİLYAR DOLARI da cebe indirdiler!

Bundan sonra çalacakları tek kapı vardı o da bizimkiydi!
Bunu da çok vahşi bir şekilde yapacaklardı!
Kan onlar için en ucuz hammaddeydi!

Bir de toprağa düşenler Müslümansa!

Rusya'yı PARA ile yıkıp Putin'den 2000'lerin de intikamı alınacaksa

Erdoğan üzerinden Türkiye kesin hedef olacaktı!
Bu kez hem paramızı hem canımızı almaya geldiler demekti!

Allah korusun, gelenler Soros ve adamlarıysa 100 yıl daha kılımızı

kımıldatamayız demekti bu!
Yok değilse!

Türkiye'nin önünde kimse duramayacaktı!
Osmanlı'yı PETROL için yıkanlar ilk oyunu kurmuştu!

Şimdi ikinci sahne!
Bakalım bize ne düşecek!

Ergün Diler - 11.11.2014







Mustafa Koçyiğit ve Erol Yıldız...
Pırıl pırıl iki genç.
Ziyaretime geldiler dün.

Büyük bir projeleri var.
Bugüne kadar unuttuğumuz, hiç anlatılmayanların kaleme alındığı bir

kitap projesi bu.

Şehitlerimizi anlatacaklar 80 milyona.

Türkiye'de 79 ilde toplam 330 şehitlik var.
Yurt dışında ise 34 ülkede 78 TÜRK şehitliğinde bizden dualarla

hatırlanmayı bekleyen binlerce şehidimiz yatıyor.
Mustafa ve Erol büyük hazırlık yapmışlar.

Diyorlar ki; 1914-18 arasında 10 ayrı cephede savaşan Türk ordusu

202 bin esir verdi.

Bu esir Türkler'in 150 bini vatana dönmeyi başardı. Şehit ve

kayıpların sayısı ise 50 bini aşıyor:

Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda en çok esir verdiği ülke

İngiltere olurken bu esirler Hindistan'dan Mısır'a, Kıbrıs'tan

Hindiçini'ne kadar birçok değişik bölgelerde kurulan kamplarda

tutuldu.
Ruslar, Kafkasya, Romanya ve Galiçya cephelerinde esir aldıkları

Osmanlı askerlerini Kazan ve Sibirya'nın muhtelif yerlerinde, Fransız

Korsika adasında, Romanya da Moldova'da bulunan kamplarda

hapsettiler.

İtalyanların da Osmanlı askerlerini esir alıp değişik yerlere sürgüne

gönderdiği biliniyor Vatan savunması için eşini çocuklarını, annesini,

babasını bırakıp cepheye koşan, canını seve seve veren veya savaşta

esir düşüp dünyanın öbür ucunda ırgat olarak madenlerde, demiryolu

inşaatlarında ve her türlü ağır işlerde ömrünün sonuna kadar

çalıştırılan Mehmetçiğin hazin ve bilinmeyen hikâyeleri var.

Anadolu'nun bir köyünden başlayan, bazen cephede sıcak çatışmada

bazen Yemen dağlarında bazen Burma'da hatta Sibirya'da ve

dünyanın hemen her yerinde bir esir kampında son bulan binlerce

gerçek hikâye....

Acıları, hasretleri, gözyaşlarını bilen duyan var mı?

Bugün yurtdışında bulunan Türk şehitliklerimizin en büyüklerinden

ve en hazin hikayeye sahip olanlardan biride Burma'da bulunan

"Thayet Myo Türk Şehitliği"dir.

I. Dünya Savaşı'nda İngilizlere esir düşerek, o dönemde İngiliz

sömürgesi olan Burma'ya getirilen 12 bin kadar Türk askeri arasında,

yıllar süren esaret dönemi boyunca salgın hastalıklar, ağır çalışma ve

esaret şartları altında şehit düşen 1500 kadar Türk askerinin gömülü

bulunduğu bir şehitliktir.

12 bin askerimiz Burma'da yol, demiryolu, köprü ve suni göl

yapımında köle gibi çalıştırılmışlardır.

Bugün bile Burma'yı baştan başa geçen iki ana hattan biri olan

başkent Yangon ile Thayet arasındaki 300 millik (9 bin km)

demiryolu esir düşen Osmanlı askerleri tarafından yapılmıştır.
İnşaat bitmiştir ama salgın hastalıklara ve zor çalışma şartlarına

dayanamayan 2 bin asker hattın son durağı Thayet kampında İngiliz

esareti ve baskısı altında şehit düşmüştür.

Çalışmayı reddeden birçok askerimiz ise hunharca katledilerek

öldürülmüştür.

Kalanların kaçının Türkiye'ye dönebildiği bilinmemektedir.

Türkiye'ye 7500 km. mesafedeki bu uzak ülkede, Türk askerinin şehit

olarak yattığını maalesef çok az insanımız biliyor.

Evet Mustafa ve Erol kolları sıvamış, Aile ve Sosyal Politikalar

Bakanlığı'na başvurmuş.

Türkiye'deki ve dünyadaki tüm şehitliklere gidecekler, dualar ve

selamlar götürecekler, onları, kahramanlıklarını bugün geçmişi

unutturulan nesle bir kitapta anlatacaklar.
İnşallah bu proje bürokrasiye takılmaz. İnşallah TRT de devreye

girer ve bu heyecanlı ekibe yeryüzündeki şehitlerimizin belgeselini

hazırlama imkanını sunar.

Binlerce şehidimizden binlerce kitap çıkar.

Binlerce gerçek, yaşanmış film senaryosuna ışık tutacak bir proje bu.
Bıktık artık Amerikan Rambo'su ve İngiliz Lawrence'lerinin

filmlerini izlemekten.

Ne zamanki kendi kahramanlarımıza sahip çıkıp, onları

hatırlayacağız işte ancak o zaman BÜYÜK TÜRKİYE olacağız.

Bekir Hazar - 12.11.2014

www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri









Bedir Harbi’ne katılanların cennetlik olduklarını bizzat Rasûl-i

Ekrem Efendimiz (s.a.v.) müjdelemişlerdir.

- Harbin seyri sırasında kendilerine Allah tarafından gönderilen

meleklerin de katıldığı Kur'ân'da bildirilmiştir. Bu da onlar için

ayrıca bir fazilet sebebidir.

- Ehl-i kemâl bazı zevatın beyanına nazaran evliyâullah'dan pek çoğu

velilik makamına Bedir ehlinin mübarek isimlerini okumaya devam

etmekle nail olmuşlardır.

- Birçok hastalığa tutulan kimsenin, Bedir ehlinin mübarek ismini

zikr ederek bu vesile ile şifa taleb edip lütf-i ilâhiye mazhar olarak

hastalıklarından kurtuldukları rivayet edilmektedir

- Ehl-i irfan bir zat, "Hasta bir kimsenin başına elimi koyup hâlis bir

niyyetle Bedir ashabının adını okuduğumda mutlak şifa hâsıl

olmuştur; hatta hastanın eceli dahi gelmişse en azından rahatsızlığı

hafiflemiştir" demiştir.

- Bazıları da, "Duadan önce Bedir ashabının isimlerinin okunmasının

duânin sür'atle kabulüne vesile olduğunu" söylemişlerdir. Cafer b.

Abdullah hazretleri şöyle diyor: "Babam bana Rasûlullah’ın (s.a.v.)

bütün ashabını sevmemi vasiyet eder ve şunu ilave ederdi: ‘Ey canım

yavrum, Bedir ashabının adı zikr edilince duâ kabul olunur, bu

mübarek isimleri zikreden kulu, ilâhi rahmet; bereket gufran ve rızâ-ı

ilâhî kuşatır. Bu isimleri okuyarak hacette bulunanın dileği mutlaka

yerine getirilir..."

- "Ehl-i Bedr’in isimlerini üzerinde bulundurmak, okumak,

hıfzetmek, düşman üzerine nusret, düşmanların şerrinden vikâyet;

yangın, hırsız ve boğulmaktan sıyânet; veba, tâûn, cünûn ve emrâz-ı

sâireden himâyet; zevâl-i fark ve husûl-i gınâ ve vefâ-i düyûn ve

güfrân-i zünûb ve keşf-i kürûb ve tenvîr-i kulûb velhâsıl cemî-i

matâlib-i dünyeviyyeye ve mekâsıd-ı uhreviyyeye vusûl ve celb-i

menfai-i âfakiyye ve enfüsiyye ve ins ü cinnin mazaratlarını def

etmek ve merâtib-i dünyeviyyeye nail olmak için iksîr-i mücerreb

olduğuna Meşîhât-ı İslâmiyye tarafından mücahidîn-i İslamiyyeye

hediye olunmuştur."

Unutmamak gerekir; bu mübarek isimlerin okunuşu sırasında

herbirinin adı söylenince, ‘radıyallahü anh’ demek lazımdır. Şüphe

yok ki Sevgili Peygamberimizin adı söylenince de ‘sallallahü aleyhi

ve sellem’ denecektir. Zira bu edebe riayet etmek, maksadın daha

kısa zamanda elde edilmesinde vesiledir.

Cenab-ı Hakk (c.c.) cümlemizi ve topyekün Ümmet-i Muhammed'i

şefaatlerine nail eylesin. Amin…

***
Ashâb-ı Bedr
01. Seyyidünâ ve Rasûlünâ ve Nebiyyünâ ve Seyyidü'l-enbiyâ-i

ve'l-mürselîn Muhammed Mustafâ el-Muhacirî (SallALLAHu teala

aleyhi ve sellem)
02. Seyyidünâ Ebû Bekir Sıddıyk el-Muhacirî (r.a.)
03. Seyyidünâ Ömer ibnü'l-Hattab el-Muhacirî (r.a.)
04. Seyyidünâ Osman ibn-i Affan el-Muhacirî (r.a.)
05. Seyyidünâ Aliyy ibn-i Ebi Talib el-Muhacirî (r.a.) [Hulefâ-i

Râşidîn]
06. Seyyidünâ Talha bin Ubeydullah el-Muhacirî (r.a.)
07. Seyyidünâ Zübeyr ibn-i Avvam el-Muhacirî (r.a.)
08. Seyyidünâ Abdurrahman bin Avf el-Muhacirî (r.a.)
09. Seyyidünâ Sa'd bin Ebi Vakkas el-Muhacirî (r.a.)
10. Seyyidünâ Said ibn-i Zeyd el-Muhacirî (r.a.)
11. Seyyidünâ Ebu Ubeyde bin Cerrah el-Muhacirî (r.a.) [Bu

renktekiler Aşera-i Mübeşşere]
12. Seyyidünâ Übeyy ibn-i Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
13. Seyyidünâ el-Ahnes ibn-i Habib el-Muhacirî (r.a.)
14. Seyyidünâ el-Erkam ibn-i Erkam el-Muhacirî (r.a.)
15. Seyyidünâ Es'ad ibn-i Yezîd el-Hazrecî (r.a.)
16. Seyyidünâ Enes Mevla Rasülillah Muhaciri (r.a.)
17. Seyyidünâ Enes ibn-i Muaz el-Hazrecî (r.a.)
18. Seyyidünâ Enes ibn-i Katadet'el-Evsî (r.a.)
19. Seyyidünâ Evs ibn-i Sabit el-Hazrecî (r.a.)
20. Seyyidünâ Evs ibn-i Havli el-Hazrecî (r.a.)
21. Seyyidünâ İyas ibn-i Evs el-Evsî (r.a.)
22. Seyyidünâ İyas ibni’l-Bükeyr el-Muhacirî (r.a.)
23. Seyyidünâ Büceyr ibn-i Ebi Büceyr el-Hazrecî (r.a.)
24. Seyyidünâ Bahhas ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
25. Seyyidünâ el-Bera bin Ma'rur el-Hazrecî (r.a.)
26. Seyyidünâ Besbese bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
27. Seyyidünâ Bişr ibni’l-Bera el-Hazrecî (r.a.)
28. Seyyidünâ Beşir ibn-i Said el-Hazrecî (r.a.)
29. Seyyidünâ Bilal ibn-i Rebah el-Muhacirî (r.a.)
30. Seyyidünâ Temim Mevla Hıraş el-Hazrecî (r.a.)
31. Seyyidünâ Temim Mevla Beni Ganem bin es-Silm el-Evsî (r.a.)
32. Seyyidünâ Temim ibn-i Yuar el-Hazrecî (r.a.)
33. Seyyidünâ Sabit ibn-i Akram el-Evsî (r.a.)
34. Seyyidünâ Sabit ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
35. Seyyidünâ Sabit ibn-i Halid el-Hazrecî (r.a.)
36. Seyyidünâ Sabit ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
37. Seyyidünâ Sabit ibn-i Hezzal el-Hazrecî (r.a.)
38. Seyyidünâ Sa'lebe bin Hatim el-Evsî (r.a.)
39. Seyyidünâ Sa'lebe bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
40. Seyyidünâ Sa'lebe bin Aneme el-Hazrecî (r.a.)
41. Seyyidünâ Sıkf ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
42. Seyyidünâ Cabir ibn-i Abdullah bin Riyab el-Hazrecî (r.a.)
43. Seyyidünâ Cabir ibn-i Abdullah bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
44. Seyyidünâ Cebbar ibn-i Sahr el-Hazrecî (r.a.)
45. Seyyidünâ Cübr ibn-i Atik el-Evsî (r.a.)
46. Seyyidünâ Cübeyr ibn-i İyas el-Evsî (r.a.)
47. Seyyidünâ Hamza bin Abd'il-Muttalib el-Muhacirî (r.a.)
48. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Enes el-Evsî (r.a.)
49. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Evs bin Rafi' el-Evsî (r.a.)
50. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Evs bin Muaz el-Evsî (r.a.)
51. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Hatib el-Evsî (r.a.)
52. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Ebî Hazme el-Evsî (r.a.)
53. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Hazme el-Hazrecî (r.a.)
54. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Simme el-Hazrecî (r.a.)
55. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Arfece el-Evsî (r.a.)
56. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Kays el-Evsî (r.a.)
57. Seyyidünâ el-Haris ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
58. Seyyidünâ el-Haris ibn'un-Nu'man ibn-i Ümeyye el-Evsî (r.a.)
59. Seyyidünâ Harise bin Süraka el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
60. Seyyidünâ Harise bin Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
61. Seyyidünâ Hatıb ibn-i Ebi Beltea el-Muhacirî (r.a.)
62. Seyyidünâ Hatıb ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
63. Seyyidünâ el-Hubab ibn-i Münzir el-Hazrecî (r.a.)
64. Seyyidünâ Habîb ibn-i Esved el-Hazrecî (r.a.)
65. Seyyidünâ Haram ibn-i Milhan el-Hazrecî (r.a.)
66. Seyyidünâ Hureys ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
67. Seyyidünâ el-Husayn ibn-i Haris el-Muhacirî (r.a.)
68. Seyyidünâ Hamza bin el-Mumeyyir el-Hazrecî (r.a.)
69. Seyyidünâ Harice bin Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
70. Seyyidünâ Halid ibn-i el-Bükeyr el-Hazrecî (r.a.)
71. Seyyidünâ Halid ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
72. Seyyidünâ Habbab ibnü’l-Eret el-Muhacirî (r.a.)
73. Seyyidünâ Habbab Mevla Utbe el-Muhacirî (r.a.)
74. Seyyidünâ Hubeyb ibn-i İsaf el-Hazrecî (r.a.)
75. Seyyidünâ Hıdaş ibn-i Katade el-Evsî (r.a.)
76. Seyyidünâ Hıraş ibn'is-Sımme el-Hazrecî (r.a.)
77. Seyyidünâ Hureym ibn-i Fatik el-Muhacirî (r.a.)
78. Seyyidünâ Hallad ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
79. Seyyidünâ Hallad ibn-i Süveyd el-Hazrecî (r.a.)
80. Seyyidünâ Hallad ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
81. Seyyidünâ Hallad ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
82. Seyyidünâ Huleyd ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
83. Seyyidünâ Halife bin Adiyy el-Hazrecî (r.a.)
84. Seyyidünâ Huneys ibn-i Hazafe el-Muhacirî (r.a.)
85. Seyyidünâ Havvat ibn-i cübeyr el-Evsî (r.a.)
86. Seyyidünâ Havli bin Ebî Havli el-Muhacirî (r.a.)
87. Seyyidünâ Zekvan ibn-i Ubeyd el-Hazrecî (r.a.)
88. Seyyidünâ Zû'ş-Şimâleyn ibn-i Abd Amr el-Muhacirî (r.a.) -

Şehid-
89. Seyyidünâ Raşid ibn-i Mualla el-Hazrecî (r.a.)
90. Seyyidünâ Rafi bin Haris el-Hazrecî (r.a.)
91. Seyyidünâ Rafi' bin ğunecde el-Evsî (r.a.)
92. Seyyidünâ Rafi' bin Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
93. Seyyidünâ Rafi'ibnü’l-Muall el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
94. Seyyidünâ Rafi' bin Yezîd el-Evsî (r.a.)
95. Seyyidünâ Rib'ıy bin Rafi' el-Evsî (r.a.)
96. Seyyidünâ er-Rebi'ibn-ü İyas el-Hazrecî (r.a.)
97. Seyyidünâ Rabia bin Eksem el-Muhacirî (r.a.)
98. Seyyidünâ Ruhayle bin Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
99. Seyyidünâ Rifaa bin Haris el-Hazrecî (r.a.)
100. Seyyidünâ Rifaa bin Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
101. Seyyidünâ Rifaa bin Abdi’l Münzir el-Evsî (r.a.)
102. Seyyidünâ Rifaa bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
103. Seyyidünâ Zübeyr ibn-i Avvam (r.a.)
104. Seyyidünâ Ziyad ibni’s-Seken el-Evsî (r.a.)
105. Seyyidünâ Ziyad ibn-i Lebid el-Hazrecî (r.a.)
106. Seyyidünâ Ziyad ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
107. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Eslem el-Evsî (r.a.)
108. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Harise el-Muhacirî (r.a.)
109. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Hattab el-Muhacirî (r.a.)
110. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Müzeyyen el-Hazrecî(r.a.)
111. Seyyidünâ Zeyd ibnü’l-Mualla el-Hazrecî (r.a.)
112. Seyyidünâ Zeyd ibn-i Vedia el-Hazrecî (r.a.)
113. Seyyidünâ Salim Mevla Ebî Huzeyfe el-Muhacirî (r.a.)
114. Seyyidünâ Salim ibn-i Umeyr el-Evsî (r.a.)
115. Seyyidünâ es-Saib ibn-i Osman el-Muhacirî (r.a.)
116. Seyyidünâ Sebre bin Fatik el-Muhacirî (r.a.)
117. Seyyidünâ Süraka bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
118. Seyyidünâ Süraka bin Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
119. Seyyidünâ Sa'd Mevla Hatıb el-Muhacirî (r.a.)
120. Seyyidünâ Sa'd ibn'i Havle el-Muhacirî (r.a.)
121. Seyyidünâ Sa'd ibn'i Hayseme el-Evsî (r.a.) -Şehid-
122. Seyyidünâ Sa'd ibnü’r-Rebi el-Hazrecî (r.a.)
123. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Zeyd el-Evsî (r.a.)
124. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
125. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Sehi el-Hazrecî (r.a.)
126. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Ubade el-Hazrecî (r.a.)
127. Seyyidünâ Sa'd ibn-u Ubeyd el-Evsî (r.a.)
128. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Osman el-Hazrecî (r.a.)
129. Seyyidünâ Sa'd ibn-i Muaz el-Evsî (r.a.)
130. Seyyidünâ Süflan ibn-i Bişr el-Hazrecî (r.a.)
131. Seyyidünâ Seleme bin Eslem el-Evsî (r.a.)
132. Seyyidünâ Süleym ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
133. Seyyidünâ Seleme bin Selame el-Evsî (r.a.)
134. Seyyidünâ Selît'ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
135. Seyyidünâ Süleym ibn-ül Haris el-Hazrecî (r.a.)
136. Seyyidünâ Süleym ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
137. Seyyidünâ Süleym ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
138. Seyyidünâ Süleym ibn-i Milhan el-Hazrecî (r.a.)
139. Seyyidünâ Simak ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
140. Seyyidünâ Sinan ibn-i Ebî Sinan el-Muhacirî (r.a.)
141. Seyyidünâ Sinan ibn-i Sayfi el-Muhacirî (r.a.)
142. Seyyidünâ Sehl ibn-i Huneyf el-Evsî (r.a.)
143. Seyyidünâ Sehl ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
144. Seyyidünâ Sehl ibn-i Atik el-Hazrecî (r.a.)
145. Seyyidünâ Sehl ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
146. Seyyidünâ Sehl ibn-i Vehb el-Muhacirî (r.a.)
147. Seyyidünâ Sehl ibn-i Rafi' el-Hazrecî (r.a.)
148. Seyyidünâ Sevad ibn-i Zerin el-Hazrecî (r.a.)
149. Seyyidünâ Sevad ibn-i Ğaziyye el-Hazrecî (r.a.)
150. Seyyidünâ Süveybıt ibn-i Harmele el-Muhacirî (r.a.)
151. Seyyidünâ Şüca' ibn-i Ebi Vehb el-Muhacirî (r.a.)
152. Seyyidünâ Şerik ibn-i Enes el-Evsî (r.a.)
153. Seyyidünâ Şemmas ibn-i Osman el-Muhacirî (r.a.)
154. Seyyidünâ Sabiyh Mevla Eb'l-As el-Muhacirî (r.a.)
155. Seyyidünâ Safvan ibn-i Vehb el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
156. Seyyidünâ Şuheyb ibn-i Sinan el-Muhacirî (r.a.)
157. Seyyidünâ Sayfi bin Sevad el-Hazrecî (r.a.)
158. Seyyidünâ ed-Dahhak ibn-i Harise el-Hazrecî (r.a.)
159. Seyyidünâ ed-Dahhak ibn-i Abd-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
160. Seyyidünâ Damre bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
161. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Haris el-Muhacirî (r.a.)
162. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
163. Seyyidünâ et-Tufeyl ibn-i Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
164. Seyyidünâ Tuleyb ibn-u Umeyr el-Muhacirî (r.a.)
165. Seyyidünâ Asım ibn-i Sabir el-Evsî (r.a.)
166. Seyyidünâ Asım ibn-i Adiyy el-Evsî (r.a.)
167. Seyyidünâ Asım ibn-i Ukeyr el-Hazrecî (r.a.)
168. Seyyidünâ Asım ibn-i Kays el-Evsî (r.a.)
169. Seyyidünâ Akıl ibnü’l-Bükeyr el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
170. Seyyidünâ Amir ibn-i Ümeyye el-Hazrecî (r.a.)
171. Seyyidünâ Amir ibn-i Bükeyr el-Muhacirî (r.a.)
172. Seyyidünâ Amir ibn-i Rebia el-Muhacirî (r.a.)
173. Seyyidünâ Amir ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
174. Seyyidünâ Amir ibn-i Seleme el-Hazrecî (r.a.)
175. Seyyidünâ Amir ibn-i Füheyre el-Muhacirî (r.a.)
176. Seyyidünâ Amir ibn-i Muhalled el-Hazrecî (r.a.)
177. Seyyidünâ Amir ibn-i Yezîd el-Evsî (r.a.)
178. Seyyidünâ Ayiz ibn-i Maıs el-Hazrecî (r.a.)
179. Seyyidünâ Abbad ibn-i Bişr el-Evsî (r.a.)
180. Seyyidünâ Abbad ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
181. Seyyidünâ Ubade bin Samit el-Hazrecî (r.a.)
182. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
183. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Cübeyr el-Evsî (r.a.)
184. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Cahş el-Muhacirî (r.a.)
185. Seyyidünâ Abdullah ibnü'l-Ced el-Hazrecî (r.a.)
186. Seyyidünâ Abdullah ibnü’l-Humeyyir el-Hazrecî (r.a.)
187. Seyyidünâ Abdullah ibnü’r-Rebi’ el-Hazrecî (r.a.)
188. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Revaha el-Hazrecî (r.a.)
189. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
190. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Süraka el-Muhacirî (r.a.)
191. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Seleme el-Evsî (r.a.)
192. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Sehi el-Evsî (r.a.)
193. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Süheyl el-Muhacirî (r.a.)
194. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Şerik el-Evsî (r.a.)
195. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Tarık el-Evsî (r.a.)
196. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Amir el-Hazrecî (r.a.)
197. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Abd-i Menaf el-Hazrecî (r.a.)
198. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Urfuta el-Hazrecî (r.a.)
199. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
200. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Ümeyr el-Hazrecî (r.a.)
201. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Kays bin Halid el-Hazrecî (r.a.)
202. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Kays bin Sayfi el-Hazrecî (r.a.)
203. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Ka'b el-Hazrecî (r.a.)
204. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Mahreme el-Muhacirî (r.a.)
205. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Mes'ud el-Muhacirî (r.a.)
206. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
207. Seyyidünâ Abdullah ibn-i Numan el-Muhacirî (r.a.)
208. Seyyidünâ Abd-i Rabb ibn-i Cebr el-Evsî (r.a.)
209. Seyyidünâ Abdurrahman ibn-i Cebr el-Evsî (r.a.)
210. Seyyidünâ Abdete’l-Haşhaş el-Hazrecî (r.a.)
211. Seyyidünâ Abd ibn-i Amir el-Hazrecî (r.a.)
212. Seyyidünâ Ubeyd ibnu’t-Teyyihan el-Evsî (r.a.)
213. Seyyidünâ Ubeyd ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
214. Seyyidünâ Ubeyd ibn-i Ebî Ubeyd el-Evsî (r.a.)
215. Seyyidünâ Ubeyde bin Haris el-Muhacirî (r.a.)
216. Seyyidünâ Utban ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
217. Seyyidünâ Utbe bin Rebıa el-Hazrecî (r.a.)
218. Seyyidünâ Utbe bin Abdullah el-Hazrecî (r.a.)
219. Seyyidünâ Utbe bin Gazvan el-Muhacirî (r.a.)
220. Seyyidünâ Osman ibn-i Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
221. Seyyidünâ el-Aclan ibnü’n-Nu'man el-Hazrecî (r.a.)
222. Seyyidünâ Adiyy ibn-i Ebi Zağba el-Hazrecî (r.a.)
223. Seyyidünâ İsmetü’bnü’l-Husayn el-Hazrecî (r.a.)
224. Seyyidünâ Usaymet'ül-Hazreci (r.a.)
225. Seyyidünâ Atıyye bin Nüveyre el-Hazrecî (r.a.)
226. Seyyidünâ Ukbe bin Amir el-Hazrecî (r.a.)
227. Seyyidünâ Ukbe bin Osman el Hazrecî (r.a.)
228. Seyyidünâ Ukbe bin Vehb el-Hazrecî (r.a.)
229. Seyyidünâ Ukbe bin Vehb el-Muhacirî (r.a.)
230. Seyyidünâ Ukkaşe bin Mıhsan el-Muhacirî (r.a.)
231. Seyyidünâ Amman ibn-i Yasir el-Muhacirî (r.a.)
232. Seyyidünâ Umare bin Hazm el-Hazrecî (r.a.)
233. Seyyidünâ Umare bin Ziyad el-Evsî (r.a.)
234. Seyyidünâ Amr ibn-i İyas el-Hazrecî (r.a.)
235. Seyyidünâ Amr ibn-i Sa'lebe el-Hazrecî (r.a.)
236. Seyyidünâ Amr ibnü’l-Cemuh el-Hazrecî (r.a.)
237. Seyyidünâ Amr ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
238. Seyyidünâ Amr ibnü’l Haris el-Muhacirî (r.a.)
239. Seyyidünâ Amr ibn-i Süraka el-Muhacirî (r.a.)
240. Seyyidünâ Amr ibn-i Ebi Şerh el-Muhacirî (r.a.)
241. Seyyidünâ Amr ibn-i Talk el-Hazrecî (r.a.)
242. Seyyidünâ Amr ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
243. Seyyidünâ Amr ibn-i Muaz el-Evsî (r.a.)
244. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Haram el-Evsî (r.a.)
245. Seyyidünâ Umeyr ibnü’l Humam el-Hazrecî (r.a.) -Şehid-
246. Seyyidünâ Umeyr ibnü’l-Amir el-Hazrecî (r.a.)
247. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Avf el-Muhacirî (r.a.)
248. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Ma'bed el-Evsî (r.a.)
249. Seyyidünâ Umeyr ibn-i Ebî Vakkas el-Muhacirî (r.a.) -Şehid-
250. Seyyidünâ Avf ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
251. Seyyidünâ Uveym ibn-i Saide el-Evsî (r.a.)
252. Seyyidünâ İyaz ibn-i Züheyr el-Muhacirî (r.a.)
253. Seyyidünâ Ğannam ibn-i Evs el-Hazrecî (r.a.)
254. Seyyidünâ el-Fakih ibn-i Bişr el-Hazrecî (r.a.)
255. Seyyidünâ Ferve bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
256. Seyyidünâ Katade bin Numan el-Hazrecî (r.a.)
257. Seyyidünâ Kudame bin Maz'un el-Muhacirî (r.a.)
258. Seyyidünâ Kutbe bin Amir el-Hazrecî (r.a.)
259. Seyyidünâ Kays ibn-i Mıhsan el-Hazrecî (r.a.)
260. Seyyidünâ Kays ibn-i Mıhsan el-Hazrecî (r.a.)
261. Seyyidünâ Kays ibn-i Muhalled el-Hazrecî (r.a.)
262. Seyyidünâ Ka'b ibn-i Cemmez el-Hazrecî (r.a.)
263. Seyyidünâ Ka'b ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
264. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Ebi Havli el-Muhacirî (r.a.)
265. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Ebî Havlî el-Muhacirî (r.a.)
266. Seyyidünâ Mâlik ibn'ud Duhşum el-Hazrecî (r.a.)
267. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Rifaa el-Hazrecî (r.a.)
268. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Rifâa el-Hazrecî (r.a.)
269. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Amr el-Muhacirî (r.a.)
270. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Kudame el-Evsî (r.a.)
271. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Mes'ûd el-Hazrecî (r.a.)
272. Seyyidünâ Mâlik ibn-i Nümeyle el-Evsî (r.a.)
273. Seyyidünâ Mâlik Mübeşşir bin Abd'il-Munzir el-Evsî (r.a.) -

Şehid-
274. Seyyidünâ Mücezzer ibn-i Ziyad el-Hazrecî (r.a.)
275. Seyyidünâ Muhriz ibn-i Amin el-Hazrecî (r.a.)
276. Seyyidünâ Muhriz ibn-i Nasle el-Muhacirî (r.a.)
277. Seyyidünâ Muhammed ibn-i Mesleme el-Evsî (r.a.)
278. Seyyidünâ Midlac ibn-i Amir el-Muhacirî (r.a.)
279. Seyyidünâ Mersed ibn-i Mersed el-Hazrecî (r.a.)
280. Seyyidünâ Mistah ibn-i Üsase el-Muhacirî (r.a.)
281. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Evs el-Hazrecî (r.a.)
282. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Halde el-Hazrecî (r.a.)
283. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Rebia el-Muhacirî (r.a.)
284. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Zeyd el-Hazrecî (r.a.)
285. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Sa'd el-Hazrecî (r.a.)
286. Seyyidünâ Mes’ûd ibn-i Sa'd el-Evsî (r.a.)
287. Seyyidünâ Mus'ab ibn-i Umeyr el-Muhacirî (r.a.)
288. Seyyidünâ Muaz ibn-i Cebel el-Hazrecî (r.a.)
289. Seyyidünâ Muaz ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
290. Seyyidünâ Muaz ibn-üs Sımme el-Hazrecî (r.a.)
291. Seyyidünâ Muaz ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
292. Seyyidünâ Muaz ibn-i Maıs el-Hazrecî (r.a.)
293. Seyyidünâ Ma'bed ibn-i Abbad el-Hazrecî (r.a.)
294. Seyyidünâ Ma'bed ibn-i Kays el-Hazrecî (r.a.)
295. Seyyidünâ Muattib ibn-i Ubeyd el-Evsî (r.a.)
296. Seyyidünâ Muattib ibn-i Avf el-Muhacirî (r.a.)
297. Seyyidünâ Muattib ibn-i Kuşeyr el-Evsî (r.a.)
298. Seyyidünâ Ma'kıl ibn-i Munzir el-Hazrecî (r.a.)
299. Seyyidünâ Ma'mer ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
300. Seyyidünâ Ma'n ibn-i Adiyy el-Hazrecî (r.a.)
301. Seyyidünâ Ma'n ibn-i Yezîd el-Muhacirî (r.a.)
302- Seyyidünâ Muavviz ibn-i Haris el-Hazrecî (r.a.)
303. Seyyidünâ Muavviz ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
304. Seyyidünâ Mikdad ibnü’l-Esved el-Muhacirî (r.a.)
305. Seyyidünâ Muleyl ibn-i Vebre el -Hazreci (r.a.)
306. Seyyidünâ Münzir ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
307. Seyyidünâ Münzir ibn-i Kudame el-Evsî (r.a.)
308. Seyyidünâ Münzir ibn-i Muhammed el-Evsî (r.a.)
309. Seyyidünâ Mıhça' ibn'üs-Salih Mevla Ömer'ibnü’l-Hattab el

Muhaciri (r.a.) -Şehid-
310. Seyyidünâ Nadr ibn-i Haris el-Evsî (r.a.)
311. Seyyidünâ Nu'man ibn-i el-A'rac el-Hazrecî (r.a.)
312. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Ebi Hazme el-Evsî (r.a.)
313. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Sinan el-Hazrecî (r.a.)
314. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Abd-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
315. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
316. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
317. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Amr el-Hazrecî (r.a.)
318. Seyyidünâ Nu'man ibn-i Mâlik el-Hazrecî (r.a.)
319. Seyyidünâ Nevfel ibn-i Abdullah el-Hazrecî (r.a.)
320. Seyyidünâ Vakıd ibn-i Abdullah el-Muhacirî (r.a.)
321. Seyyidünâ Varaka bin İyas el-Hazrecî (r.a.)
322. Seyyidünâ Vedia bin Amr el-Hazrecî (r.a.)
323. Seyyidünâ Vehb ibn-i Ebî Şerh el-Muhacirî (r.a.)
324. Seyyidünâ Vehb ibn-i Sa'd el-Muhacirî (r.a.)
325. Seyyidünâ Hanî'bin'Niyar el-Hazrecî (r.a.)
326. Seyyidünâ Hübeyl ibn-i Vebre el-Hazrecî (r.a.)
327. Seyyidünâ Hilal ibn-i Mualla el-Hazrecî (r.a.)
328. Seyyidünâ Yezid ibn-i el-Ahnes el-Muhacirî (r.a.)
329. Seyyidünâ Yezîd ibn-i Rukayş el-Muhacirî (r.a.)
330. Seyyidünâ Yezidi ibn-i Haram el-Hazrecî (r.a.)
331. Seyyidünâ Yezîd ibnü’l-Haris el-Hazrecî (r.a.)
332. Seyyidünâ Yezîd ibn'üs-Seken el-Evsî (r.a.)
333. Seyyidünâ Yezid ibnü’l-Münzir el-Hazrecî (radıyallâhi anhu ve

anhum ecmaîn)
[Ashâb-ı Bedir, Derleyen: Halil el-Giridî, Yazan: Hafızu'l-Kur'ân

İbrahim Edhemî, Buhara Yayınları, İstanbul, Tel: (212) 520 76 70 -

512 33 90 - 520 80 33]

Rabbimizden (c.c.); cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’i

ve evladını, “Din Günü”nde Bedir Ashâbı ve Bedir Ashâbı'nı

zikredenlerle beraber haşr etmesini niyaz ediyorum.









İsrail

Coğrafi olarak uzun ve dar bir şekle sahip olan İsrail, 470 km.

uzunluğunda olup, ülkenin en geniş bölgesi yaklaşık 135 km. İsrail’in

yüzölçümü ise 27.817 km². Yahudi şeriatına göre idare edilen

Siyonist İsrail, yaklaşık 7,5 milyon nüfusa sahip.

Gazze

Gazze, I. Dünya Savaşı sonrası, İngiliz Mandasına giren Filistin'in bir

parçası haline getirildi. 1967 yılında Gazze, Altı Gün Savaşları

sonucu İsrail tarafından ele geçirildi. 1993 yılında, şehrin yönetimi

El Fetih kontrolündeki Filistin Ulusal Yönetimi'ne geçti. Fakat

Hamas, 2007 yılında yapılan seçimleri kazanarak şehri El Fetih'den

teslim aldı. İşte o tarihten bu yana Gazze, İsrail tarafından abluka

altında tutuluyor.

Akdeniz’in güneydoğu kıyısındaki Gazze, 45 kilometre uzunluğunda,

10 kilometre genişliğinde, kuzey ve doğusunda İsrail, güneyindeyse

Mısır’ın Sina yarımadasına komşu bir coğrafya.

2008 ve 2009 saldırıları

İsrail'in 27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze'ye

düzenlediği saldırılarda 960'ı sivil toplam 1.434 Müslüman

katledilmişti. O zaman İsrail’in katlettiği sivillerin 288'i çocuk, 121'i

ise kadındı. 1.606'sı çocuk 828'i kadın olmak üzere 5.303 Müslüman

sivil ise bu saldırılarda yaralanmıştı.

Hamas hükümetine göre, bu yıl itibariyle Gazze'de 947 bini erkek,

923 bini kadın 1 milyon 870 bin kişi yaşıyor. 2005 yılında Gazze’nin

nüfusu 1 milyon 417 bin olarak belirlenmişti.

Filistin İstatistik Merkezi, 2013 itibariyle 5,9 milyon Filistinli'nin

yurt dışında mülteci olarak yaşadığını ve bu rakamın 2020 yılında

7,2 milyona ulaşacağının tahmin edildiğini açıklamıştı.

Gazze halkının yaklaşık yüzde 75'i, 25 yaşın altında gençlerden

oluşuyor. Bu da yaşlı bir nüfusa sahip Siyonist İsrail hükümetini ciddi

biçimde korkutuyor.

7 Temmuz 2014

Bugün Gazze’de yaşanan dramın en önemli sebeplerinden biri,

geçmişte, Tel Aviv ile ilişkileri bozulmasın diye HAMAS’ı dışlayan,

Filistin’deki El Fetih yönetimidir. 2007’de El Fetih’le HAMAS

arasındaki anlaşmazlığı kullanarak Gazzeli Müslümanlara ambargo

dahil her türlü zulmü reva gören İsrail, El Fetih’le HAMAS’ın

geçtiğimiz aylarda birleşip, milli mutabakat hükümeti kurmaları

üzerine, 7 Temmuz 2014 saldırılarını başlattı. Filistinlilerin

birleşmesini engellemek istiyorlar.

Mafyatik terör devleti İsrail’in Müslüman Gazze’ye saldırısında üç

hafta geride kaldı. İsrail, Müslümanların en kutsal ayı olan

Ramazan'da başlattığı soykırım saldırılarını Ramazan Bayramı’nda

da arttırarak devam ettirdi. Tel Aviv ve Washington’un içimizdeki

paralel uçları, yapılan operasyonlarla adaletin önünde hesaba

çekilirken İsrail, Gazze’de çocuk, kadın, sivil demeden toplu

katliama başladı.

Soykırım seviyesine gelen bu sistematik katliama dünyada en yüksek

mücadeleyi Türkiye yürütüyor. Katar dışındaki diğer Müslüman

ülkelerin itirazı, ya sınırlı ve sembolik ya da tepkisiz. Mısır ve Suriye

diktatörleri ise Tel Aviv’le ortak hareket ediyorlar.

Siyonist İsrail, Gazze’de okulları, hastaneleri, ambulansları, halka

gıda ve ilaç yardımı taşınan tünelleri, şehrin elektrik ve su

santrallerini, sivil yerleşim merkezlerini vuruyor. Hatta BM

kontrolündeki okulları ve siviller için kullanılan sığınma mekanlarını

bombalıyor. Buraların bombalanmasında kullanılan silahlar ve

cephanenin ise İsrail’in talebi üzerine ABD yönetimi tarafından

gönderildiği ortaya çıktı.

Gazze'deki BM okuluna atılan ve 19 kişinin ölümüne yol açan havan

topunun ABD yapımı olduğu ve geçtiğimiz günlerde İsrail'e teslim

edildiği deşifre oldu. 7 Temmuz 2014’te başlayan saldırılardan sonra,

20 Temmuz’dan itibaren ABD yönetiminin, Gazze saldırıları

boyunca İsrail'e 1 milyar 225 milyon dolarlık silah sattığı belirtiliyor.

Yani o bebekleri öldüren cephane hümanist(!) ABD'den geliyor.

Diyalog ve hoşgörü şarkıları söyleyen adanmış ruhları göklere

çıkaranların kulaklarına küpe olsun.

Ayrıca ABD'nin İsrail'den Gazze'ye atılan füzelerin devam etmesi için

225 milyon dolarlık ikinci bir ek talep aldığı ve bunun da kongrede

onaylanarak sevk edeceği de belirtiliyor.

Peki Siyonist İsrail ve arkasındaki ABD bunu yaparken bizimkiler ne

yapıyorlar. Bakın birisi şunları söyleyebiliyor. “Gazze’nin güvenliği

için, Erdoğan çenesini kapatmalıdır. …….. Erdoğan’ın tek endişesi

Filistin olduğuna göre; kendisine tavsiyemiz çok acil Hamas saflarına

katılması, yetmez ise bu örgütün askeri kanadı İzzeddin El Kassam

Tugaylarına gönüllü olarak yazılmasıdır. Hiç olmazsa söz ve

eylemleri arasında bir uyum olacaktır. Hiç olmazsa Türkiye bir

musibetten kurtulacaktır." Bunları söyleyen, ne yazık ki Obama

değil. MHP’nin başındaki Devlet Bahçeli. Bahçeli’nin saldırdığı kişi

katil Netanyahu değil. Katille savaşan Türkiye Başbakanı. Tel

Aviv’de bile İsrail hükümeti protesto edilirken Türkiye muhalefeti,

Ankara’ya saldırıyor. Netanyahu’ya ne gerek var! İçimizdeki İsrail,

dışarıdaki İsrail’den daha tehlikeli.

İsrail ve destekçilerinin tüm yıkım ve katliamlarına rağmen

kazanacak olan Gazze, kaybedecek olan ise Siyonist İsrail’dir.

2010’daki Mavi Marmara kahramanları gibi, son savaşta HAMAS

da, yazdığı destanla İsrail’in dünyadaki cilalı karizmasını çiziyor.

Merak etmeyin. Fazla değil, birkaç sene sonra İsrail, Gazze’nin

bugünkü haline düşecek. Gazze’nin de dahil olduğu bağımsız

Filistin’in onurlu bayrağı ise Washington ve Tel Aviv dahil dünyanın

her yerinde dalgalanacaktır.

Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Bugün Gazze’ye sahip

çıkanlara saldıranlar da herhalde o gün, Filistin’e karşı, İsrail’e gidip

MOSSAD’a kaydolurlar.

www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri







Osmanlı için yıkım kararı alındıktan sonra konu TÜRKLER'in nasıl

yaşayacağı ve ne şekilde yönetileceğine gelmişti! Bizim bilmediğimiz

ve üzerinde kafa yormadığımız buydu! 600 yıl at koşturulan

yerlerden adım adım çekilecek ve dünü olmayan bir devlet haline

getirilecektik!

OPERASYON BUYDU!

Ortadoğu'da özenle seçilen aileler iktidara taşınırken Türkiye içeride

binbir sorunla boğuşacak ve asla tek bir sesin yükselemeyeceği bir

kara parçası haline gelecekti! Bütün bunlar ORTADOĞU'nun

TÜRKLER olmadan yönetilmesi ve paylaşılması içindi!

113. HALİFE Abdülhamit Han bunu en iyi gören isimdi!

İngilizler de Abdülhamit Han'ın "gördüğünü" görmüştü! 33 yıl bu

çekişme sürüp gitti! Sultan, devletin gücünü YILDIZ SARAYI'na

taşıyınca İngilizler hemen büyükelçiyi gönderip "Amcanız

Abdülaziz'in ve ağabeyiniz Murat'ın başına gelenleri biliyorsunuz!

Aynı akıbetin sizi bulmasını hiç istemeyiz!" diyecek kadar ileri

gitmişti!

Bazıları kabul etmek istemese de Ortadoğu'da İSLAM en büyük

yapıştırıcıydı! Milletlerin ortak tarihindeki en büyük dayanak

Müslümanlık'tı! Ve Sultan Abdülhamit bunu hiç ama hiç bırakmak

istemedi! Ortaasya'dan Afrika'ya kadar olan Müslümanların

BAYRAĞI İstanbul'da dalgalanıyordu!
Her dinin temsilcileri ve temsil edildikleri KOORDİNATLAR

varken sadece İSLAM'ın bir merkezi ve temsilcisi yoktu! Yok

edilmişti!

Bu İngiliz aklının ürünüydü!

Çünkü İslam Türkler'in elinde büyüyor ve karşı konulamaz bir hale

geliyordu! Bu nedenle parçalara ayrılmalı, küçük küçük adacıklar

halinde yaşamalı ve seçilen ILIMLILARLA yönetimler

sürdürülmeliydi! Ortadoğu, İngilizler'in isteğiyle tam da bu hale

getirilmişti!

Bunu ilk görenlerden GLADSTONE 1882'de parlamentoda eline

Kuran'ı alarak yaptığı konuşmada "Bu kitap bu Türkler'in elinde

kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır.
Yegâne çözüm, bu insanları Kuran'dan uzaklaştırmaktır" demişti!

Abdülhamit Han'a "KIZIL SULTAN" ismini takan da Gladstone'du!

Oyunu görüp gereğini yaptığın zaman bu yakıştırmalar ve

kampanyalar kaçınılmaz olarak seni bulurdu! Dün de böyleydi bugün

de böyle!
Değişmezdi!

Ortadoğu, Osmanlı'dan kopup gittikten sonra İstanbul'da temeli atılan

İSRAİL dünyaya geldi!
Getirildi! Bir projeydi! O zamana kadar birçok sarayda çok güçlü

Yahudi işadamları vardı!

Osmanlı'da olduğu gibi Avrupa Kraliyet aileleriyle yakın ilişkilerde

olan isimler bulunuyordu! Ama bir DEVLET talepleri yoktu!

Anlamlı da değildi! Çünkü kim, nasıl destek olacaktı? Rothschildler,

Oppenhaimerler ve Goldsmithler öne çıkan ailelerdi! Osmanlı'dan

aldıkları malları Hamburg limanına kadar taşıyan insanlardı bunlar!

Ama İngilizler'e Ortadoğu'da Osmanlı'nın bıraktığı boşluğu

SAVAŞARAK, ÇATIŞARAK ve ÖLDÜREREK dolduracak birileri

lazımdı! Kimse kuklacıyı göremeden olan bitene bakacaktı! İsrail

aslında buydu! Arkasındaki gücün AKLI sayesinde algıda güçlüydü!

Aslında gizli olan bu PAZARLIKTAN hem Yahudiler hem İngilizler

memnundu!

YAHUDİ karşıtı bir söz etmenin cezası SİLİNMEKTİ! Bu yazılı

olmayan bir kural haline gelmişti!
Garip bir şekilde MÜSLÜMAN dünyası da buna uyuyordu!

Filmlerde, gazete ve televizyonlarda objektif bir değerlendirme bile

yapılamıyordu!

Oscar'lı oyuncu ve yönetmen Mel Gibson 2009'da "Her savaşın

sebebi Yahudiler" dedi.

O andan itibaren aforoz edildi!

Bütün kapılar duvar oldu! Hollywood tarafından dışlandı. Ünlü

sanatçı katıldığı bir televizyon programında "Yahudiler hakkında

konuşulmayacağını acı bir dersle öğrendim" dedi...
Olay Gibson'la da bitmiyordu!

41 yıl boyunca Beyaz Saray muhabirliği yapan Helen Thomas

"Yahudiler Filistin'den defolup gitsinler.
Polonya ve Almanya'ya dönsünler" dediği için önce eleştiri oklarına

hedef oldu, ardından da çalıştığı kurumdan kovuldu!

Başkanların gözlerinin içine baka baka en cesur soruları sorabilen

kadın emekli olmuştu!
Bunun sebebi de talihsiz bir cümleydi...

CNN haber sunucusu Rick Sanchez de "CNN ve tüm medyayı

Yahudiler kontrol ediyor" dediği için işinden oldu.

Uzun süre işsiz kaldı. Sonunda kendisine acıyan bir üniversite "Gel

ders ver en azından!" dedi!

DOKUNAN YANIYORDU!

Yahudiler bile bunu anlamakta zorlanıyordu! Finans dünyasındaki

becerileri bir SIR değildi! Ama devlet liderleri bu alana pek

giremiyordu! Muazzam bir algıyla KIRMIZI HAT yaratılmıştı!

Yahudiler'in insanlık dışına çıkıp yaptığı katliamları bile

eleştiremediğin zaman Ortadoğu'da İngilizler'in kurduğu sistem

devam edip gidiyordu! Özenle seçilmiş sözde Müslüman liderler

susup kaldıkça masum Filistinliler üzerinden sömürü düzeni

sürüyordu! Filistin aslında ARAP ALEMİNE mesajdı! "Sizi de böyle

yaparız!" diyorlardı!

İşte bu mesaja karşı çıkan tek ülke Türkiye, tek lider de Erdoğan'dı!

Bu yüzden MALTEPE'de Kosova'dan Filistin'e kadar birçok ülkenin

bayrakları dalgalanıyordu!
Devlet Bey ile Kemal Bey'in anlamadığı ve göremediği buydu!

Halk bu ideale sahip çıkan ve mirasını geri almayı taahhüt eden

liderin peşinden gidiyordu!
OSMANLI'nın rövanşını almak için can atıyordu!

Oysa MHP ve CHP bunu göremeyecek bir körlük içindeydi!

Demirtaş'ın söylemi bile rahatsızlık yarattı! "Alevi oylarını almasın"

diye İstanbul'un göbeğinde çatışma çıktı! Çok ama çok gariptir ki

DHKP-C'liler EKMEL BEY için Kürt liderin etrafına saldırdı!

Olaylar GAZİMAHALLESİ'ne kadar sıçradı!

Uzun zamandır söylemek istediğim de buydu!

Kıyafetler ve ten renkleri farklı da olsa aslında pek çok kişi aynı yere

çalışıyordu!
Ülkenin büyümesi ve zenginleşmesi için risk alan yoktu!

Maalesef İngilizler Ortadoğu'ya attıkları formatın bir benzerini

Türkiye'de yapmıştı! Çok kurum ve kişi KRALİÇE'ye hizmet

ediyordu!

Pek çoğu bunun farkında bile değildi!
Erdoğan'ın yürüyüşü Ortadoğu'yu kendi DOĞAL mecrasına

taşıyacaktı!
Türkiye büyüdükçe İsrail de kendini huzur içinde bulacaktı!

Osmanlı küçük dilimlere ayrılıp dağıtılmıştı! YENİ TÜRKİYE

kullandığı DİLLE bütün bu dilimlere yeni bir hayat sunmaktaydı!
Kürtler'le ilk adım atıldı!
Sonrası Kraliçe'nin kabusu!

Bizim en büyük derdimiz pirincin içindeki BEYAZ TAŞLARDI!

10 Ağustos'tan sonra bunlar elenip düşecek!
Değişim asıl o zaman başlayacak!

Bizi Yahudi medyasının dayattığı bir yaşam şekline hapseden

İngilizler sökülüp atılacak!
Asıl zafer o gün kutlanacak!

Perde arkasından yönettikleri kurum ve kişilerle KÖŞK'ü

kuşatıyorlardı!
Halk bunu haftaya tarihe gömecek! ÇATI ADAYININ ismini son

anda öğrenen muhalefet de bunu yaşayarak öğrenecekti!
Değişim en çok onları vuracaktı!

Ergün Diler

www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri









dunyavegercekler.com
Kapitalizmin kadınsı erkek projesi | Dünya ve Gerçekler

Kapitalizmin kadınsı erkek projesi

Erkekler arasında yaygınlaşan kadınsı / feminen eğilimler bütün

dünyada kendisini hissettirmektedir. Feminen, yani kadınsı erkek.

Bizim geleneğimizde hünsa denmektedir. Kadını andıran, kadına

benzeyen, kadın gibi, kadınımsı. Hareketlerinde kadınsallık olan,

erkek olduğu hâlde kadın hissiyatıyla yaşayan iki cins arasında bir

yerde duran bir ara form.

Bunun doğuştan gelen hormon bozukluğu veya yetiştirme tarzından

kaynaklanan davranış bozukluğu gibi kadîm sebepleri vardır. Ancak

son on yıllarda ivme kazanmış bu trend kendi iç dinamikleriyle

gelişen bir durumdan ziyade inceden inceye yürütülen planlı bir

projenin ürünüdür.

Bu yazıda bu projenin iki önemli dayanağını ele alacağız. İkisi de

önemli ama ikincisi daha da önemli ve tehlikeli. İlkinden başlayalım.

Postmodern bir durum. Biraz felsefik ve fakat çözümü yanlış yerde

arayan toplum mühendisliğine dayanmaktadır.

Postmodern bu yaklaşım, erkek ve kadın arasında tarih boyunca

cinsellik farkından kaynaklanan bir iktidar mücadelesinin varlığından

hareket ediyor. Buna göre, kadın ve erkekler cinsiyet dayanışması

içerisine girerek birbirleriyle rekabet edip kendi cinsinin lehine,

karşı cinsin aleyhine alan kazanma mücadelesi vermekteler. Sonuç ise

güçlü taraf olan erkeğin kadını birçok haklarından mahrum etmesiyle

neticelenmiştir.

Bu iktidar mücadelesini dengelemek, daha âdil bir sistem kurmak

için tarafların ve bahusus erkeğin empati yapmasını sağlamak

gerekiyor. Bu yaklaşıma göre bunu gerçekleştirmenin yolu ise erkeği

biraz kadınlaştırmak, kadını da biraz erkekleştirmekten geçiyor.

Bu tarihsel iktidar mücadelesini kadın ve erkek arasında bir ara

formun dengeleyeceğini ve böylece cinsler arasında barışçıl bir ortam

sağlanacağını vehmederek kadın ve erkeğin yaradılış kodlarını

değiştirmeyi hedefler.

Asıl tehlikeli dediğim ikinci sebep ise, kapitalizmin kârını büyütmek

amacıyla erkeğin feminenleşmesini planlayıp teşvik etmesidir. Neden

mi? İzah edelim.

Kapitalizm bilimsel çalışır. İnsanın kâra dönüştürülecek zaaflarını

tesbit eder. Bu zaafları oluşturduğu moda trendleriyle yönlendirir.

Cins-i lâtif olan kadının zerafete karşı olan eğilimlerini, güzel

gözükme ve beğenilme zaafiyetini kışkırtır. Birbirinden albenili

ürünler piyasaya sürer.

Kadınların alışveriş yapmayı sevdikleri herkesin rahatlıkla

gözlemleyebileceği bir hakikattir. Yıllar önce bir iş adamı arkadaşım,

hanımıyla kavga ettiklerinde onu alışverişe götürdüğünü, çünkü o

mekânlarda sakinleştiğini söylediğinde epey şaşırmıştım.

Dikkatle baktığınızda göreceksiniz ki, büyük marketlerin raf dizaynı

birinci derecede kadınlara, ikinci derecede çocuklara ve sonra da

erkeklere hitap edecek tarzda kurgulanmıştır. Reklamlar da bu

minvaldedir. Ürünlerin kahir ekseriyetinin kadınlara hitap eden

ürünlerden oluşması tesadüf değildir. Bilimsel olarak çalışılmış bir

durumdan bahsediyoruz.

Kapitalizm sınırsız büyümeyi hedefler. Bunun için de sınırsız

üretmeyi ve tüketmeyi zorlar. Bu sebeple insanların sınırlı olan

biyolojik ihtiyaçlarını değil sınırsız olan psikolojik zaaflarını

başarıyla kışkırtır. Kadının ise bu projenin temel dayanağı olduğu

açıktır.

Kapitalizm pazarını daha da büyütebilmek uğruna erkeği de kadın

gibi, kadın kadar, en azından ona yakın tüketmeye programlamak

çabasındadır. Bunun yolu da erkeğin kadınsallaşması, kadın

refleksleriyle hareket etmesinden geçer.

Erkeği diziler, filmler, bilgisayar oyunları, romanlar, moda ve diğer

soft yöntemler aracılığıyla biseksüelliğe özendirir. Bu ise tabi

dengeyi bozmakta, nesil emniyetini tehlikeye sokmaktadır.

Paradigması sınırsız büyüme yanılgısı üzerine kurulu kapitalizmin

buna ehemmiyet vereceğini düşünmek ise mümkün değildir.









www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri
Dünya Gerçekleri




Londra'nın en eski yapılarından biridir Westminster Abbey.
Tam 1000 yıllık bir tarihi vardır.

Bahçesinde İngiliz Krallarının yattığı bir kilisedir.
İngiliz Kralları tarih boyunca burada TAÇ giymiştir.

Kraliçe Elizabeth'ten Prens Charles'ın çocuklarına kadar saray

erkanının hemen tamamı burada evlenmiştir.
İngiltere'de bir semboldür bu kilise.

Ve önceki gün bu tarihi mekanda bir tören vardı.

Birleşik Krallığın önde gelenleri ön saflarda yerini aldı.

İngiliz gazeteleri de dün ağızbirliği etmişcesine bu töreni

manşetlerine taşıdı.

Kilise'deki anma töreninin olduğu akşam civardaki binlerce evde de

ışıklar söndürüldü.

Zira 1.Dünya Savaşı'nın 100.yıl anma töreniydi bu. Savaş döneminin

İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, silahlar patlamadan

saatler önce "Avrupa'da lambalar sönüyor, bir daha ömrümüz

boyunca onları yanarken göremeyiz" diyordu. Ancak Sir Edward'ın

tahminleri asla gerçeğe dönüşmedi.

Savaşı kazanan İngilizlerdi. Onların lambaları kısa sürede hep yandı.
Karanlığa gömülenler içinde ise biz vardık.

Tam 100 yıldır bu ülke karanlıktaydı.

Ve göz gözü görmüyordu.

Onun içindir ki, bu memlekette neler olduğunu anlayamıyorduk.
Bu ülke toprakları içinde dünya petrollerinin en zengin damarları

kıvrılıyordu.
Damarlarımıza girmeleri ve burada kalmaları lazımdı.

Petrolün daha yeni kullanılmaya başlandığı dönemde petrol haritasını

nerdeyse yüzde yüze yakın çizdiren Sultan Abdülhamid Han diyordu

ki;

"Allah bize sulh ve sükunet nasip etsin. Fakat büyük devletler, geniş

teşkilatlı İmparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar ne de

sükunet. Bize hiç olmazsa 10 senelik bir sulh tanınsa Japonların o

kadar methedilen gelişmesini biz de yapabilirdik. Japonlar

Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından bize nazaran

bahtiyardırlar. Maalesef biz Avrupa SIRTLANLARININ geçiş

yoluna çadırımızı kurmuşuz."

Evet 100 küsur yıl önce böyle diyordu Sultan Abdülhamid.

Ve bu ülkeyi 100 yıl önce karanlığa gömenler içimizden hiç çıkmadı.

Karanlıkta onların varlığını göremedik, hissedemedik.

Parçaladıkları ve karanlığa gömdükleri topraklarda kurulan

Türkiye'yi onlar yönetti.

Ve 10 yıl önce bu ülkede uyanış başladı.

YENİ TÜRKİYE'nin temelleri atıldı.

Petrol yataklarını kaptıran bir ülke de olsak Allah bu memlekete

önemli bir konum daha bahşetmişti. Tüm enerji yollarının geçtiği

yegane ülkeydik. Bize muhtaçtılar ve asla kendi haline

bırakamazlardı.

Abdülhamid Han boşuna söylememişti.

"Biz maalesef Avrupalı SIRTLANLAR'ın tam geçiş yolundayız"

diye.

Bir belgesel izlemiştim, Aslanlar tek başına bir sırtlanı yakalıyor.

Ellerinden yaralı olarak kurtulan sırtlan gece karanlığında sürüyü

toplayıp aslanlara saldırıyor ve perişan ediyor.

Yıllardır bizim yaşadığımız da buydu.

Ancak son yıllarda Türkiye artık karanlıkta değil. 1.Dünya Savaşı'nın

lamba dönemlerinde de değiliz.

Flörosanlar, ampuller yanıyor artık her yerde ve ışıklar karanlığı

yırtıyor. Sürüler halinde saldırsalar da ASLANLAR düşmanı görüyor

kaçmıyor.
Ve gücünü fazlasıyla gösteriyor.

Onun içindir içeriden organizasyonlara gidiyorlar. Birbirini

tanımayan veya birbirine çok uzak olanları yan yana getiriyorlar.

Bakın Kemal Kılıçdaroğlu Bey "İhsanoğlu Bey'i tanımıyoruz ama

oyumuz ona" diyor. İsmini bile telaffuz edemediğin ve tanımadığın

birine bu ülkenin Başkomutanlığını teslim edecek kadar tuhaflaşıyor.

Ekmeleddin Bey de Kemal Kılıçdaroğlu'na "Kemal Alemdaroğlu"

diyor.

Devlet Bahçeli Ekmeleddin Bey'e "Emsalettin" diyor.

Birileri Kemal Bey'e "Kemallettin" diyor.

Ortada bir tuhaflık gırla gidiyor.

Kim kime ne derse desin;

10 Ağustos, Kraliçe'nin sarayında ve boğazdaki yalılarda lambaların

söndüğü gün olarak tarihe geçecektir.

Türk Halkı Başkomutanlığı tanıdığına, bildiğine teslim edecektir.
Çünkü karanlığı artık çoktan geçtik.

Bekir Hazar

www.dunyavegercekler.com


Türkiye Gerçekleri







Osmanlı'nın son dönemlerinde Mısır Hidiv'i olmak çok önemliydi.
Mısır Valisi gibi gözüksen de, örtülü devlet başkanı gibi bir durum

ortaya çıkıyordu.

Fazıl ve İsmail kardeşti ve Mısır Hidiv'i Mehmet Ali Paşa'nın

torunuydu.

M.Ali Paşa'dan sonra iki kardeş Mısır Valiliği için birbirine girdi.
Padişah Abdülaziz duruma el koydu, İsmail'i Hidivliğe atadı.

İstanbul'da devlet kademelerinde yöneticiliğe çekilen Fazıl'ı öfke ve

intikam ateşi sardı.

Kardeşinden gelen 4.5 milyon sterlinlik gönül alma parası bile bu

intikam duygusunu ortadan kaldırmadı.
Büyük servetini imparatorluğu karıştırmaya adadı.
Paris'e yerleşip, masonlarla bir araya geldi, güç birliği yaptı.

Kendini Yeni Osmanlıların lideri ilan etti.

İstanbul'dan gazeteciler çağırıp, onlara para dağıttı, Dolmabahçe

SARAYI aleyhine gazeteler çıkardı.
İşte onlardan biri de Ali Suavi'dir. Batı medyası da, Paris'te çıkan bu

gazeteye eşlik ederek Osmanlı Sarayı'nı yerden yere vurdu.

Fazıl'ın organize ettiği Türk aydınları "Jeune Turquie" Cemiyetini

kurdu.

Yani artık onlar Jön Türk'tü.

İçlerindeki Ali Suavi, hiçbir eğitimi olmamasına rağmen çok ilginçtir

VAİZLİK yapıyordu.
Camilerde vaaz verip, iyi hatip olduğu için peşinde kalabalıklar

buldu.

İNGİLİZLER hemen ona yanaşıp, büyük destek verdiler,

Dolmabahçe'deki Halife'ye karşı Ali Suavi'yi "MÜCTEHİD" ilan

ettiler. Ona Evliyalık makamı tahsis ettiler.

Zaten Ali Suavi de, Paris'te çıkardıkları gazeteden Fransızların bile

rahatsız olması nedeniyle soluğu İngiltere'de almıştı.
Artık o çok iyi bir İngiliz dostuydu.

Hatta İngilizlere damat olacak kadar ileriye götürdü işi.

Ve artık Osmanlı tahtında Sultan Abdülhamid Han vardı.

Abdülhamid Han Ali Suavi'yi affedip Galatasaray Lisesine müdür

yaptı.

Bir İngilizle evliydi Ali Suavi.

Eşi Mary'e de okulda görev verince, ortalık karıştı. Sultan

Abdülhamid, OKULU Ali Suavi'nin elinden aldı.

Sen misin alan?

Ali Suavi'nin Jön Türk damarları kabardı.

Nasılsa arkasında büyük güç, İngilizler vardı. Ve VAİZLİĞİNİ seveni

de az değildi. 20 Mayıs 1878'de Çırağan Sarayı önünde küçük

gruplar toplanmaya başladı.
Derken kalabalık arttı.

Başlarında OKULU elinden alınan, İngilizlerin MÜCTEHİD ilan

ettiği VAİZ Ali Suavi vardı. "Yürüyün Saraya" deyince kalabalık

kapıları zorladı.

Nöbetçileri öldürüp silahlarını aldılar.

Saray'dan Sultan Abdülhamid'in kardeşi Murad'ı alıp, "Darbe yaptık.

Yeni Padişah sensin" dediler.

Fransız Elçi François Georgian, kaleme aldığı "Sultan Abdülhamid"

adlı kitabında bunu bir DARBE GİRİŞİMİ olarak yazar. "Vaizin

teşebbüsü tam bir OPERASYON'du" der.

Padişah'ın kardeşi Murad, "Size alet olmam" diyerek darbeye karşı

çıktı.

Ali Suavi sırtına silah dayayıp "Eğer kabul etmezsen biz de seni

zorla tahta oturturuz" diye tehdit etti.

Ordu devreye girdi, Vaiz Ali Suavi silahlı çatışmada öldürüldü ve

darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.

Sultan Abdülhamid bu VAİZ OPERASYONUNDAN sonra defalarca

dış güdümlü darbe girişimi ile karşılaştı.

Adamlar hiç durmaz hep saldırır.

İndirene kadar!!!

Aradan 100 yıl geçti...

Bugün de değişen bir şey yok.

Yukarıdaki olayın satır aralarına bakın, çok büyük dersler var ortada.

Ve yine gelecekler. Hiç durmaksızın.

Önemli olan biz ne yapacağız?
Tarihten dersimizi alacak mıyız?

Yoksa İngiltere'de seminerlere katılıp, GEZİ'ye koşan JÖN

TÜRKLERİMİZ'in peşinden mi göndereceğiz çocuklarımızı.

Dünyaca ünlü Alman gazeteci Udo Ufkotte'yi ağırladık Cumartesi

akşamı YAZBOZ'da.

"İngiltere'de White Park'ta İngiliz istihbaratının gizli bir mekanı var.
Oraya eğitime giden çok Türk gazeteci var" diyordu.

Evet Ali Suavi VAİZ'di ama onun da bir gazetesi vardı.
Gazetelerle ve gazetecilerle gelirler, GAZ verirler hep.

YENİ TÜRKİYE çıldırtıyor adamları.

Onun içindir, Ali Suviler peşindeler içimizde.
Bulmakta zorlanmıyorlar hiç!!!

Bekir Hazar - 13.11.2014
www.dunyavegercekler.com

Türkiye Gerçekleri







dunyavegercekler.com

Yeni Türkiye hem bölgesel, hem de küresel bir güç olma yolunda

hızla ilerliyor.
Bugün dünya, Washington-Moskova-Ankara ana ekseninde dönüyor.

Ana ekseni etkilemek için, en gelişmiş ve organize olmuş bir başka

eksen de Tel Aviv-Londra-New York ittifakıdır.

Bu eksen, İngiliz yayılmacılığının, küresel sermayenin ve Siyonizmin

kutsal ittifakıdır.

Kutsal ittifak diyoruz, çünkü ortak düşman İslam'dır!

Emperyalist çıkarları ve kendinden olmayanları köleleştirmeyi,

dünyayı idare etmeyi, sömürmeyi, kutsal hedef yapmışlardır.
Kirli çıkarlarına tehdit olarak algıladıkları Müslümanlar'ı fitneyle

bölmek, yok etmek, dışlamak, etkisizleştirmek ve hatta köleleştirmek

için durmadan entrikalar çevirmişlerdir.

Sapkın bütün dini akımları kuran, teşvik eden, İslam dünyasında

etkili olmasını sağlayan, destek veren bunlardır.

Osmanlı'yı bunun için, yerli işbirlikçileri İttihatçılar ve JönTürklerle

bitirdiler.

Kirli emellerine 33 yıl sarsılmaz setler kuran Sultan Abdülhamit

Hanı, önce karalama kampanyaları ile itibarsızlaştırmaya çalıştılar.
Daha sonra yerli işbirlikçileri ile de tahttan indirerek, yıkılış sürecini

hızlandırdılar.

Bugün yeni Türkiye'ye, tekrar geçmişinde olduğu gibi, küresel bir

aktör olma yolunda dev adımlar atmaya başladığı için topyekün

saldırıyorlar!

Washington-Moskova-Ankara ekseninde dönen dünyayı, daha kolay

kontrol edebilmek için, Türkiye'nin bu eksendeki ağırlığını

azaltmaya uğraşıyorlar.
Eskiden olduğu gibi kontrol edilir bir ülke olmamızı, yine

buyruklarından çıkmayan uşakları modern İttihatçılarla,

yönetilmemizi istiyorlar.

Daha şiddetli ve durmadan gelecekler; hamlelerini sürekli

yenileyecekler.

Ama başarılı olamayacaklar!..

Zira 21.Yüzyıl, Türkiye asrı olacak.

ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, 21. Yüzyıl ABD stratejilerini

anlattığı kitabında bakın ne diyor:

"ABD bu asırda artık tek başına belirleyici olmaktan çıktı. Küresel

konularda Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye ve Brezilya gibi ülkelerle

yakın işbirliği içinde ortak hareket edecek !"

Türkiye'nin Cumhurbaşkanı dünya barışı için projeler üretiyor.

"Suriye'de Esad devam ettiği sürece asla bölgeye barış gelmez" diyor.
Ajanslar dün "Obama, Erdoğan'ın dediğine geldi. Esadsız Suriye için

planlar hazırlanıyor. Türkiye'nin istediği uçuşa yasak bölge de

masada" diyor.

İsrail sevdalısı ABD eski elçisi Riccardione bizden yediği tokatlarla

rezil olup görevinden el çektirilmişti.

Riccardione dün "İsrail-Türkiye anlaşmazlığı son bulmazsa

Ortadoğu'da gerilim sona erdirilemez" diyor.
BÜYÜK TÜRKİYE coğrafi konumu ve Osmanlı'dan kalan miras ile

bölgede hayati önem taşıyan kilit ülke durumunda.
ABD Avrasya'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Kafkaslar'da Türkiye ile

derin istişareler yaparak, politikalarını belirliyor.

Kompleksleri bırakalım! Halktan ve değerlerimizden kopuk dar bir

dünyada yaşamayalım.

İttihatçı-Beyaz Türkler'den ve monşerlerden olma özentisinden

sıyrılmalıyız.

Ülkeye ihanet edenlerin ve ülkesini dışarıya şikayette yarışan azgın

muhalefetin oyuncağı, olmayalım.
Küresel bir güç olarak yükselen ve ayyıldızı parlayan Türkiyemiz ile

iftihar edelim, değerini ve gücünü iyi anlayalım ve bunu keyfini

yaşayalım.

Yeni Türkiye'nin en büyük güç kaynaklarından birisi de, yurt

dışındaki Osmanlı Diasporası'dır!

Avrasya'da, Uzak Doğu'da, Afrika'da, Ortadoğu ve Balkanlar'da,

Kuzey-Orta ve Güney Amerika'da bu muhteşem potansiyel,

keşfedilmeyi bekliyor.
Yeni Türkiye'nin "küresel aktör" ve "cihan devleti" haline gelmesinin

yol haritasını, bu Diaspora'nın keşfi ve devreye sokulması çizecek!
Türkiye'nin dış itibarı ve saygınlığı, bu muhteşem kaynağın devreye

sokulmasıyla şahlanacak.

Peki bu gücümüzün farkında mıyız?

Önce tersten başlayalım:

Yeni Türkiye'ye çelme takmak isteyenler, bu potansiyelimizin çok iyi

farkındalar!
Ama biz Türkiye olarak, bu muhteşem gücün önemini henüz

yeterince kavrayabilmiş değiliz.

Ezik ve kompleksli hale getirilmiş çakma aydınlar, sanatçı ve medya

mensupları, kendi değerlerine düşman işadamı, akademisyen, uzman,

siyasetçi ve yöneticilerle, kavranılması da zaman alacak görünüyor.

Bu eziklik ve komplekslilik üzerine oturtulmuş vizyon eksikliği de

cabası..

Cehalet ve ufuksuzluk her alana yayılmış durumda.

Üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, sanki "fonksiyonsuzluk" ve

"dışa bağımlılık" yarışındalar!

Uyku hastalığı olanlara yapacak bir şey yok. Yeter ki biz uyanalım!!!

Bekir Hazar - 14.11.2014






yeniakit.com.tr
İçeride ve dışarıda ihanetin aktörleri

Akan kanın durdurulması için “şiddetsiz bir çözüm arayışı” için

uzlaşma ve siyasallaşma çerçevesinde başlayan “Çözüm Süreci”nde

Türkiye sınırları dışına çekilmek ve silah bırakmak yönünde bölücü

örgüt tarafından bir arpa boyu sayılacak adımlar atılmadı. Aksine

süreçte şehir, ilçe, köy ve mezralarda özel silah depoları ve halk

ayaklanmasını başlatacak eğitim kampları kuruldu. Binlerce genç

okul yerine bu kamplarda hainleştirilip, silahlı eğitimden geçirildi.

Şehirlerde ‘kurtarılmış bölgeler ve mahalleler’ ilan edilerek devlet

güçlerine meydan okunması ihanet derecesinde istismar edilen o

Çözüm Süreci’nin eseridir.

Bugün “Kara gücü” olan silahlı bir terör örgütü var.

Bu örgüt, mahallelerde hendekler kazıp yollara mayın döşüyor,

askere ve polise pusular kurup bombalı saldırılarda bulunuyor. Yol

kesiyor, haraç topluyor, çarşı yakıyor, ev basıyor, gençleri zorla dağa

götürüyor. Ve bu örgüt, ısrarla ‘silah bırakmayacağını’ ilan ediyor.

Artık ok yaydan çıktı ve 24 Temmuz’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin

ve polisimizin iflah olmaz bu ‘Bölücü Terör Örgütü’ne karşı

kapsamlı harekâtı başladı. Hükümetin kararlılığı ve güvenlik

birimlerimizin zor şartlarda verilen mücadele sonucu bölücü terör

örgütüne ağır darbeler indiriliyor.

Hedef; “Terörsüz bir Türkiye”.

Kandil’de ağır kayıplar veren PKK bölücü terör örgütü şimdi şehir

yapılanması olan KCK’nın desteğiyle PKK Gençlik Yapılanması,

Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ni (YDG-H) sahaya sürüyor.

Sivil halk kalkan olarak kullanılırken, okul çağındaki çocuklar

ölüme gönderiliyor. Esnaf kan ağlıyor, eğitim ve sağlık hizmetleri

engelleniyor ve hayat durdu. Halk terör baskısından kurtulmak için

bölgeyi terk ediyor.

Bütün bu ihanet eylemlerine rağmen terör örgütünü sorgulayıp

suçlama yerine ülke içinde HDP ile CHP’li bazı siyasiler ve medya

çevrelerinden oluşan bir zümre, terör örgütünü masum gösterme,

eylemlerini meşrulaştırma propagandasına öncülük etmeleri ayrı bir

ihanettir.

HDP, İHANETİ

MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR

TBMM çatısı altında yer aldığı halde Bölücü Terör Örgütüyle aynı

cephede ihanet içinde olanlar vardır.

HDP, ağır kayıplar veren PKK terör örgütüne yönelik operasyonları

engellemek için önce operasyonların sürdüğü şehir ve mahallelere

girmeye uğraştı. Milletvekilliğinin dokunulmazlık zırhına güvenen

HDP’li vekiller Türk Polisinin engelini aşamayınca, TBMM’de

oturma eylemi başlattı.

HDP, bir taraftan ülke içinde PKK’nın hendek eylemlerini

meşrulaştırma desteğine devam ederken diğer yandan da Türkiye

dışında gerçekleştirilen ziyaretlerle; “müdahale edin, aracı olun,

bölgeye heyetler gönderin” çağrıları yapıyor.

Ortadoğu bağlamında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç ve AB’nin aşmakta

zorlandığı mülteci sorunu nedeniyle ABD ve AB’nin “Türkiye’nin

terörle mücadele etme hakkıdır” açıklamalarına karşı hayal

kırıklığına uğrayan HDP Eş Başkanı Demirtaş şimdi Moskova’ya

gidiyor. Rus jetinin Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrası

başlayan krizden istifade etmek için Rus milliyetçileriyle buluşacak

ve Rusya Dışişleri Bakanı ve bazı siyasilerle de görüşmeye çalışacak.

Demirtaş, Rus dostlarının katılımıyla birlikte HDP

MoskovaTemsilciliği’nin açılışı yapılacak.

ABD VE AB’DEN SONRA RUSYA DESTEĞİ

ABD ve Avrupa Birliği’nden terör örgütleri DHKP-C ve PKK çok

ciddi destek almaktadır. PKK’yı ABD silahlandırıyor. ABD,DAEŞ’i

bahane ederek PKK/PYD’ye 50 ton silah ve mühimmat sevkıyatında

bulundu.

Kısacası PKK terör örgütünün kendi başına silah bırakmaya karar

verme özgürlüğü yok. Silah bırakmaya kalksa, ABD, AB ve İran

başta olmak üzere ilişkide olduğu ülkelerin istihbarat servisleri izin

vermez. PKK’yı taşeron olarak kullanmak üzere şimdi Rusya

devrede. Demirtaş’ın Moskova ziyareti ve HDP Moskova

Temsilciliğinin açılması PKK adına Demirtaş’ın yürüttüğü karanlık

ilişkilerin eseridir.

TÜRKİYE DÜŞMANI BİR TÜRK

Türk asıllı Alman vatandaşı ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem

Özdemir, PKK terör örgütünün okulları ve kamu binalarını ateşe

vermesinden, asker ve polislere pusu kurarak bombalı saldırılar

düzenlemesinden, kanlı eylemleriyle sivil halkı göçe mecbur

etmesinden tek kelime söz etmeden, “Türkiye’de hükümet kendi

halkına karşı bir tür savaş yürütüyor. Burada insan haklarından ve

hukuk devletinden bahsetmek mümkün değildir”şeklinde küstahça ve

düşmanca açıklamalarda bulundu.

Cem Özdemir, Türkiye’nin ali menfaatlerine değil Almanya’nın

çıkarlarına hizmet ettiği gibi sürekli Türkiye - AB ilişkilerinde

Türkiye karşıtı tutumuyla bilinmektedir.

Alman Meclisinde ve Avrupa Parlamentosunda çok sayıda Türk asıllı

Alman, Hollanda, Fransız ve Belçika vatandaşı milletvekillerimiz

var. Onların da büyük bir kesimi Türkiye’nin haklarına kavuşmasını

savunurken Cem Özdemir gibi bazıları da Türkiye karşıtlarının

oluşturduğu cephede yer almaktadır.

Cem Özdemir’i yazarken, Nobel ödüllü olan Orhan Pamuk’u hem

Türk ve hem de ABD vatandaşı olan Nobel Ödülü sahibi Aziz

Sancar’ı düşündüm. Orhan Pamuk da Nobel aldı, Aziz Sancar da

ancak aralarında bir fark var, birisi milletini yüceltmeyi seçti öbürü

ise milletine sövmeyi, ihanet etmeyi kendine uygun gördü.

Tarih bunun acı örnekleriyle doludur. Ülkesine ve milletine hizmet

edenler şan ve şerefle yâd edilir. İhanet edenler ise hain olarak anılır.

Bunlar da hain olarak anılacaktır.

Bu makale 16.192

kez okundu





yeniakit.com.tr
Yeniden Şah İsmail dönemi: Türkiye-İran savaşı

İşte o yazı:

Türkiye hiçbir zaman bu kadar sıcak çatışmaya yakın olmamıştı. Hiç

bir zaman böylesine kuşatılmamış, içeriden ve dışarıdan çevrelenip

acımasız bir saldırı ile tehdit edilmemişti.

Hiç bir zaman aynı anda birkaç ülkenin hedefi haline gelmemişti. Bu

ülkelerin doğrudan müdahalesiyle Türkiye içindeki çevreler harekete

geçirilmemişti.

Yirmi yıldır bölgemizi günü gününe takip etmeye çalışıyorum.

Türkiye'nin bölgedeki pozisyonunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini

izliyorum. Savaşın bu kadar bölgeselleştiğine, bölge ülkelerinin

birbirini bu kadar açıktan hedef aldığına, birbirine karşı ilan

edilmemiş bir savaş yürüttüğüne tanık olmadım.

Rusya-İran ekseninin Türkiye ve Müslüman ülkeleri böylesine

açıktan tehdit ettiğine tanık olmadım. İki ülkenin Türkiye ile

ilişkileri hep kontrollü, çoğu zaman ortaklığa varan örnek ilişkilerdi.

Sadece birkaç ay içinde iki ülkenin Türkiye ile açık savaş

pozisyonuna geldiği bir başka örnek yoktur.

Yeniden Şah İsmail dönemi

Bugün bu iki ülkenin bölgesel işgal ve yayılma hırsıyla böylesine

saldırganlaştığı bir dönem de olmamıştı. Bu iki ülkenin doğrudan ve

örgütler üzerinden coğrafyaya böylesine müdahil oldukları, bu

çerçevede Türkiye içindeki terör ve siyasi çevreleri böylesine

harekete geçirdikleri dönem de olmadı. Tahran, Müslüman dünyada

imajının ağır tahribata uğrayacağını bildiği için bütün örtülü

operasyonlarını Moskova kamuflajıyla yapıyor.

Tekrar edeyim; Şah İsmail'den bu yana Şiilik hiçbir zaman böylesine

bir devlet saldırganlığının siyasi dili olmamıştı ve İran bugün bunu

yaparak Sünni dünyaya nefretini İsrail düşmanlığının da ötesine

taşıdı.

Bugüne kadar bölgeye müdahaleler ülkelerle sınırlıydı, münferitti.

İran ya Irak'la savaşıyordu, ya ABD işgalinin üstüne konup Irak'ı

denetim altına alıyordu, ya Yemen'de kendi macerasını yürütüyordu,

ya Afganistan'daki Şiileri kendine yönelen tehditler için kalkan

olarak kullanıyordu ya da kendini korumak için Hizbullah'ı İsrail ile

savaştırıyordu.

Ama bugün bütün coğrafyadaki Şii çevreleri cephe olarak kullanıp

bütün ülkeleri karıştırır bir duruma geldi. Sadece Suriye değil, Basra

Körfezi ülkeleri ve Türkiye de buna dahil.

Cizre'de İran-Rus işgali

İran ve Rusya, Suriye'de Türkiye ile savaşıyor. Bu, açık ama ilan

edilmemiş bir savaştır. PKK ve PYD üzerinden hem Türkiye'de hem

de Kuzey Suriye'de yine Türkiye'ye karşı savaşıyorlar. PYD/YPG'nin

Suriye'de kurduğu Türkiye karşıtı cephenin arkasında yine aynı iki

ülke vardır. Ama ABD ile, bazı Avrupa ülkeleriyle ortak hareket

etmektedirler.

PKK'nın aylardır Güneydoğu illerimizde ve ilçelerimizde yürüttüğü

işgal girişiminin arkasında yine bu ülkeler var. Suriye savaşını

Türkiye'nin içlerine taşımışlardır. Türkiye topraklarında açık açık

Türkiye ile savaşmaktadırlar. Çok yakında bu ülkedeki uzantılarını

daha açık biçimde harekete geçirdiklerini göreceğiz.

Bu yüzden Cizre ve Silopi gibi bölgelerde yürütülen operasyonlar

sadece PKK'ya karşı değil, bu ülkelere karşı savunma

operasyonlarıdır. Bir işgali sona erdirme, evin içini temizleme, bizi

içeriye mahkum eden o dış müdahaleyi kırma operasyonlarıdır.

Çünkü bu aşamadan sonra PKK, terörle sınırlı bir yapı değil, Türkiye

içlerine yönelik işgal projelerinin Truva Atı'dır.

Sonu gelmez savaşlar başlar

Eğer bu kontrolsüz saldırganlık durdurulmazsa, bu ülkeler

sakinleşmezse, yayılmacı ve işgalci girişimlerini devam ettirirse

Süveyş Kanalı'dan Doğu Akdeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadar bütün

bölge sonu gelmez savaşlara sürüklenecektir. Şaşırtıcı biçimde hızlı

gelişecek bu çatışmaları kimse durduramayacaktır. Çünkü böyle bir

çatışma münferit ve dar bölge için olmayacak, iki ana cephe arasında

yayılıp bütün ülkeleri içine çekecektir.

Bu yüzden dünya Rusya'yı bir yerde durdurmanın yolunu bulmalıdır.

Aynı zamanda Rusya'nın kanatları arasına gizlenen İran'ın ihtirasları

dengelenmelidir. Tahran Müslüman dünyayı yüzyıllar sonra iki büyük

cepheye ayırmakta, o “İslam kendi içinde savaşacak” tezini kendi

elleriyle gerçeğe dönüştürmektedir.

Burada İran'ı hedef alarak çatışmacı psikolojiye güç verme niyetinde

değiliz. Ama İran kamuoyu, Tahran'ın bu ihtiraslarını eleştirmeyi

bilmelidir. Çünkü bu ihtirasın İran halkına da çok ağır bedeller

ödetme ihtimali vardır.

Rusya ile birlikte Türkiye'nin hemen güney sınırına yerleşmesini,

orada da rahat durmayıp PYD/PKK üzerinden Türkiye'yi taciz

etmelerini, hatta daha ileri gidip PKK üzerinden bir iç işgale

girişmelerini hoş görmemizi kimse beklemesin. Hiçbir ülkenin böyle

bir tehdidi hazmetmesi mümkün değildir. Burada, çok daha kötü

fotoğraflar şekillenmeden bir tehlikeye dikkat çekmeye, can sıkıcı

bir durumu tahlil etmeye, anlamaya çalışıyoruz.

Doğulu istilacılar, “İslam iç savaşı”

Maalesef, Batılı istilacılardan sonra şimdi de Doğulu istilacılar İslam

yurdunu harabeye çevirmeye hazırlanıyor. Yıllar yılı endişe ettiğimiz,

“son hedefleri Türkiye-İran savaşı” korkusunun gerçeğe dönmesi için

bütün senaryo tamamlanmış sanki. “Savaş İslam'ın kalbine

yerleşecek, İslam iç savaşı yaşanacak” şeklindeki sözlerin mimarları

bizim basiretsizliğimiz üzerinden bunu başarmak üzere. Başarırlarsa

savaş sadece ülkelerimize değil, evlerimizin içlerine kadar gelecek

demektir ve bizler bir yüz yıl ayağa kalkacak mecal bulamayacağız.

Tam da bu dönemde, içeride kimlerin nerede durduğuna dikkat

etmek gerekiyor. Artık normal bir dönemde yaşamıyoruz ve bu

sorunlar Türkiye'nin iç sorunlarıyla sınırlı olmaktan çıkmıştır. PKK

ve PYD artık bir Kürt meselesinin değil, bölgesel harita projelerinin

parçasıdır. İçeride bu çevrelere destek verenler, içeride iç iktidar

hesaplaşması için Türkiye'ye yönelen işgal girişimlerinin yanında yer

tutanlar açık bir savaşın parçasıdır ve bu savaş Türkiye'yi hedef

almaktadır.

Moskova'ya talimat almak için gidiyor

Selahattin Demirtaş'ın Moskova ziyareti bu çerçevede

yorumlanmalıdır. Bu şahsın, siyasi kimliği bitmiştir ve doğrudan

Türkiye ile silahlı bir çatışmanın, ülkemize yönelen savaş tehdidinin

parçası olmuştur. Kendisiyle ilgili hukuki süreç işletilmeli, siyasi

kimliğini bir kamuflaj olarak kullanması engellenmelidir.

İran Müslüman örgütlerle ilişkisini doğrudan ya da Bağdat üzerinden,

seküler yapılarla ilişkisini ise Moskova üzerinden yürütmektedir.

Demirtaş Moskova'ya savaş için yeni talimatları almak için

gitmektedir. O ve İstanbul'daki karargahlarından pozisyon alıp karşı

tarafta yer alan “iç işgalciler” için vatan hainliği kavramı yeniden

yorumlanmalıdır.

HDP, PKK'nın siyasi uzantısı olarak siyasi kimliğinden iyice

uzaklaşıp silahlı kimliğe daha çok yakınlaşırken, Türkiye'nin kurucu

partisi CHP hızla HDP'leşmekte, Türkiye karşıtları için bir barınak,

bir sığınma yeri haline gelmektedir. Kamuoyunun ağır eleştirilerine

rağmen bu unsurları içinde barındırmakta hatta sorgulamaya bile

gerek duymamaktadır. Bu durum, yaklaşan gerilimli günlerde CHP

için de çok ciddi bir meşruiyet sorgulamasına yol açabilir.

Sen Şah İsmail olursan ortaya bir Yavuz çıkar

Türkiye bu tehditlere boyun eğmeyecek, “acımasız direnişe” devam

edecek hatta meydan okuyacaktır. Türkiye bunların üstesinden

gelecek kadar güçlü bir ülkedir. Toplumsal idrak tehditlerin de

Türkiye'nin gücünün de farkındadır.

Kuşatma yarılacaktır, harita çalışmaları boşa çıkarılacaktır. Bugün

sınırlarımızı zorlayan tehdit, sınırların çok ötesine itilecek, bugün

Türkiye haritasını değiştirmeye çalışanlara karşı Türkiye'nin kendi

haritası belirleyici olacaktır. Yüz yıl önce coğrafyanın haritası bizim

çözülmemize göre şekillenmişti, yüz yıl sonra yeni harita bizim

toparlanmamıza göre şekillenecektir.

Ama ihanet edenle ülkesini seven ayrışacaktır. O kurucu irade yine

tarihi şekillendirirken, onlar 20. yüzyıl başlarındaki emsalleri gibi

utançla anılacaktır.

Ve son söz İran'a: Hep korktuğumuz ve asla istemediğimiz Türkiye

ile İran'ın hesaplaşmasıdır. Ancak;

Eğer sen Şah İsmail'liğe soyunuyorsan, Türkiye'yi de Yavuz olmaya

zorluyorsun demektir.








yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!

Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,

hainliğini sürdürüyor..

Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..

Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..

Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”

olmasa..

Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri

suçlamasalar..

Gider hepsinin elini öperim..

Ama her şey ortada..

“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği

ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..

Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”

ifadesinin geçirmemiş olmaları..

Suçüstü olmalarını sağlıyor..

PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,

TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..

Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”

diye sorunca..

Haksızlık mı etmiş oluyorum?

Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür

Mumcu’ya;

“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl

bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?

Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti

üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;

“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz

ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..

Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı

niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?

Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..

Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te

PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;

“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o

çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..

Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!



Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..

Teröristi savunayım derken..

Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..

“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..

İki çocuk ölmüş..

Haberini tabii ki versinler..

Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?

Habere baktığınızda..

Birisi göğsünden vurulmuş.

Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından

vurulmuş..

Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!

Bu nasıl bir mantıktır?

Bu nasıl bir teröristliktir?

Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.

Sonra da..

“Çocuklar öldü” deniyor..

Çocuklar ölüyor ise..

O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı

saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil

midir?



Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak

zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor

durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet

gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..

İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..

Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.

Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve

operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları

soruşturmalıdır.”

Bu ahlaksızlara..

Bu hainlere..

“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları

sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”

desek..

Yanlış mı söylemiş oluruz?

Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?

Teröriste, eyvallah mı edecek?

Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün

merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?

Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi

denir?

Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..

Bir tane polis vurulmamış.

Bir tane asker vurulmamış..

Buna rağmen..

Her gün, üç sivil..

Polislerin kurşunları ile ölüyor..

Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..

ABD’deki olayları bitirmiş gibi..

Türkiye’ye gelip..

Teröristlere şefkat istiyor!

Hadi ordan, ahlaksızlar.

Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka

ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık

katilleri..



Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..

Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?

Bir hafta önce yazmıştım..

“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan

veriyor” diye..

Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..

Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..

Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek

başına Cumhuriyet’e veriyor..

Ne diyeyim?

Allah ıslah etsin!

Bu makale 5.483

kez okundu







yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!

Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,

hainliğini sürdürüyor..

Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..

Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..

Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”

olmasa..

Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri

suçlamasalar..

Gider hepsinin elini öperim..

Ama her şey ortada..

“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği

ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..

Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”

ifadesinin geçirmemiş olmaları..

Suçüstü olmalarını sağlıyor..

PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,

TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..

Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”

diye sorunca..

Haksızlık mı etmiş oluyorum?

Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür

Mumcu’ya;

“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl

bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?

Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti

üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;

“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz

ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..

Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı

niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?

Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..

Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te

PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;

“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o

çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..

Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!



Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..

Teröristi savunayım derken..

Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..

“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..

İki çocuk ölmüş..

Haberini tabii ki versinler..

Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?

Habere baktığınızda..

Birisi göğsünden vurulmuş.

Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından

vurulmuş..

Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!

Bu nasıl bir mantıktır?

Bu nasıl bir teröristliktir?

Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.

Sonra da..

“Çocuklar öldü” deniyor..

Çocuklar ölüyor ise..

O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı

saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil

midir?



Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak

zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor

durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet

gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..

İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..

Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.

Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve

operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları

soruşturmalıdır.”

Bu ahlaksızlara..

Bu hainlere..

“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları

sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”

desek..

Yanlış mı söylemiş oluruz?

Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?

Teröriste, eyvallah mı edecek?

Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün

merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?

Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi

denir?

Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..

Bir tane polis vurulmamış.

Bir tane asker vurulmamış..

Buna rağmen..

Her gün, üç sivil..

Polislerin kurşunları ile ölüyor..

Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..

ABD’deki olayları bitirmiş gibi..

Türkiye’ye gelip..

Teröristlere şefkat istiyor!

Hadi ordan, ahlaksızlar.

Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka

ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık

katilleri..



Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..

Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?

Bir hafta önce yazmıştım..

“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan

veriyor” diye..

Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..

Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..

Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek

başına Cumhuriyet’e veriyor..

Ne diyeyim?

Allah ıslah etsin!

Bu makale 5.483

kez okundu






Atatürk olmasaydı baban kimdi bilemezdin şerefsiz!’
saçmalıklarını duymaktan bıktım!
Biz babamızdan değil, İslam’dan sorulacağız!Anadolu’nun işgal

edilemez bir coğrafya
ve bu toprakların insanlarının işgal altında kalmaya asla tahammül

etmez Müslüman bir Millet olduğunu idrak edemeyenlerin,İngiliz

İşbirlikçisi bir Diktatör’ü kurtarıcı zan etmeleri
bizi değil kendilerini bağlayan fanatik bir esarettir, çağdaş bir

yobazlıktır!

Bu cehalet ve bu resmi tarih yalanları varken sevmek normaldir
ama tapmak sapıklık, taptığı adam için başkasına hakaret ruh

hastalığıdır!

Mesele minnet duymaksa,
Alpaslan olmasa Anadolu’nun,

Fatih Sultan Mehmet olmasa İstanbul’un yüzünü dâhi göremezdiniz!
Hele peygamberler ve nihayet Muhammed aleyhisselam olmasa,
Sizi Yaratan Allah’ınızı ve Dininizi dâhi bilemezdiniz!
Arşivler açılana ve 5816 (koruma kanunu) kalkana kadar sabredin,
çok acı gerçekleri çok yakînen öğreneceksiniz…

Benim devrimciliğim Atatürk’ün resmini (babamdan) dayak yeme

pahasına evin duvarından indirmemle başladı.

Araştırmacı Yazar, Fatih Tezcan




yalanyazantarihutansinn.org
MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI

YOLSUZLUK MANYAKLARI

İŞTE SİZE MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI….
NASIL EDİNDİ BU KADAR MÜLKÜ.BİR ANANIZ KALMIŞ

TAPULAMADIĞI.
BUYRUN OKUYUN
OKUYUN DA GÖRÜN EBENİZİN BOSTANIDA VARMI

TAPULU MALLAR ARASINDA………………..

İŞTE ORJİNAL BELGELERDEKİ MAL VARLIĞI

Hazırlattığı ve altına imza attığı listeye göre Atatürk Ankara’da

Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut

ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova’daki

Millet ve Baltacı, Silifke’deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin, Hatay

Dörtyol’daki portakal bahçesi ile Karabasamak çiftliğinin, ayrıca

Tarsus’taki Piloğlu çiftliğinin sahibidir.

Atatürk, Hazine’ye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor. İlk

kalem, arazidir. Buna göre toplam 154 bin 729 dönüm araziye sahip

olduğunu öğreniyoruz.

Ayrıntılar şöyle:

A) 582 dönüm meyve bahçeleri,

B) 700 dönüm fidanlık (650 bin adet fidan),

C) 400 dönüm Amerikan asma fidanlığı (560 bin adet kök bağ

çubuğu),

D) 220 dönüm bağ (88 bin adet bağ kütüğü),

E) 375 dönüm sebze bahçesi (Fethi Naci’de 370 çıkmış),

F) 220 dönüm zeytinlik (6.600 ağaçlık),

G) 1.654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık (F. Naci 27 dönüm

demiş),

H) 15 dönem kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe ile 2.650

dönüm çayır ve yoncalık,

İ) 1.450 dönüm orman, 148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve

meralar.

Sonra bina ve tesisler geliyor. Buna göre 51 adet binanın sahibi

olduğunu yazıyor Atatürk.

A) 45 adet yönetim binası ve ikametgâhı,

B) 7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl,

C) Aydos ve Toros yaylalarında kurulan 6 adet mandıra, 8 adet at ve

sığır ahırı,

D) 7 adet ambar, 4 adet samanlık ve otluk, 6 adet hangar ve

sundurma,

E) 4 adet lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 adet fırın, 2

adet sera.

3. kısımda fabrika ve imalathanelerini sıralıyor. Belgeden Atatürk’ün

birer adet bira, malt, buz, soda ve gazoz, deri, tarım aletleri ve demir

fabrikası ile biri Ankara’da, diğeri Yalova’da olmak üzere 2 adet

modern süt fabrikası bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca yine Ankara

ve Yalova’da birer geniş yoğurt imalathanesi, yılda 80 ton şarap

üretme kapasitesine sahip bir şarap imalathanesi, elektrikli bir

değirmeni, İstanbul’daki bir çeltik fabrikasında yüzde 40 hissesi, her

biri 15’er ton kaşar, 1.000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ

yapmaya elverişli 2 imalathanesi faal haldeymiş.

“Umumi tesisat” başlığı altında şu bilgilere yer verilmiş:

A) Ankara ve Yalova’da iki tavuk çiftliği,

B) Yalova’daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,

C) 3’ü Ankara’da, 2’si İstanbul’da olmak üzere 5 adet satış mağazası,

D) Orman Çiftliği’nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektrik

tesisatı, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım

şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde de benzer tesisat.

E) Orman Çiftliği’nde çiftlik müzesi ile ufak çaplı bir hayvanat

bahçesi tesisatı.

Listenin en ilginç kısmını ise canlı hayvanlar oluşturuyor. Buna göre

Atatürk’ün,

A) Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13.100 baş

koyunu,

B) Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep ile yeni

üretilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı,

C) İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklardan 69 adet koşu ve binek atı,

D) Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2.450 adet tavuğu varmış.

Liste bitmedi henüz. Son olarak sıra cansız demirbaşlarda.

Atatürk’ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve

biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66 bin lira değerinde (bu

rakam önce yazılıp sonra karalanmış) “bilumum” ziraat alet ve

edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru (Yalova Çiftliği’nde), 5 adet

kamyon ve kamyoneti, 2 adet binek otomobili ile 19 adet çiftliklerin

servislerinde çalıştırılan binek ve yük arabası bulunuyormuş.

Özetlersek Atatürk’ün 154 bin 729 dönüm araziye; belgede 51

yazıyor ama benim hesabıma göre 91 binaya; 6 fabrika, 5 imalathane,

1 değirmen ve 1 çeltik fabrikası ortaklığına; 2 tavuk çiftliğine, iki

özel iskeleye, 5 mağazaya, çeşitli sulama vs. tesisatına, köprülere,

müzeye ve hayvanat bahçesine; binlerce koyun, sığır, at ve tavuğa;

traktör, deniz motoru, kamyon, kamyonet, otomobil ve servis

araçlarına sahip olduğunu görüyoruz.

Sen ne diyorsun? diyenlere, gidin, laik ve Kemalist olduğundan

kuşku duymadığınız İsmail Cem’in kitabını okuyun diyorum. İsmail

Cem’in, Mustafa Kemal’in 1923’te Balıkesir’de söylediği şu sözleri

sansürlemesi ne anlama geliyor, iyi düşünün:

“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Bundan dolayı biraz parası olanlara da

düşman olacak değiliz. Tersine memleketimizde birçok

milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.







yalanyazantarihutansinn.org
Gladyo: Biraderlerin Vurucu Gücü

NATO’nun İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘kısa kılıç’

anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra

NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.

Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki

Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı

zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan

istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi. İşte

Gladyo’nun bilinmeyenleri:

İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı ittifak kuran Sovyetlerin

başını çektiği Doğu Bloku ve kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak

nitelendiren ve başını ABD’nin çektiği Batı dünyası Yalta’da bir

araya geldiğinde çok az kişi aslında bir araya gelenlerin düşmanlar

olduğunu düşünüyordu. Savaş sona ermişti ancak teamüller gereği

galip devletler ile mağlupların oturup anlaşması yerine, galipler,

ABD, SSCB ve İngiltere, bir araya gelerek dünyanın paylaşımını

görüştü. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de hazır bulunduğu

Yalta adasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri

Josef Stalin dünyayı paylaşırken, birbirlerinin alanlarına müdahale

etmeme üzerine de anlaştı.

DÜŞMANLAR YENİ BİR SAVAŞ İÇİN ANLAŞTI

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra yapılan Yalta

Konferansı’nda dünyanın paylaşılması kararı, bir anlamda yeni bir

savaş anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve

Avrupa’nın neredeyse yerle bir olduğu İkinci Dünya Savaşı Almanya

ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ererken, Nazi tehdidinin ortadan

kaldırılmasıyla geleceği umut edilen barış yerini bir kez daha 45 yıl

sürecek bir ‘savaşa’ bıraktı. Adına Soğuk Savaş denilen ve 1990

yılına kadar süren ‘gerilim siyaseti’, hem Sovyetler’in himayesindeki

Doğu Bloku’nu hem de ABD’nin himayesindeki adına ‘Özgür

Dünya’ denilen ülkeleri birbirlerine karşı savunmaya itti.

NATO’YA KARŞI VARŞOVA KURULDU

Batı Avrupa ülkeleri Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa ve

İngiltere’nin1948 yılında imzaladığı Brüksel Anlaşması ile olası bir

Sovyet işgaline karşı ortak hareket etme kararı alırken, böyle bir

ortaklığa ABD’nin de dahil edilmesinin Avrupa’yı daha da

güçlendireceği görüşü benimsendi. Brüksel Anlaşması’na imza atan

ülkeler Amerika’da bir araya gelerek ABD’nin katılımıyla 1949

yılında NATO’yu kurdu. NATO’nun kurulması, Sovyetler’in başını

çektiği Doğu Bloku ülkelerini de harekete geçirdi ve Batı

Almanya’nın NATO’ya katılmasını fırsat bilen Doğu Bloku,

Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek 1955’te Varşov

Paktı’nı (Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması) kurdu.

NATO’NUN CEHPE GERİSİNDEKİ GÜÇLERİ

Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası ortaya çıkan ‘her an savaş

olabilir’ durumunun teyakkuze geçirdiği taraflar tam 45 yıl boyunca

perde arkasında büyük bir mücadele yürüttü. Batı Avrupa’da

Komünist ve diğer sol partilerin güçlenmesi, Sovyet tehdidi olarak

algılanırken NATO bu tehdidi bertaraf etmek için kendi bünyesinde

her ülkede özel birimler oluşturdu. Sovyet işgaline karşı cehpe

gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla ABD ve İngiltere tarafından

kurulan adına ‘Stay-Behind’ denilen kontrgerilla yapılanması

NATO’ya üye ülkelerin hepsinde farklı isimler altında yeniden

organize edildi.

SUİKAST, KAOS ÇIKARMA, CEHPE GERİSİNİ ÖRGÜTLEME

Örgütün İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘çift başlı kılıç’

anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra

NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.

Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki

Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı

zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan

istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi.

GRAMSCİLERİN MUSSOLİNİ’DEN İNTİKAMI

Tüm NATO ülkelerinde başta içerideki düşmana yakınlık

gösterebilecek unsurları (Komünist partiler ve sol dernekler) kontrol

eden ve NATO bünyesinde CIA tarafından yönetilen bu örgütlerin en

çok konuşulanı İtalya’daki Gladyo örgütü. İkinci Dünya Savaşı

öncesind Duçe lakaplı Benito Mussolini, İtalya’da aralarında

Antonio Gramsci’nin de bulunduğu Komünist Parti yöneticileri ve

üyelerini sert bir şekilde bastırırken, Komünistler bu sefer savaş

sırasında kaçan Mussolini’yi idam ederek intikamlarını almıştı. Sol-

sağ ayrışmasının en keskin olarak görüldüğüülkelerden biri olan

İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Fazişm’den sonra

güçlenen Komünist partiler, ABD tarafından SSCB’nin İtalya’daki

uzantıları olarak değerlendirildi. İtalya’da kurulan Gladyo, bu

sebeple sadece olası Sovyet işgaline karşı cephe gerisindeki

faaliyetlerinin dışında, içerideki ‘düşmanın’ güçlenmesini önlemek

için iç politikada büyük bir rol oynadı.

‘28 ŞUBAT STRATEJİSİ’ OLUŞTURULDU

İlk defa 1953 yılında İtalyan Savunma Bakanlığı bünyesinde

oluşturulan NATO’ya bağlı Gladyo, 1970’lı yıllarda Komünistlerin

yükselen desteğiyle İtalyan siyasetine yön vermek amacıyla

Türkiye’deki 28 Şubat ve 2007 Temmuz seçimleri öncesi üretilen

“Gerilim Stratejisi” planı benzeri planlar devreye sokuldu. 1920’li

yıllarda Mussolini’nin 1937 yılında ölene kadar hapiste tuttuğu

Komünist Parti lideri Antonio Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla

ortaya koyduğu toplum mühendisliği çalışmaları ekonomiden,

siyasete, sivil toplum örgütlerine kadar tüm kurumlar üzerinde

Gladyo eliyle gerçekleştirildi.

BAŞBAKAN, GLADYO’NUN VARLIĞINI KABUL ETTİ

İtalya’da 1970’li yıllarda meydana gelen bombalama olayları,

Başbakan Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar isimli sol bir örgüt

tarafından kaçırılıp öldürülmesi olayı (1978), Bologna tren

istasyonundaki bombalama olayı (1980) hep Gladyo ile

irtibatlandırıldı. İtalya’da siyaset-mafya ve faili meçhul cinayetleri

araştıran Yargıç Felice Casson’un Roma’daki askeri istihbarat

arşivinde elde ettiği belgelerde varlığı resmileştirilen Gladyo, 24

Ekim 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Adreotti tarafından da

kabul edildi. 7 defa İtalyan Başbakanlığı yaparak bu alandaki rekoru

Süleyman Demirel ile paylaşan Andreotti, parlamentoda yaptığı

açıklamada İtalya’nın NATO’nun cehpe gerisindeki ‘Stay Behind’

ordusuna sahip tek ülke olmadığını itiraf etti. Andreotti aynı zamanda

İtalya’da hükümet olan herkesin Gladyo’nun varlığı konusunda

bilgilendirildiğini de söyledi.

OLAĞANÜSTÜ HAL İLAN ETMEK İÇİN BOMBALI SALDIRI

DÜZENLEDİLER

Andreotti’nin açıklamalarıyla ilk defa devlet tarafından varlığı kabul

edilen Gladyo, İtalya’da 1990’lara kadar işlenen birçok siyasi

cinayet ve bombalama olayıyla irtibatlandırıldı. Gladyo’nun

İtalya’da Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Gerilim Stratejisi”

ilk defa 1964’te “Operation Solo” ismi verilen sessiz bir darbeyle

General Giovanni de Lorenzo Sosyalist bakanların hükümetten

ayrılmak zorunda bırakmasıyla uygulamaya konuldu. 1969 yılında

Milan’ın Piazza Fontana bölgesindeki Milli Tarım Bankası’na

yönelik faşist grupların gerçekletirdiği bombalama eyleminin CIA

destekli bir Gladyo operasyonu olduğu belirlendi. Bombalama

olayında 17 kişi hayatını kaybederken, 88 kişi yaralanmıştı.

Bombalama olayından çok daha sonra itiraflarda bulunan dönemin

Avanguardia Nazionale isimli neo-faşist hareketin üyelerinden

Vincenzo Vinciguerra, bombalamanın amacının siyasi ve askeri

otoriteyi olağanüstü hal ilan etmeye zorlamak amaçlı olduğunu

söyleyecekti.

P2 MASON LOCASI DEVREYE GİRİYOR

Piazza Fontana olayından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda

İtalyan ordusunda komutanlık yapmış olan ve Mussolini

taraftarlarınca ‘kahraman’ olarak görülen Junio Velrio Borghese

başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Darbenin başarısız

olmasından sonra Borghese İspanya’ya kaçarken, olayla ilgili olarak

tanıkların ifadelerinde Borghese’nin darbe planı için P2 Mason

Locası lideri Licio Gelli ve Sicilya mafyası ile işbirliği yaptığı öne

sürüldü. 1972 yılında Peteano köyü yakınlarındaki bir bombalama

olayında 3 polis hayatını kaybetti ve bu olayı olayda kullanılan

patlayıcılar dikkate alındığında Kızıl Tugaylar isimli örgütün yaptığı

açıklandı. Ancak olayı araştıran Savcı Felice Casson 1984’te

bombalama olayından sonra polisin olayın üzerini örttüğünü ve Kızıl

Tugaylar’ın kullandığı patlayıcılar kulllandığına dair açıklamaların

gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı.

İSTİHBARAT SERVİSİ YARDIM ETTİ

Olayı gerçekleştiren Komünizm karşıtı faşist bir örgütlenme olan

Avanguardia Nazionale’nin üyesi Vincenzo Vinciguerra tarafından

gerçekleştirildiği ve olaydan hemen sonra Vinciguerra’nın İspanya’ya

kaçmasında İtalyan gizli servisinin yardım ettiği belirlendi. 1984’teki

duruşmasında Vinciguerra, Peteano katliamının nasıl

gerçekleştirildiğini ve olayın devletin içindeki Gladyo

yapılanmasının nasıl organize ettiğini detaylarıyla anlattı.

P2 MASON LOCASI ÜYESİ TUTUKLANDI

“Gerilim Stratejisi”nin en yoğun yaşandığı İtalya’da Peteano

saldırısından iki yıl sonra gerçekleştirilen katliamda Gladyo’nun P2

locası ayağını deşifre etti. 1974’te Italicus Express treninde 12

kişinin öldüğü bombalama olayı ile Brescia kentinde gerçekleştirilen

ve 8 kişinin öldüğü Piazza della Loggia bombalama olayları, askeri

istihbarat lideri ve P2 Mason locası üyesi Vito Miceli’nin

tutuklanmasına sebep oldu. Miceli, devlete karşı komplo kurma

suçlamasıyla tutuklandı.

BAŞBAKAN ALDO MORO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ

Bombalama olayları ve suikastlerle çalkalanan İtalya belki de en

dramatik olaylarından birini 1978 yılında yaşadı. 1976 yılı

seçimlerinde yüzde 34 oranında oy alarak büyük başarı elde eden

İtalyan Komünist Partisi ile adına ‘Tarihi Uzlaşma’ adı verilen

uzlaşmayı sağlayan Hıristiyan Demokrasi Partisi lideri Başbakan

Aldo Moro, 16 Mart 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütü tarafından

kaçırıldı. Kaçırıldıktan sonra süren görüşmelerde serbest bırakılacağı

düşünülen Moro, Mayıs 1978’de öldürüldü ve cesedi bir arabanın

bagajında partisinin Roma’daki merkezi yakınlarında bulundu.Aldo

Moro

Aldo Moro ceseti

Aldo Moro

GLADYONUN BAŞINDA BİR MASON

İtalyan askeri istihbaratı, Moro’nun öldürülmemesi karşılığında 16

arkadaşlarının serbest bırakılmasını isteyen Kızıl Tugaylar’ı

dinlemedi ve aksine örgüte yönelik baskınlar düzenledi. Moro’nun

öldürülmesinden sonra P2 Mason Locası’nın üyesi olan İtalyan gizli

servisinin lideri ihmalkarlıkla suçlandı. Moro’nun öldürülmesiyle

ilgili araştırma yapan Gazeteci Mino Pecorelli, Aldo Moro’nun

kaçırılmasının devlet için gizli örgütün izin verdiğini söyledi.

BAĞLANTILARI ORTAYA ÇIKARAN GAZETECİ ÖLDÜRÜLDÜ

Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile Gladyo arasında bağlantılar

ortaya çıkaran Gazeteci Pecorelli de bir yıl sonra öldürüldü.

Dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin emriyle öldürüldüğü iddia

edilen Pecorelli ismi P2 Mason Locası’nın eski liderlerinden Licio

Gelli’nin listesinde bulundu. Pecorelli suikastinin emrini verdiği

gerekçesiyle 2002 yılında 20 yıl hapse mahkum edilen eski Başbakan

Giulio Andreotti’nin cezası yüksek mahkeme tarafından temyiz edildi

ve Andreotti hapis yatmaktan kurtuldu.

Gazeteci Pecorelli

Mino Pecorelli

BOLOGNA TREN İSTASYONU KATLİAMI VE P2 LİDERİNİN

TUTUKLANMASI

İtalya, Aldo Moro’nun öldürülmesinin şokunu yaşarken iki yol sonra

bu sefer Bologna tren istasyonuna konulan bombanın infilak etmesi

sonucu 85 kişi hayatını kaybetti. Parlamentoda terör üzerine kurulan

komisyonu, yaptığı araştırmada kanlı olayın Gladyo’ya uzandığı

sonucunu ortaya koydu. 1995 yılında Nuclei Armati Revoluzionari

isimli neo-faşist bir örgütün üyeleri Valerio Fioravanti ve Francesca

Mambro ömür boyu hapse mahkum edildi. Olayla ilgili olarak P2

Mason Locası’nın lideri Lici Gelli de soruşturmayı başka tarafa

yönlendirdiği gerekçesiyle hapis cezası aldı.

Bologna Tren İstasyonu, 1980

Bologna Patlaması, 1980

MORO’NUN MEKTUPLARINI BULAN GENERAL

ÖLDÜRÜLDÜ

Aldo Moro suikasti ve Bologna bombalamalarıyla çalkalan İtalya

1982 yılında da Aldo Moro’nun Gladyo’ya ilişkin mektuplarını

bulan ve 1979’da öldürülen Gazeteci Mino Pecorelli’nin

öldürüleceği iddiasında bulunduğu General Alberto Dalla Chiesa da

bir suikaste kurban gitti. 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio

Andreotti’nin varlığını kabul ettiği ve NATO üyesi tüm ülkelerde

benzeri yapılanmaların olduğunu itiraf ettiği Gladyo, diğer ülkelerde

farklı isimler adı altında örgütlendi.

General Alberto Dalla Chiesa

General Alberto Dalla Chiesa Suikastı

DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ GLADYO TİPİ

YAPILANMALAR

Gladyo’nun İtalya’da deşifre olmasıyla birlikte diğer Avrupa

ülkelerindeki benzeri yapılanmalar da hükümetler eliyle sessiz bir

şekilde dağıtıldı. Belçika’da askeri istihbarat servisi SGR,

Yunanistan’ta Operation Sheepskin, Fransa’da Rainbow (Plan Pleu

olarak başlamıştı), Danimarka’da Absalon isimleriyle örgütlenen

NATO’nun cephe gerisi yapılanmaları İngiltere, Almanya, İspanya,

Portekiz, Avusturya, Norveç’te istiharat örgütleri bünyesinde çalıştı.

NATO’nun Türkiye’deki Gladyo benzeri örgütlenmesinin Özel Harp

İdaresi olduğu iddia edilirken, örgütün kod isminin Ergenekon

olduğu belirtiliyor.

AVRUPA PARLAMENTOSUNUN GLADYO KARARI

İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde deşifre olan Gladyo 22 Kasım

1990 yılında Avrupa Parlamentosu’nda alınan bir kararla kınandı ve

tam bir soruşturma yapılması istendi. Kararda, 40 yıl boyunca mevcut

istihbarat örgütlerine paralel olarak Avrupa Topluluğu üyesi

ülkelerde gizli örgütlenmelerin olduğu ve bu örgütlerin demokratik

kontrolden kaçtığı belirtilerek, bu örgütlerin ABD ve NATO

tarafından kontrol edildiği kaydedildi. Tüm üye ülkelerdeki bu

illegal yapılanmaların ortadan kaldırılması çağrısı yapılan kararda,

NATO, ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler nezdinde soruşturma

yapılması çağrısı yapıldı. Avrupa Parlamentosu’nun 19 yıl önce almış

olduğu bu karar tam olarak yerine getirilmiş değil.

GLADYO VE MASON LOCASI İLİŞKİSİ

İtalya’daki Gladyo itiraflarından sonra diğer Avrupa ülkelerindeki

benzeri örgütlerin varlığı kabul edildi ve bu örgütler Sovyetler’in

yıkılmasından sonra sessiz bir şekilde dağıtıldı. Gladyo üzerine

birçok kitap yazmış ve araştırma yapmış olan İngiliz Gazeteci Philip

Willan’a göre 1990’lardan sonra Gladyo’nun ortadan kalktı. P2

Mason Locası ve Gladyo arasındaki ilişkiyi sorduğumuz ünlü

Gazeteci Willan, her iki örgütün de gizli olduğunu ve Gladyo’nun

başındaki asker ve istihbarat yöneticilerinin Mason olduğunu ifade

ediyor.

MASON LOCASININ EN ETKİLİ GAZETEYİ KONTROLÜ

Gladyo’nun gün ışığına çıkarılması konusunda medyanın İtalya’da

önemli bir rol oynadığına işaret eden Willan, aynı şekilde

Gladyo’nun gün yüzüne çıkarılmaması için de başka medya

gruplarının çalışmasına dikkat çekiyor: “Medya, birkaç dürüst ve

zeki savcıyla birlikte İtalya’daki Soğuk Savaş döneminin

komplolarını gün ışığına çıkarma konusunda önemli bir rol oynadı.

La Unita, Paese Sera, La Republica ve L’Espresso gibi gazete ve

dergiler, işlenen birçok suçun kamuoyunun gündemine taşınmasında

önemli rol oynadı. Aynı şekilde medyanın bu konudaki önemi P2

Mason locası tarafından da kavrandı ve loca İtalya’nın en etkili

gazetesi olan Corriera della Sera’nın kontrolünü ele aldılar.

Medyada kendilerine yakın bir gazeteciler ağı kurdular. P2

Locası’nın medya ve yargı üzerindeki kontrolü nedeniyle gerçeklerin

ortaya çıkmasını geciktirdi ve bu yüzden hala tam olarak ne olduğu

konusunu tam olarak bilmiyoruz” dedi.

GLADYO VE P2 MASON LOCASI: GÖRÜNMEZ BİRER ORDU

P2 Mason Locası ile Gladyo arasındaki ilişkiye dair olarak Willan,

her ikisinin gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve bu ikisi

arasındaki ilişkinin tam olarak açığa çıkarılmadığını kaydediyor:

“Her iki organizasyon da Komünizm karşıtıydı. P2 Locası’nın

Gladyo üzerinde büyük etkisi olduğu büyük bir ihtimal. Çünkü,

askeri ve istihbarat örgütünün yöneticileri locanın üyesiydiler. P2

Locası’nın başındaki eski isim Licio Gelli ile röportaj yaptığımda

bana, ‘Her ikisi de görülmez birer ordu’ demişti. Yine aynı şekilde

Gladyo’da görevli bulunanlardan bazılarının Benito Mussolini’nin

destekçileri ve İspanya İç Savaşı’nda General Franco için gönüllü

savaşmış kimseler olduğunu söylemişti.”

(Mehmet Nedim Aslan,habervaktim 11-2009)





yalanyazantarihutansinn.org
Tek devlet, tek millet

Yaklaşık bir seneden beridir, “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyoruz.

Miladi 21. yy. başlarında yaşamakta olan bir Müslüman ne yapmalı?

(Burada, anlamı daha belirgin hale getirmek için “İslamcı” da

diyebiliriz.)

Son yazımızda da “Artık Siyaset” başlığını/temasını işledik. Artık

İslam davası ve kulluk sorumluluğu, siyaseti merkeze alacak olan

yeni bir anlayış ve eylem biçimi gerektiriyor. Ama meseleyi bu

seviyede bırakırsak soyut kalacağını ve dolayısıyla birçok insan için

de anlaşılamayacağını düşünüyorum.

Öyleyse herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek en net ve somut

kavramlarla ifade edelim. Biz İslamcılar için ana hedef, “Tek İslam

Devleti”dir. Bütün dünya Müslümanlarını kapsamına alacak,

toplumsal, ekonomik, askeri, hukuki, kültürel alanlarda tek bir siyasi

birim…

Bizi bu hedefe ulaştıracak sürecin ayrıntılarını bilemeyeceğimiz gibi,

bu devletin yapısal detayları da, ister istemez şimdilik meçhuldür. Ve

onların şimdilik meçhul kalması çok da önemli değildir. Çünkü

sırada çok daha önemli ve öncelikli başka ara hedefler

bulunmaktadır.

Yani sözünü ettiğimiz geleceğin İslam devleti, sıkı bağlarla birbirine

bağlı bir “pakt” formunda olabileceği gibi konfederal bir sistem

şeklinde de olabilir. Ya da daha da heyecan verici bir ihtimalle, belki

de İslamcı düşünür ve siyaset insanlarınca geliştirilecek şimdilik ismi

meçhul yepyeni bir yapı da olabilir.

Nasıl olacak olursa olsun, meselenin bu kısmı şimdilik önemsiz…

Önemli olan ise şu:

Arakan’daki kardeşlerimiz yeni bir Budist saldırısı ile

karşılaştığında, Kayseri Hava İndirme Tugayı harekete geçecek ve

saldırıların başlamasının üzerinden daha 24 saat bile geçmeden

Budist sürüleri, bütün varlıklarıyla cehennemin yeryüzüne indiğine

inanmaya başlamış olacak.

Eğer Sırplar Bosna’da yeni bir etnik temizlik çılgınlığına cüret

edecek olurlarsa, Endonezya jetleri bir hafta içinde Belgrad’ı bir kül

yığınına çevirmiş bulunacak.

İstanbul’daki Hasan el-Benna Lisesinin müdürü Doğu Türkistanlı bir

Uygur Müslümanı, Çad’ın ücra bir çöl kasabasının kaymakamı

Tekirdağlı bir Türk olacak.

Ve bizim, bu sembolik örneklerin ifade ettiği anlamı bir ütopya

olarak değerlendirip, dudaklarında alaycı ve aşağılayan bir

tebessümle okuyacak olan Müslümanlara! da baştan bir çift lafımız

olacak:

Bir gün ALLAH’ın izni ve yardımı ile dünyanın en büyük gerçeğine

dönüşecek olan bu hayaller, sizin gibilerin elleriyle inşa edilmeyecek.

Siz rahat olun ve kendi tembellik köşelerinizde gerinmeye devam

edin.

Ama bu hayal bir gün gerçek olacak. Bir gün bütün Ümmet-i

Muhammed tek bayrak, tek devlet, tek ülke olarak bir tek millet

haline gelecek ve bütün dünyaya yön verecek.

İnsanlığın necaseti demek olan yahudi kavmi bile azmedip, gayret

gösterdikten sonra iki bin senelik bir ınkıtayı takiben Filistin

topraklarında bir araya gelip, kendi devletini kurabilmişse,

Muhammed’in Ümmeti, ALLAH’ın gerçek kulları olan bizler, neden

yapamayalım?

Yapabiliriz ve ALLAH’ın yardımıyla yapacağız.

Nasıl ki bir zamanlar bu dava, bir peygamberin etrafında bir kadın,

bir köle ve bir çocukla başlayıp, 40 sene içerisinde dünyanın en

büyük maddi/siyasi gücü haline gelmişse, kıyamet kopmadan önce

aynı destan bir kez daha yaşanacak ve Âlemlerin Rabbi, bütün bir

küfür dünyası tarafından koro halinde ileri sürülen “İslam’ın modası

geçmiş bir şey” olduğu iftirasını/iddiasını bilfiil yalanlayacaktır.

Bu mucizenin gerçekleşmesinde bize düşen ilk şart inanmaktır.

Şartların olumsuzluğuna, düşmanın gücüne, hedefin büyüklüğüne ve

kendi acziyetimizin derecesine bakarak, böyle bir hayalin gerçeğe

dönüşmesinin imkânsızlığına inanmak değil…

Hedefin yüceliğine, hâlâ tepeden tırnağa kadar ihlasla ve fedakârlık

ruhuyla dopdolu İslam erlerinin varlığına ve en önemlisi ALLAH’ın

gücünün sonsuzluğuna bakarak, bu hayalin de bir gün gelip gerçek

olacağına inanmak…

Çünkü bu güne kadar yapan, eden hep O olmuştu.

Bundan sonra da hep O olacak.

Öyleyse bütün Müslümanlar için geleceğin, adı açıkça konmuş

hedefi:

Tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet.

Türk, Kürt, Arap vs. vs. değil.

Artık “Muhammed Milleti!”

Araştırmacı yazar/Said ALPSOY






yalanyazantarihutansinn.org
İnönü’nün din düşmanlığı.

Kanal A’da yayınlanan ve Sadık Yalsızuçanlar’ın sunduğu “Resmi

Tarihten Gerçek Tarihe” programının daimi konuğu Said Alpsoy,

İnönü’nün din düşmanlığını anlattı.

CHP’nin tek parti diktatörlük döneminde, nasıl din düşmanlığı

politikası izlediklerini anlatan Alpsoy şöyle konuştu:

CHP’nin karizmatik şahsiyetlerinden din tavırlarına örnekler…

1923 senesinde İsmet Paşa, Kazım Karabekir’e konuşuyor. “Türk

milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende

olamayacaktır. İngiltere ve batının dostluğunu samimi olarak

kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım.” Bunun

kaynağı;  Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” kitabı sayfa 162.

Aynı kaynaktan 19 Ağustos 1923’te Ankara istasyon binasında

yapılan “İslamı Yok Etme” toplantısında, İsmet Paşa’nın dedikleri: ”

Elimizde kuvvet varken hocaları kaldıralım.”

“Gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve

kavramlardan kurtarmış olacağız”

1933 senesinde Türkiye’nin Sofya Büyükelçisi Tevfik Kamil. Yıllık

iznine gelmiş. Aile dostu olan Başbakan İsmet Paşa’yı ziyarete

gitmiş. Sofya Büyükelçimiz sohbet ederlerken bir ara diyor ki;

“Biraz da manevi gelişmeye hizmet etseniz.” İsmet Paşa’nın

büyükelçiye cevabı: “Hala böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz 30 sene

sonra gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve

kavramlardan kurtarmış olacağız.”

Milli Şef olduğu yıllara ait bir ifade: “Eğer savaş meydanında

bulunan bir adam, başarılı olmak için arkadaşlarına dua etmeyi

söylerse o adam elbette yalan söyler.” Dinsiz olduğu, din düşmanı

olması açıktır. İsmet İnönü bilinçli bir din düşmanı. Fakat tutarlı ve

samimi değil.

1950 seçimleri yaklaşırken, muhtemelen o döneme ait ilk gizli derin

devlet provokasyonlarından birine aittir ki, Ticani isminde bir

tarikat, başlarında Kemal Pilavoğlu adında bir şeyh var. Anadolu’da

köylerde kasabalarda, kentlerde, hatta Ankara’da bile “Atatürk

büstleri kırma kampanyası” başlattılar. Bazen gece, bazen gündüz

bilerek herkesin gözün önüne bu tarikata mensup eline balyozu alıp

Atatürk büstlerini parçalıyor. Bu 1951 senesinde 5816 sayılı kanunun

çıkarılmasını başlatan süreci tetikliyor. İlginç olan şu: 1950

seçimlerinde bu tarikatın başı Kemal Pilavoğlu, CHP Çankırı’dan

milletvekili adayı oluyor. Nisan 1950’de CHP’ye resmi kaydı

yapılmış. İsmet Paşa seçimlerden birkaç ay önce onu Çankaya

Köşk’ünde akşam yemeğine davet ediyor. Bu duyuluyor.

Demokrat Parti Başkanı Celal Bayar, bu olaydan sonraki ilk

görüşmelerinde diyor ki; “Hani Paşam dini istismar etmeme

anlaşması yapmıştık?” İsmet Paşa’nın cevabı: “Bunlar önemsiz

şeyler, olur böyle şeyler” diyor.

14 Mayıs 1954’te Beyaz Devrim, yani CHP’nin halk oyuyla

yıkıldığı, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği, Beyaz Devrim denilen

o tarihi seçimin propaganda döneminde, CHP’li militanlar

Çukurova’da – o dönemde oranın yapısı, hijyen durumu itibari ile

akrep ve yılan çok fazla- üzeri fabrikasyonla inşa edilmiş CHP ve altı

ok amblemli muska dağıtıyorlar. Sebebi, akrep ve yılan sokmasına

karşı.

CHP dindarlarla barışıyor mu?

CHP menfaat hissettiği anda, dindarlıkta herkese bin basar. CHP’nin

eski CHP olmadığını ifade eden paralelcilere de söylüyorum ki,

CHP’nin değişimi bugüne mahsus, kökten bir değişimi değil, CHP

tarihi boyunca karşılığında üç beş tane oy gördüğü anda din açılımı!

zaten yapmıştır.

CHP felsefi anlamda batıcı, işlevsel anlamda din düşmanlığını

omurgasına yüklemiş, son yüz senedir bu milletin talihsizliğidir,

beynindeki urdur, vücudundaki veba tümörüdür.

CHP’nin Kur’an düşmanlığı

“Askerler Kur’an ile dövdüler”

Emekli din adamı Cemal Tunç’un hatıratından aynen okuyorum:

“Sekiz yaşında hafızlığa başladım. Sık sık ev basılıyor. Kur’an-ı

Kerim bulundurmak suç. Bir elif cüzu bulunduysa vay haline!

Korkudan evde ders çalışamadım. Fındık bahçesinde bana bir yer

yaptılar, orada Kur’an’a çalışıyorum. Bir baktım, bir onbaşı ve bir

jandarma beni bulmuşlar ‘Çabuk git babanı çağır!’ dediler. Gittim

babamı getirdim. Onbaşı babamı sakalından tuttu, elimdeki Kur’an-ı

aldı, babamın kafasına vurmaya başladı. ( Gözleri doluyor

konuşamıyor) Rahmetlinin gömleğini yırttı, sonra babam dedi ki:

“Oğlum Deli Halit Paşa’nın emir subaylığını, tabur komutanlığını

yapmış adamım. (Deli Halit Paşa CHP’li silahşörler tarafından 1925

Şubat’ında milletvekili iken meclis kulisinde sırtından tabanca ile

vurularak öldürülmüştür.) 1. Dünya Savaşı’na, İstiklal Harbi’ne

katıldım ki, bu memleketi kurtarayım da şu kitabımı rahat rahat

okuyayım diye. Keşke bu harplere girmeseydim de şimdi Kur’an-

ı’ma, dinime küfreden ‘Bulgar piçidir’ diye kendime teselli

verseydim!”

Günümüzde bu insanları müdafaa eden, bunlara sahip çıkan, bunların

tarihini övünen, üstlenen adamlarla ilgili ne konuşalım?




Mustafa Kemal Said Nursi’ye Heykelleri Sorar
kamal
Paylaş

Bediüzzaman  Said Nursi hazretlerinin 1918-1934 tarihleri

arasındaki hayatını anlatan Prof Dr.Ahmet Akgündüz“Arşiv Belgeleri

Işığında Bediüzzaman  Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” adlı kitabının

ikinci cildinde Cumhuriyet dönemine ait hayli ilginç bir hatırayı ve

tarihi bilgileri şu şekilde aktarmakta.
Maalesef Ankara’nın Mustafa Kemal heykelleri şehri olarak kariyeri

1922’de, Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu, Kemalist Cumhuriyet

Gazetesinin öncüsü olan ve 1920 yılında İstanbul’dan Ankara’ya

taşınan Yeni Gün Gazetesinin sahibi ve başyazarı) ilk Millet Meclisi

geçici binasının karşısına bir “zafer abidesi” dikilmesine önayak

olmasıyla başlar.
Kararın ardından, Meclis Başkan Vekili Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy)

başkanlığında otuz kişilik bir komisyon kuruldu ve son katılım tari­hi

önce 27 Temmuz 1925 olarak tesbit edilen, daha sonra 31 Aralık

1925 olarak değiştirileni  bir yarışma açıldı. Avusturyalı (Heinrich

Krippel, Josef Thorak ve Anton Hanak) ve Alman (Clemens

Holzmeister) sanatçı ve mimarların Ankara’da gerçekleştirdikleri

anıtlar, Mustafa Kemal tarafından özel olarak teşvik edilen anıtlar

peyzajının en erken ve önemli örnekleridir.
Kısaca Millet Meydanı denen Hakimiyet-i Milliye Meydanı,

bugünkü adıyla Ulus Meydanı’ndaki anıtlar ile Bakanlıklardaki

Güven Park’taki anıtları birbirinden ayıranüç kilomet­relik bir

mesafe ve neredeyse on yıllık bir zaman dilimi değildir yalnızca; bu

sanat eserleri  – Musatafa Kemal’in kişisel hakimiyetini

meşrulaştırmak ve sistemini ebediyen ayakta tutmak gibi ortak bir

gayesi vardı–  mimari-plastik olarak da birbirinden çok farklıdır.(1)
Bediüzzaman Ankara’dan ayrılırken, bazı dostları ve milletvekilleri

istasyona kadar ken­disine eşlik ederler. O sıralarda istasyonun

hemen yanında ikamet edenMustafa Kemal Paşa gruba katılır ve

hatta heykellerle ilgili said nursi’ye bir soru sorar. Bediüzzaman’ın

cevabı şöyledir;
“Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya,

ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları“
“Yasaklanmış heykel ve suretler, ya cisimleşmiş bir zulmün ifadesi,

ya heva ve hevesin maddi bir tezahürü, ya da riya ve gösterişin cesed

giymiş şekilleridir.Kötü ruhları kendine çeker.”
Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılmasına bir anlam veremeyenler

arasında, yeğeni Abdurrahman da vardı. Zira o kendisine teklif edilen

meclis katipliğini kabul ederek Ankara’da kalmaya karar vermişti.

Ancak daha sonraları amcasının bu kararını çok acı tecrübelerle

onaylayacaktır. Nursi’nin Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17

Nisan 1923’tür. Bu biletir bir özelliği de Eski Said’i Yeni Said’e

götüren bilet olmasıdır.
Abdülğani Ensari Efendi bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
Mustafa Kemal Paşa heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği

sıralarda, Bediüzzaman Haz­retleri ona hitaben uzun bir mektub

yazdı ve Paşa’nın yaverine verdi, Mustafa Kemal Paşa’ya vermesini

söyledi. O mektubu ben de görmüş, çok korkmuştum. Hatırımda

kalan birkaç cümlesi şöyle idi:
“Nasıl ki insanın avret yeri mestur olduğu zaman, sair insan ve

mahlukat görmezler. Amma eğer bir insan, bilerek ve kasten avret

yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Ay­nen öyle de,

bu sanem ve heykel dahi, Alemi İslam’ın bin seneden beri

bayraktarlığını yapmış olan bu milleti temsil etmediği gibi, gayet

ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder

misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak

heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir.”

(Badıllı,Musaffal Tarihçe s.573)
(1)İlk Mustafa Kemal heykeli 3 Ekim 1926 tarihinde dikilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, heykelinin ilk di­kilişi hakkında İstanbul

Belediye Başkanı Muhiddin Bey’e teşekkür Telgrafı çekmiştir: (6

Ekim 1926)
İstanbul Şehremini [Belediye Başkanı) Muhiddin Beyefendiye,
Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi rekzetmek (dikmek)

suretiyle gösterdiği yüksek ka­dirşinaslıktan ve resm-i küşad

münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı

sa­mimi teşekküratmı arzederim efendim. İMZA Reisicumhur Gazi

Mustafa Kemal. Bkz. Vakit Gazetesi, 7 Ekim 1926.

 Kaynak : Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Cilt 2






Tarihçi Mustafa Armağan Twitter hesabından Araştırmacı-Yazar

Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu’’ adlı kitabın bir

sayfasını paylaştı üzerine şu notu düştü ve bu tweetleri attı.

Bunları yazmış olan zatın dinde hükmü nedir?
Okuyamayanlara: ‘(İkra bismi rabbi) safsatasını esas tutmuş

Araplar…’ yazıyor
Yayınladığımız Kur’an’a hakaret metninin Atatürk’ün el yazısı

olduğunu hala sökemeyenlere: Demek size Ata’nız bu kadar az

öğretilmiş
Kur’an’a hakaret eden ifade Atilla Oral’ın yayınladığı Atatürk’ün

Sansürlenen Mektubu kitabından, mektubun tamamı kitapta mevcut.
Kur’an’a hakaret edilince Danimarkalı karikatürcüyü protesto

edenler Atatürk’ün mektubundaki hakarete neden ses çıkarmazlar?

Korku Duvarı mı?
“Devlet korumasına ihtiyacı olan, sadece yanlışlardır. Hakikatin

korunmaya ihtiyacı olmaz.”-Lord Acton
O MEKTUPTA NELER YAZIYORDU?

“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar

(…)
Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak

gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır.
Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı

vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile

getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını

araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz

Türkler çok kahraman evlatlar (…) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve

başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap

imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede

güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in

halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve

iradelerine boyun eğdirmişlerdir.’’







Türkiye ile Yahudiler arasındaki ilişkiler Osmanlı döneminde kök

saldı. İlişkiler, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak artarak

devam etti.
Osmanlının mirasçısı Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke

oldu.
1950’de ilk diplomatik ilişkiler başladı. Bu adım, İsrail’in bölgesel

yalnızlığını kırmasına destek oldu.
80’lerin ortasına doğru Türkiye safını açıkça belli etti. Bu dönemde,

İsrail’in çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçti…
Ancak Mavi Marmara Türk-İsrail ilişkilerinin “11 Eylül”ü oldu.

Paniğe kapılan İsrail, yeni müttefik arayışına girdi. Türkiye’yi yakın

çevresinde kuşatmaya çalıştı. Ankara’nın hassas çizgilerini deldi.

Ancak hırsından bölgesel gelişmeleri okuyamadı…
İsrail, yıllardır destekçisi olan Türkiye’yi kaybetme tehlikesiyle yüz

yüze geldi. Oysa Türkiye, İsrail’in en kıymetli meşrulaştırıcısıdır.
İsrail’in Orta Doğu’yu kundaklayan politikasını artık Yahudi

Diaspora’sı da sorguluyor.
İsrail’i içeride ve dışarıda zayıflatan iç politik hesaplarıdır. En büyük

düşmanı da Siyonizim’dir.
Orta Doğu ile ilgili yazılarım aslında İsrail’in çöküşüne ayna tutuyor.

Savaşların tohumu adaletsiz barıştır. Hıristiyan Batı, bütün barışları

gelecekte savaş çıkartacak şekilde tasarladı.
1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’ya zorla kabul ettirilen Versailles

Anlaşması ile 2. Dünya Harbi’nin tohumları atıldı. 1948 yılında

İsrail’in kuruluşu 3. Dünya Savaşı’nın temelini attı.
Gelecekte İsrail’in felaketi siyonizm olacaktır. Ömrü olan İsrail’in

tarihten silineceği günleri görecektir…

1.10.2011.M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.












yeniakit.com.tr
M. Kemal'in cenaze namazında sadece 19 kişi vardı

İşte o yazı:

Murat Bardakçı yazdı da öğrendik: Atatürk'ün cenaze namazını

toplam 19 kişi kılmış!
Sarayda, kapalı kapılar ardında... Hazır bulunan zevatın kendi

arasında...
Milyonların önderinin Türkiye'yi inleten cenazesinde, cemaat 19 kişi.
Aslında hiç kıldırmayacaklarmış da, Makbule Hanım bastırmış.
Makbule Atadan, Atatürk'ün kızkardeşi. (Aranızda Atatürk'ün bir

kızkardeşi olduğunu bilmeyen var mıdır? Bir üvey babası ve üvey

kardeşleri olduğunu bilmeyen var da...)
Kimler mi kıldırmayacaklarmış? O günlerde Türkiye'ye

hükmedenler...
Niçin kıldırmıyorlar? "Gericilik" olur diye.
Hadi bunu "sonra gericiler sömürmeye kalkarlar diye" yapalım bari.

Soranlara öyle demişlerdir. Sormaya cesaret edebilen çıktıysa.
İsmet Paşa'nın bunda hiçbir "dahli" yoktur, kimse aklına öyle bir şey

getirmesin, çünkü İnönü o günlerde "parya" gibiydi... O kadar

gözden düşmüş, o kadar dışlanmıştı ki, çok kişi ona selam vermekten

bile kaçınır olmuştu. "Atatürk seni son bir kere görmek istiyor" diye

İstanbul'a çağırıldığı, buna karşılık Refik Saydam'ın "gitme paşam,

seni öldürecekler, vallahi kendimi trenin önüne atarım" dediği bilinir.

(Saydam bunun ödülünü iki ay sonra İnönü tarafından başbakan

yapılarak aldı.)
Atatürk'ün "naaşı" (tabutu falan demek yasak gibidir), bir süre

İstanbul halkının ziyaretine açıldı, 19 Kasım günü de saraydan

Ankara'ya nakledilmek üzere çıkarıldı, top arabasına konuldu

(taşındı falan demek yasak gibidir.)
Bu saray gerçek saraydır, Dolmabahçe... Bilindiği gibi Atatürk

sarayda ölmüştü.
Makbule Hanım "cenaze namazı kılınmadan Mustafa'mı hiçbir yere

göndermem" diye avaz avaz bağırmış. Tabutun (pardon, naaşın)

başına oturmuş.
"Hanımefendi, yapmayın, etmeyin" falan demişler, para etmemiş.

Ankara'ya telefon etmişler, ne halt edeceklerini sormuşlar.
Yarım saat sonra Ankara'dan şöyle bir izin çıkmış: "Gözlerden uzak

bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle kılınsın, kat'iyyen

fotoğraf çekilmesin ve namaz kılındığı da protokol kayıtlarına

geçirilmesin."
Bunun üzerine Şerafettin Yaltkaya imamete geçmiş, "Tanrı uludur"

diye tekbir getirmiş.
Çünkü "Allahüekber" demek yasakmış!
Biz yalnızca Arapça ezanı yasak biliyorduk, buna bağlı olarak tekbir

de yasakmış tabii.
Şerafettin Hoca cenaze namazını iki kere "esenlik üzerinize olsun"

diyerek bitirmiş.
Çünkü efendim, o dönemde "Esselamü aleyküm ve rahmetullah"

demek de yasakmış!
Hocanın çehresinde "acı bir tebessüm" varmış namazın sonunda...
İlginç olan yalnızca bu olay değildir. Daha da ilginç olan, bu

adamların altmış beş senedir "niçin seçim kazanamıyoruz" diye

şaşmalarıdır.
Bu yazı da "Anıtkabir'de dua edilmez" diyene üfleme yöntemiyle

gönderilmiştir.
"Kabir" ne demek hayvancık? Mezar demek.
Mezar başında ne yapılır, "selfie" mi çekilir?





habervaktim.com
YILBAŞI ÇILGINLIĞI - Şevket Tandoğan
Yazarın Tüm Yazıları »

Yılbaşının yaklaşması dolayısıyla Noel yortusu hazırlıkları,

hediyeleşmeler, eğlence proğramları ve diğer çılgınlıkların ortaya

çıktığı bu günlerde, işin ne denli tehlikeli noktalara vardığını

görüyoruz. Alışveriş çılgınlığı bir tarafa, Gayr-i Müslimlere özenti,

onlara sevgi, tören ve bayramlarına katılarak dostluk sergilemek çok

vahimdir.

Mânevî tatminsizlikten kaynaklı rûhî bunalım içindeki insanlar, zevk

ve rahatlama adına alışverişe saldırıyorlar. İhtiyacı olup-olmadığını

gözetmeden, müsrifçe tüketime yöneliyor para harcıyorlar. Kimileri

varki imkanlarını zorlayarak, ya da bütçesini aşarak gırtlağına kadar

borçlanmak sûretiyle, düşüncesizce ve çılgınca yılbaşı eğlence ve

alışverişine dalıyor.

İktisat, tutum, tasarruf, israf gibi kavramları unutan insanları, diğer

taraftan piyango heyecanı sarmış, haram-helal düşünmeden bilet

alıyor, ham hayaller kuruyor kendinden geçiyorlar. Yani imkânı olan

da olmayan da ifrat derecesinde ölçüsüz, dengesiz biçimde yılbaşı

hazırlığı yapıyor. Bu anormallikler bizi üzerken, bir de NOEL

BABA MASKARALIĞI çıktı ki, Müslüman Türk milletinden bazı

gâfiller, haçlı gayri-müslimlerin âyin ve yortularına özeniyor, adım

adım hıristiyanlığa, yahudiliğe kayıyor.

Benzemek, özenmek ve taklid konuları üzerinde ciddiyetle

durulmalıdır. Din ve inanç bakımından kafirleri beğenmek, özenmek

ve onlara benzemek küfürdür. Gayr-i Müslimleri yüceltmek,

sembollerini takınmak, dinlerine özenmek, onlara benzemeye

çalışmak, âdet ve geleneklerine ayak uydurmak da aynen şirktir ve

küfürdür.

Hoşgörüyü esas alan İslam dini, gayri-müslimlere benzeme ve

bilhassa onları taklid etme konusunda hiç müsamaha göstermez.

Adam öldürmek, zina etmek, içki içmek gibi fiiller çok büyük günah

olmasına rağmen küfür sayılmazken, ehl-i küfrü taklid etmek,

sembollerini kuşanmak küfür sayılmıştır. O kadar ki, dinin direği

olan namaz kılmak, güneşe tapanlara benzememek için, kerahet

vakitlerinde haram kılınmıştır.

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): "Kim bir kavim'e benzerse, o

onlardandır." buyurmuş, konuyu daha anlaşılır kılmak üzere başka bir

Hadis'te şöyle buyurmuştur:"Bir kişi, başka bir kişinin ameline,

yoluna ve âdetine râzı olursa, muhakkak ki o onlardandır."

Haris Bin Muaviye, Medine'ye Halife Hz.Ömer'in makamına

geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Şam'da durum nasıl?

- Allah'a hamdolsun,iyi,

- İhtimal ki müşriklerle de oturup kalkıyorsunuzdur?

- Hayır, ey müminlerin emîri.

- Sizler,müşriklerle hemhal olursanız,bunun neticesinde çok sürmez

onlarla beraber yemek yer ve içersiniz. Onlarla oturup kalkmadığınız

müddetçe dâima hayır içinde olursunuz.

 Tüm İslâm âleminde ikinci binin müceddidi kabul edilen, büyük

mürşit ve mütesavvıf İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "İki dini tasdik

eden, şirk ehlinden sayılır. İslam hükümleri ile küfrü bir araya

getirmeye çalışan müşriktir. Halbuki tevhit, küfürden, şirk

kokusundan uzak durmaktır." buyurur ve konuyla ilgili bir anekdot

nakleder:

"Bir hasta ziyaretine gitmiştim. Ölümü yaklaşmıştı. Baktımki şiddetli

zulmet içinde. Ne kadar dua ettiysem de zulmet üzerinden

kalkmıyordu. Murakabe ve teveccühle, bu halin kendisinde saklı

küfür sıfatından kaynaklı olduğunu anladım. Bu ise küfür ehli ile dost

geçinmesindendir ki, ancak cehennem azabı ile temizlenmesi

mümkündür. Yine anladım ki onda zerre-i iman mevcuttur. Onun

bereketiyle cehennemde ebedî kalmayacaktur."

Sonuç olarak; geçmişimizi, dar zamanları, yoksulları ve çaresizleri

düşünerek, yılbaşı alışveriş çılgınlığını dizginlemeye çalışmalı ve

gayri-müslimlere benzemekten kaçınmalıyız.





habervaktim.com
Gaz-Su-İsrail! İşte Tüm Olup Bitenlerin Özeti
HABERVAKTİM YAZARLARIŞevket TandoğanYILBAŞI

ÇILGINLIĞICemal NarKendine Yazık Etme

Türkiye ile Mavi Marmara katili İsrail’in pazarlık masasının

üzerinde bulunan şartların tamamına yakını İsrail’in  taleplerini

içerirken yeni bir tehlike ise eşikte bekliyor.

Bir taraftan Türkiye üzerinden geçecek İsrail doğalgaz hattı ile

Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacı karşılanırken, diğer taraftan İsrail’in bu

kıyağı karşısında Avrupa Birliği de boş durmayacak.

 AB tarafından 2009’da Türkiye’ye dayatılan ve bugüne kadar

buzdolabında bekletilen Fırat ve Dicle suyu projesi, sayesinde

Türkiye’nin su kaynakları İsrail’e akıtılacak. Böylece İsrail hem

elindeki doğalgazı Avrupa’ya satacak hem de su ihtiyacını

Türkiye’den karşılamış olacak.

Türkiye AB baskısıyla en önemli iki su kaynağını Akdeniz’den

İsrail’e pompalamak zorunda kalacak.

IRAK VE SURİYE İLE ZATEN PAYLAŞIYORUZ

Saadet Partisi GİK Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı

Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği

tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.

Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları

üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar

Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Biz bu

suları zaten Irak ve Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i

eklersek bu suyu lüzumundan fazla kullanmış oluruz” dedi.

İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?

Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak

topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları

denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor.

AB bunu yaparken bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil

ediyor. Normal şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması

imkansız. Hem bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda

değil, hem de konumu buna müsait değil.

Peki, tüm bu şartlara rağmen neden İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna

müdahil olması dayatılıyor? Geleceği su savaşları üzerinden

tasarlama plânları kuran Batı, ileride Ortadoğu’da yaşanabilecek bir

su probleminde, bu problemi geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile

çözen bir İsrail’e ihtiyaç duyuyor.

SU HIRSIZI SİYONİST

Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in

kuruluş dönemine kadar uzanıyor. İsrail yıllardır iki ana nehir olan

Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin sularından yararlanılmasını çatışma

konusu olarak kullanıyor.

1967 Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti. Çünkü

Golan Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden

Necef Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik

kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.

O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor

Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden

yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail

tarafından engelleniyordu.

FIRAT VE DİCLE ELDEN GİDİYOR

Türkiye, AB uğruna verdiği tavizlerin belki de en önemlilerinden biri

su konusu. 2009 yılında “Çevre” faslının açılması şartıyla

Türkiye’nin su kaynaklarını AB’nin ve İsrail’in kontrolüne bırakan

Türkiye, etkileri ileri ki yıllarda hissedilecek olan bir faciaya da

imza atmış oldu.

İsrail’in “dost” olarak nitelendirildiği ve ikili ilişkilerin

kuvvetlendirilmeye çalışıldığı şu günlerde önemini arttıran bir husus

olan su konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarının bir parçası olan

Fırat ve Dicle’nin altın tepside Siyonistlere teslim edilmesini

öngörüyor.

Türkiye'nin sınırı aşan su kaynaklarından Fırat ve Dicle Avrupa

Birliği kıskacında. Avrupa Birliği uğruna İsrail’in de dâhil olduğu

uluslararası bir kurula devredilmek istenen Fırat ve Dicle, gerekli

önlemler alınmazsa elimizden kayıp gidecek.

İSRAİL İLE SU İŞBİRLİĞİ

Türkiye 10-11 Aralık 2009’da gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde

“Çevre” faslında müzakerelere başlama konusunda AB ile uzlaşırken,

önemli sonuçlar doğuracak bir kriterini de kabul etti. Bu kritere

göre, Türkiye’nin “Çevre” başlığında müzakereleri tamamlamasının

ardından, AB’nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda

doğrudan müdahale hakkı bulunacaktı. AB bu konuya ilk kez 6 Ekim

2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan ‘Etki

Raporu’nda yer vermişti.

Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri

ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin

uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail

ile işbirliği yapılmasının Türkiye’den isteneceğine yer verilmişti.

SU KONUSUNDA “İSRAİL” VURGUSU

AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme

Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununun gelecek yıllarda giderek

önemi artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere

sahip olacağı kaydedilmişti. İşte o çalışmanın bir bölümünde İsrail’e

can suyu olacak Türkiye plânı şu şekilde özetlenmişti.

“Orta Doğu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde

stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla

beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri

havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve komşu

ülkeleri arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası

yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”

ifadesi yer almıştır. Belgede yer alan su kaynakları ve alt yapılarının

uluslararası yönetimi ibaresiyle Fırat ve Dicle havzalarında sınır aşan

boyutta entegre havza yönetimine gidilmesi gerektiği savunulmakta,

ayrıca Türkiye’nin kabulün aksine Dicle ve Fırat nehirleri ayrı

havzalar olarak gösteriliyor. Türkiye’nin bu su havzalarına göz diken

Avrupa Birliği, Ortadoğu’da yakın dönemde yaşanması muhtemel bir

su kıtlığında İsrail’i garantiye almak istiyor.

MANAVGAT YETMEDİ

Türkiye, Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’da su sıkıntısı çeken

ülkelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla Manavgat nehri üzerinde

1997 yılında bir arıtma ve dolum tesisi kurdu. Arıtma tesisi yılda 90

milyon m3 arıtılmış, 90 milyon m3 ham su olmak üzere toplam 180

milyon m3 su kapasitesine sahip. İsrail’e Manavgat tesisinden su

satışını öngören bir anlaşma 4 Mart 2004 tarihinde imzalandı.

Anlaşma uyarınca, Manavgat Nehrinden yılda 50 milyon m3 arıtılmış

suyun 20 yıl süre ile İsrail’e satışı ve suyun İsrail’e deniz yoluyla

tankerlerle taşınması öngörülmüştü. Eğer Fırat ver Dicle nehirlerinin

yönetiminde İsrail söz sahibi olursa, Manavgat örneğinde olduğu gibi

İsrail’e su sevkıyatının önü açılacak. İsrail bu şekilde su ihtiyacını

karşılarken, Avrupa Birliği de İsrail üzerinden Türkiye’nin su

kaynaklarını kontrol edecek.

“HANGİ SINIR HAKKI İLE İSRAİL BU MESELEYE DÂHİL

EDİLMİŞTİR?”

Saadet Partisi GİK üyesi ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler

Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı

Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği

tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.

Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları

üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar

Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Bu şartlar

arasında İsrail’in bu su kaynakları üzerinde hak sahibi olması vardır

ki, hangi sınır hakkı ile İsrail bu meseleye dâhil edilmiştir? İsrail’den

önce Irak var, Suriye var. Ki zaten onlarla bu konularda

anlaşmalarımız mevcut. Onlardan sonra Ürdün var, sonra İsrail var.

Bu su kaynakları üzerinde herhangi bir sınır bağlantısı da

bulunmuyor” diye konuştu.

İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?

Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak

topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları

denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor. AB bunu yaparken

bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil ediyor. Normal

şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması olanaksız. Hem

bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda değil, hem de

konumu buna müsait değil. Peki, tüm bu şartlara rağmen neden

İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna müdahil olması dayatılıyor?

Geleceği su savaşları üzerinden tasarlama plânları kuran Batı, ileride

Ortadoğu’da yaşanabilecek bir su probleminde, bu problemi

geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile çözen bir İsrail’e ihtiyaç

duyuyor.

“TEHLİKELİ MADDELER VAR”

Akgönenç, “Şuan su konusuna dokunmak için müsait bir ortamın

oluşması bekleniyor. Küresel ısınma artıyor ve su konusu daha da

önem arz eden bir duruma geliyor. Türkiye olarak öncelikle kendi

çıkarlarımızı düşünerek hareket etmeliyiz. Biz bu suları zaten Irak ve

Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i eklersek bu suyu

lüzumundan fazla kullanmış oluruz. Bu da bölge ülkeleri için sıkıntı

olabilir. Söz konusu maddeler Türkiye için çok tehlikeli maddeler.

Bu konularda dikkatli olunmalı” şeklinde konuştu.

SU HIRSIZI İSRAİL

İsrail tarihi, su konusunda da, diğer konularda olduğu gibi kanlı.

Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in

kuruluş dönemine kadar uzanıyor.

İsrail yıllardır iki ana nehir olan Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin

sularından yararlanılmasını çatışma konusu olarak kullanıyor. 1967

Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti.. Çünkü Golan

Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden Necef

Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik

kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.

O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor

Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden

yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail

tarafından engelleniyordu. Öte yandan, İsrail Yarmuk Nehri’nin

sularını da kendi büyük kanalına pompalayarak çalıyordu.

TÜRKİYE’DEN “YANLIŞ ANLAŞILIYOR, DÜZELTİN”

UYARISI

AB’nin bu açıklamasının ardından o dönemde harekete geçen

Türkiye, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği tarafından AB Komisyonu

nezdinde yapılan çeşitli girişimlerde, AB’nin Türkiye’nin sınırı aşan

sular meselesi ile Fırat ve Dicle Nehirleri konusuna ilgisinin ve

yaklaşımının yanlış anlamaya neden olmayacak bir çerçeveye

oturtulması istenmiştir. YaAni Türkiye Avrupa Birliği’nin Fırat ve

Dicle’ye İsrail’in rahatı için göz diktiğini fark etmiş fakat bunu

AB’ye “yakıştıramamış”, “yanlış anlamış” ve düzeltilmesini talep

etmiş. Bunun üzerine 9 Kasım 2005 tarihinde yayımlanan Katılım

Ortaklığı Belgesinde ise sınırı aşan sular konusunda işbirliğinin AB

Su Çerçeve Direktifi ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu uluslararası

anlaşmalar çerçevesinde geliştirilmesine devam edilmesi yönünde bir

ifade kullanılmıştır.

 AVRUPA’NIN İSRAİL ENDİŞESİ

6 Kasım 2007 tarihinde yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde ise,

özellikle yatay ve çerçeve düzenlemelerde, sınırı aşan boyutunu da

kapsayan çevresel etki değerlendirmesi ve idari kapasite

güçlendirilmesi konularının geliştirilmesine devam edilmesi

belirtiliyor. Avrupa Komisyonu tarafından Türkiye’ye ilişkin olarak

açıklanan 2006 yılı İlerleme Raporu’nda AB su mevzuatına uyumu

da içeren “Çevre” faslı, “Çok sınırlı ilerleme” kaydedilen fasıllar

arasında sayılıyor. Raporda ayrıca, müktesebatla ilgili yatırımların

gerçekleşmesini teminen Su Çerçeve Direktifine uyum sağlanmasına

ve bu bağlamda Türkiye’nin sınır aşan sular konusunda özellikle üye

ülkelerle işbirliğinin artırılmasına yönelik adımların atılmadığı

vurgulanırken, yatay mevzuatta ise özellikle halka danışılması ve

sınır aşan konulardaki ilerleme eksikliğinin giderek artan bir endişe

kaynağı olduğu kaydedildi.

Milli Gazete





habervaktim.com
İslam şehrinden sahneler - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

BİRİNCİ SAHNE:

Güneşin doğmasına bir saat var. Evlerin ışıkları birer birer yanar.

Müslümanlar sabah namazına hazırlanır. Erkekler camilerde âlim,

faqih, muttaqi, ehliyetli, karizmatik icazetli imamların ardında

cemaatle kılar, hanımlar evlerinde eda eder. Kimisi evinin

yakınındaki bir camiye yayan gider, kimisi otomobille uzak bir

camiye… Namazdan sonra hayat ticaret iş başlar.

İKİNCİ SAHNE:

Çarşıda dükkanlar açılmadan önce Müslüman esnaf meydanda

toplanır. Çarşı şeyhi (hocası) dua ve nasihat eder, herkes âmin der. İş

sahipleri haram kazanca, müşteri kızıştırmaya, kusurunu söylemeden

mal satmaya, aşırı fiyata, aldatmaya karşı uyarılır.

ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Öğle ezanları okunmaya başlar. Şehirde hareketlilik olur. Herkes en

yakındaki camiye namaz kılmaya gider. Camilerin içleri dolar,

bazılarının avluları ve bahçeleri…

DÖRDÜNCÜ SAHNE:

Hamidiye Lisesinde öğle namazı kılınacak. Bütün öğrenciler okulun

büyük camiinde toplanır. Resmî imamın ardında namaz cemaatle eda

edilir. Okul nizamnamesine göre, bütün talebelerin namazı cemaatle

kılması mecburîdir.

BEŞİNCİ SAHNE:

Cuma ezanı okununca hayat büsbütün durur. Dükkanlar, işyerleri,

ofisler, imalathaneler kapanır, ticarete ara verilir. Bazı yerlerde

cemaatin kesretinden (çokluğundan) sokaklar dolar ve trafik durur.

Bu vakitte vasıtalar çalışmaz. Minberlerde çok müessir=etkili

hutbeler okunur, cemaatin bir kısmı ağlar, heyecandan ayılanlar

bayılanlar olur.

ALTINCI SAHNE:

İslam şehrindeki otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda, trenlerde

kadınlar için ayrı yerler olur. Onlar rahatsız edilmeden haysiyet ve

güvenle yolculuk yapar.

YEDİNCİ SAHNE:

Bir Ramazan günündeyiz. İslam şehrinde hiçbir lokanta, kahvehane

açık değildir. Açıkta yiyen içen bir kişi bile yoktur.

SEKİZİNCİ SAHNE:

Şehrin birçok yerinde dibek taşına benzeyen sadaka taşları vardır.

Bazı Müslümanlar bu taşlara para atar; ihtiyacı olanlar, taşın

deliğinden ellerini sokup, bir miktar (hepsini değil) para alır.

DOKUZUNCU SAHNE:

Şehrin mahkemeleri işsizdir, hapishaneleri ıssız… Dünyada en az suç

işlenen şehir İslam şehridir.

ONUNCU SAHNE:

İslam şehrinde en fazla kullanılan dört kelime şunlardır: Selamün

aleyküm… Teşekkür ederim… Efendim… Estağfirullah.

ON BİRİNCİ SAHNE:

Dünyanın en rahat, huzurlu, mutlu Yahudileri, Hıristiyanları İslam

şehrinde yaşayan Zimmîler ile bu şehri gezmeye gelen ecnebilerdir.

ON İKİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde alkollü içki içilmez, kumar oynanmaz, riba=faiz

muamelesi yapılmaz, karı satılmaz, açıkta büyük günah işlenmez,

itlik uğursuzluk hergelelik yapılmaz.

ON ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en mutlu ihtiyarları ve çocukları İslam şehrinde

yaşayanlardır.

ON DÖRDÜNCÜ SAHNE:

İslam şehrinde (nâdiren de olsa) hırsızlık yapan, adam öldüren, gasba

teşebbüs eden, ırz ve namusa saldıran, hilekarlık ve dolandırıcılık

eden, ticaret yaparken halkı aldatan ve diğer suçları işleyen kimseler

analarından doğduklarına pişman edilir.

ON BEŞİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde hırsızların ellerinin kesilmesine lüzum kalmaz. Çünkü

orada hırsızlığın kökü kesilmiştir.

ON ALTINCI SAHNE:

İslam şehrinde kısas uygulanır. Kasıtlı olarak adam öldüren idam

edilir.

ON YEDİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde en iğrenç ve menfur (nefret ettirici) suç, günah,

ahlaksızlık; din sömürüsü yapmak, İslamı Kur’anı mukaddesatı şahsî

menfaatine, siyasî emellerine, prestijine, kişisel nüfuzuna alet

etmektir. Böyleleri karı satanlardan daha rezil ve hor görülür.

ON SEKİZİNCİSİ:

İslam şehrinde hutbeler İmamü’l-Müslimîn adına okunur.

ON DOKUZUNCUSU:

İslam şehrinde yaşayan Müslümanlar küfrün şeairi olan kıyafetleri,

serpuşları iksa edemezler.

YİRMİNCİSİ:

İslam şehrinde yayınlanan gazete ve dergiler müstehcen yayın

yapmaz. Şehre böyle yayınlar sokulmaz.

YİRMİ BİRİNCİSİ:

İslam şehrinde mahalle teşkilatı vardır. Küçük nizalar ve

anlaşmazlıklar mahkemeye gitmeden halledilir.

YİRMİ İKİNCİSİ:

İslam şehrinin yüzölçümünün en az üçte biri park, koru, bahçe, havuz

ve mesire yerinden oluşur. İslam şehri yeşil bir şehirdir, coğrafî

durumu ve iklimi müsait ise bir su şehridir.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en vasıflı okulları ve bilhassa liseleri İslam şehrindedir. Bu

okullarda insanlığa hizmet eden iyi insanlar, iyi Müslümanlar

yetiştirilir.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en huzurlu, en temiz, en ahlaklı ve faziletli, en bereketli,

en ucuz şehri İslam şehridir.

YİRMİ BEŞİNCİ SAHNE:

İslam şehri başkent ise oradaki Cami-i Kebir’de cumada Halifeyi

namaz kıldırırken ve hutbe okurken görebilirsiniz. Başkent değilse,

valiyi…

YİRMİ ALTINCI SAHNE:

İslam şehrinde ucuz, mütevazı, küçük otomobiller görebilirsiniz.

Lüks, pahalı, israflı oto sahibi olmak yasaktır. Serbest olsa bile

birkaç manyak dışında böyle araba edinen olmaz.

YİRMİ YEDİNCİ SAHNE:

İslam şehrine gezmeye gelen nice gayr-i müslim ihtida ederek

(Müslüman olarak) döner.









yalanyazantarihutansinn.org
2001 Krizinin mimarı Kemal Derviş yine sahnede
Tarihi gerçeklerle herkes yüzleşmelidir

Tencere.

Bir Çin filmi izledim dün. 1940’larda Japonlar mağlup olup

çekiliyor. Çin’de çetelerle milli ordu arasında iç savaş çıkıyor.
Yerleştiği bölgeyi yağmalayıp soyan çetede birbirine ismi ile hitap

etmek yasak. Herkese numara verilmiş, rakamlar üzerinden

konuşuyorlar. “5 numara buraya gel, 6 numara oraya git” diye.
Çok beğendim bu isim yerine numara olayını. Bugün size bu ülkede

yaşayan ve BAY 5 NUMARA‘dan bahsedeceğim.
Özal dönemi zenginlerinden bir isim. Ancak onu önemli kılan Türk-

ABD ilişkilerinde kilit roller oynaması.
ABD’deki Yahudi lobisinin ve NeoConların Türkiye’yi kontrol-etki

alanında tutmak için yatırım yaptıkları kişilerin başında geliyordu

BAY 5 NUMARA. Paralel’in Afrika’daki okullarından getirdiği

yüzlerce öğrenciye nasıl BURS verdiğini övünerek anlatıyordu.
American Enterprize Institute (AEI) isimli düşünce kuruluşunun (ki

bu kuruluş NeoConların merkez karargahıdır) Türkiye uzmanı

Michael Rubin isimli Yahudidir. Ve bu Michael Rubin işte bizim

Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’ya çok yakındı.

Rubin, tüm dünyada en tetikçi NeoCon olarak tanınır. BAY 5

NUMARA’nın Türkiye’de el konulan bankasını geri alması için ABD

baskısını (lobisini) yürüten meşhur bol akçalı avukatıdır.
Sizi biraz daha gerilere götüreyim. Michael Rubin’in uzman olarak

çalıştığı NeoCon karargahı AEI’yı bir gün Türkiye’den Kara

Kuvvetleri Komutanı ziyaret ediyordu.
Türk misafir aynı zamanda da gelecekte Türkiye’nin Genelkurmay

Başkanı’ydı. Onu girişte karşılayan olmadı, asansöre kadar tek başına

gitti. Türkiye Cumhuriye’tinin Kara Kuvvetleri Komutanı asansörle

10 kat çıktıktan sonra karşısında bu Michael Rubin’i gördü ilk kez.

Halbuki kısa bir süre önce Polonyalı bir Generali tam kadro sokakta

kırmızı halı ile karşılamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Irak işgali

tezkere reddi faturasını kesme lobisinin baş tetikçisi, işte bizim

Genelkurmay Başkanımızı karşılamaya tenezzül etmeyen bu Michael

Rubin’di.
Yani Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’nın avukatı

olan adam… Bizim BAY BEŞ NUMARA bir gün Arnavutluk’ta bir

banka aldı. Ancak banka alırken ABD’de bir takım görüşmeler

yapmak lazımdı. İşte BAY 5 NUMARA’nın ABD’deki banka

temaslarını yürütecek biri de lazımdı ve o kişi de Murat Özçelik’ti.

Çin’in Şanghay Konsolosluğu’ndan ayrıldıktan sonra Murat Özçelik,

BAY 5 NUMARA’nın danışmanı olmuştu. Ve patronunu yurtdışında

banka almasında, ABD’deki ilişkilerinde kilit isimdi.
Ve dahası Murat Özçelik NeoCon Michael Rubin’in partneriydi.

Daha dahası ise şu an CHP’de tasfiye edilen Loloğlu yerine Kemal

Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığına getirilen kişiydi. Son seçimde de

milletvekili seçilen Murat Özçelik CHP’ye ABD’de ofis açtıran,

okyanus ötesinde beyaz Türkleri örgütleyen ve şu an partiyi

dönüştüren isimdi. Michael Rubin-Murat Özçelik-Paralelsever BAY

5NUMARA ve CHP… İlginç ilişkiler yumağı… Ve daha ilginci

2001’de Tuncay Özkan Milliyet’de bir yazı kaleme alıyor.
Bizim BAY 5 NUMARA’nın Avrupa’da kurduğu bankaya Dünya

Bankası’nın da ortak olduğunu yazıyor. Ve ekliyor; “Banka açılırken

Arnavutluk ekonomisini düzeltmekle görevli Dünya Bankası memuru

da tanıdık bir ad: KEMAL DERVİŞ. Yani bizim Dünya Bankası

Başkan Yardımcılığı görevini bırakıp, Türk ekonomisini düzeltmek

için kolları sıvayan bakanımız. Arnavutluk’ta tam banker

SKANDALLARI yaşanırken Kemal Derviş orada. Aslında bankanın

açılmasında o da etkin olmuş bana anlatılanlara göre.
Banka’nın Londra temsilcisi olan ve Derviş’in yakın arkadaşı İlhan

Nebioğlu’nun o dönem Arnavutluk’ta kurulacak banka konusunda

Derviş ile görüştüğü söyleniyor.
Konuyu Arnavutluk’taki bankanın eski sahibi konumunda olan BAY

5 NUMARAYA sordum, bana Nebioğlu ile Derviş’in arkadaşlığını

doğruladı.”
Evet Tuncay Özkan bu ilginç ilişkileri sorgulayarak BAY 5

NUMARA’dan giriyor, ZEVKLE ELEŞTİRDİĞİ Kemal Derviş’ten

çıkıyor. O Kemal Derviş ki, şu an Sayın Kılıçdaroğlu’nun AKIL

HOCASI ve CHP’li koalisyon hükümetinde Ekonomi Bakanlığı için

söz almış bir kişi. Tuncay Özkan da şu an CHP milletvekili… Yani

karmakarışık çorba gibi bir durum var ortada. Madem Çin filmiyle

girdik yazıya, bir Çin Atasözü ile çıkalım; “Aşırı kalabalık tavuk

kümesi, normalden az yumurta üretir. Bir kaşık bozuk yemek, bütün

tencereyi bozar”

Bekir  Hazar/takvim
Bunlar da ilginizi çekebilir

kamal,yalan yazan tarih utansin,abdulhamid han





yalanyazantarihutansinn.org
TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI GERÇEĞİ

Cebimdeki irili ufaklı bütün banknotları çıkarıp, serdim masanın

üzerine. Ve bugüne kadar fark etmediğim, belki sizlerin de fark

etmediği bir şeyi fark ettim.

Bütün kâğıt paraların üzerinde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez

Bankası” yazıyordu. Dikkat edin; “Türkiye Cumhuriyeti Merkez

Bankası” değil, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” !!!

İlk önce, bir baskı hatası olduğunu düşündüm. Ama, hepsi de hatalı

olamazdı ya. Gerçekten hata değilmiş. Bu durum, Merkez

Bankası’nın tarihsel gelişimi ile ilgiliymiş.

Merkez Bankası, 1930 yılında çıkan bir kanunla karma yapıda bir

anonim şirket olarak kurulmuş. Banka kurulduğunda devletin payı

sadece %15 imiş ve ilk isminde “Türkiye” ibaresi de yokmuş.

Banka kurulduğunda, hisseleri halka ilân ile satılan, çok sayıda yerli

ve yabancı ortağı olan karma yapıda bir anonim şirket

görünümündeymiş. Bankanın adına “Cumhuriyet” kelimesi, o zamana

kadar para basma hakkını elinde bulunduran Osmanlı Bankası’ndan

farklı olduğunu ve Cumhuriyet döneminde kurulduğunu göstermek

için konulmuş.,

Anlayacağınız ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” imiş.

“Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiş!

Ne var ki devlet payının sadece %15 olması ve karma yapıda bir

anonim şirket özelliği taşıması dolayısıyla, bankanın adında yer alan

“Cumhuriyet” kelimesine devlete aidiyetini gösteren “İ” harfi ilâve

edilmemiş.

Sizin anlayacağınız Merkez Bankası, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait

değil. Türk Liralarını basıyor ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil.

Karma yapıda, bir anonim şirket.

İLK ORTAKLARI KİMDİ?
1930 yılında devlet payının sadece %15 olduğu Merkez

Bankası’nda, başka pay sahipleride varmış. Merak ettim, geri kalan

%85 pay acaba kimlere aitti? Hepsi yerlimiydi, yoksa yabancılarda

var mıydı aralarında? Eğer varsa bu yabancılar hangi ülkenin

vatandaşlarıydı ve hangi dine mensuptular? Uzmanlar, orada kal

demişlerdi. Kalmıştım ama sormuştum, devlet payı hâlâ aynı oranda

mı? Öyle ya hala Cumhuriyeti değil, Cumhuriyet yazıyor

banknotların üzerinde. Hayır, demişti uzmanlar. Gerçi anonim şirket

olma özelliği aynen devam ediyor ama, devletin payı epey yükseldi!

%51’i Hazine’nin, %21’i de Ziraat Bankası’nınmış. Geri kalan %28

kimin?
Dedik ya Anonim.Yani, irili ufaklı herkesin payı var vede Merkez

Bankası’nın kararlarında az veya çok, bu ortaklar da söz sahibi.

Dolayısıyla %51 payı olmasına rağmen, tek başına hazinenin sözü

geçmiyor, geçemiyor geçirtmiyorlar !!!

HAZİNEYE “KAPİK” YOK!
Alın size bir ilginçlik daha…
1211 Sayılı Kanun”la kurulan Merkez Bankası’nın görevleri

arasında, ülke ve hükümet menfaatlerini gözetmek gibi bir ifade

varmış. Ama, yakın bir zamanda çıkarılmış bu madde. Ne zaman mı?

Kemal Derviş, ABD’den ithal edildikten sonra. Hani, Meclis’te

IMF’nin dayattığı 15 günde 15 yasa görüşmeleri vardı ya, işte o

zaman !!!

4. Maddenin, 25.4.2001 tarih ve 4651 Sayılı Kanunla değiştirilen

şeklinde, öyle bir ifade konulmuş ki, gel de dokun, dokunabilirsen

Merkeze.

O madde, şöyleymiş:
Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat

istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve

kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler.

Durun, daha bitmedi. Merkez Bankası Kanununda değişiklik

yapılmasına dair 25 Nisan 2001 tarihli ve 4651 sayılı bu Kanun’un

56. maddesi, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe girmiş. Buna göre,

Merkez Bankası, 5 Kasım 2001’den itibaren Hazine ile kamu kurum

ve kuruluşlarına avans veremeyecek, kredi açamayacak bir hüvviyete

büründürülmüş!

Düşünebiliyor musunuz?
Merkez Bankasındaki Hazinenin payı %51’dir ama, bankanın

hazineye avans vermesi, ya da kredi açması engellenmiş!
Böylece bir anlamda başına buyruk bir hüvviyete büründürülmüş

banka !!!

Bunu öğrenince, merakla sordum uzmanlara. Bu durumda hiç mi

müdahale edilemez Merkez Bankası’na? Ne yani, devletten bağımsız

bir kuruluş mu bu?
İşte dedi, olayın püf noktası bu soruda.
Devam etti;Evet, Merkez Bankası özerktir, ama bağımsız değildir.

Türk Ticaret Kanununa tabidir. Hazine büyük ortak olarak eğer bir

sakatlık görürse hesaplarını ibra etmeyebilir. Ya da olağanüstü

kongre talebinde bulunur ve hesap sorabilir. Ama, her ne hikmetse,

her kongrede ibra edilir bu hesaplar. Yani, aklarlar Merkez Bankası

yönetimini, hesap sormazlar.

HAZİNENİN PAYI %55
Haa, 1930 yılında, yani Atatürk döneminde kurulan ve o yıllarda

Devletin payının sadece %15 olduğu Merkez Bankası, hep böyle mi

kalmış?
Elbette hayır!!!
Devletin ana damarı olan Merkez Bankası’nda 1931’den 1970’e

kadar devletin %15, devlet dışındakilerin %85 hissesi vardı. 1970’de

Devletin hissesi yüzde 51’e çıkarıldı.

2002’de iktidara gelen AK Parti Hükümeti ise, devletin payını

%55”lere çıkardı.
Merkez Bankasında, Hazine ve Ziraat Bankası’nın dışında, başka

banka ve kuruluşların toplam %13 hisseleri var. Hazine ve Ziraat’in

toplam hisselerinin %74 olduğu düşünüldüğünde, geri kalan %12’lik

hissenin kimlere ait olduğu bir sır gibi saklanıyor ve asla

açıklanmıyor!!!
O hisseler, diğer bahsinde geçiyor ama o diğerler kimdir, belli

değil!!!

YÜZDE 12 KİMLERİN?
Bu %12’de meselâ İngilizler’in, yada Rotschild veya Rockefeller

ailelerinin payı var mıdır?
Yoksa niye açıklanmıyor?
Varsa niye açıklanmıyor?
Gördünüz ya, faizlerin yüksekliğinden ve cebimizdeki banknotlardan

yola çıkıp, nerelere geldik?
Doğrusu, bu para denizinde kulaç ata ata yoruldum. Ve sordum kendi

kendime,
Merkez Bankası bizim mi?

Bizimse paraların üzerinden niye “Türkiye Cumhuriyet Merkez

Bankası” yazıyor?
Aidiyet eki olan “İ” nerede?
Ve ayrıca %55 pay sahibi olmasına rağmen, hazine, niye hesap

soramıyor, faizleri niye düşürtemiyor?

Sözün özü; Özerkliğin de ötesinde bağımsızmı bu banka? Ya da

kime, kimlere bağlı?

Hasan KARAKAYA / YENİ AKİT.






yalanyazantarihutansinn.org
Sınırımızda 100 tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.

Sistem..

Adam verem olmuştu. Tedavi görmek üzere Afrika’ya koştu. O bir

İngiliz’di, Afrika’da girip karıştırmadığı ülke, elmas için kazmadığı

toprak kalmadı. Cape Town sömürgesi Başbakanı dahi ilan edildi.
Ömrünü İngiliz çıkarlarına adayarak geçiren kişinin adı Cecil

Rhodes’ti. Öldüğünde hesaplanamayan tüm servetinin çok azını

ailesine bıraktı. Resmi vasiyetnamesi tüm mal varlığını Rotschild

Hanedanı’na bırakıyordu.
O hanedan da İngiltere’yi ve kraliyet ailesini yönetiyordu.
Tony Blair, 1993’te Bilderberg Toplantısı’na katılmıştı. Bu

toplantıdan sonra onu kimse tutamadı.
Önce Parti Başkanı, ardından Başbakan oldu. Geroge Robertson,

1988’deki Bilderberg Toplantısı’na katılma şerefine nail omuştu. Bir

yıl sonra kendini NATO Genel Sekreteri olarak buldu. En hızlı

kariyer sahibi olan ise şüphesiz Romano Prodi idi. 1999’da

Bilderberg Toplantısı’na katılıp aynı yıl içinde AB Başkanı

koltuğuna oturacak kadar hızlıydı. 2005’te AB’deki kariyeri sona

erince bir yıl sonra kendini İtalya Başbakanı olarak buldu. Vay be idi

durum… BİLDERBERG kapısından içeri girene Peri Sopası

değiyor, sırtı asla yere gelmiyordu. Mesela Bill Clinton…
Tılsımın ona değdiği yıl 1991 Bilderberg Toplantısı’ydı. O

toplantıdan döndükten bir yıl sonra kendini ABD Başkanlık

koltuğunda buldu. New York’lu işkadını Lynn Forester, 2000 yılında

çok mutluydu.
Çünkü dünyanın en zengin hanedanı, 100 trilyon dolarlık aileye gelin

gidiyordu.
Sir Evelyn de Rotschild ile evleniyordu.
DÜĞÜN YEMEĞİ Beyazsaray’da verilecek ve evsahipliğini

Bilderberg Toplantısı’ndan kendini Başkanlık koltuğunda bulan Bill

Clinton yapacaktı. Ee zaten Bilderberg’in kurucuları, yönetenleri ve

finansörleri Rotschild ve Rockefeller aileleri değil miydi? Arnold

Schwarzenegger’i bile Rotschild ailesi helikopterle İngiltere’de

Buckhingshire-Waddedson çimlerine indiriyor, Bilderberg üyeleri ile

tanıştırıyor ve ardından California Vali koltuğuna oturtuyordu.

Müthiş ilişkiler ağının kudretli BARONLARI tarafından EL

VERİLEN sayısız lider, işadamı, bürokrat ve siyasetçi vardı bu

yeryüzünde. İstediklerini alıp en tepelere getirenler, rahatsız

oldukları liderler için de acımasızdı. Dünyanın en büyük haber

ajansları, televizyonları ve gazeteleri onlarındı. Son dönemde en çok

saldırdıkları iki lider vardı; biri Erdoğan, diğeri de Putin. Rusya’ya

önceki gün ülkeden kovduğu Yahudi oligark nedeniyle Avrupa’da

yargılama yapıp milyarlarca dolar ceza kestiler, bankalardaki

paralarına el koydular. Şu anda AK Parti’nin tek başına iktidar

olamamasına en çok sevinen de onlar. Mesela İngiliz Daily Telegraph

“Lime lime oldu Erdoğan” diye yazacak ve mutluluktan uçacak

kadar kirli suratını göstermekten çekinmiyor. Daha önce “Erdoğan

Putinleşti” diye yazarak defalarca saldırmıştı. Sahibi, Kraliçe’den

Lord ünvanı almış bir Yahudi. Türkiye’de traktör satarak zengin

olmuş, medya imparatorluğundan İsrail’de Jarusselam Post’un

patronluğuna kadar yükselen bir isim. Ancak sahibi olduğu

HOLLİNGER İnternational’in içini boşaltmak ve zimmete para

geçirerek HORTUMLAMAKTAN ABD’de hapse mahkum olan bir

sahtekar aynı zamanda. Ve Soros’un da yakın ilişkiler ağına

takılanlardan. Soros, 1961’de ABD vatandaşı olduktan sonra

Rotschild hanedanı ile tanışıp onların bir numaralı tetikçisi oldu.

Uyuşturucu paralarını aklama merkezi Hollanda Antilleri’nde

Quantum adında bir şirket kuran Soros’un ilk müşterileri arasında

Kraliçe Elizabeth yer aldı. Ve EL VERENLER tarafından büyütülen

Soros’un en yakın adamı, Daily Telegraph’ın sahibi Hollinger

İnternational’ın yönetim kurulu üyesi yahudi Paul Reichman’dır.

Yani İngiliz Daily Telegraph “Niye bize saldırıyor, neden HDP’li

oldu?”dediğimizde, işin perde arkasının Antiller’e, Soros’a ve

Rotschild-Rockfeller hanedanlarına kadar uzandığını anlayamayız.

Müthiş bir boğumlarla iç içe geçen bir ahtapot ve kolları var dünya

üzerinde. Soros’un vakıfları aracılığı ile CHP’nin yarısını nasıl

teslim aldığını yazmıştım dün.
Onun içindir, CHP’nin her türlü koalisyon içinde yer alması için

yanıp tutuşuyorlar. Çünkü ortada “Bana ne Suriye’den, Irak’tan,

enerji hatlarından” diyen mükemmel bir CHP var. Sınırımızda 100

tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.

Bekir  hazar/takvim




Be kahpe şerefsiz #pkk soyu,
Türk düşmanlarının olunuz kulu,
Onun bunun çocuğu,yavşağın oğlu,
#Piç oğlu piçliktir #pkk soyu.

Ne evlatlar şehit oldu,vatanı için,
Bukadar acı verdiniz,acaba niçin?
Soysuzların #köpekleri, #kahpenin dölleri,
Kahpedir adınız #pkk'nın piçleri.

#Türk ordusu ayakta nöbet tutuyor,
Polisler etrafı kol kol geziyor,
Türk halkı namazda duâ ediyor,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.

Siz baş edemezsiniz #Türkiye ile,
Öyle kahpelik etmeyin,çıkın menzile,
Pusu kurup,mayınları dizmeyin hele,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.

Çaresizi öldürmek,şerefsizin işidir,
Şerefsiz dediğimiz, #pkk'nın kendisidir,
Size bu hakaretler iltifat gibi gelir,
Anasını satanlardan,nasıl hayır beklenir

#Türkiye #Mekke #Medine #semertkan #ikra #Diyanet #ibadet

#namaz #islam
#RecepTayyipErdoğan #Reis #Usta
#AKP #CHP #HDP #MHP #PKK #Milliyetçi #ülkücü #üçhilal

#YPG #bozkurt #Türk #AlparslanTürkeş #Akparti #Kemalist

#KemalAtatürk #Kürdistan #Bakan #Sondakika #Kızılay #Devlet

#TSK #YSK #KCK #TR #Irkçılık #FatihSultanMehmet
#Erdoğan #Bayrak #şehit #polis #RecepTayyipErdoğan #katil

#Cumhurbaşkanı #Cumhuriyet #tayyip #KaçakSaray #hırsız

#mimarlık #MimarlarOdası #RteAdımız #Millet #Ülke #Ata

#Atatürk #tayin #Osmanlı #TC #YÖK #sınav #MHPGenelBaşkanı

#Türkiye #Din #Diyanet #Ekonomi #Savcı #Davutoğlu #Başbakan
#siyaset #gündem #haber #Bomba #Galatasaray #şampiyon

#Sporcu #Fenerbahçe #Beşiktaş #Alparslan #Trabzonspor #aşk

#taz #tatil #söz #edebiyat #dizi #film #şair #arkadaş #sevgili #tarih

#koalisyon #İslam #erkenseçim #enflasyon #döviz #kur #hizmet

#Hocaefendi #paralel #SamanyoluHaber #Cemaat #Güreş

#FethullahGülen #KemalKılıçdaroğlu




yeniakit.com.tr
Yolsuzluk Soruşturması... Ekrem İmamoğlu: 4 - Battal İlgezdi: 1

DTK gibi “ne idüğü belirsiz” illegal bir kuruluşun “bildiri”

yayınladığı; Selahattin Demirtaş gibi hem “devletten maaş” alan, hem

de “farklı bir devlet” isteyen birinin bu “illegal bildiri”ye imza attığı

bir günde, kalkıp da, yeniden “Beylikdüzü’nün CHP’li Belediye

Başkanı”ndan söz etmek istemezdim...

Haa, yazacaktım da;

Daha sonra yazacaktım!..

Ama, görüyorum ki;

“Ekrem İmamoğlu’nun beslediği köpekler” fena halde azmışlar,

“tasma”larını ve “zincir”lerini ha kopardılar, ha koparacaklar!..

Bu durumda, gel de yazma!..

Size bir şey söyleyeyim mi;

Aslında, “köpek”leri çok severim...

Çünkü, “sadık”tırlar...

Çünkü, “yal” yedikleri kaba, asla sıçmazlar!..

Ama, “köpek”lerin en kötü tarafı, “sahibinin sesi” olmalarıdır!..

Hikâyeyi biliyorsunuz...

Adamın biri, sokakta dalgın dalgın yürürken; farkında olmadan,

yolun ortasında yatan bir köpeğin “kuyruğuna” basmış!.. Ve tabiî, can

havliyle havlamış köpek!..

Adam şaşırmış...

“Hayret” demiş;

“Ben köpeğin kuyruğuna bastım!.. Ama ses, ağzından çıktı!”

Şöyle bir düşünüp, “teşhis”i koymuş:

“Kuyruğuna bastığım halde ağzından ses çıktığına göre, demek ki;

kuyruk ile baş arasında bir bağlantı var!”

Şirinevler’den “Muhittin Amca”mın aktardığı bu hikâye, Bedii

Faik’e ait... Yarım asır kadar önce yazmış!..

Ve fakat; hem tazeliğini, hem de güncelliğini koruyor!..

İMAMOĞLU’NUN BESLEMELERİ

Hikâye, Beylikdüzü’nde yaşıyor...

Biliyorsunuz;

24 Aralık Perşembe günkü yazımda; “Beylikdüzü’nün CHP’li

Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu” hakkında çeşitli iddialar

gündeme getirmiştim...

Sormuştum kendisine;

l “Beykonakları olayı nedir?”

l “Belediyenin amblemi niye değişti?”

l “Gül İnşaat’a bu ayrıcalık niye?”

l “Gazetecilere kaç para verdin?”

Bu sorular karşısında Başkan İmamoğlu’nun yapması gereken

nedir?.. Ya “açıklama” gönderir, ya mahkemeye müracaat edip, eğer

haklıysa “tekzip” yollar, ya da “dâvâ” açar, değil mi?..

Ama, İmamoğlu; tüm bunları yapmak yerine “besleme”lerini salmış

üzerime...

Anlayacağınız;

Ben İmamoğlu’nun kuyruğuna bastım, ses “beslemeler”den geldi!..

İmamoğlu, bunları iyi “beslemiş” olmalı ki, “çok iyi havlıyorlar” ve

tüyleri de parlak mı parlak!..

Yalnız, kendilerine bir tavsiyede bulunacağım: Tamam, “sahibinin

sesi” olarak havlıyorsunuz da; hiç olmazsa boynunuzdaki “kırlangıç”

amblemli “tasma”yı çıkarsaydınız!..

Hem “sahibinizi” ele veriyorsunuz, hem “kimin beslemesi”

olduğunuzu!..

Haa, onlar “havlıyor” diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne

“köpek”ler gördüm ben!.. Onlardan tırsmadım ki, bunlardan

tırsayım!..

Adlarını vermiyorum ki, benim üzerimden “reklâmlarını”

yapmasınlar!..

İLGEZDİ’YE 4 BASAR!

Her neyse...

Biz “İmamoğlu’nun ‘Saldır Co’ları”nı bir kenara bırakalım da,

“İmamoğlu dosyası”na yeniden dönelim...

Öncelikle şunu söyleyeyim:

Hani, adı; Türk siyasi tarihine “Rezidans Kraliçesi” olarak geçen

“devrimci”(!) Gamze Akkuş İlgezdi vardı ya... Hani, onun kocası

CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi vardı ya... İşte bu

Battal İlgezdi hakkında, “sadece bir soruşturma” açılmışken, CHP’li

Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında “4 ayrı

soruşturma” açılmış iyi mi...

“Müfettiş raporu” üzerine açılan “4 ayrı soruşturma”nın en çarpıcı

olanları da, “Beykonakları” ve “İmamoğlu Sitesi” imiş!..

Ne ilginç değil mi;

Bu iki inşaatı da, İmamoğlu İnşaat yapmış!.. İşbu İmamoğlu İnşaat;

“9 dönüm yeşil alanı” yani “Gezi Parkı’nın yarısı” kadar bir alanı

işgal etmiş!..

Bay Başkan’ın halen ikamet ettiği “Beykonakları Sitesi”nin önünde,

“3 bin metrekare yeşil alan işgali” devam ediyormuş!..

Heyy “Gezi zekâlı”lar,

Heyy “çevreci” geçinenler!..

5-6 ağaç için Türkiye’yi “yangın yeri”ne çeviren sizler, “yeşil alan

işgali”ne karşı niye suskunsunuz?..

Sizi gidi “sahtekâr”lar sizi,

Sizi gidi “ikiyüzlü”ler sizi!..

Görüyorsunuz ya;

Başkan CHP’li olunca, “tık” yok!..

DİĞER BAŞKANLAR YARGILANIYOR!

Efendim; “Beykonakları’ndaki işgal” için İstanbul Büyükşehir

Belediyesi ve Danıştay’ın kararları olmasına rağmen, halen “yıkım”

yapılmamış!..

Haa, İmamoğlu’ndan önceki Başkan Yusuf Uzun döneminde sitenin

girişleri yıkılmış ama İmamoğlu, buraları “demir çitlerle” tekrar

kapatmış!..

İçişleri Bakanlığı da, bu “işgal” ve “gasp” üzerine demiş ki;

“Yeşil alanın tel çit ile kapatma işleminin Beylikdüzü Belediye

Meclisi’nin 2007-305 sayılı kararına istinaden yapıldığı beyan edilse

de, 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun belediye meclisine tanınan

görev ve yetkileri kapsamında kamuya açık yeşil alanın güvenlik

nedeniyle fiziki engellerle çevrilmesine imkan veren herhangi bir

yetkisi bulunmadığından”, sorumlular Ekrem İmamoğlu (Belediye

Başkanı), Mehmet Çakılcıoğlu (Teknik Başkan Yardımcısı), Levent

Akalın (İmar ve Şehircilik Müdürü) ve Selma Bulut (eski İmar ve

Şehircilik Müdürü) hakkında soruşturma izni verilmesine karar

verildi.”

Hayli enteresan değil mi;

“Bu işgale göz yummak ve görevini kötüye kullanmak” suçlamasıyla

eski belediye başkanları Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun yargılanıyor

ama, “işgalcilik ve gasp”la suçlanan CHP’li Başkan Ekrem

İmamoğlu yargılanmıyor!..

Adalet mi bu?..

Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun başkanlar, “işgale göz yummak”tan nasıl

yargılanıyorlarsa, Ekrem İmamoğlu da elbette yargılanmalıdır,

yargılanacaktır!..

Hem de; “kendi işgaline göz yummaktan” yargılanacaktır, iyi mi?..

ALAVİRA-DALAVİRA!

Dedik ya; İmamoğlu hakkında “4 ayrı soruşturma izni” verilmiş...

Bunlardan ilki ve en önemlisi Beykonakları meselesi.... İkincisi;

Atatürk Bulvarı üzerinde ve yıkılan Pazar Pazarı’nın karşı köşesinde

bulunan “İmamoğlu-2 Sitesi” ile ilgili... İmamoğlu, burada da “yeşil

alanı işgal etmekle” suçlanıyor!..

“Üçüncü soruşturma” konusu da, “Cumhuriyet Mah. 678 Ada, 2

Parsel” önündeki yeşil bandın, “ticari bir işletme” tarafından işgal

edilmesi... Başkan İmamoğlu, “bu gaspa göz yummakla” suçlanıyor!..

Daha bir sürü suçlama!..

Şimdi size; “beylikduzusakinleri.com” adlı internet sitesinden, Hasan

Basri Akın imzalı bir haber aktaracağım...

Buyrun, birlikte okuyalım:

“Kamunun bir metrekarelik yerini sattırmayız” diyerek halkın

teveccühünü kazanıp iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun, ilk

icraatının, kamuya ait yaklaşık 100 dönümlük araziyi hasılat

paylaşımı yöntemiyle elden çıkarmasının altında derin bir rant

hikayesi var.

İşte o meşhur ihalede söz konusu arsalardan biri olan; 142 ada 16

parselin, hem belediye kayıtlarında hem de tapu kayıtlarında

olmadığı bilgisine ulaştık.

Olmayan arsa için ÇED raporu süreci başlatılması da cabası...

Ekrem İmamoğlu’nun Belediye Başkanı seçilir seçilmez ilk icraatı

olan, kamuoyunda 100 dönümlük ihale olarak bilinen Megakent’ten

başlayan Volvo durağına kadar uzanan ve dere yatağı ile bütünleşen

92.012,23 metrekarelik arsanın hasılat paylaşımı yöntemiyle

satılması sonrası projeye “VİRA” isminin verilmesi ise işin tuzu

biberi oldu.

Vatandaşlar; geçmişte, alavere dalavere yöntemiyle takas edilen bu

projeye, yeni isminden dolayı “alaVİRA, dalaVİRA” yakıştırması

yapmakta.

(....)

Devran dönüp Ekrem İmamoğlu iş başına geldiğinde, “Sattırmayız”

diyenler (CHP’liler) aynı araziyle ilgili tüm yetkiyi -sınırsız olmak

kaydıyla- Belediye Başkanı’na vererek dümeni tam kırdılar ve

“VİRA” dediler.

İhale gerçekleşti.

Yapılan ihale herkese açıktı. Hasılatın yüzde 35’i belediyeye kalması

kaydıyla Gül İnşaat Proje A.Ş. tarafından alınan bu ihalenin

sözleşmesi kamuoyundan bugüne kadar gizlendi. Bu alana, ne kadar

kapalı inşaat yapılacağının bilgisini kamuoyuna vermekten de

“özellikle” imtina edildi.

“Beylikdüzü dosyası”nı, bugünlük, bu “haber”le noktalayalım ve

Sayın İmamoğlu’na bir uyarıda bulunalım:

“Karşıma, kendiniz çıkın... İster tekzip veya açıklama gönderin ister

mahkemeye verin!.. Ama, üzerime köpeklerinizi salmayın!.. Malûm;

havlamasını bilmeyen köpek, sürüye kurt getirirmiş!.. Köpeklerine

sahip çık!..

Haa bu arada; Akit’i bütün bayilerden toplatınca, gerçeklerin üstünün

örtüleceğini zannetme!..”

Bir çift söz de;

“Bu yazıları, Akit’e ilân verilmesi için yazdığımı” iddia eden “aptal,

gerzek ve kuşbeyinli”lere... Salak herifler; Akit, “bazı yerel

gazeteler” gibi, “tehditle ilân alan” bir gazete değildir!..

Bunu, ancak “Ekrem İmamoğlu’nun parlak tüylü beslemeleri”

söyler!..

 *************************************************

“Katil Devlet”ten... “Bağımsız Devlet”e!.. Devlet, daha neyi

bekliyor?

l Ağrı Valisi Musa Işın’ın da “HDP’liler”le ilgili olarak dediği gibi;

“Sen kendi çocuklarını Amerika’daki ya da İngiltere’deki pahalı ve

lüks kolejler”de okutacak, “Diyarbakır’daki fakir-fukaranın

okulunu” yakacak, camını kıracak, evini talan edecek, 70 yaşındaki

adamı, size evini açmadı diye öldüreceksin!..

Sonra da, utanmadan; “Ben Kürdüm” diyeceksin!..

Hasss!.. Hadi ordan!..

l Selahattin Demirtaş’ından Figen Yüksekdağ’ına, Abdullah

Zeydan’ından “Samanlık Devrimcisi Ertuğrul Kürkçü”süne varıncaya

kadar, herhangi bir HDP’li, ABD’de veya Avrupa’da “devlet”e kafa

tutabilir, “terör örgütü” kabul edilen örgüt ve liderlerine böylesine

“övgü” yağdırabilir mi?..

Almanya’da “Hitler” lehinde, Amerika’da “El Kaide” lehinde,

Fransa’da “Usame Bin Laden” lehinde konuşabilir mi?..

Hadi, erkeklerse konuşsunlar!..

Konuşanı;

Bacağından sallandırırlar, bacağından!..

Türkiye’de ise;

O kadar “özgürlük” var ki, “şımarıklık” serbest!..

“Devlete küfretmek” ve hatta “Katil” demek; dahası, “Bağımsız

Devlet” demek serbest!..

Peki “devlet” ne yapıyor?..

Hiiçç... Aval aval dinliyor!..

Nereye kadar?!?..

Bu makale 21.104

kez okundu






yeniakit.com.tr
Türkiye Irak’ta Sünni ordu kurdu

Çarpıcı iddia Mesud Barzani’nin sitesi Rudaw tarafından resmi bir

kaynağa dayandırılarak duyuruldu.

Irak Hükümeti  tarafından Şii milis teşkilatı Heşdi Şabi’den sonra bu

kez büyük bir kısmı Musullu Sünniler’den oluşan Heşdi Vatani

kuruldu.

İddiaya göre Irak’da Musul’u kurtarmak için kurulan bu orduda 6

bin sünni milis yer alıyor. Heşdi Vatani (Vatan Topluluğu)

milislerinden oluşan bu orduyu ise Türk Silahlı Kuvvetleri eğitiyor.

Irak hükümeti tarafından 5 aydır bütçeleri ödenmeyen Sünni

milislerin maaşlarının Türkiye tarafından sağlandığı iddia ediliyor.

Rûdaw’a konuşan Irak Parlamentosu Asayiş ve Savunma Komisyonu

Başkanı Şahavan Abdullah, “5 aydır Irak Hükümeti Heşdi Vatani’ye

para göndermiyor. Bu yüzden Türkiye’den maaş alıyorlar” dedi.

MUSUL’u kurtarmak için kurulan ordudaki milislere her ay 500

dolar maaş veriliyor. Heşdi Vatani ordusu Musul eski Valisi Esil

Nuceyfi’nin oğlu Abdullah Nuceyfi tarafından yönetiliyor.

Heşdi Vatani Başika Komutanı General Muhammed Yahya, kampta

ilk aylarda sadece 10 Türk eğitmenin olduğunu, daha sonra son bu

sayının 110’a çıktığını ifade etti.

Yahya, Türk Silahlı Kuvetleri’nin (TSK) gönderdiği ve krize neden

olan askeri birliğin görevinin, sözkonusu eğitmenleri korumak

olduğunu vurguladı. Muhammed Yahya, Musul’u Kurtarma

Operasyonu için 10 bin askerin hazır olduğunu da sözlerine ekledi

Kaynak:Anadoluhaberim





yeniakit.com.tr
Abdülhamit Han: Söyleyin onlara oyun daha bitmedi!

Osmanlı Devleti’ne karşı oyunlar oynayan İngiltere’ye büyük bir

oyun oynayan siyasi dâhi Sultan 2. Abdülhamid Han, İrlanda

Kurtuluş Örgütü’nü kurmuş ve bir asır boyunca İngiltere’nin başına

bela etmişti. Kuşçubaşı Eşref’in ise Lawrence’a verdiği bir cevap

unutulmayacak türdendi: “Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat

henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle sıkıntılar

salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz.”

Modern tarihte İngiltere’nin en büyük baş belası olan IRA’nın

kuruluşunda Türklerin de etkisi var.

Türklerin İrlandalılarla olan ilişkisi Sultan Abdülmecid zamanına

kadar gidiyor.

19. yüzyılın başlarında İrlandalılar İngilizler’e karşı mücadele

içindeydi. Katolik İrlandalılar, kabul etmedikleri Anglikan

Kilisesi’ne vergi vermeyi hazmedemiyorlardı. İngilizlerden din ve dil

ekseninde ayrılıyorlardı.

Ancak 1840’lı yıllarda İrlanda büyük bir kıtlık başgösterdi.

Yoksulların temel yiyeceği patates üretimi durma noktasına geldi.

800 bin kişi öldü, İrlandalıların hak mücadelesi zayıfladı.

İngilizler bu zayıflık durumundan faydalanırken 1847 yılında padişah

Abdülmecid’in emriyle üç gemi dolusu patates yardımı İrlanda’ya

Kraliçe Victoria’nın tüm engellemelerine rağmen ulaştı.

Geminin Dublin Limanı’na yanaşmasını İngilizler engelleyince gemi

yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. Bu tarihi an İrlanda-Osmanlı

arasında ilişkileri sıkılaştırırken başka ilginç bir gelişmeye daha yol

açtı.

Ayrıca İrlandalı soylular da padişah Abdülmecid’e şükranlarını sunan

bir teşekkür mektubu yolladı. Mektubu getiren Oberbak 1849’da

padişahın huzuruna çıkarak teşekkürlerini kabul etti.

İrlandalılar bu vefayı unutmadı. Drogheda şehrinin takımı Drogheda

United 1919’da kurulurken amblemini ay yıldız olarak seçti.

Drogheda United daha sonra İrlanda Premier Ligi’nde de top

koşturacaktı.

Bu futbol ilişkisi Abdülhamit zamanında da kendini gösterdi.

İrlandalıların yoğun ve etkin olduğu Portsmouth kentinde istihbarat

çalışması yürüten padişah Abdülhamit’in şehre büyük katkıları oldu.

Bazı tarihçiler kulübün kurulmasında Abdülhamit’in ön ayak

olduğunu bile iddia etti. Bugün Portsmouth’un amblemindeki ay

yıldızı halen İngilizler bile tartışıyor.

1800’lü yılların ikinci yarısında II. Abdülhamit iktidardayken

dünyayı birinci dünya savaşına götüren saflaşmalar yavaş yavaş

belirleniyor ve uluslararası camiada Osmanlı ve İngiltere arasındaki

gerilim giderek tırmanıyordu. Abdülhamit İrlanda ile ilişkilerin

güçlendirilmesi yolunu tercih etti.

1880 yılına gelindiğinde ise Abdülhamit Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı

kurdu. Bu önemli olay İrlandalıları da etkileyecekti. Abdülhamit’in

kurduğu bu yapı onu yıkan İttihat Terakki Cemiyeti’ne miras oldu.

Teşkilat-ı Mahsusa bu yapı üzerine kuruldu.

Teşkilat-ı Mahsusa cemiyetinin kritik isimlerinden biri ise Kuşçubaşı

Eşref’ti. Gençliğinde Abdülhamit’e muhalif olan bu yüzden Hicaz’a

sürgüne gönderilen Kuşçubaşı Eşref ile Abdülhamit’in siyasi çizgisi

İngiliz karşıtlığında birleşti.

Abdülhamit Hicaz demiryolunu kendi kaynaklarıyla inşa ederken

İngilizler bu yolun Müslümanları birleştireceğinden endişe etti ve

bölgede karışıklık çıkarmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda

bölge cepheye dönüşünce ünlü İngiliz casus Lawrence bölgede

çıkarılan karışıklıklarda başrolü oynadı.

Kuşçubaşı Eşref bizzat Lawrence ile mücadeleye tutuştu. Teşkilat-e

Mahsusa üyesiyken Hayber’de yaralı olarak İngilizlere tutsak oldu.

Bu sırada Kuşçubaşı Eşref Lawrence’a tarihe not düşülecek bir cevap

verdi:

“Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi.

Hükümetinin başına öyle sıkıntılar salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız

bitiremeyeceksiniz.” Bazı tarihçilere göre Kuşçubaşı Eşref’in kast

ettiği İrlanda bağımsızlık mücadelesinden başka birşey değildi.

Bazı tarihçiler Kuşçubaşı Eşref’in de dahil olduğu Teşkilat-ı

Mahsusa’nın özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda İrlanda bağımsızlık

mücadelesinde etkili olduğunu söylüyor. Eşref’in sözü bu iddiayı

doğrularken Teşkilat-ı Mahsusa’nın İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun

örgütlenmesinde önemli rol oynadığı tarihe not düşüldü.

Sonunda 1800’lü yıllarda son derece kötü koşullarda, açlığın vurdu

İrlanda’da 1900’lü yıllara geldiğinde bağımsızlık mücadelesi

olgunlaştı. İrlanda İngiltere’nin kontrolü altında iken, 1916 yılında

büyük ayaklanma çıktı. Ayaklanmayı hareketin liderlerinden James

Connolly başlatmış, İngilizler tarafından sert şekilde bastırıldı.

Connolly ile birlikte 15 yönetici idam edilince İrlanda milliyetçilik

damarı giderek kuvvetlendi 1919’da İrlanda gönüllüleri İrlanda

Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

1922’de ise Irish Republican Army (IRA) artık resmen kurulmuştu.

Bu örgüt 20. yüzyıl boyunca İngiltere’nin en büyük karın ağrısı oldu.

Uluslararası platformlarda da İngiltere’yi çok zor durumlarda

bıraktı.

Osmanlı-İrlanda ilişkisini teyid eden başka kaynakları popüler kültür

ürünlerinde de görmek mümkün. Örneğin ünlü yazar Trevanian’ın

Shibumi eseri… Bu eserde “bu İrlandalılar para için eşlerini bile

Osmanlı sultanlarına satarlar” diye bir cümle geçiyor.

Sonuç olarak İrlanda bağımsızlık mücadelesine Türkler bu yollarla

katkıda bulunurken Eşref Kuşçubaşı Lawrance’a verdiği cevapta

haklı çıkmış oldu. Sonunda IRA’nın tanınmasına kadar uzun süren ve

İngiltere’nin başını çok ağrıtacak mücadele başlamış oldu.

Kaynak:Anadoluhaberim





facebook.com
(24) ULUSALCILIK=NASYONALİZM...NASYONAL

SOSYALİZM NEDİR ?

   *****Nasyonal Sosyalizm ya da Nazizm, Almanya'da Adolf Hitler

tarafından kurulan yönetim sistemi ve siyasi bir akımdır. Temel

felsefesi milliyetçilik, sosyalizm, ırkçılık, anti-semitizm ve popülizm

üzerine kuruludur. Bunların yanını sıra antikomünizm ve

antikapitalizm sunmaktadır. Nasyonal sosyalizm beyaz ırkın diğer

ırklardan (siyah-melez) üstün olduğunu ve ırklar arasında varolup

süregelen mücadelenin (ırksal kazanımlarını fark edip

kullanabilirlerse) üstün olan beyaz ırkın kazanacağını savunur.

******Nasyonal Sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında,

ilk teorisyeni Maurice Barrès tarafından yapıldı. Fransız Barrès,

sosyalist bir milliyetçilik fikrini, yabancı egemen Almanya'ya karşı,

seçmenleri kazanmak üzere yaydı ve sosyalizm'in "liberal bir zehir",

ancak, nasyonal sosyalizmin, kollektif milliyetçiliğin

gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler

kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve

Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi.

******Nazi kelimesi, Adolf Hitler'in ideolojisini benimseyen kişi ya

da kurumlara verilen genel adı ifade eder. Nazi Partisi'nin Almanca

adı, NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) idi.

Avusturya vatandaşı Adolf Hitler tarafından faaliyete geçirildi."Nazi"

kelimesi, köken olarak "National" ve "Sozialismus" kelimelerinden

meydana gelmekteydi. (Almanca: Nationalsozialismus)

***************Nazizm'in II. Dünya Savaşı'ndan Sonraki Durumu

*******************

İki dünya savaşı arasında ortaya çıkan bu ideoloji, bugün

milletlerarası siyasi ve toplumda kabul görmemektedir. Bugün halen

açık ve gizli eylemlerle faaliyetini çeşitli ülkelerde sürdürmeye

çalışmaktadır. Bunlar arasında Almanlar'ın NPD ve Skinheads'leri

(dazlaklar), İngiliz Skinheads ve holiganları yanında Amerika'da Ku

Klux Klan üyeleri gibi daha birçok ufak tefek grup ve akımlar

mevcuttur. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede Nazi'lerin

açıkça siyasi ve dernek çalışmaları sınırlandırılmış veya

yasaklanmıştır.

*****1933'te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nde örgütlenen

Nasyonal Sosyalistler Weimar Cumhuriyeti'nin (Almanya) seçimlerini

kazanıp hükümeti kurarak totaliter diktatörlüklerini ilan ettiler. Bu

yeni Nazi devletinin adı III. Reich'ti ve 1945'e kadar devam etti.****

---------------------------------------------------------------------------------------

-------------------------------------------------------------

   SERBEST DÜŞÜNME ZAMANI :  

           Ülkemizde bazı sol fraksiyondan siyasi görüşteki kişiler

kendilerini ULUSALCI= yani NASYONALİST olarak

nitelendiriyorlar .BU  tarifi mümkün olmayan bir durumdur .Çünkü

NASYONALİZMİN sol görüşle yakından uzaktan alakası yoktur .

       ASlında bu durum ,kendisini SOLcu sanan KEMALİSTLER in

düştüğü tuhaf durumun bir başka örneğidir .

  SOLCULUK düşüncesi aslında BAŞKA ÜLKELERLE

ENTEGRASYONU VE PROLETARYA (İŞÇİ ) YÖNETİMİNİ

savunur .Ve düsturu da şudur  : " DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ

BİRLEŞİN "

    Ama ULUSALCILIK bu mantığa ters bir düşüncedir . VE

olabildiğince içe kapanmayı benimser.KUZEY KORE modeli gibi .

               EZİLEN İNSANALIRN VE İŞÇİNİN yanında olduğunu

söyleyenlerin GÜCÜ ELİNDE tutan bir azınlığın hükümranlığını

savunması da ayrı bir çelişkidir . MAlum ülkemizde EGEMEN sınıf

gerçekte hiçbir zaman BURJUVAZİ olmamış olamamıştır .

   EGEMEN sınıf BÜROKRASİ ve ASKERİ bir oligarşi şeklinde

görünmektedir.

                  EGEMENLERİN en çok ezdikleri sınıf da malum

kendisini savunacak apolotlerden mahrum ve savaşlarda LAİK bir

dünyanın bekçiliği CANI pahasına yaptırılan HALKTIR .

             TÜM bu gerçekler ortadayken ULUSALCI kimliğiyle

SÖZDE KAPİTALİZME savaş açtığını iddia eden bir kesim sözde

solcularımızın ülkedeki DARBELERE ses çıkarmmış olmaları

nedendir ?

  BUNUN SEBEBİ ONLARIN NASYONAL SOSYALİST YANİ

FAŞİST OLMALARINDANDIR . Halkın acısının devam etmesi için

bazen DAĞDAKİ EŞKİYA BAŞINI KARANFİLLERLE ziyaret

ederler.Ertesi gün gelip halka şirin görünmek için ona küfrederler.

EŞKİYE partisiyle ortak hareket ederek beraber iki şekilde ülkeyi

germe STRATEJİLERİ kurgularlar .

   ÖZGÜRLÜK maskesi altında İNSANLARI susturmayı maharet

sayarlar . HRANT DİNK in dava edilmesi için çabalar,o davaya

giderken grup halinde onu linç etmeye kalkarlar .HRANT DİNK i

adamları vasıtasıyla haklanınca .HRANT DİNKE sahip çıkarlar

...VE tüm bunları yaparken gayet doğal davranılrlar ve bu hareketleri

ACAR GAZETECİLER tarafından asla HABER KONUSU

yapılmaz.

ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN

HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR

.ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN

HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR .





habervaktim.com
İrademiz Yok Mudur? - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

Vakit namazı ezanı okunuyor. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinin fıkhına

göre, (yirmi kadar “şer’î özrü” bulunmayan) bütün hür ve mukim

erkeklerin farz namazını cemaatle kılması gerekir. Ya camiye

giderek, yahut kendi aralarında. Bu konudaki irademiz nerede?

**

Cuma ezanı okunuyor. Dört mezhebin fıkhına göre, ezanla birlikte

ticaretin, alış verişin, dünya işlerinin durması, dükkanların

işyerlerinin atölyelerin ofislerin kapanması ve Rahman’a ibadet

etmek için camiye gidilmesi gerekir. Bu konudaki irademiz nerede?

**

Sekiz yüz öğrencisi olan İmam-Hatip mektebinde namaz vakti

gelince ezan okunması ve bütün öğrencilerin idareciler ve

öğretmenlerle birlikte cemaatle namaz kılması gerekir. Bu konuda

bir irademiz var mıdır?

**

Ayasofya Câmi-i Kebiri hâlâ kapalı. En az beş milyon Müslümanın,

siyasî iktidara dilekçe vererek, ulu mâbedin açılmasını istemesi,

açmazsanız oy vermeyiz tehdidinde bulunması gerekiyor. Bizde niçin

bu irade yok?

**

Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bedava Osmanlıca kursları açtı. En az

beş milyon vatandaşın bu kurslara kayd olarak Osmanlıca öğrenmesi

gerekirdi. Böyle bir irade niçin yok?

**

Latin/Frenk alfabesi devrimi caduc oldu. Müslümanların, yazı

hürriyetinden istifade ederek Osmanlıca günlük gazeteler, haftalık ve

aylık dergiler, kitaplar yayınlamaları gerekirken bu konuda dişe

dokunur bir gayret ve faaliyet yok. İsrail Yahudileri kendi İbranî

yazılarını, alfabelerini korurken biz Türkiyeli Müslümanlar niçin

millî ve dinî Kur’an ve İslam alfabemizi korumuyoruz? Bizde böyle

bir irade niçin mevcut değil?

**

Kadın tesettür kıyafeti konusunda bozukluklar sergileniyor. Kur’ana

Sünnete Şeriata uygun olmayan şeytanî Süslüman kıyafeti yaygın hale

geldi. Bu çarpıklığı düzeltecek irademiz nerededir?

**

Alevî kardeşlerimiz canla başla, dişleriyle tırnaklarıyla Cem evleri

için çalışırken, Sünnî çoğunluk İslam medreselerinin tekrar açılması

için çalışmıyor. Böyle hayırlı bir iş konusunda bizim yeterli irademiz

yok mudur?

**

Ehl-i tasavvuf, sûfiyan-ı kiram, tarikatların tekrar açılması ve

Meclis-i Meşayih denetiminde hizmet etmeleri için niçin siyasî

iktidara baskı yapmıyor. Biz bu kadar iradesiz miyiz?

**

Bütün mü’minlerin tek bir Ümmet çatısı altında toplanması

konusundaki irademiz var mıdır, yok mudur?

**

Ehl-i sünnet camiası niçin reformcularla, dinde yenilik ve değişim

isteyenlerle, İslamın içini boşaltmaya çalışan münafıklarla yeteri

kadar mücadele etmiyor, onların sapıklıklarını ve bozukluklarını red,

cerh ve ibtal etmiyor. Bu kadar iradesiz miyiz?

**

Ehl-i Sünnet karşıtlarının baş tacı olan şu mâlum adam, İslam Şinasi

isimli kitabında “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, kemal sıfatlarla

sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Hak Tealayı iki çehreli bir

Roma putuna benzetiyor, hem de hakikî sıfatını ekleyerek. Peki Ehl-i

Sünnetin buna karşı bir iradesi yok mudur ki, bu adam hâlâ tutuluyor

ve gençliğe bir İslam önderi olarak tanıtılabiliyor. Biz bu kadar

iradesiz miyiz?

**

Diyanet yayınevlerinde, Allah’ı Roma putuna benzeten adamın

kitapları satılıyor. Ümmetin bunu protesto edecek iradesi yok mudur?

(İkinci yazı)

Tedbir Almak

BÜYÜK depreme, üçüncü dünya savaşına, âhir zaman âfet ve

musibetlerine hazırlanıyor muyuz, bunlara karşı tedbirler alıyor

muyuz?

Neler yapabiliriz? Bunları önleyemeyiz, olacaklar olacaktır ama

cüz’î iradelerimizle yine de bir şeyler yapabiliriz. Bu

yapılabileceklerin bazısını sayayım:

1. Tevbe ve istiğfar etmek. Günahlarına cürümlerine pişman olmak,

Hak Tealadan afv ve bağışlanma dilemek.

2. Zekat vermek. Zekat vermek ne demektir? Malının kırkta birini

her yıl Allah rızası için, Kur’anda zikr edilen sekiz sınıf (bazıları bu

devirde mevcut değildir) Müslümana, temlik etmek suretiyle

dağıtmaktır. Zekatın ne olduğu, nasıl verileceği, Ehl-i sünnetin fıkıh

kitaplarından yazılıdır. Derneklere, vakıflara, Çocukları Koruma

Derneğine, Cami Yaptırma Derneğine, Ağaç Dikme Derneğine, öteki

hükmî şahsiyetlere (tüzel kişilere) zekat verilmez. Şeriata ve fıkha

uygun olmayan şekilde verilen zekatlar zekat olmaz, tekrar verilmesi

gerekir.

3. Sadaka vermek, yardım etmek.

4. Namaz kılmayanların namaza başlaması.

5. Namaz kılanların, daha ciddî, daha itinalı, daha doğru kılmaları.

6. Farz namazların cemaatle kılınması. Ardında namaz kılınabilecek

ehliyetli imamlar aranması…

7. Deprem bölgesinden, deprem olmayacak bölgelere hicret edilmesi.

8. Oturduğu binanın mühendislere kontrol ettirilmesi, bina çürükse, 7

şiddetinde bir depremde yıkılacaksa, başka bir yere taşınılması.

9. Bir haftalık su, yiyecek depolanması.

10. Tıbbî ilk yardım seti edinilmesi.

11. Elektrik feneri, mum, lamba…

İnsanların çok büyük bir çoğunluğu maalesef büyük gaflet içindedir.

Büyük şehir depremini bekliyor… Depremin ayak sesleri duyuluyor

ve insanlar gaflette.

1999 depreminden ibret almadık.

Üniversiteli düzgün ve akıllı bir gence sordum.: 1999 depremini

hatırlıyor musun? Hatırlamıyorum… Bu konuda yeterli bilgin var

mı?.. Yok!..

Zelzelede yıkılacağı, belki de yassı kadayıf gibi olacağı mühendis

raporuyla bilenen bir binada oturan aile reisine sordum: Buradan

taşınmayı düşünmüyor musunuz?.. Donuk gözleriyle yüzüme baktı ve

cevap bile vermedi.

Cenab-ı Hak bizlere akıl, sağduyu, fikir nasip etsin de, felaket

gelmeden önce, cüz’î de olsa tedbir alalım.

29.12.2015








habervaktim.com
Faciasız hac için seferberlik - Ahmet Taşgetiren
Yazarın Tüm Yazıları »

Diyanet İşleri Bakanı Prof. Dr. MehmetGörmez’in İran temasları çok

yoğun geçiyor. Tahran’daki ilk güne, Vahdet Konferansından sonra

iki görüşme sığdı.

İlki İran Hac Bakanı Gazi Asker’le Hac Bakanlığında gerçekleşti.

İkincisi ise İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer İbrahimi

Türkmani ile.

Gazi Asker’le geçen sene Hac’da da bir görüşme olmuş, ben orada da

bulunmuştum. Bu seneki görüşme, hem Türk - İran ilişkilerinin

gerildiği bir zamanda hem de Hac esnasındaki vinç ve Mina

Faciasının üzerine gerçekleşiyor.

Mina’da vefat eden Türk hacı sayısı 7, oysa İranlı hacı sayısı 400’ün

üzerinde.

İran çok dertli ve Suudiler’in bunun bedelini ödemesini istiyor.

Bakan Gazi Asker “Diyet”i seslendiriyor. Kendilerinin hacıları

sigortaladıklarını, herhangi bir kişisel kusur olmaksızın böyle bir

ölüm gerçekleştiğinde İslam fıkhının neye hükmettiğine bakılması

gerektiğini söylüyor.

Orada morgdan İranlı hacıları alıp memleketlerine getiren bir yetkili

gözlemlerini aktardı ki, gerçekten yürekler acısı. Cesetlerin

konteynırlara üst üste istif edildiğini vs. vs. gözleriyle gördüğünü

anlatıyor ki, yürek dayanmaz. Bu arada Mina şehitleri için her sırada

350 ceset olmak üzere 15 sıra halinde morgun yakınında bir

Makberetüşşüheda oluşturulduğunu, bir kısmının da Arafat’ın

doğusunda oluşturulan bir şehitliğe defnedildiğini öğreniyoruz.

- Bundan sonra, diyor Bakan Gazi Asker, hac sıcak aylara doğru

geliyor, sıcaklara karşı ve su ihtiyacını görmek için özel tedbirler

almak lazım. Ayrıca ambulansların ihtiyaç halinde seyrüseferini

kolaylaştıracak tedbirlere ihtiyaç var. Bütün bunların Suudilerle

görüşülmesi gerekir. Mina’da ölenlerin sayısı üz erinde de konuşuldu

ki, bu rakam hala çok net değil, 5500 ile 7460 rakamlarından söz

ediliyor.

Söz Mehmet Görmez Hoca’ya gelince o, vinç hadisesinde insanlar

orada can vermiş, yaralı, çırpınırken, tavafa devam edilmesi

konusundaki sorgulamasını da sürdürüyor, karıncanın ezilmesinin

yasaklandığı bir ibadet ortamında binlerce insanın havasızlıktan,

susuzluktan, birbirinin üzerine düşerek can vermesine de deyim

yerindeyse isyan ediyor.

Hem Görmez Hoca, hem Gazi Asker, adeta “Bu bize ders olsun”

yaklaşımı içinde, önümüzdeki hacların sıcak aylara gelmesini de

dikkate alarak, “Tedbir alınması”nda ısrar ediyorlar.

Görmez Hoca, önümüzdeki Hac mevsiminde Arafat’ta bütün

çadırları yüksek çadırlardan yapmayı, her çadırda klima ve soğuk su

bulundurmayı planladıklarını söyledikten sonra şu teklifte bulundu:

- Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya, Malezya ve Suudi Arabistan

yetkilileri bir araya gelelim ve bu faciaların bir daha yaşanmaması

için neler yapılması gerektiğini konuşalım. Bunu yakında

görüşeceğim Suudi Hac Bakanı’na teklif etmek istiyorum.

İranlı Bakan Gazi Asker, bu teklife aynen katıldıklarını ifade etti.

Hem Gazi Asker, hem Görmez Hoca, Mina ve vinç hadiselerinin

dünya kamuoyunda İslam’a zarar verdiği düşüncesinde de

birleşiyorlar.

İranlı bakan “Amacımız Suudileri eleştirmek değil, tedbir alınmasını

sağlamak” derken Görmez Hoca da “Suçu bütünüyle Suudilere

yüklemek doğru değil” dedikten sonra “Mekke ve Medine’de

mekanları genişletmek kadar gönlümüzü de genişletmeye ihtiyaç var.

Hacılara verilen eğitim sadece Hac menasikini öğretmek öğretmekle

sınırlı olmamalı, aynı zamanda oraya gelen kardeşlerle ilişkiyi de

öğretmek lazım” sözlerini de ekledi.

İkinci görüşme İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer

Türkmani ile gerçekleşti, demiştim. Bu kurum, bizdeki Yunus Emre

Enstitüsü’nün daha İrancası. Yani daha dini muhtevada olanı. Yurt

dışında İran fikriyatını taşıyor dersem yanlış olmaz sanırım. Görmez

Hoca’nın burada söylediklerinden şunların altını çizdim:

“Türkiye ve İran, her türlü stratejiyi bir kenara bırakıp insaniyette,

islamiyette ve samimiyette buluşmalıdır. Bu coğrafyada yaşananların

başka yerlere taşınmaması için birlikte çaba göstermeliyiz.”

Yarın izlenimlere devam ederiz inşaallah.