Atatürk olmasaydı halimiz ne olurdu?

Atatürk olmasaydı halimiz ne olurdu?
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
ataturk olmasaydi halimiz ne olurdu, yavuz bahadiroglu atatürk, yavuz bahadiroglu m. kemal, atatürk olmasaydi ne olurdu atatürk olmasaydi adin yorgo olurdu, m. kemal olmasaydi ne olurdu,***
19 Mayıs münasebetiyle yine esip savurdular. Ciddi görünümlü adamlar, yine “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık!” türünden “komik” nutuklar attı!
İçimden sormak geldi: “Şimdi Atatürk yok diye biz de mi yokuz?” 
Bu nasıl bir yaklaşımdır, büyük bir milletimize ne korkunç iftiradır? Hem “Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” (Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafız Çamlıbel’in ortaklaşarak yazdıkları meşhur “Onuncu Yıl Marşı”nın bir mısrası) diye şiirler yazıp ders kitaplarına geçireceksiniz, milli bayramlarda ilkokul çocuklarına bas bas okutacaksınız; hem de “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık” deyip kendi varlığınıza “iftira” atacaksınız!
Bir milletin varlığını tek kişiye endekslemek, ancak hastalıklı akılların ürünü olabilir: Saçma sapanlığın endazesiz biçimidir! Yağcılığın en damıtılmış şeklidir!
Hiçbir millet, birini övmek için kendini böylesine yerle bir etmez!
Atatürk olmasaydı, biz millet olarak yine var olurduk, ama meselâ bugün giydiğimizi giymezdik belki…
Yabancı kıyafetlere bürünmez, “moda”nın arkasına takılmaz, “Anneler Günü”, “Babalar Günü”, “Sevgililer Günü” gibi kapitalist mantığın ürettiği “tüketim” sarmalına düşmezdik…
Alfabemiz değişmez, kültür kaynaklarımız diken tarlasına, kütüphanelerimiz türbeye dönmez, böyle kültürsüzlüğe mahkum olmazdık…
Onca cami satılmaz, kiralanmaz, yıkıma bırakılmaz, “devrim” uğruna onca insan sehpalara sürülmez, Dersim acımasızca bombalanmaz, İskilipli Atıf Hoca gibi nice hocalar çeşitli bahanelere kurban edilmez, Ayasofya Müze yapılmazdı…
Yok şapka giymedi, yok ezanı Türkçe okumadı diye insanlara zulmedilmezdi…
Hac ve umrenin yanı sıra, Türk müziğinin radyolarda çalınması yasaklanmazdı…
Başta Milli Mücadele kahramanları olmak üzere, sayısız insan “hain” ilân edilmez, sürgünlerde hayat sürmek zorunda kalmazdı…
Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, medreseler kapanmaz, şimdiki gibi yürek bağlarımız kopmazdı…
Kimsenin soyuna-sopuna, dinine-imanına, diline-ırkına, vicdanına-namusuna, dinine, tekkesine- medresesine, dergâhına-divanına karışılmayacağından, muhtemelen Şeyh Said, Dersim, Koçgiri, Düzce, Yozgat, Menemen olayları gibi karışıklıklar çıkmaz, kardeş kardeşe kurşun sıkmaz, kin tortusu birikmez, bugün PKK’yı besleyen Türk-Kürt ayırımı yaşanmazdı… 
Batı’nın tüm kirli suları üzerimize boşalmaz, böylesine ruhsal ve yüreksel kirlenme olmazdı…
Bediüzzaman’ın ve diğer âlimlerin kadr-u kıymeti bilinir, değerli vakitleri zindanlarda, hicranlarda tüketilmezdi…
Laiklik uğruna ocaklar sönmez, mazlum insanlar hapishanelere sürülmez, başörtüsü zulmü yaşanmazdı…
İnancımıza ve geleneklerimize aykırı olarak, Türkiye’nin heryerine heykeller dikilmez, onca masraf yapılmaz, çocuklarımızın beynine ecdad düşmanlığının yanısıra, din düşmanlığı tohumları da ekilmezdi…
Çerkez Edhem, Rauf Orbay, Kâzım Karabekir gibi, şahsa biat etmeyen vatanseverlere “hain” yaftası yapıştırılmaz, yanlış tarih yazılmaz, beynimiz keşmekeşe dönmez, Selçuklu-Osmanlı eserleri yağmalanmaz, belgeler satılmaz yahut yakılmaz, nesiller kendi ninelerine ve dedelerine böylesine yabancılaşmazdı…
Hars ve irfanımızda kesiklik yaşanmayacağından, kitleler cehalete mahküm bir duruma düşmez, kitap okuma oranı böylesine düşük olmaz, saçma sapan şiirler yazılmaz, bunlar milletin çocuklarına cebren ezberletilmez, öğrencilere “Atatürk’ün sevdiği şarkılar” öğretilmez, “sevdiği yemekler”den söz edilmezdi…
Bir hayat hikâyesi (Nutuk) tarihi kaynak sayılmaz, nesiller yanlış tarih bilgisi almak gibi tüm hayatlarını etkileyecek böylesine büyük bir hataya sürüklenmez, CHP’nin bugün de amblemini teşkil eden altı ok, devletin temeline saplanmaz, devlet bir partinin eksenine girmez, “tornadan çıkma insan” yetiştirme uğruna yıllar ve nesiller heba edilmezdi…
Hilafet kalkmaz, İslâm dünyası bugünkü perişanlıkta savrulmazdı…
“Atatürk ilkelerine sadakat” diye bir şey olmaz, kişiye özel kanun çıkarılmaz, tüm partiler “Atatürkçü” görünmek zorunda kalmaz, tarihi belgeler yıllar boyu saklanmaz, milletin gerçeği öğrenme hakkı gasp edilmez, millet, “demokrasi” yerine, 27 sene “Şefokrasi”ye talim etmez, sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda hiçbir iyileşme sağlayamayan tek partiyi kesintisiz 27 yıl sırtında taşımazdı…
Tercüme kanunlar yerine kendi kanunlarımız yürürlükte olur, adli mekanizma güven kaybetmez, bir sürü “vasat zekâ”, “üstün zekâ” gibi yutturulamaz, Osmanlı’yı aşağılayan diziler yapılamaz, şanlı geçmişimize dil uzatılamazdı…
Çeşitli ülkelerde Efendimizle dalga geçen karikatürler çizilemez, kitaplar yayınlanamaz, dergiler çıkarılamaz, filmler yapılamazdı (ki, Sultan II. Abdülhamid’in bu tür yayınlara anında müdahale ederek tepki gösterdiğini, başta Amerika olmak üzere İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelere sahnelenecek oyunları kaldırttığını, bunun için de hilâfet gücünü kullandığını biliyoruz)…
Lozan da olmayacağından, Ege Adaları, Musul, Kerkük, Batı Trakya, Batum belki kaybedilmez, Ortadoğu belki elimizden çıkmaz, tabiatıyla baş belâsı İsrail kurulamazdı…
Bizden bu kadar: Artık gerisini siz getirin!
.
**********
.
KAYNAK:
Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit gazetesi, 20 Mayıs 2015.
.

M. Kemal, Mehmed Akif’in cenazesine neden sahip çıkmadı?

M. Kemal, Mehmed Akif’in cenazesine neden sahip çıkmadı?
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
mehmet akif cenaze töreni m. kemal mehmet akif atatürk mehmet akif ersoyun cenazesine neden sahip cikmadi,Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un tabutunun bir kış günü Küllük Kahvesi’nin ortayerine bırakılıp terkedildiğini biliyor muydunuz?..
***
Hatırlanacağı üzere, evvelce yaptığımız bir paylaşımda kemalist rejim kalemşörlerinin Mehmed Akif Ersoy nefretine dair bir nebze de olsa malumat vermiştik.[1] Zaten bu rejimden başka bir sey beklenemezdi. Nitekim Istiklal şairine cenaze töreni bile çok görüldü. Resmi makamlar, cenazesiyle ilgilenmediler. Cenaze 28 Aralık 1936’da şiddetli bir soğukta kaldırılır. Cenazeyi taşıyan otomobili Beyazıt Camii’nde üniversite öğrencileri karşılarlar. Tabutun örtüsüz olduğunu görünce sağa sola koşup Türk bayrağı bulurlar, tabutun üstüne örterler. Bunun üzerine de Kabe örtüsü konur. Ölüm haberini okuyan dostları, öğretim üyeleri, şairler, edebiyatçılar, üniversite ve diğer okulların öğrencilerinden gelenler tabutun etrafını çevirirler. Namaz kılındıktan sonra gençler tabutu elleri üzerine alırlar, iki genç tabutun önünde Edebiyat Fakültesi’nin çelengini taşımaktadır.[2]
Ibrahim Alaaddin Gövsa, Akife karşı ilgi gösterilmeyişinden yakınır ve gençlerin cenaze törenindeki ilgisini över.[3]
Dr. Ihsan Unaner de Akife karşı ilgisizlikten yakınıyordu:
“Çıplak tahtaları bir vefasızlık şahidi gibi sırıtan mühmel (ihmal edilmiş) bir tabutu, Akif’in cenazesi diye musallaya götürdük. Namaz kılınmış ve cenaze harekete hazırlanmıştı. Çelenklere göz gezdirdim. Edebiyyat fakültesininki gözüme ilişti. Aradım: diğer fakülteler galiba göndermemişlerdi. Cenaze kendisini seven birkaç yüz gencin elleri üstünde hareket etti. Onu, son vazifesine koşan bir gençlik kütlesinin hararetli kadirşinaslığından da mahrum etmek istiyen inad ve ısrar, nihayet mağlub olmuş ve mezarlığa otomobille göndertmemişti. Bu hazin merasim içinde gözlerim, resmî şahsiyyetlerin siyah silindirlerini bîhude araştırdı. Şairin ebedî hürmetkârı olan bir kaç kıymetli edebiyyatçıdan, birkaç yüz genç üniversiteliden maada kimse bulamadım.”[4]
*
mehmet akif cenaze töreni m. kemal mehmet akif atatürk mehmet akif***
Mithat Cemal de oradadır. Bırakılan bir cenazede, kimseyi görmeyince bunun kimsesi olmayan bir cenaze sanır. Ancak üniversitedeki bazı öğrencilerin duyması üzerine büyük bir kalabalıkla cenazeye gelirler ve üstü açıldığında Kuntay, üzüntüyle bunun Akif’e ait olduğunu öğrenmiş olur. Çok üzülür:
“Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”[5]
Milli şaire olan bu ilgisizliğin sebebi neydi acaba?
Mehmet Doğan, üniversite idaresinin Ankara’dan aldığı talimat üzerine gençleri bu “rejim muhalifi, mürteci” şairin cenazesine katılmamaları için uyardığını ileri sürüyor. “Bu cenaze, Cumhuriyet tarihinde maşeri, kendiliğinden bir protestonun dışa vurulduğu ilk hadise olmuştur”[6] diyor.
Burhan Bozgeyik ise bu konuda şunları yazar:
“Mehmed Akif vefat ettiğinde hiçbir resmi teşekkül, hiçbir resmi zevat en ufak alaka göstermemiştir. Merhumun tabutunu dört hamal getirip bir lokantanın önüne bırakmış. Bunu öğrenen gençlik Akif’e sahip çıkıp onun tabutunu Kabe örtüsüne ve ay yıldızlı bayrağa sarmış ve eller üzerinde mezarlığa götürüp defnetmişlerdir. Gençliğin bu ilgisi Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı olan M. Kemal’i kızdırmıştır. Bu tarihi bir gerçektir.”[7]
Ilkadım Dergisi’nde 16 Aralık 1971 tarihli “Babıâlî’de Sabah” gazetesinde Dr. Neşet Adnan Zentürk’e ait yazıdan ibretle okunacak bir anekdot verilir:
Atatürk cenazeye katılmamış, katılan gençleri de kınamıştır. Cenazenin kaldırılmasına üniversite gençliğinin öncülük etmesi M. Kemal’i öfkelendirmişti. Cenazeden sonra Istanbul’a geldiği bir gün Pera Palas’ta Yüksek Ticaret Okulu’nun yıllık balosunda kendisine gösteri yapan ‘yaşa gâzi’ diye tezahürat yapan gençlere, ‘Ben size devrimlerimi emanet ettim. Siz ise benim devrimlerime karşı olan Mehmet Âkif’in cenazesini büyük törenle kaldırdınız’ diye sitemde bulunur ve ağır konuşur.”[8]
Mehmet Akif’in Cenaze namazına bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Tercüman gazetesinde “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatacaktı:
“…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı….
Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. …Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”[9]
*
mehmet akif cenaze töreni m. kemal mehmet akif atatürk mehmet akif 3***
Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Ekmekçi, 23 Ekim 1985 tarihli yazısında, M. Âkif vefat ettiği sırada, hem Cumhurbaşkanı, hem de CHP Genel Başkanı olan M.Kemal’in tavrını şu şekilde nakleder:
“… Cumartesi günkü ‘Arnavut Elçiliğinde…’ başlıklı ‘Ankara Notları’nda Mehmed Akif’e de değinmiş, Atatürk’ün onun cenazesiyle ilgilenmemesine karşılık, ondan bir süre sonra ölen Abdülhak Hamit için yaveriyle birlikte çiçek gönderdiğini yazmıştım. Bu konuyu kurcalamayı sürdürdüm, ilginç şeyler çıktı. Abdülkadir Karahan’ın bana anlattığına göre, Orhan Veli, cenazenin kaldırılacağı gün, Abdülkadir Karahan’a:
‘Âkifin cenazesini dört hamal getirmiş. Emin Efendi lokantasının önüne bırakmışlar. Bu nasıl olur?’ diye haber verir.
Abdülkadir Karahan kolları sıvar. Gidip Âkifin cenazesini Türk bayrağına sararlar. Bir yandan da öğrencileri toplamağa girişirler. 300-400 öğrenci toplaşır. Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan Fethi Tevetoğlu’nun da tıplı öğrencileri topladığını öğrenmiştim. Mezarı başında konuşan öğrencilerden biri de Fethi Tevetoğlu muydu?
Öğrencilerin, ‘Istiklal Marşı’ ozanı Âkifin cenaze törenini böyle görkemli bir biçimde kaldırmaları bir açıdan kimine göre doğal karşılanabilir. Ancak yıllar, özellikle 1950’den sonra, Âkifin adı gericilerin, sağcıların bayrak olarak kullanmak isteyecekleri bir ad olacak! Her fırsatta Mehmed Âkif adı, bu açıdan yinelenecektir.
Cenazenin böyle kaldırılışına Mustafa Kemal çok üzülecek. Törenden sonra Istanbul’a geldiği bir gün Pera Palas’ta, Yüksek Ticaret Okulu’nun yıllık balosunda, kendisine gösteri yapan, ‘Yaşa Gazi’ diye bağıran gençlere:
“Ben size devrimleri emanet ettim. Siz ise, benim devrimlerime karşı olan Mehmed Akif’in cenazesini büyük törenle kaldırdınız” diye sitemde bulunur. Ağır konuşur!
Atatürk’ün yanında bulunan Ismail Müştak (Mayakon), Abdülkadir’in (Karahan) mezarı başında konuşma yaptığını söyleyince, Atatürk ‘Getirin onu buraya’ der.
Abdülkadir Karahan, bir arkadaşının haber vermesi üzerine kaçar. Savcı yardımcılarından Karaşıhlı Ahmet Bey’in evinde saklanır. Sonra, emniyette Karahan’a, ‘Senin nene lazım Âkifin mezarında konuşmak?’ diye çıkışırlar…”[10]
Burhan Bozgeyik, Mustafa Ekmekçi’nin bu yazısını okuduktan sonra, Fakülteden hocası olan Abdülkadir Karahan’la görüşmüş ve olup bitenleri bir kere de birinci ağızdan dinlemiş:
“Karahan, Ekmekçi’nin yazdıklarını tasdik etti. ‘Aynen vâki’ olduğunu söyledi.”[11]

*
mehmet akif cenaze töreni m. kemal mehmet akif atatürk mehmet akif 2***
Nitekim o tarihlerde Milli Türk Talebe Birliğinde görevli bulunan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan “Akif’in Ebediyete Uğurlanışı ve Sonrası” başlıklı bir yazıda hatıralarını şöyle anlatır:
“…Milli Marşımızın eli öpülecek şairinin kabri başındaki hitabemin takdir yerine adeta tekdirle karşılanmak istenmesini, bugün bile, bir muamma gibi çözemediğimi de işaret etmek isterim. Çünkü üç gün sonra beni Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğü’ne istediler. Bir şube müdürü beni sorguya çekti. ‘Ne sıfatla, resmî makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı’ sormuştu.”[12]
Brüksel’de elçiyken içki sonrası bir kadına sarkıntılık ettiği için diplomat kartı yırtılan ve dayak yiyen, 1914-1922 yılları arasında Meclis-i Ayan üyeliği yapıp, Istanbul’dan dışarı çıkmayan, yani Millî Mücadele’ye katılmayan agnostik şair Abdülhak Hâmid’e Cumhuriyet’in ilânından sonra M. Kemal, emekli aylığı bağlattırıp, öldüğünde devlet töreniyle defnedilmesini sağladığı halde, Millî Mücadele’ye katılan Âkif’in cenazesine sahip çıkmadığı gibi, Içişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya yayınlattırdığı resmî tâlimatla “Mehmet Akif’in cenazesinden uzak durulmasını…” emretmiştir.[13]
Eminim, hala burada yazanlara inanmayanlarınız ve “M. Kemal Atatürk böyle bir şey yapmaz, Akif’i sever” vs. diyenleriniz vardır. Peki M. Kemal Nutuk’unda gerekli gereksiz birçok kişi hakkında övgüde ve sövgüde bulunduğu halde, Istiklal Marşı’nı yazan, üstelik Milli Mücadele’deki faaliyetleri ve vaazlarıyla halkı uyanışa çağıran Mehmed Akif hakkında bir kelimecik olsun bahsetti mi? Ne gezer!.. Acaba neden?
.
**********
.
KAYNAKLAR
.
[1] Kemalistlerin Mehmed Akif hakkındaki hakaretamiz beyanatları için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2014/10/04/mehmed-akife-hakaret-eden-kemalistler/
[2] Zeki Sarıhan, Mehmet Akif, Kaynak Yayınları, Istanbul 1996, sayfa 217.
[3] Yedigün, 13 Ikinci Kanun 1937, sayı 201.
[4] Yarımay Mecmuasından aktaran; Hasan Basri Çantay, Akifname-Mehmet Akif, Ahmed Said Matbaası, Istanbul 1966, sayfa 336 ve devamı.
[5] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif, Timaş Yayınları, Istanbul 2001, sayfa 179-193.
[6] D. Mehmet Doğan, Camideki Şair: Mehmed Akif, Nehir Yayınları, Istanbul 1989, sayfa 7, 8.
[7] Burhan Bozgeyik, Doğru Tarihe Doğru, 4. Baskı, Tuğra Neşriyat, Istanbul 2013, sayfa 145.
[8] Ilkadım Dergisi, sayı: 270, Ocak 2011. Aktaran: Ahmet Doğan Ilbey, “Mehmed Âkif’in Cenazesinde Cumhuriyetin Şefleri Yoktu”, Habervaktim, 4 Ocak 2014.
[9] Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, “Akif’in Cenaze Töreni”, Tercüman Gazetesi, 5 Ocak 1987.
[10] Mustafa Ekmekçi, “Akif Üzerine Çeşitleme”, Cumhuriyet Gazetesi, 23 Ekim 1985.
[11] Burhan Bozgeyik, Meşhurların Ölüm Anları, Cihan Yayınları, Istanbul 2009, sayfa 109.
[12] Türkiye gazetesi, 10 Ocak 1992.
[13] Ahmet Doğan Ilbey, “Mehmed Âkif’in Cenazesinde Cumhuriyetin Şefleri Yoktu”, Habervaktim, 4 Ocak 2014.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Mahmut Esat Bozkurt inkılapların hedefini açıklıyor

Mahmut Esat Bozkurt inkılapların hedefini açıklıyor
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
mahmut esad bozkurt inkilaplar atatürk inkilaplari, atatürk devrimlerin amaci, hedefiMahmut Esat Bozkurt
***
M. Kemal’in Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1927 yılında Neue Freie Presse gazetesi muhabirine verdiği beyanatta, Türk inkılaplarının hedefini şöyle açıklıyordu:
Bütün inkılapların en esaslı hedefi mazi ile hesapları kesmek ve maziyi yıkmaktır. Türk inkılaplarının en mühim vazifesi de, bu sebeple maziyi en son bakiyyesine kadar söküp atmaktır. Kanunlarımızda onların düşünce ve usullerine yer yoktur. Biz onları en bîâman düşmanlarımız gibi memleketin en hücra köşelerine kadar kovalıyarak imha eyledik. Onların bakayası yerin dibine gömülmüştür. Mazinin bu mezarı bir daha gömülecek, keskin silahı elinde olan bir nöbetçi tarafından bakayası bir daha mezarların altından yeni hayat fideleri üremesin diye gece gündüz bekleyecektir.[1]
.
**********
.
KAYNAK:
[1] 14 Eylül 1927 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayınlanmıştır.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Güneş Dil Teorisi hakkında ne söyledi?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Güneş Dil Teorisi hakkında ne söyledi?
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
yakup kadri karaosmanoglu atatürk, m. kemal yakup kadri karaosmanoglu günes dil teorisi, dil encümeni yakup kadri harf inkilabiYakup Kadri Karaosmanoğlu
***
M. Kemal’in Dil siyaseti hakkında daha evvel bir yazı paylaşmıştık.[1] Burada, 1979-1980 yılları arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda müsteşar yardımcılığı görevinde bulunmuş olan Yavuz Bülent Bakiler’in, M. Kemal’in meşhur Çankaya sofrasının müdavimlerinden olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yaptığı bir sohbete yer vereceğiz. Güneş Dil Teori’siyle alakalı bu sohbetin Yakup Kadri ile yapılmış olması çok mühimdir. Zira o, M. Kemal’in talimatıyla 26 Haziran 1928’de kurulan “Dil Encümeni”nde komisyon üyeliği de yapmıştı. Lafı fazla uzatmadan sizi Yavuz Bülent Bakiler-Yakup Kadri Karaosmanoğlu sohbetiyle baş başa bırakalım:
1966 yılında Ankara’daydım. Hisar Dergisinin yazarları arasındaydım. Derginin sahibi Mehmet Çınarlı, bir gün bana dedi ki:
-Hisar’ın Kasım sayısını Atatürk’e ayıracağız. Senin için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan bir randevu aldım. Yarın evinde seni bekleyecek. Git, kendisiyle Atatürk üzerine güzel bir konuşma hazırla!
Bir gün sonra Yakup Kadri’nin Kavaklıdere’deki evine gittim. Beni yanına oturttu. Ben, ömrümde onun kadar zor konuşan, dakikada ancak 5-10 cümle söyleyebilen bir kimse tanımadım. Ses alma cihazım yoktu. Yalnız, çok kuvvetli bir hafızam vardı. Böyle sohbetlerde, karşımdakini dikkatle dinliyor, sonra oturup bana anlatılanları olduğu gibi yazıyordum. Bir ara sordum:
-Efendim dedim. Atatürk’ün, son dil anlayışı olan Güneş Dil Teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
-O dil teorisinin hiçbir ciddi tarafı yoktur. Bizi, bütün dünya milletleri karşısında çıkmazlara sokan bir safsatadan ibarettir, dedi ve bildiklerini uzun uzun anlattı.
Ben hemen cebimden kâğıt kalem çıkararak dinlediklerimi yazmak istedim. Bileğimi tutarak yazmama mani oldu:
-Çok rica ediyorum, bunları sakın yazmayın dedi. Yazarsanız tekzib ederim diye ikazda bulundu.
-Efendim söz! dedim. Katiyyen yazmayacağım!
Hisar’a döndüğüm zaman Mehmet Çınarlı şaşkındı:
-Yahu Yakup Kadri’ye ne sordun ki adamı çok korkuttun? Bana telefon açtı. Yavuz Bülent’in hazırladığı metni görmezsem, imzalamazsam, tekzib ederim, diye tutturdu.
-Güneş Dil Teorisi üzerine bir soru sordum. Yazmaya kalkınca çok korktu. Atatürk’ün ölümü üzerinden 28 yıl geçtiği halde, koskoca Yakup Kadri korkusundan ne yapacağını şaşırdı. Sizi de araması, korkusundandır, dedim.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Atatürk üzerine sohbetimiz, Hisar dergisinin 1966 yılı kasım sayısında yayımlandı (35. sayı). Kendisine söz verdiğim için Güneş Dil Teorisi hakkında anlattıklarını yazmadım. Aradan 54 yıl geçtiğine göre artık yazabilirim…
Karaosmanoğlu’ndan dinlediklerim aynen şöyle:
“Vedat Nedim Tör, 1935 yılında Basın Yayın Genel Müdürüydü ve arkadaşımdı. Bir gün beni telefonla aradı: ‘Yakup, Avusturya’dan gelen Kıverniç isimli bir uzman, şimdi yanımda. Türkçe üzerine çok farklı iddiaları var. Kendisi, bu çalışmalarını Atatürk’e bizzat anlatmak istiyor. Sen Atatürk’ün sofralarında olan adamsın. Alıp götürsene bu adamı Gâzi’ye!’
Ben de gidip Kıverniç’i gördüm. Türkçe üzerine anlattıkları, beni de çok şaşırttı. Onu alıp Gazi’nin huzuruna çıkardım. Adam Atatürk’e dedi ki: ‘Ekselans! İlk insan, Güneşi gördüğü zaman A diye bir ses çıkardı. Böylece Türkçe’deki ilk sesli harfi telaffuz etti. Güneş battığı zaman A!A!, A!A! demeye başladı. Şimdi hayretimizi A!A! diye ifade etmemiz bundandır. Sonra bu ilk insan, Güneşe AĞĞĞ! demeye başladı. AĞ hem güneş, hem de beyaz demektir. İlk insan, karşısında bir canavar görünce: OOO! dedi. Türkçe’nin ikinci sesli harfi böylece ortaya çıktı. Sonra ilk insan, uzaklık fikrini: UUU! diye anlattı. Merakını gidermek için E?E? diye sordu. İlk insan, yine çeşitli tabiat olayları karşısında Ö, Ü, İ, I gibi seslileri çıkardı. Sonra bu sesliler yanına, birtakım sessizler koyarak ilk heceleri söylemeye başladı. Mesela A yanına T‘yi koydu: AT! AT! AT! dedi. U yanına Ç koyarak UÇ! UÇ! UÇ! dedi.
Ekselans! İlk insanın ilk telaffuz ettiği AĞ hecesi, başka kelimelerin oluşmasında büyük rol oynadı. AĞ, kelimelerde ana köktür. Mesela ilk insan: AĞ+AN+AĞ+AR+AK+AĞ hecelerini arka arkaya sıraladı. AĞANAĞAR/AĞANAĞAKAR dedi. Sonra ilk defa baştaki AĞ hecesini dilinden düşürdü: ANAĞAKARA demeye başladı. Sonra bu kelimeden de bazı heceler ve harfleri düşürerek ANĞARA! ANĞARA! diye haykırdı. ANĞARA da zamanla ANKARA oldu.’
Atatürk, adamın anlattıklarını dinledi ama hiçbir soru sormadı. ‘İlk insanın önce A dediğini, bir canavar gördüğünde OOO! diye bağırdığını AĞANAĞAKARAĞ karışıklığından Ankara ismini çıkardığını nereden biliyorsun? İlk insanla aramızda milyonlarca sene var’ demedi. Adam da Atatürk’ün çok, hoşlandığı cümleyi söyledi:
Ekselansları dedi: ‘İlk insan Türk’tür! İlk lisan Türkçe’dir. Bütün dünya dilleri Türkçe’den doğmuştur!’
Atatürk çok coşkun duygularla Türk milliyetçisiydi. (Dinin yerine milliyetçiliği ikame etmek istiyordu: Kadir Çandarlıoğlu)[2] Hemen etrafındakilere emir verdi: ‘Bütün dünya dillerinin Türkçe’den doğduğuna dair, araştırmalar yapacaksınız, eserler yazacaksınız!’ dedi.”
Falih Rıfkı Atay, ÇANKAYA isimli eserinde, bu Güneş Dil Teorisine inanmadığını yazıyor. Bu teori tam bir safsatadan ibarettir. Ama bazı adamlar Atatürk’ün gözüne girmek için uydurmalara başladılar. Yok biz Ay’a ok atarken okay! okay! demişiz de Batılılar bunu Okey‘e çevirmişler. Yok bizim AVRAT kelimemizi AFRODİT, AKADAM tamlamamızı AKADEMİ şekline sokmuşlar. Biz BARABAR demişiz, Batılılar PARALEL demişler, biz BELLETEN demişiz, onlar bunu BÜLTEN şekline sokmuşlar vs. vs… Prof. Hâzım Nazım ONAT, Arapça’nın Türkçe’den doğduğuna dair 435 sayfalık bir kitap yazınca, Konya’dan milletvekili oldu.
Bu teori, 1935 yılından 1940 yılına kadar DTCF’de (Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi) ders olarak okutuldu. Bu safsatayı, İsmet İnönü, 1940 yılında ortadan kaldırdı. İyi ki kaldırdı. Çünkü ilim dünyasında büyük çıkmazlardaydık.[3]
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] Tafsilat için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/08/30/ataturkun-gunes-dil-teorisi-kalp-krizi-gecirenler-olursa-sorumluluk-kabul-etmiyorum/
[2] M. Kemal’in bu mevzuyla alakalı sözleri için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/06/26/m-kemal-ataturk-inkilabi-milleti-din%C2%B4-yerine-turk-milliyetciligi%C2%B4-etrafinda-toplamak-seklinde-tanimliyor-soylevden/
[3] Yavuz Bülent Bakiler, Tabuları Yıkmak, Yakın Plan Yayınları, Istanbul 2011, sayfa 71-74.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Kürt Milliyetçiliğinin İslâm’la İmtihanı

Kürt Milliyetçiliğinin İslâm’la İmtihanı
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
kürt milliyetciliginin Islam ile imtihani, kürt milliyetciligi, türk milliyetciligi türkcülük kürtcülük pkk ve kemalizm, öcalan ve atatürk öcalan ve m. kemal
***
DİN VE MİLLİYETÇİLİK arasındaki ilişki bağlamsal bir ilişkidir. Kimi örneklerde milliyetçilik dinî bir nitelik kazanırken, kimi bağlamlarda, din millîleştirilerek ‘ulusal din’ler oluşturulur. Leh milliyetçiliğinde Meryem figürü ulusallaştırılarak Polak bir simge haline getirilmiştir. Leh milliyetçiliği, Katoliklikten bağımsız düşünülemez. Kuzey İrlanda’da etnik çatışma Katoliklik-Protestanlık makasına oturur. Keza, Ermenilik ile Gregoryenlik arasında güçlü bir bağ vardır. Süryanilere mümeyyiz bir etnik vasıf kazandıran şey, konuştukları dil kadar mensup oldukları Hıristiyan ekolüdür.
Kürtlerin de, yaşadıkları beşerî coğrafyada kendilerini temyiz eden özelliklerinden birisi, Şafiilikleridir. Beraber yaşadıkları Türklerin ve Arapların genellikle Hanefi, İranlıların Şii olması, Şafii olmayı Kürtlükle ilişkili bir gösteren haline getirmiştir. Bu keyfiyet bütünüyle bağlamsaldır; çünkü Mısır ve Güneydoğu Asya Müslümanları da Şafii ekolüne mensuptur. Türkiye’de ise Şafii ekolüne göre namaz kılan birisini gördüğünüzde, onun Kürt olma ihtimali son derece yüksektir. Etnik kimlik ve dinî mezhep iltizamı arasındaki bu ilişki, bağlamsal olarak etnikliğin dinî bir gösteren üzerinden kendisini ifade etme sonucunu doğurmuştur.
Yahudilikle milliyetçilik arasındaki ilişki ise bir birebirlik/ayniyet ilişkisidir. Modern bir olgu olan milleti tarihte aradığımızda karşımıza çıkan en karakteristik örnek, ‘belden inen,’ bu yüzden de etnik ve dinî aidiyetin özdeşleştiği İsrail’in çocuklarıdır. Bu nitelik Yahudiliği İsrail’in çocuklarıyla sınırlı bir hale getirmiş ve Yahudi misyonerliğini neredeyse sıfırlamıştır. Yahudiler yaşadıkları toplumların dilini konuşsalar da, Yahudilikleri her zaman onların grup aidiyetlerini teşkil etmiştir. Bu yüzden istisnai olarak rastlanan İsrail’in çocuklarından olmayan Yahudiler, Etiyopya’dan İsrail’e ‘getirilen’ siyahî Falaşalar gibi, ait olduklarını ileri sürdükleri Yahudi toplumunda ‘ikinci sınıf’ Yahudi muamelesine maruz kalmışlardır.
Müslüman coğrafyada milliyetçilik ile din arasındaki ilişki, Yahudiliğin aksine, çoğu defa bir çatışma ilişkisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu ilişkinin ‘beraberlik’ şeklinde biçimlendiği örnekleri şimdilik bu yazının çerçevesi dışına alarak, çatışma ilişkisi örneklerine bakalım. Hem Arap hem de Türk milliyetçilikleri, İslâm’ı kendi ulusal formasyonlarının bir türevi olarak değerlendirmişlerdir. Michael Eflak’in İslâm’ı Arapların tarihteki en büyük başarısı olarak nitelemesi bunu gösterir. Tunus ve Cezayir’deki laik milliyetçi elit, İslâm’ı ‘yabancı’ bir kültür olarak kodlamış ve modernleşme adına İslâm’la savaşmışlardır. Modernist misyonerlik adına İslâm’a savaş açılan porototip örnek ise, Kemalist milliyetçiliktir. Etnik teheyyücü İslâm imanının yerine ikame etmeyi hedefleyen Kemalizm, bunu halk İslâm’ını doğrudan ortadan kaldırarak (tarikatların yasaklanması, sayısız tekke ve türbenin imhası), İslâm’ın süreklilik unsurlarını zayıflatarak (harf ve soyadı devrimleri, şehir mezarlıklarının yok edilmesi, dinî nikah ve yeminin reddedilmesi vs.), kitabî İslâm’ı ise Protestanlaştırarak (ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi, camilerin Kiliseye benzetilmeye çalışılması, çalışmanın ibadet olduğunun ileri sürülerek namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin yerine ikame edilmesi) ve son tahlilde dinî görünürlüğü yok ederek (sadece İstanbul’da yüzlerce caminin yıkılması, satılması, ahır veya depo yapılması, haccın yasaklanması, kurumsal din eğitiminin yasaklanması vb.) yapmaya çalışmıştır. Kemalistler bunu yaparken, ‘Ortodoks’ İslâm’ı ‘Arap’laştırmış, kendi ürettikleri Protestan İslâm’ı gerçek İslâm olarak sunarken, bilinen İslâm’ın Arap İslâm’ı olduğunu ileri sürerek onu ötekileştirmişlerdir. Bir taraftan Araplar aşağılanır ve ‘Türk’lere ihanet ettikleri ileri sürülürken, İslâm da Araplıkla ilişkilendirilip itibarsızlaştırmaya tabi tutulmuştur.
Son tahlilde Kemalistler, İslâm’ın aynı kıbleye yönelen, aynı ezana kulak kesilen, aynı bayramları paylaşan müminler topluluğunun hasılası olan ümmet bilincini, kendi ürettikleri ulusallığın karşısına koymuş, sistematik bir biçimde İslâm’la mücadele etmişlerdir. Mustafa Kemal’in ‘İslâm’ın Türklerin millî hislerini gevşettiği’ iddiası, bu durumu remzeder. Bu mücadele günümüzde de devam etmektedir.
PKK çizgisinde siyasallaşan militan laik Kürt milliyetçi seçkinleri de, Kemalizmin İslâm karşısında kendisini konumlandırma biçiminden önemli ölçüde etkilenmiş görünmektedir. Kurumsal komünizmin çöküşünden sonra, 1994’teki Kongresinde Marksizm-Leninizmi resmi olarak terk ettiğini açıklayan PKK’nın, İslâm’la ilişkisi esas itibarıyla ‘eyyamcı’ bir mahiyet arz etmektedir. Konjonktürel olarak değişiklikler gösteren bu çizginin Kemalizmi yeniden üreten yaklaşımını, Kürt laikçi milliyetçiliğinin önde gelen üç simasının yazdıkları üzerinden kısaca değerlendirmeye çalışacağım.
‘Melle’likten mürtedliğe’ uzanan hayat seyri içinde, Kürt ulusalcılığının en coşkun ve en laikçi tezahürlerini, Cigerxwin namıyla maruf Kürt şair ve aksiyoneri ‘Şeyhmus Hasan’ın şiirlerinde ve yazılarında görüyoruz. İslâm’ın halk katındaki tezahürlerini Kürt ulusal kimliğinin gelişmesini engelleyen bir faktör olarak gören Cigerxwin, Şiwanperver’in popülerleştirdiği “ Kime ez? ” (Kimim Ben?) isimli epik Divanında, etnik milliyetçi bağlanmanın tüm temalarına vurgu yaparken, ‘söz kılıcını’ Kürtlerin Müslümanlığına da uzatır:
Iro ji Lor û Kelhor û Kurmanc (Bugün Lorlar, Kelhorlar ve Kurmanclar)
Ji deste xwe berdan ew text û ew tac (O taht ve tacı ellerinden bıraktılar)
Bûne Olperest (Dinperest/yobaz oldular)
Bi tizbî û xişt (tesbih ve boncukla)
Ta dijmin şikand (Sonunda düşman kırdı)
Li me ser û pişt (başımızı, belimizi)
Me dan bin lingan dewlet û hebûn (Devlet ve varlığı/zenginliği ayaklar altına aldık)
Bûn dijminê hev perçe, perçe bûn (Birbirimizin düşmanı olduk, parça parça bölündük)
Ta ko Kurdistan (Öyle ki Kürdistan)
Ta ko Kurdistan (Öyle ki Kürdistan)
Jar û perîşan (Zavallı ve perişan)
Kete bin destan (Boyunduruk altına girdi)
Kîme ez? (Kimim ben?)
Kürtler tesbih ve boncukla oyalanırken düşmanın onları köleleştirmesi, Cigerxwin’in Tarixa Kurdistan (Kürdistan Tarihi) isimli çalışmasında da üzerinde yoğunlaştığı bir temadır. Kendilerini mellelere ve tarikat şeyhlerine isteyerek bende yapan, onların sömürüsüne çanak tutan(!), akıllarını ve varlıklarını onların cebine koyan(!) Kürtler’in bundan kurtulması, aşiret ve tarikat bağlanmasının ortadan kaldırılmasına ve Kürtlerin İslâm öncesi inançlarına dönmesine bağlıdır. Bunları sinik bir dille tasvir eden Cigerxwin’in söyledikleri, ‘Terzi Mehdi’ olarak bilinen, 1980 öncesinde Özgürlük Yolu fraksiyonunun desteğiyle Diyarbakır Belediye Başkanlığı yapan Mehdi Zana tarafından da dile getirilir.
Nasıl ki, Kemalistler, Türklerin Müslümanlaşmasından önceki inanç ve yaşayışlarını idealize edip gelecek tasavvurlarına temel yapmışlarsa, Kürt laikçi seçkinleri de aynı temayı Kürtler özelinde tekrarlamaktadır. Yarsanizm ve Yezidilikten çok, esas itibarıyla İranî karakter taşıyan Zerdüştlüğü ısrarla Kürdîleştiren Zana, bu inanışı Kürtlerin titreyerek dönecekleri ‘asıl’ları olarak tasvir etmekte, bununla yetinmeyerek Kürtlerin kılıç zoruyla Müslümanlaştırıldığını ileri sürmektedir. Aksiyon dergisine verdiği röportajda, Kürtlerin ‘yanlışlıkla’ Müslüman olduğunu ileri sürecek kadar banal ve tarih-dışı bir “akıl tutulması“ sergilemektedir. “Benim babam da hacıydı” türünden Kemalist bir özdeyişi tekrarlayan Zana, dinin beşeri durumun asliyetine ait olmadığını, sonradan türediğini ve insanları bölerek çatıştırdığını iddia etmektedir. Herhangi bir rasyonel değerlendirmeye konu yapılamayacak kadar tarih ve gerçek dışı bir kaba materyalizmi dillendiren bu Kürt ulusalcı bakış açısı, son olarak PKK’nın yönetimini ‘önderlik’ adına vekaleten deruhte eden Murat Karayılan’ın, Almanya’da yayınlanan Bir Savaşın Anatomisi/Kürdistan’da Askeri Çizgi adını taşıyan çalışmasında da dile getirildi. Kürt kimliğinin Alevîlik üzerinden inşasına olan özlemini dile getiren Karayılan, bağlılarının sayısı itibarıyla artık marjinal bir inanç haline gelmiş bulunan Zerdüştlüğü, ‘Kürtlerin ideolojik kimlik ve aynı zamanda inanç dini olarak’ yüceltirken, Cigerxwin ve Zana gibi, İslâm’ın Kürtlerin parçalanmasına yol açan bir unsur olduğunu iddia etmektedir.
Bu ifadeler, Kürtlerin aynı beşeri coğrafyayı paylaştıkları Türkler ve Arapları, İslâm imanının getirdiği “Müminler ancak kardeştir” esprisi içinde algılamalarına dönük bir tepkiyi yansıtmaktadır. Milliyetçilerin amentüsü “Yalnızca aynı ulusa mensup olanlar kardeştir” şiarına dayandığı için, geleneksel dindarlık düzeyi, Türkiye ortalamasının üzerinde olan Türkiye Kürtlerinin Türkleri ‘iman kardeşliği’ algısı içinde düşünmeleri, Kürt ulusalcılığının laikçi tasavvurlarına ve pan-Kürdist tahayyüllerine sekte vurmaktadır. Nakşiliğin Türkler ve Kürtleri birleştiren bir nitelik taşıması, Karayılan’ın Nakşiliğe tarihi gerçekliğe uymayan karalamalarda bulunmasına yol açmaktadır. Kürt coğrafyasına ondokuzuncu yüzyılda Süleymaniyeli Mevlana Halid’le giren Nakşilik, kısa zamanda büyük yaygınlık kazanmıştır. Bugün, Talabani ailesi Kadiri iken, Barzani ailesi Nakşidir ve Kürtlerde Nakşilik halen de en yaygın tarikat ekolüdür. Şeyh Ubeydullah Nehri’den Şeyh Said’e uzanan çizgide, Kürtlük hamiyetini İslâmi salabet içinde kavrayan Nakşilerin önderliğindeki Kürt hareketlerine karşı ‘Alevî’ Kürtlerin lakayt kalmaları ya da Kemalist güçlerin safında yer alarak mukavemet etmeleri, Karayılan’ı tahrik eden husus olmalıdır. 1930’a kadar Kürt milliyetçi hareketinin kendisini İslâmi çizginin içinde tutan Nakşi önderliğiyle yürüdüğünü, Şeyh Said ayaklanmasının arkasındaki örgüt olan ve Cigerxwin’in da mensup olduğu Azadi oluşumunun bu ayaklanmaya damgasını vuramadığı hatırlanırsa, Nakşiliğe dönük saldırıların aslında bir iktidar ayağına dayandığı anlaşılır.
Bugün bulunduğu noktada, amaçlarına ulaşmak için İslâm’a ihtiyaç duyan, bunun için de, 1930’larda Hewar dergisinin, Kürtlere Aryan atalar devşirip Zerdüşlüğü de din olarak yakıştırırken, 1941’den sonra bundan vazgeçmiş görünüp sayfalarında ayet ve hadislere yer vermeye başlaması gibi, ilk defa ‘muhafazakâr’ Kürtlere listelerinde yer veren, taziyelere katılıp dini bir dil kullanan ve mevlid okutan Kürt laikçi ulusalcılığı, yeri geldiğinde de, Kemalistlere İslâm’a karşı ortak cephe oluşturma teklifinde bulunmaktan kaçınmamaktadır. Kürt ulusalcı hareketinin siyasî kanadı BDP/HDP’nin devletin imamlarını’ boykot çağrısında bulunması, Ali’ye muhabbetin değil, Ömer’e duyulan buğzun ürünüdür. Bu çağrıya katılanların cahiliye asabiyetiyle hareket ettikleri açıktır. ‘Devlet’e duydukları tepkiyi, İslâm’ı araçsallaştırarak ifade etmek, gökteki güneşi yerdeki cam parçacıklarına tabi kılmaktır.
Kürtlerin ‘Kürtleştirilmesi’ sürecinin laikçi refleksleri, İslâm’la samimi bir yüzleşmeden kaçamayacaktır. Osmanlı-İran çatışmalarında geçiş koridoru olan Kürdistan coğrafyasının bu haline Kürt etnik hamiyetiyle tepki gösteren Şerefhan ve Ahmed-i Hani, Kürtlerin yegane ittisal noktasının ‘Kelime-i Tevhid’ olduğunu biliyorlardı. İslâmsız ya da İslâm’a karşı konumlanmış ulusalcı Kürt milliyetçiliği, sonunda kendi toplumuyla savaşmak zorunda kalacaktır. Kemalistlerin yaptığı gibi…
.
**********
.
KAYNAK:
.
Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Kemalizmin İki Yüzü, Etkileşim Yayınları, Istanbul 2014, sayfa 209 ve devamı.
.
Doç. Dr. Ahmet Yıldız 1966’da Diyarbakır’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Milleti Nasıl Aldattılar? Memleketi Nasıl Yıktılar? Mukaddesatını Nasıl Çiğnediler?

Milleti Nasıl Aldattılar? Memleketi Nasıl Yıktılar? Milletin Mukaddesatını Nasıl Çiğnediler?
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
esref edib kara kitap chp'nin zulmü, kemalist zulümler, yakin tarihimiz, milleti nasil aldattilar mukaddesatina nasil saldirdilar fahrettin günEşref Edib
***
Tanzimat dediler; memleketin temel bünyesini, temel nizamını tahrip ettiler.
Islahat dediler; baştan aşağı bütün milli düzeni ifsad ettiler.
Meşrutiyet dediler; istibdat (baskı) çetesi kurdular.
Laiklik dediler; din ve vicdan hürriyetini en ağır zincirlerle bağladılar.
Demokrasi dediler; en koyu diktatörlük idaresi tatbik ettiler.
Medeniyet dediler; vahşet ve rezalet getirdiler.
Bütün bu bozguncu hareketin neticesi ne oldu?
O, meydanda:
Tanzimatçıların Frenkleştirme (Batılılaştırma) hareketi, Müslüman Türk milletinin hükümranlığını sarstı; içtimai (sosyal) hayatını bozdu; Müslüman Türk heyet-i içtimaiyesini (toplumunu) Hıristiyan heyet-i içtimaiyesinin tesir ve nüfuzu altına soktu, devleti iflasa sürükledi, zayıf düşürdü, nihayet Moskof orduları Istanbul kapılarına dayandı.
Ittihadçılar aynı zihniyeti takip ederek memleketi farmason localarından idareye kalkıştılar. 10 seneye varmadı; koskoca Imparatorluğu inkıraza (yıkılmaya) sürüklediler, devletin temellerini yıktılar. Kıt’alar elden gitti, memleket parçalandı, perişan oldu.
Kalan bir karış toprakta Halkçılar (CHP), Ittihadçılardan devraldıkları sapık, bozguncu zihniyeti bütün hızıyla yürüttüler. Bütün gayz (öfke, hınç) ve kinleriyle milletin maneviyatına saldırdılar. Mukaddesatına hücum ettiler. Din müesseselerini kapattılar, mekteplerden din derslerini kaldırdılar. Allah, Peygamber tanımayan derbeder (başıboş, serseri) bir nesil yetiştirdiler.
Bu batıl zihniyetin misyonerleri, Türk milletinin geri kalmasının sebebini Islam Dini’ne atfediyorlardı. “Dini, medeni hayata mani bir zehir” olarak telakki etmişlerdi. Türk milleti, dininden tecrit edilecek (uzaklaştırılacak) olursa yükseleceği iddiasında idiler. Bütün programlarını buna göre tanzim etmişlerdi. Icraat ve tatbikatları da bu yolda idi.
Hani, milleti yükseltme yolunda ne yaptılar?
Islam’a karşı bu hasmane tezleri üzerinden çok uzun zamanlar geçtiği halde ne hünerler gösterdiler?
Kalkınma şöyle dursun, cehalet ve sefaletin daha umumileşmesinden (yaygınlaşmasından) başka ne netice hasıl oldu?
Müterakki (ileri) milletlerin kalkınma hamleleri umumiyetle 25-30 sene arasında tamamlanmıştır. Bizde ise evvelce bir asır, sonra da yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde ilim sahasındaki geriliğimizde hiçbir ilerleme olmamıştır.
Türkiye’nin bundan yarım asır evvelki dünya ilim seviyesine nazaran durumu ile bugünkü dünya ilim seviyesine nazaran durumu karşılaştırılırsa, umumi dünya terakkisi (ilerlemesi) karşısında bizim ilerici misyonerlerin hiçbir terakki göstermedikleri apaçık anlaşılır:
Terakkiye mani diye Islamiyet’e arka çevirdiler de beynelmilel (uluslararası) sahada kaç tane alim yetiştirdiler?
Ne gibi bir keşifte bulundular?
Nobel mükafatını mı aldılar?
Bugün müterakki bir milletin seviyesi, yetiştirdiği alimlerin miktarına göre ölçülür.
Işte Islamiyet’i terakkiye mani addeden batıl zihniyet misyonerlerinin, cahil ve liyakatsiz Halkçıların (CHP) ve o yolda gidenlerin tezlerinin ne kadar boş olduğu, Islamiyet’e karşı yaptıkları iftiranın ne kadar hasmane olduğu bugün tamamıyla anlaşılmıştır. Çünkü bütün davaları iflas etmiştir. Artık bugün Islamiyet’e karşı yapacakları bir isnadları kalmamış, bütün batıl davaları akamete (kesintiye) uğramış, davaları gibi cemiyetleri de haybet (hayal kırıklığı) ve hüsrana mahkum olmuştur.
Demek istiyoruz ki, evvelce bir asır, sonra da yarım asra yakın bir zaman, tecrübesi yapılan ve sonunda iflas etmiş olan Halkçıların bu batıl zihniyetlerinin devamına ve bu tecrübenin tekrarına artık milletin tahammülü, güveni yoktur. Bu batıl zihniyetin kökü mutlaka kazınmalıdır. Bu yapılmadıkça Müslüman Türk milleti için halas (kurtuluş) imkanı yoktur.
.
**********
.
KAYNAK:
.
Eşref Edib, Kara Kitap, (Hazırlayan: Fahrettin Gün) Beyan Yayınları, Istanbul 2012 [Istanbul 1967], sayfa 42-46.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Kemalist Rejimin Şapka yüzünden idam ettiği Şalcı Bacı

Kemalist Rejimin Şapka yüzünden idam ettiği Şalcı Bacı
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
salci baci, ilk asilan kadin, tatar hasan pasa, cetin altanin dedesi, ahmet altan salci baci, komünizm diye diye, sapka kanunu salci baci, sapka giymedi diye asilan kadin kadina siddet***
23 Nisan 1920’de hem yeni seçilen mebusların katılımı hem de Istanbul’daki Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen mebusların katılımıyla Ankara’da dualarla açılan “Millet Meclisi”ne, Yunan zaferinden(!) sonra darbe yapan M. Kemal, kendi tabiriyle “kız gibi bir meclis” yapmak için kendi onayladığı isimlerden oluşan “Ikinci Meclis”i kurdu.[1] Şapka kanunu, işte M. Kemal’in kurduğu bu meclisten çıktı.
Tahsin Varol’un da belirttiği gibi, yaptıkları kendilerine göre “inKIlâb” yani “devrim”dir ama aslında yaptıkları şey “inKİlâb” yani “köpekleşme”den başka bir şey değildir. Öyle ya! Anadolu’yu bir baştan bir başa işgal eden yedi düvel nasıl olmuştur da savaşsız, çatışmasız, pılısını-pırtısını toplayarak çekilivermiştir bu topraklardan?
Onlar, Anadolu’yu kendilerine terk ediveren Efendilerinin “kilâbı” olmuşlar, milleti de kendileri gibi “kilâblaştırma” sevdasına kapılmışlardı. Sahipleri, kalsalar kendilerinin yapamayacakları bu melanetleri, içimizden seçtiklerine yapmalarını şart koşarak bırakıp gittiler ki, bu millet daha çabuk bendeleri olsun! (…)
Kendilerine göre “inkılâb” (devrim) yaptıklarını iddia eden herif-i nâşerîfler, [Iskilipli Atıf Hoca’dan sonra] “şöyle üç-beş kişiyi daha idam ediversek de yüreklere korku salsak” diye fellik fellik birilerini daha arıyorlar. O birini Erzurum’da buluyor zamanın garnizon kumandanı Tatar Hasan Paşa.
Erzurum’da halk içinde Şapka Kanunu’na gösterilen muhalefet üzerine Garnizon Komutanı Tatar Hasan Paşa ile ilin valisi Zühtü (Durukan) kafa kafaya vererek bu muhalefeti kırmak için “daha kestirmeden” bir çözüm arayışına düşmüşlerdi. İşte ŞALCI BACI’yı idama götüren gelişmeler böyle başladı.[2]
Alparslan Yasa, “Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi” adlı çok kıymetli ve herkesin okumasını ısrarla tavsiye ettiğimiz kitabında Şalcı Bacı hakkında şunları yazıyor:
“(Kocası Balkan Harbinde şehit düşen) Şalcı Bacı çok haysiyetli dindar bir hanım şahsıyetiyle, kimseden yardım kabul etmez, kendi el işlerini satarak binbir güçlükle ve kıt-kanaat (Sinan, Ayten ve Aziz) adlı çocuklarının rızkını çıkarırdı. Esnaf onu çok sever, himaye eder ve kendisini, ördüğü pek güzel şallara atfen Şalcı Bacı diye çağırırdı. O dışarıda nafakasını kazanmaya çalışırken, iki odalı küçük kerpiç evlerinde, (3 yaşındaki) küçük oğluna, çocuğun ablası ve ağabeyi bakardı.”[3]

25 Kasım 1925 Çarşamba günü, CHP Hükumeti Erzurum’da örfi idare ilan etmiş, böylece insanların hayat veya memâtı hakkında iki kişi selahiyetli kılınmıştır: Vali Zühtü Durukan ve Müstahkem Mevki Kumandanı Tatar Hasan Paşa…
*
Salci Baci, salci söhret kadin, vali zühtü durukan, tatar hasan pasa, cetin altanin dedesi tatar hasan pasa, erzurum sapka, sapka kanunundan asilanlar, sapka kanunu idamVali Zühtü Durukan…
***
26 Kasım 1925 Perşembe akşamından itibaren, CHP Iktidarının bu iki temsilcisi, Valilikte kafa kafaya verirler ve evvelden hafiyelerin verdiği bilgilere dayanarak bertaraf edilmesini planladıkları ve bu plana göre nezaret altına aldırdıkları şahısların muhakemesine başlarlar. Bunlar tamamen göstermelik muhakemelerdir. Ortada ne ciddi bir tahkikat var, ne müddeiumuminin (Savcı) iddianamesi, ne maznunun müdafaanamesi… Bu iki kişi peş peşe onlarca insanı ipe gönderirler… Peki ne cürüm işlemişlerdir? Devlete silahlı isyana mı kalkışmışlar, ihtilale mi teşebbüs etmişler, adam mı öldürmüşler? Mes’ele nedir? Bütün mes’ele, kendilerine cebren (zorla) şu menhus şapkanın giydirilmesine, yani Temel Insan Hak ve Hürriyetlerinin çiğnenmesine itiraz etmiş olmalarıdır![4]
Göstermelik muhakemede Şalcı Bacı’ya sorulur:
“- Şapkaya ne dersin? Sen şapka giyer misin?”
Şalcı Bacı bir an düşünür, cevap verir:
“- Şapka erkek kısmının işi! Kadın kısmı şapka mı giyer? Giymem elbet!”
“- Madem öyle, hükmün idamdır!”
Şalcı Bacı, kendini tutamaz ve haykırır:
“Ula kavat! Kadın şapka giye ki asıla!”
Tatar Hasan Paşa bu laf üzerine sinirlenir. O kadar askerinin içinde bir kadından hakaret yemiştir. Renkten renge girer. Askerlere işaret ederek, emir verir:
“Alın hemen bu kadını götürün. Diğerlerinin yanına koyun.”[5]
27/28 Kasım 1925, Cumartesi, fecir vakti, idam mahkumu diğer altı dindaşıyle beraber onu da Taş Anbarlar Mevkii’ne götürürler. Darağacında Çulha Nedim Efendi sallanmaktadır ve yedi darağacı daha kurbanlarını beklemektedir. Diğer idamlık mazlumlar gibi, onlar da, son dilek olarak, iki rekat namaz kılma ricasında bulunurlar.(…)
*
Salci Baci, salci söhret kadin, erzurum tas ambarlar mevkii, vali zühtü durukan, tatar hasan pasa, cetin altanin dedesi tatar hasan pasa, erzurum sapka, sapka kanunundan asilanlar, sapka kanunu idamŞalcı Bacı’nın, diğer altı dindaşıyle beraber asıldığı Taş Anbarlar Mevkii…
***
Bilcümle Müslüman geçmişleri ve kendi mazlum ruhları için Fatiha okur, sonra sehpalara yürürler… Lakin bir mes’ele vardır: Gaddarca asılanlardan birinin kadın olduğu öğrenilirse, belki de büyük hadise çıkar! Öyleyse ne yapmalı? Tatar Hasan Paşa emreder, bir un çuvalı bulup Şalcı Bacı’nın kafasına geçirir, onu tanınmaz hale getirirler…
Şalcı Bacı, bir defa daha kendini tutamaz ve bu zalimlerin suratına haykırır:
“- Ula kavat! Sen nasıl adamsın! Hem kadın kısmını asarsın, hem de belli olmasın diye un çuvalı geçirirsin! Ödlek herif! Yüreğin varsa, kadın astım, desene!”
Ama bu kararmış vicdanlarda yürek de yoktur! Tatar Hasan Paşa emir verir, sehpalara tekmeler vurulur ve yedi mazlumun daha ruhları Illiyîn’e uçuşur…
*
Salci Baci, salci söhret kadin, tatar hasan pasa, cetin altanin dedesi tatar hasan pasa, erzurum sapka, sapka kanunundan asilanlar, sapka kanunu idamÇetin Altan’ın Dedesi Tatar Hasan Paşa…
***
Mazlumların mübarek naaşları üç gün darağaçlarında sallanır durur… Bütün Erzurum, bütün Türkiye dehşet içinde, neredeyse nefes alıp vermeye çekinmektedir… Sene 1925’dir… Devir, bütün Türkiye tarihinin en karanlık devridir… Türkiye, daha uzun seneler bu kabustan çıkamayacak, sonra bir gün gelecek, nisyân ile mâlûl olan hâfıza-i beşerler, bütün bu mezâlimi unutup gidecek, daha da kahredicisi, bu zalimleri kahraman ilan edecek ve onlara tapınacaktır!
Üç gün sonra, şehidlerin naaşlarını bir at arabasına doldurur, Erzurum’un kenar mahallelerinden Gez Mahallesinde kazılan hendeklere atıp üzerlerini kapatırlar.[6]
1938’de şehir yeniden düzenlenirken bu toplu mezarlar, cenazeler sahiplerine iade edilmek üzere açıldı. Şalcı Bacı’nın oğlu Sinan anasının cenazesinin nakledilişini uzaktan ağlayarak izledi. O kadar yıl sonra bile korkusundan cenazeyi teslim alamadı. Şalcı Bacı’nın ve asılan birçok kişinin cenazesi ise hala Erzurum’un Tuzcu köyündedir.[7]
Bugün Ulusal basın dediğimiz devletten güdümlü Istanbul gazetelerinden Hakimiyet-i Milliye, Akşam, Tanin ve Cumhuriyet gazetelerinin hiçbiri bu olayı yazmadılar, insanlık dışı cinayeti millete duyurmadılar. Hükümetin yahut mahkeme heyetinin beyanatlarında da en ufak bir ima olmadı. (…) Yirmi iki erkekle birlikte onu da salben (asılarak) idam ettiler. Yalnız Şalcı Şöhret Kadın’ı halktan daha fazla tepki almasın diye başına beyaz un çuvalı geçirip astılar. Hükümetler ve basın Şalcı Şöhret Kadın’ın idamını yıllarca gizledi.[8]
Ancak yıllar sonra Çetin Altan, Dedesi Tatar Hasan’ın günahını itiraf etti:
“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. Ismet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa’nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce “Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki” demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamışım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.”[9]
Erzurum’da şapka direnişi yüzünden ve çoğu eşraftan, 22 insan asıldı. Üç kişi fail-i meçhule kurban gitti ve sekiz kişi onar yıl Kalebend ve Nefy cezasıyla Sinop’a sürgün edildi.[10]
Ama M. Kemal’e göre bunların hiç ehemmiyeti yoktu. Nitekim şapka kanununu çıkarmaya karar verdiği zaman, Inebolu’da yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız! İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim! Bunun ehemmiyeti yoktur…”[11]
.
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] Ismail Habip Sevük, Atatürk Için, cild 1, sayfa 274.
[2] Tahsin Varol, “ŞALCI BACI’yı Hatırlayan Var mı?” Varide.net, 10 Şubat 2013.
http://www.varide.net/index.php?option=com_content&view=article&id=2833:alci-baciy-hatrlayan-var-m&catid=53:tahsin-varol&Itemid=224 (Son erişim tarihi: 26.04.2015)
Milli Mücadele’de sadece Yunanlılara karşı savaşmıstık. Tafsilat için bakınız;
http://belgelerlegercektarih.com/2012/10/17/milli-mucadelede-sadece-yunanlilara-karsi-savastik-5-bolum/
Ayrıca şu yazıların okunmasında da fayda var:
http://belgelerlegercektarih.com/2012/11/24/ataturku-samsuna-vahdettin-gonderdi-belgelerle/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/12/10/m-kemal-ataturkun-ingiliz-istihbarati-ile-gizli-iliskisi-desifre-oldu/
http://belgelerlegercektarih.com/2012/07/11/hasta-adam-misak-i-milli-kurtulus-savasi-m-kemal-ataturk-ve-kemalizm-afyonu/
http://belgelerlegercektarih.com/2014/05/24/sultan-vahdettin-m-kemali-neden-anadoluya-gonderdi-ingilizler-nicin-izin-verdi-oyun-icinde-oyun/
[3] Ş. Alparslan Yasa, Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi, Hitabevi Yayınları, Ankara 2014, sayfa 464, 465.
[4] Ş. Alparslan Yasa, Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi, Hitabevi Yayınları, Ankara 2014, sayfa 455, 456.
[5] Sefer Darıcı, Şalcı Bacı -Türkiye’de Asılarak Idam Edilen Ilk Kadının Öyküsü, Destek Yayınevi, Istanbul 2013, sayfa 171, 172.
[6] Ş. Alparslan Yasa, Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi, Hitabevi Yayınları, Ankara 2014, sayfa 466-468.
[7] Sefer Darıcı, Şalcı Bacı -Türkiye’de Asılarak Idam Edilen Ilk Kadının Öyküsü, Destek Yayınevi, Istanbul 2013, sayfa 196.
[8] Mehmet Sılay, Iskilipli Atıf Hoca (1876-1926) 3. Baskı, Düşün Yayıncılık, Istanbul 2011, sayfa 71, 72.
[9] Çetin Altan, Kahrolsun Komünizm Diye Diye, Bilgi Yayınevi, Ankara 1976.
[10] Mehmet Sılay, Iskilipli Atıf Hoca (1876-1926) 3. Baskı, Düşün Yayıncılık, Istanbul 2011, sayfa 367.
[11] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cild 2, 5. Baskı, Türk Inkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1997, sayfa 221 – 222. [27 Ağustos 1925]
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi

Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
sapkali köylüler, üstü yirtik köylüler kültür jenosidi, sapka inkilabi sapka devrimi***
Asırlardır, Avrupa, Türklüğü yok etmek, en azından Balkanlar’dan ve Anadolu’dan koparıp Asya içlerine sürmek emelindeydi. 19. asırda, onun düşmanlığına, – Kapitalizm, Komünizm, Farmasonluk gibi birçok alet- fikriyatı ve bunların teşkilatlarını yedeğine alarak- siyonizm ve dünya hakimiyeti emeli güden Gizli-Kuvvetin düşmanlığı zammoldu.
Gizli-Kuvvet, Türklüğe cepheden hücum etmek yerine, onu yok etmek için, bir başka strateji geliştirdi. Tarihi tahrif ederek ve bir yığın fikri hokkabazlıkla, Türklerin Ârî ırktan geldiği, Türkçenin bir taraftan aslında dünyanın en eski dili ve bütün dillerin yahud en azından büyük kültür dillerinin anası olduğu, diğer taraftan da Hind-Avrupa dil ailesine dahil bulunduğu, Sümer’den Mısır’a, Akdeniz medeniyetlerine kadar bütün büyük medeniyetlerin temelinde Türk unsurunun yer aldığı, tarihlerinin Islam evveli devresi muhteşem iken, aksine Islam devresinin bir inhitat, bozulma ve düşüş devri olduğu gibi sakîm -hatta hâinâne olmasa ahmakça diyebileceğimiz- müddeâlar (iddialar) ortaya atarak ve bu hezeyanlara da “Güneş-Dil Teorisi” adını takarak, Leon Cahun’lerden Tekin Alp’lere ve Sabataî Reise kadar, ısrarla, Türklerin, Müslümanlıkla alakalarını kesip Avrupa milletleri arasındaki tabii yerlerini almaları lazım geldiği fikrini işledi.
Deli saçması olmakla beraber, bu müddealar sadece birer fikir olarak kalsaydılar, icab eden cevap verilir ve istihzayla ademe mahkum edilirlerdi. Lakin bunlar, gülünç birer iddia olarak kalmadılar; cebren (zorla) ve hileyle iktidarı zapteden mütegallibenin Türklüğe karşı amansız bir topyekun kültür jenosidi siyasetine müncer oldular.
Bu topyekun kültür jenosidi, Lozan’da, Gizli-Kuvvet ile onun Türkiye’deki uzantısı ve Avrupa arasında ortak bir proje haline geldi. Böylece, Milletin canını dişine takarak onca fedakarlıkla yürüttüğü ve sonunda askeri bir zafer elde ettiği Istiklal Harbinin, Lozan’da, bir kurtuluş fermanıyle neticelenmesi umulurken, tam aksine, Lozan, Türklüğün ve Müslümanlığın bir ölüm fermanı oldu. Nitekim, Türkiye’de Lozan sonrası yaşananların, hep Lozan’daki projenin tatbikatı olduğu anlaşılmakta ve bu bakımdan, onların, başlangıcından günümüze kadar, daima, Insan Haklarını kendine alem yapmak iddiasındaki ikiyüzlü Avrupa’nın alkışları altında cereyan ettiği gözlenmektedir. (…)
Milli kültürümüze, 1923 Lozan Muahedesi veya Projesi mucibince, topyekun harb ilan edilirken, hedef, Milletimizi toptan Avrupalılaştırmak, diğer tabirle Frenkleştirmek idi.(…)
Türkler, Avrupa Medeniyetinin alternatifi olan Islam Medeniyetinin ortak kurucusu olduklarına, şahsıyetleri tamamen bu medeniyet tarafından yoğrulduğuna ve hiçbir mugalata bu tarihi hakikati değiştiremeyeceğine göre, onların Avrupa Medeniyetine intisab etmeleri, kendilerine mahsus şahsıyetlerini kaybetmekten, bambaşka bir hüviyete bürünmekten, diğer tabirle temessül etmekten başka ne manaya gelebilir? (…)
Hiç şüphesiz, Türkiye’nin yeri elveliyetle Yakın-Doğu’da ve ikinci derecede de bütün Islam coğrafyasındadır. Bu cihetle, Türkiye, ilk merhalede, Avrupalıların Birlik stratejisine benzer şekilde, tedricen gerçekleştirilecek bir Yakın-Doğu Birliği’ne ve ikinci merhalede de bir Islam Birliği’ne önayak olabilir. Böyle bir birlik, Avrupa’ya düşmanlık manasına gelmez. Sadece, Türkiye, Yakın-Doğu ve bütün Islam Alemi, şahsıyetlerini muhafaza ederek ve imkanlarını birleştirerek sulh içinde kalkınma, gelişme imkanı elde etmiş olurlar. Avrupalılar da bizimle aynı Insanî Ahlak ve Hukuka sahip çıktıkları müddetçe, arada çatışma değil, ancak işbirliği ve meşru yarış olabilir ve bundan da bütün Insanlık kârlı çıkar.
Diğer taraftan, zannımızca, madde ile mananın en güzel bir terkibini ifade eden bizim Medeniyetimiz, Avrupa Medeniyetinden üstündür. Bu bakımdan, şahsıyetli bir Islam Birliği, daha insanî bir hayat yaşamak için, Avrupalılara da müsbet bir örnek teşkil edebilir.
Son bir-iki asır zarfında, Avrupa’nın Islam Aleminden üstünlüğünün müdafaa edilebileceği üç cihet mevcuddur:
Ilim ve fen,
Sanayi ve iktisad,
Insan Hak ve Hürriyetleri…
Halbuki, Avrupa Medeniyeti, müsbet ilim zihniyet ve usulunü tamamen Islam Medeniyetine medyundur. Insan Hakları için de bu tesbit büyük ölçüde cârîdir. Sanayileşme ve iktisadi gelişme ise bilhassa bu ilk iki değerin mahsulüdür. Üstelik, Avrupa, emperyalist / sömürgeci siyasetleriyle, bu son asırlar boyunca, Islam Aleminin sanayileşmesini ve iktisadi inkişafını hep baltalayagelmiştir; yani bu sahalardaki geriliğimizin birinci derecede bir sebebi, Avrupa emperyalizmidir. Öyleyse şimdi, daha fazla kalkınmak, iktisaden ve hukuken daha fazla ilerleyebilmek için Avrupa’nın kucağına atılmak, mâkul, haklı bir davranış olabilir mi? Onlara: “Gölge etmeyin, başka ihsan istemez!” demek daha doğru değil midir?
Hayır, ilerlemek için, bizim başlıca ihtiyacımız, şu saçma eziklik duygusundan kurtulup yine kendimiz olmak, aslımıza dönmek, tekrar Müslüman, tekrar Türk olmaktır; bütünüyle milli kültürümüzü canlandırıp, onu, bir taraftan, Insan Hakları ve ilim zihniyetiyle uyuşmayan bütün unsurlardan temizlemek, diğer taraftan da, günümüz hayat ve dünya şartlarında hayatiyetini muhafaza edecek şekilde zenginleştirmektir.
Kendimize dönmek, Milli Kültürümüzü ihya etmek ve onu daha da zenginleştirmek ise, kültür jenosidcilerini tarih önünde muhakeme ve mahkum etmemiz ve bu jenosidin bilumum kurbanlarına iade-i itibarda bulunmamız şartına tabidir. Açıktır ki Milletimiz, Türkiye’de putlar devrilmeden, hayatımız onların manevi tasallutundan kurtulmadan kendine gelemeyecektir.
Biz, Insanî Ahlaka da, Insanî Hukuka da tamamen hürmetkar ve sâdıkız! Bu ahlak ve hukukun bir icabı ve onunla kayıdlı olarak, sadece kendimiz olmak istiyoruz!
Bize düşmanlık yapan ve insanlık suçu işleyenleri tek tek teşhir ediyor ve onlara karşı kendimizi müdafaa ediyoruz. Onların kötülüklerini teşhir ederken, bundan zevk değil, derin bir teessür duyuyoruz. Mahatma Gandhi’den öğrendiğimiz gibi, günahkardan değil, onun günahlarından nefret ediyoruz. Asla onların bize reva gördüğünü biz de onlara yapmak emeli gütmüyoruz. Bize haklarımızı vermek, kendimiz olmamıza mani olmamak şartıyle kıllarına halel getirmek gibi bir niyet beslemiyoruz. Bize durmadan tuzak kurmaktan, ihanet etmekten, bizi sırtımızdan hançerlemekten, bize -aslında, çok kerre, bizim değil kendilerinin işlediği- cürümlerle iftira etmekten vazgeçip Temel Insan Hak ve Hürriyetlerimize riayet ederlerse, kendileriyle, daima sulh içinde yaşamak isteriz ve bu çerçevede kendilerinin bilumum meşru haklarına hürmet etmek azmindeyiz. Lakin karşılıklı olmıyan iyi niyetin bir kıymeti yoktur.
***
Mümtehine Suresi:
7 – Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
8 – Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.
9 – Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.
.
**********
.
KAYNAK:
.
Ş. Alparslan Yasa, Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi, Hitabevi Yayınları, Ankara 2014, sayfa 599-612.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Osmanlı’da içki yasağı

Osmanlı’da içki yasağı
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
osmanlida icki yasagi, osmanlida sarap yasagi, osmanlida uyusturucu yasagi, padisahlar icki icer miydi, padisahlar isret, Padisahlar sarap icer miydi, osmanlida sarhos edici maddeler 1Sultan II. Bayezid Kanunnamesi’nde yer alan içki yasaknamesi…
***
Bilindiği gibi içki; Islam’da kesin hükme göre haram kılınmıştır.[1] Türkler de Müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra, Islamiyet’e ters olan tüm adetlerini ve geleneklerini hem fiilen hem de nazaran terk etmeye çalışmışlardır. Ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar devrinde Karahanlı Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınmış olan “Kutadgu Bilig”in “Beyliğe Layık Bir Beyin Nasıl Olması Lazım Geldiğini Söyler” başlıklı 28. bâbında yer alan şu beyitler bunu açıkça yansıtmaktadır:
“2091 – Bey içki içmemeli ve fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket yüzünden, sonunda ikbal elden gider.
2092 – Dünya beyleri şarabın tadına alışırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur.
2093 – Dünyaya sahip olan vaktini kumara verirse, memleketin bozar ve kendisi de muhtaç duruma düşer.
2094 – Devlet işleri ihmal edilir ve vaktında yapılmazsa, arkasından avcı kuşla takip etsen bile, bir daha ele geçmez.
2095 – Bilgi veren ve bilgisizi yererek, içkiden men eden insan ne der, dinle.
2096 – Ey içki düşkünü, boğazının esiri, içki içme; içki içersen, sana fakirlik yolu açıldı demektir.
2097 – Avam içkiye müptelâ oldu, malı rüzgâr gibi uçtu; bey içkiye müptelâ olursa, memleketi nasıl durur.
2098 Bu içki ve meyhaneci düşmandır, insanın parasını alır; içki içen hırçın ve kavgacı olur.
2099 – Insan sarhoş olursa, deli olur ve aklını kaybeder; deli hiç doğru iş yapar mı?
2100 – Takva sahibi insan ne der, dinle; ey boğazının kulu, bu söze göre hareket et.
2101 – Yapılacak nice işler içki yüzünden yapılamaz; yapılmaması gereken nice işler de sarhoşken yapılır.
2102 – Nice uygunsuz işler içki yüzünden işlenir; nice iyi işler sarhoşluk yüzünden geri kalır.
2103 – Bey içki içer ve oyunla vakit geçirirse, memleket işini düşünmeğe ne zaman fırsat bulur.
2104 – Nerede fesat olursa, oradan saadet kaçar, gider; fesat, şüphesiz, her yerde daima beyliğe halel getirir.
2105 – Saadet ve ikbal temizdir, her yerde temizlik arar; bu saadet durudur ve ancak saf olanı destekler.
2106 – Bey içkiye müptelâ, müfsit ve kaba olursa, onun bütün halkı da ayyaş olur.”[2]
*
kemal-atatc3bcrk-mal-varligi-serveti-ankara-orman-ciftligi-bira-fabrikasi-acilisi-cocuk-icki-icerken-alkol-atatc3bcrk-kc3b6tc3bc-c3b6rnek-atatc3bcrk-bira-cocuk-atatc3bcrk-cocuk-ickiKarahanlı Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınmış olan
Kutadgu Bilig’e göre, M. Kemal beyliğe, yani idareciliğe layık değildir…
***
Karahanlılar’dan sonraki Müslüman Türk devletlerinde ise içki, resmi hukukları olarak kabul ettikleri kendi fıkıh kitaplarında yasaklanmıştır.[3]
Osmanlı hukukçuları da kuruluş yıllarından itibaren Islam’ın haram kıldığı içkiyi ve hatta her türlü şarhos edici içeceği haram kılmıştır.[4] Ve yasağa uymayanların Islam’ın uygun gördüğü (hadd-i şirb)[5] cezasına çarptırılacağını bildirmişlerdir. Bunu Şer’iyye Sicillerinde gördüğümüz gibi Osmanlı Kanunnameleri’nde de görmekteyiz.
Osmanlı padişahları, çok az istisnalar dışında, hem fiilen ve hem de kavlen Islâm’ın getirdiği içki yasağına uymuşlar ve bu yasağa uyulması için gerekli hukukî tedbirleri almışlardır. Bütün Osmanlı Padişahları bu konuda hassastırlar; ancak bunlardan II. Bayezid’e ait olan bir fermanın, sadeleştirilmiş metnini, sizlere takdim ederek, meseleyi bütün yönleriyle vuzuha kavuşturmak istiyoruz:
“1 – Dergâhıma arz olundu ki, sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde, açıkça şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefahetin irtikâb edildiği görülmüştür. Ayrıca Islâm’ın şeâirine ri’âyet edilmeyerek fâsıklarm bu gibi gayr-i meşru fiilerinden, bütün müslümanların ve özellikle de âlimler ve sâlihlerin rahatsız olduğu bildirilmiştir.
2 – Durum böyle ise, emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker[6] vazifesi boynumuzun borcu olması hasebiyle, bu gayr-i meşru fiillerin yasaklanması için, görevli olarak Hamza’yı gönderdim ve aşağıdaki talimatı verdim:
3 – Emrim size ulaşınca, bu konuda tam ihtimam gösteresiniz. Sen ki, sancak beğisin, kâdîlarsınız. Bizzat bu işin üzerinde durub kazanızdaki halka, şehirlerde, köylerde ve kasabalarda tekrar te’yîd ve tehdit ile yasak edesiniz.
4 – Bundan sonra hiç bir yerde, fâsıklar toplanıp açıkça günâh işlemeyeler ve Islâm’ın şe’airine gereği gibi ri’âyet edeler.
5 – Sen ki, sancak beğisin, bu hususu görüp gözetip emrime aykırı hareket edenleri kâdî kararıyla hakkından gelip, şer’î hükümleri ve emirlerimi icra edesin.
6 – Bu memleketlerin subaşıları (emniyet âmirleri) ve yardımcıları da, bu konuda, kadîlara yardımcı olalar. Gayr-ı meşru fiillerin kaldırılması hususunda kadıların yanında yer alalar ve kimseye düğünlerde ve toplantılarda, Islâm’ın emirlerine aykırı iş ettirmeyeler. Edenleri mahkemeye sevkedip, şer’î yargılama neticesinde haklarından geleler.
7 – Siz ki, kâdîlarsınız, her biriniz, bu fermanımın bir örneğini şer’iye sicillerine kaydedesiniz ve daima icra edesiniz. Bu konuda ihmal ve müsamaha göstermeyesiniz. Ihmal ve müsamaha ettiğiniz duyulursa, sadece görevinizden azledilmekle kalmazsınız, büyük cezalara çarptırılırsınız. Bu yazılı emrimin, size ulaştığını, görevli memurum ile bana bildiresiniz.
Şöyle bilesiniz ve alâmet-i şerife itimat edesiniz.”[7]
Osmanlı devletinde her türlü sarhoşluk verici maddeler yasaklanmıştı. Buna dair bir belge;
osmanlida icki yasagi, osmanlida sarap yasagi, osmanlida uyusturucu yasagi, padisahlar icki icer miydi, padisahlar isret, Padisahlar sarap icer miydi, osmanlida sarhos edici maddeler 2“Yıldız Sarayı Hümâyûnu
Baskitâbet Dâiresi
2341
Müskiratın memnu’iyyet-i isti’mali hakkında irâde-i şerefsadıre-i cenâb-ı hilâfetpenâhi mantuk-ı alîsi üzere vazifedaranca takayyüdat ifa edilmekte olduğu halde şu sıralarda ol-bâbda müsamaha vuku’a gelmekte olduğu haber alınmakta ve hatta me’murinden bazıları tarafından müskirat resminin Duyun-ı Umûmiye’ye ait olması cihetiyle bunun memnu’iyyeti istihlâkını ve dolayısıyla resm-i mezkûrun mikdârını tenkıs edeceği yolunda mütalaâ serd edildiği işitilmekte olmasıyla gerek bu bâbda ve gerek matbu’âtdan muntazar olan tehzib-i ahlâka bedel aksi hal muzırrı dâcî olmakda bulunan bir takım Romanlar hakkında memnu’iyyetin kemakan muhafazasıyla beraber bazı mahallerde tiyatro namı altında icrâ olunan ve su-i ahlâka sebeb bulunan lu’biyâtın devamı câiz olamayacağı gibi evvelce de tebliğ olunduğu üzere nisvan-ı Islâmiye’nin levazım-ı mesturına itina ile ânın hilafı hal ve kıyâfetden ittika eylemeleri ve iş bu vasâyaya adem-i müra’âttan zevcelerinin muahaze ve muateb edilmeleri muktezi bulunmasıyla ve bu şeyler zâbıtaya ait vezaiften olmasıyla zabıtâca hüsn-i ifâ’yı vazife edilmesi şeref-sudûr buyurulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfetpenâhi icâb-ı âlisinden bulunmuş olmağla ol-bâbda emr u fermân hazret-i men-lehü’l-emrindir.
Serkâtib-i
Hazret-i Şehriyâri Tahsin
Fi 15 Rebülahir Sene 1323 ve fi 16 Haziran Sene 1321.”[8]
***
Osmanlı’da insana zarar verici bu tür maddeler yasaklanmıştı, zira Osmanlı, insana değer veren, insanı yaşatma anlayışını esas alan bir Medeniyet idi. Nitekim Şeyh Edebali’nin, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye yaptığı mühim nasihatlardan biri de “Insanı yaşat ki devlet yaşasın!” idi. Bu vecize, devletin ve idarecilerin halka hizmet için var olduklarını, böyle bir mesuliyet altında bulunduklarını hatırlatmaktadır.
Alkolün zararları hakkında malumat edinmek isteyenler şu yazımızı okuyabilirler:
.
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] Maide Suresi, 90, 91: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” (Elmalılı Meali)
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den konuyla alakalı rivayet edilen bazı Hadis-i Şerifler şöyledir:
“Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7.)

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3.)

“Içki bütün kötülüklerin anasıdır.” (Suyûtî, Câmi’üs-Sağîr, 2/12.)

“Allah içkiye, onu içene, dağıtana, satana, satın alana, üzümünü sıkana [îmal edene], kendisi için sıktırana, taşıyana ve kendisine taşınana ve parasını yiyene lânet etsin.” (Tirmizi, Büyû: 58.)
[2] Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, “Beyliğe Layık Bir Beyin Nasıl Olması Lazım Geldiğini Söyler” başlıklı 28. bâb, 2091-2106 numaralı beyitler.
[3] Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Osmanlı Kanunnameleri”nden naklen; Nermin Taylan, Osmanlı’da Yasaklar, Ekim Yayınları, Istanbul 2014, sayfa 99.
[4] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezâreti Mektûbî Kalemi, 662/18.
[5] Islam dinine göre cezası 80 sopa olan suç. Bakınız; Molla Hüsrev, Dürer Ve Gurer, Istanbul, cild 2, sayfa 69, 70. Abdülkadir Udeh, Et-Teşrî’ul-Cinâiyy’ül-Islâmî, Kahire, cild 2, sayfa 496 ve devamı.
[6] “Emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker”, yani “iyiliği emredip kötülükten men etmek” Farz-ı kifayedir. Bu vazife Müslüman bir toplumda mutlaka birileri tarafından yerine getirilmelidir.
Bakınız; Al-i Imran Suresi, 104: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Elmalılı Meali)
[7] Bursa Şer’iyye Sicilleri, A 33/21, Vrk. 338/B. Aktaran: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, 5. Baskı, Timaş Yayınları, Istanbul 2012, sayfa 17 ve devamı.
[8] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Irâde Hususi, 130-52; Nermin Taylan, Osmanlı’da Yasaklar, Ekim Yayınları, Istanbul 2014, sayfa 103.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*

Vahdeddin vatan haini miydi? – Yavuz Bülent Bakiler

Vahdeddin vatan haini miydi? – Yavuz Bülent Bakiler
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
yavuz bülent bakiler vahdeddin hain mi, padisah hain mi, sultan vahidettin hain mi vahdettin hain mi***
Sultan Vahdeddin, hem de bütün vatan hainlerinin toplamından kırk misli daha fazla vatan hainiydi. Bu konuda, elimde çok müthiş (!) belgeler var. Açıkladığımda siz de bana hak vereceksiniz…
1- Sivas’ta, Ziya Gökalp Ilkokulu’nda öğrenciydim. 1947 yılındaydık. Bir gün, dünyalar kadar sevdiğim sınıf öğretmenimiz, Atatürk’ü anlatırken elini göbek hizasına kadar kaldırarak şöyle demişti:
– Çocuklar, hain Vahdeddin vatanımızı Ingilizler’e böyle beş çuval altına satmak istiyordu. Padişahın gözleri çil çil Ingiliz altınlarını görünce kamaşmaya başladı. Ama hain Vahdeddin’in hevesi kursağında kaldı. Çünkü bu satışı haber alan Atatürk derhal Istanbul’dan Samsun’a çıkarak, oradan Erzurum’a, Sivas’a, Amasya’ya geçerek, Kongreler toplayarak vatanımızı hem hain padişahın, hem de Ingilizler’in elinden kurtardı…
Vay hain Vahdeddin vay! Inanıyorum ki bütün sınıf arkadaşlarım, o gün ona, içlerinden benim gibi sövüp saydılar.
2- Bu hadise üzerinden tam on yıl geçti. 1957 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyordum. Benden on yaş küçük bir erkek kardeşim var. O da, Sivas’ta Fevzi Paşa Ilkokul’nda öğrenciydi. Bir gün eve geldi, öfkeyle anlatmaya başladı:
– Ağabey, bugün padişahlara öyle sövdük, öyle sövdük ki sorma!
– Niye ulan?
– Ağabey bu hain Vahdeddin, vatanımızı Ingilizler’e on çuval altına satmak isterken, Atatürk bırakmamış. Ortaya atılarak bizi kurtarmış. Az kalsın gidiyormuşuz.
– On çuval değil, beş çuval Ingiliz altınına satmak istemişti Vahdeddin!
– Hayır on çuval altına ağabey!
– Oğlum bunu on sene önce, Ziya Gökalp’te okurken benim öğretmenim de sınıfta anlatmış, alışverişin beş çuval altın üzerine olduğunu söylemişti. Benim öğretmenim yalan söylemez ki!
– Benim öğretmenim de yalan söylemez ağabey!
Kendi kendime uzun uzun düşündüm. Bu fark acaba nereden geliyordu. Sonunda buldum:
– Tabii dedim, hain ve kurnaz padişah gerçi vatanı beş çuval altına satmaya razı oldu ama, Türk parasındaki kıymet kaybını dikkate alarak Ingilizler’e dedi ki, ‘Tamam! Bu koca Osmanlı mülkünü size beş çuval Ingiliz altınına satıyorum. Ama bakın, önümüzdeki yıllarda enflasyon olur da paramızın satın alma gücü düşerse, o zaman sizden beş çuval altın daha isterim. Beş beş daha on eder. Tamam mı’, Ingilizler de tamam dediler!
Dolayısıyla benim öğretmenim de, kardeşimin öğretmeni de doğru söylemişlerdi. Türk öğretmeni hiç yalan söyler mi?
3- Bu konuda üçüncü bir belgem daha var. Üniversitede okurken nasılsa, birden bire Falih Rıfkı Atay tiryakisi oldum. Bulduğum yirmi civarındaki kitabını su içer gibi okudum. Falih Rıfkı, Atatürk’ün sofrasında oturup kalkan, ona Babamız diyen, soyadını bile ondan alan bir Atatürkçü yazarımızdı. Bir gün onun ÇANKAYA isimli kitabının 174-175. sayfalarını okurken, dehşete düştüm. Çünkü o sayfalarda, bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a anlatıyordu ve Vahdeddin’in kendisini Milli Mücadele için Anadolu’ya göndermek istediğini açıklıyordu. Padişah’ın huzurundan ayrılırken, yaver Naci Paşa tarafından üzerinde Vahdeddin’in tuğrası bulunan bir altın saatin kendisine hediye edildiğini açıklıyordu.
Kim?
Mustafa Kemal!
Bunu kime anlatıyor?
En has adamlarından Falih Rıfkı Atay’a!
‘Olamaz! Bir hain padişah böyle davranamaz!’ diye bağırmaya, dövünmeye, tepinmeye başladım. Sonra güvendiğim dostlarımdan birinden öğrendim ki, Vahdeddin Türkiye’den kaçarken beraberine aldığı o beş çuval altından bir çuvalını, Falih Rıfkı Atay gibi gazetecilere dağıtmış ki aleyhinde yazmasınlar.
4- Çok sağlam ve müthiş bir dördüncü dayanağım daha var. Emin Çölaşan da Vahdeddin’in vatan haini olduğunu yazdı. Etraftaki umumi kanaati belki siz de duymuşsunuzdur:
– Emin Çölaşan derin devletin adamıdır. Belgeleri ordan alır ve allayıp pullayıp sütununa aktarır! Böyle diyorlar. Ben de Çölaşan’a derin bir saygı duyuyorum. Derin devlet, şimdiye kadar hangi tesbitinde yanıldı ki Vahdeddin konusunda yanlış bilgi vermiş olsun!
Bugün, öğretmenlerimizin dillerinde kaç çuval Ingiliz altını vardır bilmiyorum. Bu kadar safsata artık yeter. Bilmeliyiz ki:
Sultan Vahdeddin, yorgun ve fakir düşen milleti ve memleketi savaşa sokanlardan biri, değildir. Türkiye’nin Birinci Dünya Harbi’ne girmesinde Vahdeddin’in milyarda bir bile vebali yoktur. Çünkü Türkiye 1914 yılında savaşa sokulduğunda, Vahdeddin daha padişah değildi. Bizi savaşa bulaştıran, önce Alman Genel Kurmayıdır; sonra Ittihad Terakki Partisi’nin lider kadrosu. Vahdeddin, savaşa katılmamıza şiddetle muhalifti. Nitekim padişah olur olmaz ilk işi, bizi savaşa sokanlardan Enver Pasa’yı daha geri bir hizmete çekmek oldu. Ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nı kat’iyyen imzalamadı. Sevr Antlaşması’na da imza atmadı. Vahdeddin kat’iyyen vatan haini değildi. Bunu, Atatürk’ün en büyük hayranlarından Falih Rıfkı Atay da “Niçin Kurtulmamak” isimli eserinde böyle yazıyor.
.
**********
.
KAYNAK:
.
Yavuz Bülent Bakiler, Tabuları Yıkmak, Yakın Plan Yayınları, Istanbul 2011, sayfa 25-27.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.com
*