Naci el Ali- karikatür- Hanzala... Kimseye hakaret etmedi.

Naci el Ali'yi tanıyor musunuz?
Bir karikatür çizdi.
İsmi Hanzala...
Kimseye hakaret etmedi.
Amacı, sesini sanatıyla duyurabilmekti...
Birgün acımasızca katledildi.
Kimseler yürümedi onun sanatı için...
Paris'te vurulmalıydı belki
Belki de İslam'a hakaret etmeliydi öyle mi..?
***
Naci el Ali
(Doğumu: 1937 Filistin, Ölümü: 29 Ağustos 1987 İngiltere)
Filistinli karikatürist.
İsrail işgali sebebiyle ailesiyle beraber küçük yaşta Filistin'den göç etmek zorunda kaldı. Bir süre Lübnan'daki mülteci kamplarında yaşadı. Sabra ve Şatilla Katliamı'na bizzat tanıklık etti.
Küçük yaşta yaşadıkları kendisini derinden etkiledi ve gençlik döneminde Arap milliyetçilik hareketlerine katıldı. 1960 yılında Lübnan Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun oldu. Özellikle Filistin davasına vurgu yapan karikatürleriyle kısa zamanda fark edildi. Çeşitli yayınlarda yer alan çizimleriyle ilgi gördü.
Filistin'in en ünlü sanatçılarından biri olarak kabul edilen Naci el-Ali, 40.000'in üzerinde karikatür çizdi. En önemli çizgi karakteri olan Hanzala, Filistin'in verdiği özgürlük mücadelesinin sembollerinden biri oldu.
22 Temmuz 1987'de Londra'da uğradığı bir suikast sonucu vefat etti. Suikastten Mossad sorumlu tutuldu. Ölümünden sonra Dünya Gazeteler Birliğince "Golden Pen of Freedom" ödülüne layık bulundu.
Naci el Ali
(Doğumu: 1937 Filistin, Ölümü: 29 Ağustos 1987 İngiltere)
Filistinli karikatürist.
İsrail işgali sebebiyle ailesiyle beraber küçük yaşta Filistin'den göç etmek zorunda kaldı. Bir süre Lübnan'daki mülteci kamplarında yaşadı. Sabra ve Şatilla Katliamı'na bizzat tanıklık etti.
Küçük yaşta yaşadıkları kendisini derinden etkiledi ve gençlik döneminde Arap milliyetçilik hareketlerine katıldı. 1960 yılında Lübnan Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun oldu. Özellikle Filistin davasına vurgu yapan karikatürleriyle kısa zamanda fark edildi. Çeşitli yayınlarda yer alan çizimleriyle ilgi gördü.
Filistin'in en ünlü sanatçılarından biri olarak kabul edilen Naci el-Ali, 40.000'in üzerinde karikatür çizdi. En önemli çizgi karakteri olan Hanzala, Filistin'in verdiği özgürlük mücadelesinin sembollerinden biri oldu.
22 Temmuz 1987'de Londra'da uğradığı bir suikast sonucu vefat etti. Suikastten Mossad sorumlu tutuldu. Ölümünden sonra Dünya Gazeteler Birliğince "Golden Pen of Freedom" ödülüne layık bulundu.
Türkiye Gerçekleri
Bizi hep yediler
Kurt adam Putin haftalar önce söyledi. "Türkiye'nin Bağımsızlık savaşını alkışlıyorum" dedi.
En büyük hasmı "PARA"ydı.
Kurt adam Putin haftalar önce söyledi. "Türkiye'nin Bağımsızlık savaşını alkışlıyorum" dedi.
En büyük hasmı "PARA"ydı.
Bağımsızlığın onu yenmekten geçtiğini biliyordu.
PARADOR Musevi Baronları, gözünü kırpmadan ülkeden kovdu.
Halbuki biz tam 200 yıldır "Türkiye Türklerindir" sloganı ile uyutuluyoruz.
Zannediyoruz ki, ülkeyi biz yönetiyoruz.
İşte bu 100 TÜRK BÜYÜK YALANINDAN daha büyük bir yalan.
İngilizler "DEMOKRASİ" altında yüzyıllardır MEŞRUTİYET ile yönetiliyor.
Meclis ve Başbakan olsa da hepsi sonunda tek patrona, ülkenin sahibi KRALİÇE'ye bağlı...
Osmanlı'yı 1908'de fiilen yıktılar.
Getirdiler Meşrutiyeti, yani kendi sistemlerini dikte ettiler.
Bakıldığında fena değildi manzara.
Padişah, aynı İngiliz Kraliçesi gibi baştaydı ancak ülkeyi meclis, bürokratlar yönetecekti.
Ancak bu sistem bizde İngiliz kurnazlığı ile tersine çevrildi.
O günden beri bu topraklarda korkunç bir bürokrasi kurdular.
Ülkenin başında kim olursa olsun aslında bürokraside hep PARALEL bir devlet vardı.
O Paralel yapı ne isterse o oluyordu.
İstenen yapılmazsa DARBELER geliyordu.
Ne padişahlar kaldı, ne asılan Menderesler, ne de öldürülen Özallar.
Ama İngiliz usulü PARALEL yapılar asla silinip atılamadı bu ülkeden.
Tanzimatla birlikte girdiler içimize.
O dönemin 1 numaralı ismi Padişah değil, Mustafa Reşit Paşa'dır.
En büyük MEZİYETİ müthiş İNGİLİZ hayranı olmasıydı.
Paris'te yaşamış, Fransız kültürüyle yoğrulmuştu.
Ancak Londra'da büyükelçilik yaptığı yaşlarda vurgun yemiş, İNGİLİZ tutkusu söndürülemez bir AŞKA dönüşmüştü.
Türkiye'ye döner dönmez bürokrasiyi ele geçirip PARALEL DEVLET kurmuştu.
İlk icraatı İngilizlere büyük imtiyazlar tanıyan ticaret anlaşmasını imzalamak olmuştu.
İşte bu ülke topraklarına, Yahudi Rothschild ailesinden aldığı 35 ton altın karşılığı, PARALEL devletini veren İngiltere'nin girişi böyle olmuştu.
O günden sonra hep PARALEL DEVLETLE yönettiler bizi.
Tefeci banker ailelerinden oluşan sermaye buyuruyor, İngilizler "Emredersiniz" diyor, Türklere uygulatıyordu.
Bu ülkenin insanları, 1. Dünya Savaşı'na girerken bile "TÜRKİYE" için girmedi.
Onlar bugünkü beyaz yakalıların dedeleri Jöntürkler, masonlardı.
Bu ülke topraklarındaki TÜRKLERİN bir kısmı "YA İSTİKLAL YA İNGİLTERE" dedi.
Bir kısmı da "YA İSTİKLAL YA ALMANYA" diye ayağa kalktı.
Almancılarla İngilizciler birbirine girdi.
ALMANCI Türkler, İNGİLİZCİ Türkleri devirdi.
Ardından ALMANCI Türkler, memleketin tüm Türkleri'ni, Almanya adına 1.Dünya Savaşı'na soktu.
Alman generalin yönettiği Türk orduları İngilizlere mağlup oldu.
İşte o günden sonra İngilizler bu ülkeden hiç çıkmadı.
Savaşın bedelini tam 100 yıldır İNGİLİZ PARALEL DEVLET anlayışı ile ödetiyor Londra.
İktidara kim gelirse gelsin bankerlere teslim olan Londra, PARALI bir EL'i hep devreye sokuyor.
Ve indiriyor.
Başbakan Erdoğan "BU BİR İSTİKLAL SAVAŞI MÜCADELESİ" diye boşuna demiyor.
Önceki gün "Tarihimizi iyi öğrenmemiz lazım" derken boş konuşmuyor.
O bir BOŞBAKAN değil.
İyi hesap yapmalıyız.
Ananas, HESAP yapma melekesine korkunç katkı sağlayan bir meyve.
Uzmanlar öyle diyor. "Zaman artık gerekirse Uganda'ya gidip ananası alma zamanı..."
Yüzyıldır, ananas gibi yenmekten bıkmadık mı?
sayfalarımız
Türkiye Gerçekleri
Dünya Gerçekleri
PARADOR Musevi Baronları, gözünü kırpmadan ülkeden kovdu.
Halbuki biz tam 200 yıldır "Türkiye Türklerindir" sloganı ile uyutuluyoruz.
Zannediyoruz ki, ülkeyi biz yönetiyoruz.
İşte bu 100 TÜRK BÜYÜK YALANINDAN daha büyük bir yalan.
İngilizler "DEMOKRASİ" altında yüzyıllardır MEŞRUTİYET ile yönetiliyor.
Meclis ve Başbakan olsa da hepsi sonunda tek patrona, ülkenin sahibi KRALİÇE'ye bağlı...
Osmanlı'yı 1908'de fiilen yıktılar.
Getirdiler Meşrutiyeti, yani kendi sistemlerini dikte ettiler.
Bakıldığında fena değildi manzara.
Padişah, aynı İngiliz Kraliçesi gibi baştaydı ancak ülkeyi meclis, bürokratlar yönetecekti.
Ancak bu sistem bizde İngiliz kurnazlığı ile tersine çevrildi.
O günden beri bu topraklarda korkunç bir bürokrasi kurdular.
Ülkenin başında kim olursa olsun aslında bürokraside hep PARALEL bir devlet vardı.
O Paralel yapı ne isterse o oluyordu.
İstenen yapılmazsa DARBELER geliyordu.
Ne padişahlar kaldı, ne asılan Menderesler, ne de öldürülen Özallar.
Ama İngiliz usulü PARALEL yapılar asla silinip atılamadı bu ülkeden.
Tanzimatla birlikte girdiler içimize.
O dönemin 1 numaralı ismi Padişah değil, Mustafa Reşit Paşa'dır.
En büyük MEZİYETİ müthiş İNGİLİZ hayranı olmasıydı.
Paris'te yaşamış, Fransız kültürüyle yoğrulmuştu.
Ancak Londra'da büyükelçilik yaptığı yaşlarda vurgun yemiş, İNGİLİZ tutkusu söndürülemez bir AŞKA dönüşmüştü.
Türkiye'ye döner dönmez bürokrasiyi ele geçirip PARALEL DEVLET kurmuştu.
İlk icraatı İngilizlere büyük imtiyazlar tanıyan ticaret anlaşmasını imzalamak olmuştu.
İşte bu ülke topraklarına, Yahudi Rothschild ailesinden aldığı 35 ton altın karşılığı, PARALEL devletini veren İngiltere'nin girişi böyle olmuştu.
O günden sonra hep PARALEL DEVLETLE yönettiler bizi.
Tefeci banker ailelerinden oluşan sermaye buyuruyor, İngilizler "Emredersiniz" diyor, Türklere uygulatıyordu.
Bu ülkenin insanları, 1. Dünya Savaşı'na girerken bile "TÜRKİYE" için girmedi.
Onlar bugünkü beyaz yakalıların dedeleri Jöntürkler, masonlardı.
Bu ülke topraklarındaki TÜRKLERİN bir kısmı "YA İSTİKLAL YA İNGİLTERE" dedi.
Bir kısmı da "YA İSTİKLAL YA ALMANYA" diye ayağa kalktı.
Almancılarla İngilizciler birbirine girdi.
ALMANCI Türkler, İNGİLİZCİ Türkleri devirdi.
Ardından ALMANCI Türkler, memleketin tüm Türkleri'ni, Almanya adına 1.Dünya Savaşı'na soktu.
Alman generalin yönettiği Türk orduları İngilizlere mağlup oldu.
İşte o günden sonra İngilizler bu ülkeden hiç çıkmadı.
Savaşın bedelini tam 100 yıldır İNGİLİZ PARALEL DEVLET anlayışı ile ödetiyor Londra.
İktidara kim gelirse gelsin bankerlere teslim olan Londra, PARALI bir EL'i hep devreye sokuyor.
Ve indiriyor.
Başbakan Erdoğan "BU BİR İSTİKLAL SAVAŞI MÜCADELESİ" diye boşuna demiyor.
Önceki gün "Tarihimizi iyi öğrenmemiz lazım" derken boş konuşmuyor.
O bir BOŞBAKAN değil.
İyi hesap yapmalıyız.
Ananas, HESAP yapma melekesine korkunç katkı sağlayan bir meyve.
Uzmanlar öyle diyor. "Zaman artık gerekirse Uganda'ya gidip ananası alma zamanı..."
Yüzyıldır, ananas gibi yenmekten bıkmadık mı?
sayfalarımız
Türkiye Gerçekleri
Dünya Gerçekleri
M2D: ebrehe den tuzaklar 2015
M2D: ebrehe den tuzaklar 2015: Beğen · · Paylaş kardeşlerim abd pensilvanyada babasının hayrına çiftlik ver...
M2D: basın özgürlüğü
M2D: basın özgürlüğü: Beğen · Paylaş asıl mesleği ajan provokatör bir gazeteci " biz d...
M2D: gelin birlik olalım...işi kolay kılalım
M2D: gelin birlik olalım...işi kolay kılalım: kardeşlerim bir millette her aşiret her dergah her takım her din her kurum her mezhep kendini ülke yöneticisi ot...
DEDELER-TORUNLAR
Sağ baştan say!
1-Osman
2-Ertuğrul
3-Murat
4-Fatih
5-Yıldırım
6-Yavuz
7-Süleyman
8-Abdülhamit
DEDELER-TORUNLAR
1-Osman
2-Ertuğrul
3-Murat
4-Fatih
5-Yıldırım
6-Yavuz
7-Süleyman
8-Abdülhamit
DEDELER-TORUNLAR
Yılbaşı Rezaletleri
Yılbaşı Rezaletleri

M. Şevket Eygi / Vahdet Gazetesi
YILBAŞI
eğlenceleri fısktır, fücurdur, içkilidir, piyangoludur, çirkindir,
günahtır… Kur’an, Sünnet, İslam, ahlak böyle eğlencelere izin vermez…
Yılbaşı eğlencelerinin temizi, mâsumu olmaz… Çok kötüsü olabilir, daha az kötüsü ama hep kötüdür.
Diyanetin bu konuda halkımızı uyarması gerekirdi.
Özel Diyanetler yani cemaatler, tarikatlar, islamî vakıflar ve topluluklar da yılbaşı eğlencelerini yoğun, devamlı ve genel şekilde kötülemeli, Müslüman halkı fıska, fücura, günaha karşı uyarmalıydı.
M. Kemal Paşa, İsmet İnönü, Celal Bayar, darbe rejimleri esnasında bile bugünkü kadar yılbaşı çılgınlığı ve rezaleti olmamıştır.
Müslüman halkın bir kısmına (yüzde kaçı?) ne oldu ki, şeytanın bu tuzağına düşüyorlar?
Yunus Emre “Kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam…”demiş… Günümüzün din alimleri, fakihler, şeyhler bu konuda niçin seferber olmuyor dersem saygısızlık mı etmiş olurum?
Müslümanlarda yeterli akıl olsa, zaten evlerine şeytan ve deccal aletleri koymazlar.
Kur’an ve Sünnet ahlakına uymayan Müslümanları âhiret tehditleriyle tehdit etmek gerekir.
Ülkemizde bir Ümmet teşkilatı olsaydı bu konuda etkili uyarılar yapılabilirdi ama gafiller böyle bir teşkilatı kurmuyor.
Ümmetsiz Müslümanların hali böyle olur… Riba yaygın halde… Zina almış yürümüş… On altı yaşındaki kız öğrenciler tuvaletlerde gayr-i meşru çocuklarını doğurup yere veya çöpe atıyor…
Müslümanlar, birbirinden kopuk bin hizbe ve fırkaya ayrılmış, bunların kimisi birbiriyle çekişiyor.
ABD’de Geoges Washington üniversitesinin iki görevlisi, dünyada Kur’an ahlakı ilkelerinin uygulanmasıyla ilgili 208 ülke hakkında anket yapmış, Hıristiyan ülkeler liste başı, Türkiye 103’üncü sırada, Suudî Arabistan 113’üncü!.. (Global Economy Journal vol. 10 issue 2… How Islamic are Islamic Countries?)
İstanbul'un belki sayıları beş bine ulaşmış camilerinden Cuma ezanları okunuyor. Müslümanlar dükkanlarını, işyerlerini kapatmıyor.
Reformcuların, Fazlurrahmancıların, reformcuların, kemalî ilahiyatçıların umurunda mı?
Sahih bir imandan sonra İslamın ikinci şartı olan beş vakit namaz konusunda yeterli ve etkili şekilde nasihat edilip, propaganda yapılıyor mu?
Birtakım dini bütünler yazın soğuk Osmanlı şerbetleri, kışın demli çaylar içerek keyfilerine bakıyor.
Kur’ana, Sünnete, İslam ahlakına aykırı yılbaşı eğlenceleri yapan yahut seyreden Müslüman halkın vebali; bilen, nüfuzlu, başı çeken, sözü dinlenen kimselere aittir.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetiyle bu kötülükler önlenmez, frenlenmez. Musalla Müslümanları yılbaşı eğlencesi yapabilir ama musalli Müslümanlar yapamaz.
Bendeniz sade ve güçsüz bir Müslüman gazeteci olarak bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum. Bir nebzecik de olsa emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmış olayım.
Cenab-ı hak hepimize akıl, fikir, vicdan versin de, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapalım, ehliyeti olanlar halka etkili nasihat etsinler.
Yılbaşı eğlencelerinin temizi, mâsumu olmaz… Çok kötüsü olabilir, daha az kötüsü ama hep kötüdür.
Diyanetin bu konuda halkımızı uyarması gerekirdi.
Özel Diyanetler yani cemaatler, tarikatlar, islamî vakıflar ve topluluklar da yılbaşı eğlencelerini yoğun, devamlı ve genel şekilde kötülemeli, Müslüman halkı fıska, fücura, günaha karşı uyarmalıydı.
M. Kemal Paşa, İsmet İnönü, Celal Bayar, darbe rejimleri esnasında bile bugünkü kadar yılbaşı çılgınlığı ve rezaleti olmamıştır.
Müslüman halkın bir kısmına (yüzde kaçı?) ne oldu ki, şeytanın bu tuzağına düşüyorlar?
Yunus Emre “Kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam…”demiş… Günümüzün din alimleri, fakihler, şeyhler bu konuda niçin seferber olmuyor dersem saygısızlık mı etmiş olurum?
Müslümanlarda yeterli akıl olsa, zaten evlerine şeytan ve deccal aletleri koymazlar.
Kur’an ve Sünnet ahlakına uymayan Müslümanları âhiret tehditleriyle tehdit etmek gerekir.
Ülkemizde bir Ümmet teşkilatı olsaydı bu konuda etkili uyarılar yapılabilirdi ama gafiller böyle bir teşkilatı kurmuyor.
Ümmetsiz Müslümanların hali böyle olur… Riba yaygın halde… Zina almış yürümüş… On altı yaşındaki kız öğrenciler tuvaletlerde gayr-i meşru çocuklarını doğurup yere veya çöpe atıyor…
Müslümanlar, birbirinden kopuk bin hizbe ve fırkaya ayrılmış, bunların kimisi birbiriyle çekişiyor.
ABD’de Geoges Washington üniversitesinin iki görevlisi, dünyada Kur’an ahlakı ilkelerinin uygulanmasıyla ilgili 208 ülke hakkında anket yapmış, Hıristiyan ülkeler liste başı, Türkiye 103’üncü sırada, Suudî Arabistan 113’üncü!.. (Global Economy Journal vol. 10 issue 2… How Islamic are Islamic Countries?)
İstanbul'un belki sayıları beş bine ulaşmış camilerinden Cuma ezanları okunuyor. Müslümanlar dükkanlarını, işyerlerini kapatmıyor.
Reformcuların, Fazlurrahmancıların, reformcuların, kemalî ilahiyatçıların umurunda mı?
Sahih bir imandan sonra İslamın ikinci şartı olan beş vakit namaz konusunda yeterli ve etkili şekilde nasihat edilip, propaganda yapılıyor mu?
Birtakım dini bütünler yazın soğuk Osmanlı şerbetleri, kışın demli çaylar içerek keyfilerine bakıyor.
Kur’ana, Sünnete, İslam ahlakına aykırı yılbaşı eğlenceleri yapan yahut seyreden Müslüman halkın vebali; bilen, nüfuzlu, başı çeken, sözü dinlenen kimselere aittir.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetiyle bu kötülükler önlenmez, frenlenmez. Musalla Müslümanları yılbaşı eğlencesi yapabilir ama musalli Müslümanlar yapamaz.
Bendeniz sade ve güçsüz bir Müslüman gazeteci olarak bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum. Bir nebzecik de olsa emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmış olayım.
Cenab-ı hak hepimize akıl, fikir, vicdan versin de, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapalım, ehliyeti olanlar halka etkili nasihat etsinler.
ZiYA GÖKALP VE TÜRK DÜŞÜNCE TARiHiNDE TÜRKÇÜLÜĞÜN SERÜVENi
ZiYA GÖKALP VE TÜRK DÜŞÜNCE TARiHiNDE TÜRKÇÜLÜĞÜN SERÜVENi: 1
25.12.2014 08:07

Lütfi Şehsuvaroğlu / Vahdet Gazetesi
TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ İÇİNDE GÖKALP’IN YERİ hakkında kısa bir gayretin yahut da Osmanlı ile Cumhuriyet aydını arasındaki ilişkinin ve/veya herbirinin fikrî macerasının izlerini sürmeye çalışmanın sonucunda elde edeceğimiz temel sonuçlar bile Ziya Gökalp’ın sadece 20.yüzyıl başı için bütün Türk düşünce hayatı için çok önemli, inkâr edilmez bir mevkii olduğunu ortaya koyar.
Ziya Gökalp Osmanlı İmparatorluğunun çökmeğe başladığı dönemin bütün fikrî arayışlarını şahsında temsil ettiği gibi, Cumhuriyet’in kuruluşu devresine ait aydın arayışlarının da anaç göstergesidir.
Nasıl ki o, Namık Kemal gibi bir kaynağın kendi dönemine ait telifi, ihyacısı, ibdacısı olmağa hamlettiyse Cumhuriyet dönemine ait Türk düşünce ufukları, sosyoloji ile siyaset bilimi de onun izlerini sürmüş veya onu tartışadurmuşlardır.
Ziya Gökalp sadece akademik çevrelerde, sosyoloji ve siyaset bilimi kürsülerinde değil, ideolojik mücadelelerde de adına çok gönderme yapılan bir düşünce ve eylem adamıdır.
Cumhuriyet’in hemen her kuşağının fikrî referanslarında, tartışma platformlarında Gökalp’ın izini bulmak mümkündür.
Gökalp’ın hayatı da fikrî sergüzeşti kadar heyecan verici ve çok renklidir. Hayatı ile eseri arasında ilişkiyi araştırmak bile tek başına yeni nesil aydını için örnek sahneler, enstantaneler ortaya çıkarabilir.
Diyarbakır’lı orta halli bir ailenin çocuğu İstanbul’a gider okur ve kısa zamanda en üst siyaset ve fikir çevrelerinin arasında müessir hale gelir. Bu seyahat bile başlı başına üzerinde çalışmaya değer bir alandır. Ama fikir çilesi ve derinliği; gel-gitleri ve sınır tanımaz arayışları bundan da derinlikli ve heyecan vericidir. Tanzimat dönemini izleyen Anadolu’lu –üstelik de Kürt kökenli- aydın, Osmanlı
Devleti’nin yıkılmaması hatta yeniden ihtişamlı, saadetli asırlarına dönmesi için Namık Kemal’i, öncesini ve sonrasını zihninde tartışır. O genç yaşta ölen Yeni Osmanlı’ya hayrandır. Yarım bıraktığı işleri tamamlamak her yeni Osmanlı’ya düşen bir görevdir.
Osmanlıcılık bütün Osmanlı aydınları gibi Ziya Gökalp’ın da birinci ideolojisidir.
Ardından İslamcılık gelir. Kimileri daha çok da 60’lı yılların sonrasında ortaya çıkan İslamcı akımların kimi kalemleri Gökalp eleştirisi üzerine dayandırdıkları söylemlerini hep onun Türkçülüğün mimarı oluşu etrafında düğümlerler. Bir zaman dili ve gelişimi değerlendirmesi yapmazlar. Gökalp’ın hayatındaki sergüzeşti izlemezler. Oysa Gökalp’ın da tıpkı Namık Kemal gibi İslamcılığı mevzu bahistir ve üç tarz-ı siyaset üzerine temel bir araştırma yapılacak olursa Gökalp incelemesi olmadan bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.
İslamcılığının ne idüğü ve boyutları üzerinde ileri duracağız ama hemen belirtelim ki, Osmanlıcılık, İslamcılık ve son akım olan Türkçülük maceraları Osmanlı aydınının tipik karakterini ortaya koymak bakımından en doğru Gökalp’te etüd edilebilir.
Üç tarz-ı siyasetin üçüncü faslını da kolaycana tek kalemde değerlendirmenin z orluğuna işaret etmeliyim.
Bu son siyaset tarzı aslında içinde Turancılık, Doğu Osmanlıcılığı, Avrasyacılık, Oğuzculuk, Anadoluculuk, Türkiyecilik dalgaları ve fasılaları olan bir siyasi projeler demetidir. Tek kutuplu değildir. İçiçe halkaları olan bir fikir macerasıdır. Aynı zamanda da Osmanlı ve Cumhuriyet aydınının arayışlarının ifaleri oldukları kadar devlet adamlarının, siyasi ve bürokrat yapılanmalarının da bir nevi izdüşümüdür.
Üç tarz-ı siyasetin emperyal vizyonunun Cumhuriyet kurma ve geliştirme aşamasında nasıl Anadolu’yu kurtarmak ve reel-politik zemine oturmak kısıtına dönüştüğünün ama buradan da bir yeni vizyon ve misyon çerçevesinin zuhur edebileceğinin güvenini onda bulabiliriz.
Gökalp’ın benim düşünce dünyamın şekillenmesinde de ayrı bir yeri var. Bizim kuşak da kendi döneminde üç tarz-ı siyasete bölünmüştü. Her üç siyaset tarzında da önde olan kimi akrabalar ve aydınlarla tartışma ortamı buldum. Gökalp ve Türkçülük ekolünün yeni versiyonlarına yakın olmakla birlikte onun ve çağdaşlarının yaşadıkları bizim de karşılaştıklarımızla birlikte öteki siyaset tarzlarının gerekçelerini ve varlık sebeplerini de anlamamıza önayak oluyordu. Kemalizm, Anadoluculuk, Milli Demokratik Devrim, Sosyalizm, Milliyetçilik, Komünizmle Mücadele, İslamcılık, Büyük Doğuculuk tanımaları, tartışmaları… Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Atsız, Galip Erdem, Seyit Ahmet Arvasi, Cemil Meriç ünsiyetleri… yaşadığımız gençlik olayları ve Türkiye’nin fikrî olarak tazelenme çabaları…
Rahmetli babam, bana daha ortaokul yıllarında iken Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nı; yine aynı yıllarda Mehmet Âkif’in Çanakkale Şehitlerine adıyla meşhur, Asım kitabından “Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” mısraıyla başlayan ve “Kahraman Ordumuza” ithaf edilen şiiriyle Bülbül adlı şiirini İstiklâl Marşımızın yanında ezbere okuduğum için hediye etmiş ve babasından intikal eden İstiklâl Madalyasını da göğsüme takmıştı. O günden bugüne, annemin dizlerinin üstünden eksik etmediği Kur’an-ı Kerimle birlikte Safahat, Türkçülüğün Esasları ve İstiklâl Madalyası ceddimin bana “emanet”leri olarak dâvamı tarif eden aslî unsurlardı. Nedense bunları birbirinin mütemmimi saydım. O yüzden daha çocuk yaşlarımdan itibaren kim ki, İslâm’dan ayrı bir Türk veya Türkçülük çizdi karşı koydum; kim ki Türk’ün toprağında Türk’ün olmadığı bir İslâm çizdi şüpheyle baktım. Kur’an-ı Kerim ile İstiklâlimi ve İstiklâl Madalyamı birbirinin karşısına getirenlere “it” kadar itibar etmedim.
Baştan beri gördüğüm her politik harekette ayrışmalar üzerinde duranların hep yükseldiği olmuştur; buna rağmen Anadolu’nun terkibine uygun; şa’şaadan ve tantanadan uzak ama her dem “başını bir gayeye satan kahraman” olmaya namzet hazır ve nazır olmayı şiar edindim. O yıllardan bugüne tam 35 yıl geçmiş... Bunun çeyrek yüzyıla yakın süresi bilfiil benim de yazdığım, konferans verdiğim, tartıştığım bir dönem ve ilk yazmağa başladığımdan bugüne yazdığım mevkutelerde tiraj bakımından sürekli azalma gözlense de bu terkîbî yaklaşımdan asla taviz vermeyeceğim. Böylesi birlik projesi sahipleri % 1’lerde gezinse de, tarihî vazifeleri istikametinde toplumun harcı olmayı sessiz sedasız sürdürmelidirler.
Bu cümleleri kendime bir pay çıkarmak için değil de, bu otuz beş yıl boyunca hep kendimden endişe etmişliğimden dolayı çektiğim sancıları bugün paylaşan çok değerli milliyetçi düşünürlere işaret etmeğe başlayacağımdan sarf ediyorum.
Öteden beri Ziya Gökalp’i sevmişimdir ama onun hep “intihar” sahnesini kurgulamışımdır. Devlet-i Âli çökmektedir. Batı, “Şark Meselesi” etrafında yeni dünya düzeni sahneye koymaktadır. Modernleşme hamlelerimiz 2. Mahmud’dan bu yana hep çözük kalmış; proje medeniyet tartışmalarına gelip dayanmıştır. Aslında Meşrutiyet’ten bu yana da en İslamcımız bir anlamda Batıcı değil midir?
Gökalp’in Müslüman olduğuna kuşku yok, ama formülasyonu pek sarmıyor. Bu nasıl Türkçülük, nasıl Müslümanlıktır ki, Batıcılık “devrimci” bir edayla ortaya konmaktadır?... Gökalp ile Mehmet Âkif’i İttihat ve Terakki merkezinde buluşturmak istemişler... yoksa o buluşma vaki olsaydı, bugünkü çözüklüğümüz bu raddede olmaz mıydı?
Gökalp çizgisinde başlayan Türkçülüğüm, İslamcılık ve sosyalizm ile renklendi. Orada Âkif de dimdik duruyor. Anadoluculukla Kemalizmi buluşturabilir miyim? Rahmetli babamın şâir olmaya heves ettiğim ilk gençlik yıllarında “Âkif’le Fikret’in sentezini yap oğlum” tavsiyesine uyulabilir mi?
Anladığım, Marks’ın Hegel’i tersyüz edişi gibi milliyetçi çizgi de yüzyıl önceki kurguyu yanlışından kurtararak tersyüz etmeli ve kültür ile medeniyet telakkileri doğru bir daireye oturtulmalıdır.
Sonra Erol Güngör Hoca ile aynı gazetede mesai... Gökalp çizgisi ilk eleştirel yatağını bulmuş... Bu yüzden 12 Eylül öncesi gençlik, o kadar herc ü merc’e rağmen onu tanıdı, kavradı... Ya bugün bir eli yağda bir eli balda gençlik niçin klasik müzelik milliyetçiler peşinde de bir Yılmaz Özakpınar’dan haberli değil?... Neden yoksa gençlikle köprübaşı gençler artık yetişmiyor mu? Yoksa bütün gençlik ocakları siyasetin paravanası ve payandası kılınarak hiçbir felsefî kaygu tışamaz hale mi getirildi?
Bugün bir şiirini okutmakla siyasi yasaklı kıldığı lideri iktidara taşıyan süreç ve ardından “medeniyet değiştirme” projesinin de yine ona ihalesi, yoksa o, “bilim adamı ve ülkücülüğü” buluşturan Gökalp’ın ruhunun eseri miydi?
DAĞARCIK:
GÖKALP’in yüz yıl önce; ülke, yedi düvelle savaşırken, bir savaş sosyolojisine başvurması ve Durkeim’e başvurması makul bir milliyetçilik sapmasıdır. Zira sen ben yok biz varız şuuru lazımdı. 70’li yıllarda onun izini süren bir başka sosyoloğumuz Erol Güngör’ün de Weber’ci sapması yine bir sapmadır ama o da dönemine göre makuldür zira Marksizm gemi azıya almıştır. İkisi de organiktir ama devridir. İman meselesi değildir.
Ziya Gökalp ve Türk Düşünce Tarihinde Türkçülüğün Serüveni:-2
Dün
ilk sosyoloğumuz (Halil İnalcık, Makaleler; Yüzyıla Damgasını Vuran
Düşünür, Doğubatı, Ankara 2005, s.85) Ziya Gökalp’ın fikir dünyasını
irdeledik. Ve bugüne yansımalarını… Fikriyatının temelleri ‘üç tarzı
siyaset’e dayansa da terkipçi anlayışıyla A. Foulliée ve Tarde’nin
değerler sistemine daha yakındır ve sürekli değişen bir stratejik
sosyoloji inşa edebilmektedir. Zaten Gökalp’ı önemli kılan da budur.
Üç tarz-ı siyaset ve Gökalp
Kiminde bariz, kiminde zımnî Batıcılık; ama hepsinde derin bir Milliyetçilik olan Üç Tarz-ı Siyaset, Türk düşüncesinin son iki asrına damgasını vurmuş bir silsile-i meratiptir aslında. Her ne kadar çağdaş olup birbirleriyle karşı karşıya geldikleri dönem ve kahramanları-düşünürleri olsa da bu silsile-i meratip oluş, eşyanın tabiatına uygundur ve her üçünde de aslolan, devlet-i aliyeyi kurtarma, kollama, yaşatma iradesinden başka bir şey değildir.
“Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun peşpeşe gelen savaşlarla toprak kaybına uğradığı bir dönemde düşünmeye başlar. Devlet, Avrupa siyasetinin baskısı altındadır. Osmanlı siyaset adamları imparatorluğu ayakta tutacak çareler aramaktadır. Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük-Turancılık ve Batıcılık akımları memlekette bir fikir kaynaşması ve tartışma ortamı meydana getirmiştir. Fikir hayatına Osmanlılığı korumaya çalışan bir düşünce adamı olarak başlayan Ziya Gökalp, daha sonra Türkçü-Turancı olur ve sonunda millî devletin sosyolojik yapısını fikir planında kurmaya uğraşır. Meşrutiyet’ten ölümüne kadar onu Türk fikir ve siyaset hayatının merkezinde tutan birinci özellik, bilim ile idealistliği kişiliğinde birleştirmesidir; ikinci özellik ise, devrimciliğe varan bir değişme taraftarlığını Türk tarihine, Türk kültürüne ve İslâmiyet’e bağlılıkla bağdaştırmak istemesidir.” (Yılmaz Özakpınar, İnsan Düşüncesinin Boyutları, Ötüken İstanbul 2002, s.199-200)
Genellikle Osmanlı son dönemine ait fikirler üç ana damarda toplanır ve Yusuf Akçura’nın risalesine de adını verdiği gibi Üç Tarz-ı Siyaset olarak anılır: Bunlar, sırasıyla Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük’tür. Batıcılık olarak ayrıca bir akımdan bahsedilebilirse de; Batıcılar, bir düşünce sistemi vaz’etmeyen, daha çok marjinal bir Batı taraftarlığı olarak arz-ı endam ettiklerinden anılan bu üç akımın eteklerinde seyrediyorlardı.
Bunların arasında Abdullah Cevdet’ten bahsedilebilirse de, o da diğer pozitivistler gibi şaşkın ve uçuk –Batı hayranlığı o dereceye ulaştı ki, damızlık erkek getirmeyi bile teklif edebilen- görüşleriyle sadece bir sembol oldu. Gerçekte pozitivizmin fikir kulüplerinde bir “moda” olduğu devreydi ve Batı’nın geldiği noktada başka birçok Batı değerleri ve düşünce dünyası ile –ki ruhçu-maneviyatçı akımlar da yeşermekteydi- tartışma zemini yaratıyordu. Ancak pozitivizm, mağlubiyetler karşısında önce 1)mütekebbir, sonra 2)hayret ve şaşkınlık makamına; daha sonra da 3)telaş ve giderek de 4)korku ve vehim deryasına dalan Osmanlı için “denize düşen yılana sarılır” misali sığınılacak limandı ve kendi din ve medeniyetinden kuşkuya kapılan başta aydınlar ve sonra toplumun belli kesitleri, bu limanı bir “din” gibi algılamaya başladı.
Gerçekte Batıcılık, ayrı bir siyasî – felsefî görüş olmaktan ziyade, her üç düşünce akımına tesir eden ve hemen hepsinin içinde ağırlıklı oranlarda yerleşen bir “kabul”dü. Bu kabul, kimi zaman bariz bir model, ritüel, söylem halini alıyordu; kimi zaman zımnî olarak fen, teknik, medeniyet, gelişme, modernlik, madde gibi kavramlar etrafında yeni bir sentez, terkip, inkılap veya ülkünün diyalektik kurgusuna malzeme yapılıyordu. Osmanlıcılık dikey tarifte bir kimlik sorunuysa da, yatay tasnifte bir global zihniyetin de kendi coğrafyasında modeliydi ve liberalizm ile örtüşmektiydi. İslamcılık keza yine bir kimlik temeli varsa da “muhafazakârlık” ile; Türkçülük ise geriye kalan “sosyalizm” ile paralel düşüyordu. Fakat yatay tasnifleri kimse dikkate almadı. Üç siyaset tarzı da bir anlamda topluma yabancıydı ve üçünün de mayasında batılı düşünme tarzı vardı. Her ne kadar kendi köklerini, geleneklerini, tarihsel birikimlerini şu yada bu tarih süzgeci içinde yeniden değerlendirmek iştiyakı varsa da bu siyaset tarzları yapaydı ve mevcut toplumsal hal ve vaziyetten ziyade ideal olandan nem’alanıyor ve “ülkücü” ve “devrimci” “çıkarsamalar” ortaya koymaya çalışıyordu.
l Devamı yarın…
Kiminde bariz, kiminde zımnî Batıcılık; ama hepsinde derin bir Milliyetçilik olan Üç Tarz-ı Siyaset, Türk düşüncesinin son iki asrına damgasını vurmuş bir silsile-i meratiptir aslında. Her ne kadar çağdaş olup birbirleriyle karşı karşıya geldikleri dönem ve kahramanları-düşünürleri olsa da bu silsile-i meratip oluş, eşyanın tabiatına uygundur ve her üçünde de aslolan, devlet-i aliyeyi kurtarma, kollama, yaşatma iradesinden başka bir şey değildir.
“Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun peşpeşe gelen savaşlarla toprak kaybına uğradığı bir dönemde düşünmeye başlar. Devlet, Avrupa siyasetinin baskısı altındadır. Osmanlı siyaset adamları imparatorluğu ayakta tutacak çareler aramaktadır. Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük-Turancılık ve Batıcılık akımları memlekette bir fikir kaynaşması ve tartışma ortamı meydana getirmiştir. Fikir hayatına Osmanlılığı korumaya çalışan bir düşünce adamı olarak başlayan Ziya Gökalp, daha sonra Türkçü-Turancı olur ve sonunda millî devletin sosyolojik yapısını fikir planında kurmaya uğraşır. Meşrutiyet’ten ölümüne kadar onu Türk fikir ve siyaset hayatının merkezinde tutan birinci özellik, bilim ile idealistliği kişiliğinde birleştirmesidir; ikinci özellik ise, devrimciliğe varan bir değişme taraftarlığını Türk tarihine, Türk kültürüne ve İslâmiyet’e bağlılıkla bağdaştırmak istemesidir.” (Yılmaz Özakpınar, İnsan Düşüncesinin Boyutları, Ötüken İstanbul 2002, s.199-200)
Genellikle Osmanlı son dönemine ait fikirler üç ana damarda toplanır ve Yusuf Akçura’nın risalesine de adını verdiği gibi Üç Tarz-ı Siyaset olarak anılır: Bunlar, sırasıyla Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük’tür. Batıcılık olarak ayrıca bir akımdan bahsedilebilirse de; Batıcılar, bir düşünce sistemi vaz’etmeyen, daha çok marjinal bir Batı taraftarlığı olarak arz-ı endam ettiklerinden anılan bu üç akımın eteklerinde seyrediyorlardı.
Bunların arasında Abdullah Cevdet’ten bahsedilebilirse de, o da diğer pozitivistler gibi şaşkın ve uçuk –Batı hayranlığı o dereceye ulaştı ki, damızlık erkek getirmeyi bile teklif edebilen- görüşleriyle sadece bir sembol oldu. Gerçekte pozitivizmin fikir kulüplerinde bir “moda” olduğu devreydi ve Batı’nın geldiği noktada başka birçok Batı değerleri ve düşünce dünyası ile –ki ruhçu-maneviyatçı akımlar da yeşermekteydi- tartışma zemini yaratıyordu. Ancak pozitivizm, mağlubiyetler karşısında önce 1)mütekebbir, sonra 2)hayret ve şaşkınlık makamına; daha sonra da 3)telaş ve giderek de 4)korku ve vehim deryasına dalan Osmanlı için “denize düşen yılana sarılır” misali sığınılacak limandı ve kendi din ve medeniyetinden kuşkuya kapılan başta aydınlar ve sonra toplumun belli kesitleri, bu limanı bir “din” gibi algılamaya başladı.
Gerçekte Batıcılık, ayrı bir siyasî – felsefî görüş olmaktan ziyade, her üç düşünce akımına tesir eden ve hemen hepsinin içinde ağırlıklı oranlarda yerleşen bir “kabul”dü. Bu kabul, kimi zaman bariz bir model, ritüel, söylem halini alıyordu; kimi zaman zımnî olarak fen, teknik, medeniyet, gelişme, modernlik, madde gibi kavramlar etrafında yeni bir sentez, terkip, inkılap veya ülkünün diyalektik kurgusuna malzeme yapılıyordu. Osmanlıcılık dikey tarifte bir kimlik sorunuysa da, yatay tasnifte bir global zihniyetin de kendi coğrafyasında modeliydi ve liberalizm ile örtüşmektiydi. İslamcılık keza yine bir kimlik temeli varsa da “muhafazakârlık” ile; Türkçülük ise geriye kalan “sosyalizm” ile paralel düşüyordu. Fakat yatay tasnifleri kimse dikkate almadı. Üç siyaset tarzı da bir anlamda topluma yabancıydı ve üçünün de mayasında batılı düşünme tarzı vardı. Her ne kadar kendi köklerini, geleneklerini, tarihsel birikimlerini şu yada bu tarih süzgeci içinde yeniden değerlendirmek iştiyakı varsa da bu siyaset tarzları yapaydı ve mevcut toplumsal hal ve vaziyetten ziyade ideal olandan nem’alanıyor ve “ülkücü” ve “devrimci” “çıkarsamalar” ortaya koymaya çalışıyordu.
l Devamı yarın…
Ziya Gökalp ve Türk Düşünce Tarihinde Türkçülüğün serüveni: 3
Bu yüzden gerçek batıcılar gerçekte Gökalp’ın terkibinden bile rahatsızdırlar.
“Ziya Gökalp, en baştaki Osmanlıcılık döneminden hayatının sonuna kadar Batı medeniyetine girmeyi savunmuştur. Batıcılar da aynı hedefe yönelmişti. Fakat Batıcıların hareket noktası din bağnazlığı ile mücadele olduğu için onların Batı medeniyetine girme emelleri psikolojik olarak dinden uzaklaşmaya yol açıyordu. Batı’nın bilimini almak ve bilimin imkân ve gereklerine göre toplumu örgütlendirmek amacını güden Ziya Gökalp ise İslamiyet’e bağlı kalarak Batı medeniyetine girmeyi tasarlıyordu. O sıralarda, Meşrutiyet’in doğurduğu düşünce serbestliği içinde Batı’nın sosyal doktrinleri ve felsefe sistemleri kafalarda etkisini gösteriyordu. Bilimin niteliği iyi anlaşılamadığı için pozitivizm ve materyalizm, bilimin ayrılmaz parçası sanılıyordu.” (Özakpınar, s.200)
Ziya Gökalp, işte Özakpınar’ın da her türlü eleştirisine rağmen ısrarla altını çizdiği gibi, Türk düşünce ufuklarını geliştirmesi bakımından önemli bir adamdır ve tarihsel çizgisini takip etmek gerekmektedir.
Özakpınar, tıpkı Hegel’in ruhçu diyalektiğini bir formülle maddeci diyalektik haline getirerek altüst eden Marx gibi önemli bir iş yapıyor ve Gökalp'ın kültür ve medeniyet tariflerini yeniden farklı boyutlarıyla ele alarak medeniyet kurgusunu sarsıyor ve “üçleme”sini birbirinden çok uzakta ayrı daireler olmaktan kurtararak içiçe halkalar haline getiriyor. Böylece yüz yıl boyunca Gökalp’e en sert eleştirileri yapan hatta açıktan saldıranların asla erişemeyecekleri bir Gökalp eleştirisi ortaya koyduğu halde; onun Türk düşüncesini geliştirmedeki rolünü önemsiyor ve Gökalp’e bilim adamı ve ülkücü olarak sahip çıkıyor:
“Ziya Gökalp büyük bir düşünce adamıdır. Büyük düşünce adamları, toplumu etkiler. Fakat yeni ve karmaşık bir düşünce ürettikleri için de daima yanlış anlaşılma ve basmakalıp bir değerlendirme ile basite indirgenme tehlikesine maruz kalırlar.
Toplum, büyük düşünce adamlarına ihtiyaç duyduğu dönemde onların ruhundan, tutkusundan ve kişisel özelliklerinden etkilenir. Ama sonradan gelenler o ruhu anlama ihtiyacını yeteri kadar duymadan, tasavvur dünyasında o tutkuyu kendileri de yaşamadan ve fikirlerin ayrıntılarına yeteri kadar dikkat etmeden o büyük düşünce adamına yaklaşırsa, basmakalıp övgüler, anlamsız saldırılar ortalığı kaplar ya da o büyük düşünce adamı görmezden gelinir. Düşüncenin verimliliği onun kişisel bir çeşni olmaktan kurtulmasıyla ve başka zihinlerle eleştirel işbirliği kurmasıyla mümkündür.
Düşünceleri kendi köşelerinde kalmaktan kurtaracak bir düşünce geleneğine, eleştirel işbirliğine ihtiyaç vardır. Ziya Gökalp, kendi zamanında bunu yapmıştır. Bizim de onun fikirlerini birer müze eseri gibi saklamak yerine, o fikirlerle düşünmemiz ve gerektiğinde yeni fikirlere doğru ilerlememiz gerekiyor.” (Özakpınar, s.252-253)
Gerçekten de Gökalp, uzun yıllar İmparatorluğu yıkan bir düşünce akımının öncüsü sayılarak basmakalıp saldırılarla düşünce dünyamızdan gözardı edilmek istenmiş; ya da müze eseri gibi hatta zaman zaman bir put gibi üzerinde tartışmalara bile tahammül edilmemiş ve bu yüzden de her iki koldan en büyük haksızlıklara uğramış bir düşünce adamımızdır. Sağlıklı eleştiriler, temsil ettiği fikri yücelteceği gibi; onu anlamaya çalışan başka akımlar için de yol gösterici olacaktır. Ama ilk Türk sosyologu olarak açtığı çığırda ne yazık ki çok az adam yetişmiştir.
Dağarcık:
Ziya Gökalp’in müslümanlığını eleştirmek bir zamanlar moda idi. Feyziye Abdullah Tansel Malta mektuplarını üç cilt halinde yayınlamıştı oysa. O eser okunsaydı Gökalp’in ne kadar samimi bir Müslüman ve kızlarına titizlikle Malta’da esirken gönderdiği mektuplarla da nasıl bir ilahiyat eğitimi açık öğretimle verdiği anlaşılırdı.
“…mini mini Türkan dua etsin. Hürriyet de artık Allah ile barışsın. Çünkü bize fenalık yapan Allah değil şeytandır. Allah daima doğruların ve iyilerin yardımcısıdır.”
Ziya Gökalp ve Türk Düşünce Tarihinde Türkçülüğün serüveni: 4
Zimmerman, Avrupa’ya sesleniyor ve Toynbee’den çok Gökalp sosyolojisinden yararlanmamız gerektiğini ifade ediyor. ‘Yüz yıl evvel yapılan bu yanlış yüzünden İngilizler işgalci Yunanlıları desteklediler. Oysa ki milliyetçilik yapan ve emperyalizme direnen Türkleri desteklemeleri lazımdı’ diye düşünür. Emperyalizmin bizzat İngiliz menşeine ayrıca değinmeliyiz, fakat Zimmerman’ın Gökalp övgüsü dikkate değer.
Türkiye’de başta Diyarbakır’daki Gökalp evini basanlar, sonra kendilerini İslamcı zanneden çevreler Gökalp’e bühtan ettiler. Anlamadan eleştirdiler. Fakat milliyetçilerin ve kemalistlerin onu doğru anladıkları da kuşkulu…
Nerede Yanlış Yaptık?
Gökalp’ın kurgusu üzerinden yüzyılı aşkın bir zaman geçti. Fakat beklenen olmadı. Türkiye medeniyet değiştiremedi. Girilmek istenen medeniyet dairesinden birçok şey aparıldı aparılmasına ama ne bilimsel olma iddiası bağnazlıktan kurtulabildi, ne de arzulanan gelişme sağlandı. Bugün Gökalp kurgusunu tartışmak ve medeniyet değiştirme projesini masaya yatırmak lazımdır. Girilmek istenilen medeniyet dairesinin kapısında herşey yapıldı da Sorokin’in dediği gibi, o medeniyet dairesinin nihaî kabulü mü beklenmektedir? Yoksa sadece aradan geçen yüzyıla rağmen önceki iki yüzyıl ile birlikte kültürsüzleşme döngüsü mü derinleşmektedir? Yüz yıl öncesinde Gökalp’ın ortaya koyduğu formül, Batı’nın “Şark Meselesi” etrafında korkunç tarruzuna karşı bir savunma refleksi miydi? Gerçekte böyle bir formüle Gökalp de inanmıyor; bir stratejist gibi hatta zaman zaman bir taktisyen gibi
“ayakta kalma programı” mı tasarlıyordu? O halde Gökalp çizgisi bugün yüzyıl öncesini yeniden yorumlamaya ve Gökalp formüllerini yeniden tartışmaya açmaya ihtiyaç duyuyorsa, bu boşuna değildir.
“Nerede yanlışlık yapıldı? Ziya Gökalp, hakikati ortaya koyacak bir teori kurmaya çalışmıyor, politik ve psikolojik zorunlulukların baskısını beyninde hissederek kabul edilebilir bir formül arıyordu. Vardığım bu hükümle, Ziya Gökalp’ın kendi bulduğu formüle içtenlikle inanmadığını söylemiş olmuyorum; sadece onu o formülü aramaya yönelten nedenleri belirlemiş oluyorum. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” formülü Türk millî benliğine sahip çıkma, İslam dinine sarılma ve Batı’nın ilerlemiş bilimini ve teknolojisini alma anlamına gelmiyor muydu? Yanlışlık bunun neresindeydi? Yanlışlık formülün arkasında, Ziya Gökalp’ın İslamiyet’e bakış tarzında ve medeniyet kavramında idi.” (Özakpınar, s.202-203)
“Medeniyet kavramının, perakende öğelerin toplamıyla belirlenen böyle mantıksal tanıma dayanması, Türkiye’nin bugün yüz yüze olduğu bunalımın fikir planındaki kaynağıdır. Çünkü bu medeniyet anlayışının sonucu olarak Türkiye, kendini hiçbir medeniyete mensup olmayan bir konuma sokmuştur. Bu yüzden kültür, bütünlüğünü ve ahengini kaybetmiştir.”
Bugün toplumdaki ahlakî çöküntünün, toplumsal dayanışma mekanizmasındaki çözülüşün-çarklarındaki müthiş dağılmanın müsebbibi işte böylesi bir medeniyetsizleşme sürecidir. Bunda sadece Gökalp’ın yıkıcı etkisi yoktur; bu Meşrutiyet döneminden itibaren kültür ve medeniyet kavramlarının yanlış tanımlanmasından da kaynaklanmaktadır. Öyle ki, İslamcı fikir adamlarının bile hemen tamamına yakını medeniyeti aynı çerçevede tanımlamışlardır. Kiminde teknolojik ve fen kavramları öne çıkarılmışsa da çoğunlukla benzer yaklaşımlar sergilenmiştir.
“Medeniyet, bir inanç ve ahlâk nizamı olarak kültürü doğuran ruh enerjisi ve ilham kaynağıdır. Fakat bir medeniyet kendi kaynağından beslenen kültürle ihya olur. İslâm medeniyetini ihya davası, aslında bir toplumun hayatı demek olan kültürü, medeniyetin ruhuna göre şekillendirme dâvasıdır; İslâm medeniyeti bilinciyle kendi hayatımızı ihya dâvasıdır.”(s.208)
Medeniyetsiz bir kültüre bilim ve teknoloji eklenemezdi. Türk milleti ruh enerjisini yitirmeye yüz tutunca yani medeniyetinden uzaklaştıkça kültürel gelişmeyi de meydana getirememiş, ahengini bulamayarak inanç ve ahlâk temellerini de sarsmış; yüksek bir ideale baş koyamamıştır. Artık teknolojiyi kullansa bile, medeniyetsiz ama sözde çok kültürlü insan/toplum, onu üreten değerler manzumesinden habersizdir; bu yüzden kullandığı teknolojiyi ucuz ihtiyaçlarını karşılamaya yönelterek kendine mahsus eserlerin üretilemediği arenada “mankurt”laşmaya müsaittir.
Aktüalite:
Kürt Aşiretleri Üzerine Tetkik araştırmasıyla ilk sosyoloğumuz saha çalışmalarını da ikmal etmişti.
Bugün ne yazık ki hemşehrileri ve büyük millet çerçevesine yabanıl iklimlerin tesiriyle inatla girmeyen budunu emanetine vandalizm ile saldırdı.
Ziya Gökalp’ı yeniden değerlendirmek gerek.
Önce milliyetçiler, sonra İslamcılar, sonra Diyarbakırlılar… bir de kemalistler…
Bir başka yazıda ise Kemalizm ile Gökalp çizgisinin çatıştığı noktaları irdeleyeceğim.
Ve Türkiye’nin neler kaybettiğini…
Dağarcık:
Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nı yazarken bir ÜMMET PROGRAMI da hazırladığını biliyor muydunuz?
Türkçülerin Ümmet Programı başlığı altında 5 madde tespit ediyor ilk sosyolog.
Arap hurufu devam etmelidir.
Istılahların (kavramların) müşterekliği sağlanmalıdır
Müşterek Terbiye Kongreleri yapılmalıdır. Yani eğitim şurası bütün İslam âlemini kapsamalıdır.
Hilal ümmet remzi olarak muhafaza edilmelidir.
Müftü teşkilatları arasında irtibat, işbirliği hatta birlik kurulmalıdır.
Arvasi gibi güzel Müslümanlara ihtiyacımız var
Arvasi’yi özlüyoruz her geçen zamana nispetle.
Bugün maalesef bir gerçeğin altını sadece Türkiye’deki Müslümanlar olarak değil, bütün dünya Müslümanları olarak kalın çizgilerle çizmeliyiz ki: “Müslüman Müslüman’ın elinden ve dilinden emin olması ve olunması gereken insan” iken artık hiçbir mıntıkada cesaretle bunu söyleyemiyoruz.
Oysa milletin kahır ekseriyeti yine olur olmaz yerde birisi Allah dostları dese hemen kendine çekidüzen verecek tabiatını muhafaza etmektedir. Fakat zamane bilgisi ve popüler kültürün etkisiyle Allah dostları ona daha çok sanal ortam karakteri ve TV çocuğu gibi gözükmektedir.
Ama yine de derununda mayasından gelen bir takım iletilerle ve dürtülerle Allah dostları diye bir makamın kutsiyetini idrak mevkiindedir.
Bugün karşılaştığımız cemaat liderleri, tasavvuf erbabı diye arzı endam edenler yahut ulemadan sayılanlar ümmetin kafasını karıştıracak ve gönlünde yatırdığı Allah dostları imajına zarar verecek şekil, muhteva, davranış, zaaf, ses ve renge yeteri miktarda sahipler ne yazık ki…
Gönül böyle olunca da uzak geçmişe uzanıyor. Yesevi, Yunus, Somuncu Baba, Hacı Bayram,
Taceddin Sultan, Emir Sultan, Niyazi Mısrî, Aziz Mahmut Hüdai, Bıçakçı Baba, Edebalı, Akşemseddin gibi…
Onlar da çok uzak iklimlerin içinden hafsalamıza düşürecek emarelerini genç nesillerin anlayabileceği kıvama getiremiyorlar. Yani bizim dilimiz onların gönül dilini anlayacak kıvamda değil demek istiyorum. Osmanlıca dersleri buna çözüm olabilir mi? Eski yazıyla yazmak o dünyayı kavramamıza ne kadar ön ayak olur bilemem ama bu iklimin bu çağın insanlarına hele hele Müslümanlarına yansıması için daha çok çileli yollar aşılması lâzım. Ama palavradan çileli yollar değil. …Miş gibi çile çekmeler değil. Gerçek çileli yollar… Gerçek eve dönüş… Gerçek inziva kültürü... Ve ipek böceğinin kozasını örmesi gibi gerçek hamdım piştim oldum tecrübesi…
O yüzden fazla öteye gitmeden acaba yakın geçmişte bize o iklimden mesajlar ve duyular veren kimler vardı diye sorgulamamız daha hayırlıdır.
İşte o zaman karşımıza Seyit Ahmet Arvasi çıkar.
Arvasi ne kadar güzel adamdı.
Benim en iyi arkadaşımdı.
İstanbul’a gitmelerin nirengi noktası, son durağı idi..
İstanbul’a her hafta gider, Hergün gazetesinde sayfamı yapar, İstanbul’daki yazarlarımızdan Ankara’daki dergilerimiz (Genç Arkadaş, Hasret, Divan ve Nizam-ı Âlem) için yazıları toplar; sonra Üstad gibi trenle Ankara’ya dönerdim. Ben de Sakarya’ya bir şeyler mırıldanırdım.
Önce Kabaklı ziyareti Tercüman gazetesi… Sonra destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Türk Edebiyatı Vakfında ziyaret. Oradan Niyazi ağabey Üstadı arar, Erenköy’e mi gelsin Büyükdoğu’ya bugün gelecek misiniz? Artık gelirse Cağaloğlu’ndaki Büyükdoğu merkezi, gelmezse Erenköy’deki köşke ziyaret. Erenköy’e varmadan Göztepe’de zemin kattaki her tarafı kitapla dolu Cemil Meriç’in evine ziyaret. Cemil Meriç’le birkaç saat... Oradan Erenköy’de Üstada, en sonunda da yine Erenköy’de ama bu sefer yirmi yıllık beş katlı binanın üçüncü katındaki Arvasi’nin mütevazı dairesine…
Arvasi ile sabah namazına kadar sohbet. Sonra sabah namazını kılmak…Çay kahvaltı arasında günü değerlendirmek…
Arvasi evliya gibi adamdı. Uzun yıllar Eğitim enstitülerinde talebe yetiştirdi. Mesela aziz dostum değerli kalem Beşir Ayvazoğlu talebeleri arasındadır. Ben onu dergi çıkardığımız ve seminer verdiğimiz teşkilat günlerinde bir ihtiyaca cevap olarak keşfettim. Kendini Arayan İnsan ve Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz adlı iki kitabı gençliğin, inanmış- vatansever gençliğin zihni problemlerine cevap mahiyeti taşıyordu. Felsefeler, ideolojiler karşısında Kendini Arayan İnsan’daki orijinal üçlemeler bize bin yıllık terkibimizin çağdaş normlarını kazandırıyordu. Öte yandan estetik problemlerimiz ve diyalektiğe karşı kendi diyalektiğimizin inşası fikriyatımızın burcunu dikmeğe namzetti. Nitekim Ayvazoğlu’nun daha sonraki yıllarda Aşk Estetiği adlı eserinin doğuşunda Arvasi’nin bu kitabı ilham kaynağı oldu.
Kaba, nobran, Allahuekber nidalarıyla insan katletmelerin gırla gittiği, sadece sert İslam’da değil yumuşak İslam’da da terbiyesizliğin normal ilişkiler ağı oluşturduğu günümüzde Arvasi’nin İslam medeniyetindeki estetik bahsi dün bizi inceltmiş ve alperen kıvamına getirmişti, ama bugün ihtiyacı daha bariz anlaşılmalıdır.
Allah’ın bizzat yaratma fiilindeki estetik, mutlak güzel olanın güzel yaratması, objektif güzelden subjektif güzele oradan mutlak güzele uzanan yaratıcı entelektüalizm bir Müslüman’ın kul olarak en azından ‘haberdar’ olması gereken bir hareket, bir fiil, bir süreçtir. Bundan, yani yaratıcının estetik yaratıcılığından haberdar olmayan insanın güzeli çirkine boğdurması mümkündür. Bugün olan da budur.
Ona göre Türk İslam ülkücüleri zaten davalarını estetik- bedii bir kavramsal inşa temelinde örerler.
“Türk İslam ülkücüsü, gerek tefekkürde, gerek güzel sanatlarda, ülkemizi saran yozlaşmanın ve yabancılaşmanın kesin olarak bertaraf edilmesi için Türk İslam medeniyetinin yeniden keşfedeceği temelleri üzerinde asrı hayran bırakacak eserler vermelidir. Mimaride, musıkide, resimde kısaca güzel sanat dallarında orijinal ve farklı olduğunu ecdadı gibi ispat etmelidir.”
Oysa bugün mimarimize bakınız, kim yapıyor bu yoz ve yozlaştırıcı binaları?.. Bu kuleleri, bu avm’leri, bu siteleri... Cumhuriyet’in ilk yıllarında üstelik de hani batıllaşma macerası diye biz Müslümanların çok eleştirdiği bir döneme ait mimariye bir bakınız; en azından Osmanlı’nın son dönemindeki izi sürüp bir senteze çaba harcadığını ve milli mimariyi geliştirmek istediğini görüyoruz.
Arvasi hem iyi ve temiz ve güzel bir Müslüman olarak yüzüne, yazılarına, hocalığına ihtiyaç duyduğumuz bir fikir adamı, hem de karakter yozlaşmasına uğramış günümüz Müslüman’ı için takip edilmesi gereken bir örnek şahsiyettir. Bir mektep adamdır.
MAZİDEN:

12 Eylül öncesi Üstad ve rahmetli Sedat Yenigün ile birlikte bütün inanmış gençliği birleştirme gayretimiz var. Nizam-ı âlem’i çıkarıyoruz. İspiyonlar, şikâyetler, ajanlar… Sonunda kapatma kararı… Arvasi çok üzgün. İstifa etti MHP’den. Bahçeli Camii’ne kadar yürüdük. Orada İkindi namazı. Tehiyattan sonra iki damla gözyaşını parmağımla aldım. İkna ettim, geri geldik. Bir başka zaman ayrıntılı anlatırım. Güzel gözleri vardı Arvasi’nin. Güzel ağlardı, çirkin ağlamazdı. Ağlamanın da çirkini var mı, var biliyorsunuz. Arvasi, gözyaşlarını içine akıtırdı da zoraki bir damla süzülürdü işte… 31 Aralık 1988 günü ayrıldı aramızdan, mekânı cennet olsun.
DAĞARCIK:
“BEN Afrika’nın ortasında dünyaya gelmiş ve bu akla da sahip olsaydım tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü Türk milletinin de, İslam âleminin de, mazlum milletlerin de kurtuluşunun bunda olduğunu biliyorum.”
RUBAİ:
Benden sana bir faide yoktur a benim gözüm
Aşkında nîçin kaide yoktur o benim gözüm
Ey yâr bana kastın niyedir serserî kılma beni
Ömrümde sensiz sahife yoktur a benim gözüm
Bugün maalesef bir gerçeğin altını sadece Türkiye’deki Müslümanlar olarak değil, bütün dünya Müslümanları olarak kalın çizgilerle çizmeliyiz ki: “Müslüman Müslüman’ın elinden ve dilinden emin olması ve olunması gereken insan” iken artık hiçbir mıntıkada cesaretle bunu söyleyemiyoruz.
Oysa milletin kahır ekseriyeti yine olur olmaz yerde birisi Allah dostları dese hemen kendine çekidüzen verecek tabiatını muhafaza etmektedir. Fakat zamane bilgisi ve popüler kültürün etkisiyle Allah dostları ona daha çok sanal ortam karakteri ve TV çocuğu gibi gözükmektedir.
Ama yine de derununda mayasından gelen bir takım iletilerle ve dürtülerle Allah dostları diye bir makamın kutsiyetini idrak mevkiindedir.
Bugün karşılaştığımız cemaat liderleri, tasavvuf erbabı diye arzı endam edenler yahut ulemadan sayılanlar ümmetin kafasını karıştıracak ve gönlünde yatırdığı Allah dostları imajına zarar verecek şekil, muhteva, davranış, zaaf, ses ve renge yeteri miktarda sahipler ne yazık ki…
Gönül böyle olunca da uzak geçmişe uzanıyor. Yesevi, Yunus, Somuncu Baba, Hacı Bayram,
Taceddin Sultan, Emir Sultan, Niyazi Mısrî, Aziz Mahmut Hüdai, Bıçakçı Baba, Edebalı, Akşemseddin gibi…
Onlar da çok uzak iklimlerin içinden hafsalamıza düşürecek emarelerini genç nesillerin anlayabileceği kıvama getiremiyorlar. Yani bizim dilimiz onların gönül dilini anlayacak kıvamda değil demek istiyorum. Osmanlıca dersleri buna çözüm olabilir mi? Eski yazıyla yazmak o dünyayı kavramamıza ne kadar ön ayak olur bilemem ama bu iklimin bu çağın insanlarına hele hele Müslümanlarına yansıması için daha çok çileli yollar aşılması lâzım. Ama palavradan çileli yollar değil. …Miş gibi çile çekmeler değil. Gerçek çileli yollar… Gerçek eve dönüş… Gerçek inziva kültürü... Ve ipek böceğinin kozasını örmesi gibi gerçek hamdım piştim oldum tecrübesi…
O yüzden fazla öteye gitmeden acaba yakın geçmişte bize o iklimden mesajlar ve duyular veren kimler vardı diye sorgulamamız daha hayırlıdır.
İşte o zaman karşımıza Seyit Ahmet Arvasi çıkar.
Arvasi ne kadar güzel adamdı.
Benim en iyi arkadaşımdı.
İstanbul’a gitmelerin nirengi noktası, son durağı idi..
İstanbul’a her hafta gider, Hergün gazetesinde sayfamı yapar, İstanbul’daki yazarlarımızdan Ankara’daki dergilerimiz (Genç Arkadaş, Hasret, Divan ve Nizam-ı Âlem) için yazıları toplar; sonra Üstad gibi trenle Ankara’ya dönerdim. Ben de Sakarya’ya bir şeyler mırıldanırdım.
Önce Kabaklı ziyareti Tercüman gazetesi… Sonra destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Türk Edebiyatı Vakfında ziyaret. Oradan Niyazi ağabey Üstadı arar, Erenköy’e mi gelsin Büyükdoğu’ya bugün gelecek misiniz? Artık gelirse Cağaloğlu’ndaki Büyükdoğu merkezi, gelmezse Erenköy’deki köşke ziyaret. Erenköy’e varmadan Göztepe’de zemin kattaki her tarafı kitapla dolu Cemil Meriç’in evine ziyaret. Cemil Meriç’le birkaç saat... Oradan Erenköy’de Üstada, en sonunda da yine Erenköy’de ama bu sefer yirmi yıllık beş katlı binanın üçüncü katındaki Arvasi’nin mütevazı dairesine…
Arvasi ile sabah namazına kadar sohbet. Sonra sabah namazını kılmak…Çay kahvaltı arasında günü değerlendirmek…
Arvasi evliya gibi adamdı. Uzun yıllar Eğitim enstitülerinde talebe yetiştirdi. Mesela aziz dostum değerli kalem Beşir Ayvazoğlu talebeleri arasındadır. Ben onu dergi çıkardığımız ve seminer verdiğimiz teşkilat günlerinde bir ihtiyaca cevap olarak keşfettim. Kendini Arayan İnsan ve Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz adlı iki kitabı gençliğin, inanmış- vatansever gençliğin zihni problemlerine cevap mahiyeti taşıyordu. Felsefeler, ideolojiler karşısında Kendini Arayan İnsan’daki orijinal üçlemeler bize bin yıllık terkibimizin çağdaş normlarını kazandırıyordu. Öte yandan estetik problemlerimiz ve diyalektiğe karşı kendi diyalektiğimizin inşası fikriyatımızın burcunu dikmeğe namzetti. Nitekim Ayvazoğlu’nun daha sonraki yıllarda Aşk Estetiği adlı eserinin doğuşunda Arvasi’nin bu kitabı ilham kaynağı oldu.
Kaba, nobran, Allahuekber nidalarıyla insan katletmelerin gırla gittiği, sadece sert İslam’da değil yumuşak İslam’da da terbiyesizliğin normal ilişkiler ağı oluşturduğu günümüzde Arvasi’nin İslam medeniyetindeki estetik bahsi dün bizi inceltmiş ve alperen kıvamına getirmişti, ama bugün ihtiyacı daha bariz anlaşılmalıdır.
Allah’ın bizzat yaratma fiilindeki estetik, mutlak güzel olanın güzel yaratması, objektif güzelden subjektif güzele oradan mutlak güzele uzanan yaratıcı entelektüalizm bir Müslüman’ın kul olarak en azından ‘haberdar’ olması gereken bir hareket, bir fiil, bir süreçtir. Bundan, yani yaratıcının estetik yaratıcılığından haberdar olmayan insanın güzeli çirkine boğdurması mümkündür. Bugün olan da budur.
Ona göre Türk İslam ülkücüleri zaten davalarını estetik- bedii bir kavramsal inşa temelinde örerler.
“Türk İslam ülkücüsü, gerek tefekkürde, gerek güzel sanatlarda, ülkemizi saran yozlaşmanın ve yabancılaşmanın kesin olarak bertaraf edilmesi için Türk İslam medeniyetinin yeniden keşfedeceği temelleri üzerinde asrı hayran bırakacak eserler vermelidir. Mimaride, musıkide, resimde kısaca güzel sanat dallarında orijinal ve farklı olduğunu ecdadı gibi ispat etmelidir.”
Oysa bugün mimarimize bakınız, kim yapıyor bu yoz ve yozlaştırıcı binaları?.. Bu kuleleri, bu avm’leri, bu siteleri... Cumhuriyet’in ilk yıllarında üstelik de hani batıllaşma macerası diye biz Müslümanların çok eleştirdiği bir döneme ait mimariye bir bakınız; en azından Osmanlı’nın son dönemindeki izi sürüp bir senteze çaba harcadığını ve milli mimariyi geliştirmek istediğini görüyoruz.
Arvasi hem iyi ve temiz ve güzel bir Müslüman olarak yüzüne, yazılarına, hocalığına ihtiyaç duyduğumuz bir fikir adamı, hem de karakter yozlaşmasına uğramış günümüz Müslüman’ı için takip edilmesi gereken bir örnek şahsiyettir. Bir mektep adamdır.
MAZİDEN:

12 Eylül öncesi Üstad ve rahmetli Sedat Yenigün ile birlikte bütün inanmış gençliği birleştirme gayretimiz var. Nizam-ı âlem’i çıkarıyoruz. İspiyonlar, şikâyetler, ajanlar… Sonunda kapatma kararı… Arvasi çok üzgün. İstifa etti MHP’den. Bahçeli Camii’ne kadar yürüdük. Orada İkindi namazı. Tehiyattan sonra iki damla gözyaşını parmağımla aldım. İkna ettim, geri geldik. Bir başka zaman ayrıntılı anlatırım. Güzel gözleri vardı Arvasi’nin. Güzel ağlardı, çirkin ağlamazdı. Ağlamanın da çirkini var mı, var biliyorsunuz. Arvasi, gözyaşlarını içine akıtırdı da zoraki bir damla süzülürdü işte… 31 Aralık 1988 günü ayrıldı aramızdan, mekânı cennet olsun.
DAĞARCIK:
“BEN Afrika’nın ortasında dünyaya gelmiş ve bu akla da sahip olsaydım tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü Türk milletinin de, İslam âleminin de, mazlum milletlerin de kurtuluşunun bunda olduğunu biliyorum.”
RUBAİ:
Benden sana bir faide yoktur a benim gözüm
Aşkında nîçin kaide yoktur o benim gözüm
Ey yâr bana kastın niyedir serserî kılma beni
Ömrümde sensiz sahife yoktur a benim gözüm
Abonnieren
Posts (Atom)