yeniakit.com.tr
İçeride ve dışarıda ihanetin aktörleri
Akan kanın durdurulması için “şiddetsiz bir çözüm arayışı” için
uzlaşma ve siyasallaşma çerçevesinde başlayan “Çözüm Süreci”nde
Türkiye sınırları dışına çekilmek ve silah bırakmak yönünde bölücü
örgüt tarafından bir arpa boyu sayılacak adımlar atılmadı. Aksine
süreçte şehir, ilçe, köy ve mezralarda özel silah depoları ve halk
ayaklanmasını başlatacak eğitim kampları kuruldu. Binlerce genç
okul yerine bu kamplarda hainleştirilip, silahlı eğitimden geçirildi.
Şehirlerde ‘kurtarılmış bölgeler ve mahalleler’ ilan edilerek devlet
güçlerine meydan okunması ihanet derecesinde istismar edilen o
Çözüm Süreci’nin eseridir.
Bugün “Kara gücü” olan silahlı bir terör örgütü var.
Bu örgüt, mahallelerde hendekler kazıp yollara mayın döşüyor,
askere ve polise pusular kurup bombalı saldırılarda bulunuyor. Yol
kesiyor, haraç topluyor, çarşı yakıyor, ev basıyor, gençleri zorla dağa
götürüyor. Ve bu örgüt, ısrarla ‘silah bırakmayacağını’ ilan ediyor.
Artık ok yaydan çıktı ve 24 Temmuz’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin
ve polisimizin iflah olmaz bu ‘Bölücü Terör Örgütü’ne karşı
kapsamlı harekâtı başladı. Hükümetin kararlılığı ve güvenlik
birimlerimizin zor şartlarda verilen mücadele sonucu bölücü terör
örgütüne ağır darbeler indiriliyor.
Hedef; “Terörsüz bir Türkiye”.
Kandil’de ağır kayıplar veren PKK bölücü terör örgütü şimdi şehir
yapılanması olan KCK’nın desteğiyle PKK Gençlik Yapılanması,
Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ni (YDG-H) sahaya sürüyor.
Sivil halk kalkan olarak kullanılırken, okul çağındaki çocuklar
ölüme gönderiliyor. Esnaf kan ağlıyor, eğitim ve sağlık hizmetleri
engelleniyor ve hayat durdu. Halk terör baskısından kurtulmak için
bölgeyi terk ediyor.
Bütün bu ihanet eylemlerine rağmen terör örgütünü sorgulayıp
suçlama yerine ülke içinde HDP ile CHP’li bazı siyasiler ve medya
çevrelerinden oluşan bir zümre, terör örgütünü masum gösterme,
eylemlerini meşrulaştırma propagandasına öncülük etmeleri ayrı bir
ihanettir.
HDP, İHANETİ
MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR
TBMM çatısı altında yer aldığı halde Bölücü Terör Örgütüyle aynı
cephede ihanet içinde olanlar vardır.
HDP, ağır kayıplar veren PKK terör örgütüne yönelik operasyonları
engellemek için önce operasyonların sürdüğü şehir ve mahallelere
girmeye uğraştı. Milletvekilliğinin dokunulmazlık zırhına güvenen
HDP’li vekiller Türk Polisinin engelini aşamayınca, TBMM’de
oturma eylemi başlattı.
HDP, bir taraftan ülke içinde PKK’nın hendek eylemlerini
meşrulaştırma desteğine devam ederken diğer yandan da Türkiye
dışında gerçekleştirilen ziyaretlerle; “müdahale edin, aracı olun,
bölgeye heyetler gönderin” çağrıları yapıyor.
Ortadoğu bağlamında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç ve AB’nin aşmakta
zorlandığı mülteci sorunu nedeniyle ABD ve AB’nin “Türkiye’nin
terörle mücadele etme hakkıdır” açıklamalarına karşı hayal
kırıklığına uğrayan HDP Eş Başkanı Demirtaş şimdi Moskova’ya
gidiyor. Rus jetinin Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrası
başlayan krizden istifade etmek için Rus milliyetçileriyle buluşacak
ve Rusya Dışişleri Bakanı ve bazı siyasilerle de görüşmeye çalışacak.
Demirtaş, Rus dostlarının katılımıyla birlikte HDP
MoskovaTemsilciliği’nin açılışı yapılacak.
ABD VE AB’DEN SONRA RUSYA DESTEĞİ
ABD ve Avrupa Birliği’nden terör örgütleri DHKP-C ve PKK çok
ciddi destek almaktadır. PKK’yı ABD silahlandırıyor. ABD,DAEŞ’i
bahane ederek PKK/PYD’ye 50 ton silah ve mühimmat sevkıyatında
bulundu.
Kısacası PKK terör örgütünün kendi başına silah bırakmaya karar
verme özgürlüğü yok. Silah bırakmaya kalksa, ABD, AB ve İran
başta olmak üzere ilişkide olduğu ülkelerin istihbarat servisleri izin
vermez. PKK’yı taşeron olarak kullanmak üzere şimdi Rusya
devrede. Demirtaş’ın Moskova ziyareti ve HDP Moskova
Temsilciliğinin açılması PKK adına Demirtaş’ın yürüttüğü karanlık
ilişkilerin eseridir.
TÜRKİYE DÜŞMANI BİR TÜRK
Türk asıllı Alman vatandaşı ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem
Özdemir, PKK terör örgütünün okulları ve kamu binalarını ateşe
vermesinden, asker ve polislere pusu kurarak bombalı saldırılar
düzenlemesinden, kanlı eylemleriyle sivil halkı göçe mecbur
etmesinden tek kelime söz etmeden, “Türkiye’de hükümet kendi
halkına karşı bir tür savaş yürütüyor. Burada insan haklarından ve
hukuk devletinden bahsetmek mümkün değildir”şeklinde küstahça ve
düşmanca açıklamalarda bulundu.
Cem Özdemir, Türkiye’nin ali menfaatlerine değil Almanya’nın
çıkarlarına hizmet ettiği gibi sürekli Türkiye - AB ilişkilerinde
Türkiye karşıtı tutumuyla bilinmektedir.
Alman Meclisinde ve Avrupa Parlamentosunda çok sayıda Türk asıllı
Alman, Hollanda, Fransız ve Belçika vatandaşı milletvekillerimiz
var. Onların da büyük bir kesimi Türkiye’nin haklarına kavuşmasını
savunurken Cem Özdemir gibi bazıları da Türkiye karşıtlarının
oluşturduğu cephede yer almaktadır.
Cem Özdemir’i yazarken, Nobel ödüllü olan Orhan Pamuk’u hem
Türk ve hem de ABD vatandaşı olan Nobel Ödülü sahibi Aziz
Sancar’ı düşündüm. Orhan Pamuk da Nobel aldı, Aziz Sancar da
ancak aralarında bir fark var, birisi milletini yüceltmeyi seçti öbürü
ise milletine sövmeyi, ihanet etmeyi kendine uygun gördü.
Tarih bunun acı örnekleriyle doludur. Ülkesine ve milletine hizmet
edenler şan ve şerefle yâd edilir. İhanet edenler ise hain olarak anılır.
Bunlar da hain olarak anılacaktır.
Bu makale 16.192
kez okundu
yeniakit.com.tr
Yeniden Şah İsmail dönemi: Türkiye-İran savaşı
İşte o yazı:
Türkiye hiçbir zaman bu kadar sıcak çatışmaya yakın olmamıştı. Hiç
bir zaman böylesine kuşatılmamış, içeriden ve dışarıdan çevrelenip
acımasız bir saldırı ile tehdit edilmemişti.
Hiç bir zaman aynı anda birkaç ülkenin hedefi haline gelmemişti. Bu
ülkelerin doğrudan müdahalesiyle Türkiye içindeki çevreler harekete
geçirilmemişti.
Yirmi yıldır bölgemizi günü gününe takip etmeye çalışıyorum.
Türkiye'nin bölgedeki pozisyonunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini
izliyorum. Savaşın bu kadar bölgeselleştiğine, bölge ülkelerinin
birbirini bu kadar açıktan hedef aldığına, birbirine karşı ilan
edilmemiş bir savaş yürüttüğüne tanık olmadım.
Rusya-İran ekseninin Türkiye ve Müslüman ülkeleri böylesine
açıktan tehdit ettiğine tanık olmadım. İki ülkenin Türkiye ile
ilişkileri hep kontrollü, çoğu zaman ortaklığa varan örnek ilişkilerdi.
Sadece birkaç ay içinde iki ülkenin Türkiye ile açık savaş
pozisyonuna geldiği bir başka örnek yoktur.
Yeniden Şah İsmail dönemi
Bugün bu iki ülkenin bölgesel işgal ve yayılma hırsıyla böylesine
saldırganlaştığı bir dönem de olmamıştı. Bu iki ülkenin doğrudan ve
örgütler üzerinden coğrafyaya böylesine müdahil oldukları, bu
çerçevede Türkiye içindeki terör ve siyasi çevreleri böylesine
harekete geçirdikleri dönem de olmadı. Tahran, Müslüman dünyada
imajının ağır tahribata uğrayacağını bildiği için bütün örtülü
operasyonlarını Moskova kamuflajıyla yapıyor.
Tekrar edeyim; Şah İsmail'den bu yana Şiilik hiçbir zaman böylesine
bir devlet saldırganlığının siyasi dili olmamıştı ve İran bugün bunu
yaparak Sünni dünyaya nefretini İsrail düşmanlığının da ötesine
taşıdı.
Bugüne kadar bölgeye müdahaleler ülkelerle sınırlıydı, münferitti.
İran ya Irak'la savaşıyordu, ya ABD işgalinin üstüne konup Irak'ı
denetim altına alıyordu, ya Yemen'de kendi macerasını yürütüyordu,
ya Afganistan'daki Şiileri kendine yönelen tehditler için kalkan
olarak kullanıyordu ya da kendini korumak için Hizbullah'ı İsrail ile
savaştırıyordu.
Ama bugün bütün coğrafyadaki Şii çevreleri cephe olarak kullanıp
bütün ülkeleri karıştırır bir duruma geldi. Sadece Suriye değil, Basra
Körfezi ülkeleri ve Türkiye de buna dahil.
Cizre'de İran-Rus işgali
İran ve Rusya, Suriye'de Türkiye ile savaşıyor. Bu, açık ama ilan
edilmemiş bir savaştır. PKK ve PYD üzerinden hem Türkiye'de hem
de Kuzey Suriye'de yine Türkiye'ye karşı savaşıyorlar. PYD/YPG'nin
Suriye'de kurduğu Türkiye karşıtı cephenin arkasında yine aynı iki
ülke vardır. Ama ABD ile, bazı Avrupa ülkeleriyle ortak hareket
etmektedirler.
PKK'nın aylardır Güneydoğu illerimizde ve ilçelerimizde yürüttüğü
işgal girişiminin arkasında yine bu ülkeler var. Suriye savaşını
Türkiye'nin içlerine taşımışlardır. Türkiye topraklarında açık açık
Türkiye ile savaşmaktadırlar. Çok yakında bu ülkedeki uzantılarını
daha açık biçimde harekete geçirdiklerini göreceğiz.
Bu yüzden Cizre ve Silopi gibi bölgelerde yürütülen operasyonlar
sadece PKK'ya karşı değil, bu ülkelere karşı savunma
operasyonlarıdır. Bir işgali sona erdirme, evin içini temizleme, bizi
içeriye mahkum eden o dış müdahaleyi kırma operasyonlarıdır.
Çünkü bu aşamadan sonra PKK, terörle sınırlı bir yapı değil, Türkiye
içlerine yönelik işgal projelerinin Truva Atı'dır.
Sonu gelmez savaşlar başlar
Eğer bu kontrolsüz saldırganlık durdurulmazsa, bu ülkeler
sakinleşmezse, yayılmacı ve işgalci girişimlerini devam ettirirse
Süveyş Kanalı'dan Doğu Akdeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadar bütün
bölge sonu gelmez savaşlara sürüklenecektir. Şaşırtıcı biçimde hızlı
gelişecek bu çatışmaları kimse durduramayacaktır. Çünkü böyle bir
çatışma münferit ve dar bölge için olmayacak, iki ana cephe arasında
yayılıp bütün ülkeleri içine çekecektir.
Bu yüzden dünya Rusya'yı bir yerde durdurmanın yolunu bulmalıdır.
Aynı zamanda Rusya'nın kanatları arasına gizlenen İran'ın ihtirasları
dengelenmelidir. Tahran Müslüman dünyayı yüzyıllar sonra iki büyük
cepheye ayırmakta, o “İslam kendi içinde savaşacak” tezini kendi
elleriyle gerçeğe dönüştürmektedir.
Burada İran'ı hedef alarak çatışmacı psikolojiye güç verme niyetinde
değiliz. Ama İran kamuoyu, Tahran'ın bu ihtiraslarını eleştirmeyi
bilmelidir. Çünkü bu ihtirasın İran halkına da çok ağır bedeller
ödetme ihtimali vardır.
Rusya ile birlikte Türkiye'nin hemen güney sınırına yerleşmesini,
orada da rahat durmayıp PYD/PKK üzerinden Türkiye'yi taciz
etmelerini, hatta daha ileri gidip PKK üzerinden bir iç işgale
girişmelerini hoş görmemizi kimse beklemesin. Hiçbir ülkenin böyle
bir tehdidi hazmetmesi mümkün değildir. Burada, çok daha kötü
fotoğraflar şekillenmeden bir tehlikeye dikkat çekmeye, can sıkıcı
bir durumu tahlil etmeye, anlamaya çalışıyoruz.
Doğulu istilacılar, “İslam iç savaşı”
Maalesef, Batılı istilacılardan sonra şimdi de Doğulu istilacılar İslam
yurdunu harabeye çevirmeye hazırlanıyor. Yıllar yılı endişe ettiğimiz,
“son hedefleri Türkiye-İran savaşı” korkusunun gerçeğe dönmesi için
bütün senaryo tamamlanmış sanki. “Savaş İslam'ın kalbine
yerleşecek, İslam iç savaşı yaşanacak” şeklindeki sözlerin mimarları
bizim basiretsizliğimiz üzerinden bunu başarmak üzere. Başarırlarsa
savaş sadece ülkelerimize değil, evlerimizin içlerine kadar gelecek
demektir ve bizler bir yüz yıl ayağa kalkacak mecal bulamayacağız.
Tam da bu dönemde, içeride kimlerin nerede durduğuna dikkat
etmek gerekiyor. Artık normal bir dönemde yaşamıyoruz ve bu
sorunlar Türkiye'nin iç sorunlarıyla sınırlı olmaktan çıkmıştır. PKK
ve PYD artık bir Kürt meselesinin değil, bölgesel harita projelerinin
parçasıdır. İçeride bu çevrelere destek verenler, içeride iç iktidar
hesaplaşması için Türkiye'ye yönelen işgal girişimlerinin yanında yer
tutanlar açık bir savaşın parçasıdır ve bu savaş Türkiye'yi hedef
almaktadır.
Moskova'ya talimat almak için gidiyor
Selahattin Demirtaş'ın Moskova ziyareti bu çerçevede
yorumlanmalıdır. Bu şahsın, siyasi kimliği bitmiştir ve doğrudan
Türkiye ile silahlı bir çatışmanın, ülkemize yönelen savaş tehdidinin
parçası olmuştur. Kendisiyle ilgili hukuki süreç işletilmeli, siyasi
kimliğini bir kamuflaj olarak kullanması engellenmelidir.
İran Müslüman örgütlerle ilişkisini doğrudan ya da Bağdat üzerinden,
seküler yapılarla ilişkisini ise Moskova üzerinden yürütmektedir.
Demirtaş Moskova'ya savaş için yeni talimatları almak için
gitmektedir. O ve İstanbul'daki karargahlarından pozisyon alıp karşı
tarafta yer alan “iç işgalciler” için vatan hainliği kavramı yeniden
yorumlanmalıdır.
HDP, PKK'nın siyasi uzantısı olarak siyasi kimliğinden iyice
uzaklaşıp silahlı kimliğe daha çok yakınlaşırken, Türkiye'nin kurucu
partisi CHP hızla HDP'leşmekte, Türkiye karşıtları için bir barınak,
bir sığınma yeri haline gelmektedir. Kamuoyunun ağır eleştirilerine
rağmen bu unsurları içinde barındırmakta hatta sorgulamaya bile
gerek duymamaktadır. Bu durum, yaklaşan gerilimli günlerde CHP
için de çok ciddi bir meşruiyet sorgulamasına yol açabilir.
Sen Şah İsmail olursan ortaya bir Yavuz çıkar
Türkiye bu tehditlere boyun eğmeyecek, “acımasız direnişe” devam
edecek hatta meydan okuyacaktır. Türkiye bunların üstesinden
gelecek kadar güçlü bir ülkedir. Toplumsal idrak tehditlerin de
Türkiye'nin gücünün de farkındadır.
Kuşatma yarılacaktır, harita çalışmaları boşa çıkarılacaktır. Bugün
sınırlarımızı zorlayan tehdit, sınırların çok ötesine itilecek, bugün
Türkiye haritasını değiştirmeye çalışanlara karşı Türkiye'nin kendi
haritası belirleyici olacaktır. Yüz yıl önce coğrafyanın haritası bizim
çözülmemize göre şekillenmişti, yüz yıl sonra yeni harita bizim
toparlanmamıza göre şekillenecektir.
Ama ihanet edenle ülkesini seven ayrışacaktır. O kurucu irade yine
tarihi şekillendirirken, onlar 20. yüzyıl başlarındaki emsalleri gibi
utançla anılacaktır.
Ve son söz İran'a: Hep korktuğumuz ve asla istemediğimiz Türkiye
ile İran'ın hesaplaşmasıdır. Ancak;
Eğer sen Şah İsmail'liğe soyunuyorsan, Türkiye'yi de Yavuz olmaya
zorluyorsun demektir.
yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!
Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,
hainliğini sürdürüyor..
Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..
Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..
Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”
olmasa..
Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri
suçlamasalar..
Gider hepsinin elini öperim..
Ama her şey ortada..
“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği
ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..
Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”
ifadesinin geçirmemiş olmaları..
Suçüstü olmalarını sağlıyor..
PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,
TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..
Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”
diye sorunca..
Haksızlık mı etmiş oluyorum?
Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür
Mumcu’ya;
“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl
bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?
Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti
üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;
“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz
ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..
Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı
niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?
Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..
Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te
PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;
“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o
çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..
Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!
•
Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..
Teröristi savunayım derken..
Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..
“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..
İki çocuk ölmüş..
Haberini tabii ki versinler..
Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?
Habere baktığınızda..
Birisi göğsünden vurulmuş.
Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından
vurulmuş..
Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!
Bu nasıl bir mantıktır?
Bu nasıl bir teröristliktir?
Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.
Sonra da..
“Çocuklar öldü” deniyor..
Çocuklar ölüyor ise..
O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı
saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil
midir?
•
Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak
zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor
durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet
gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..
İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..
Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.
Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve
operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları
soruşturmalıdır.”
Bu ahlaksızlara..
Bu hainlere..
“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları
sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”
desek..
Yanlış mı söylemiş oluruz?
Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?
Teröriste, eyvallah mı edecek?
Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?
Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi
denir?
Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..
Bir tane polis vurulmamış.
Bir tane asker vurulmamış..
Buna rağmen..
Her gün, üç sivil..
Polislerin kurşunları ile ölüyor..
Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..
ABD’deki olayları bitirmiş gibi..
Türkiye’ye gelip..
Teröristlere şefkat istiyor!
Hadi ordan, ahlaksızlar.
Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka
ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık
katilleri..
•
Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..
Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?
Bir hafta önce yazmıştım..
“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan
veriyor” diye..
Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..
Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..
Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek
başına Cumhuriyet’e veriyor..
Ne diyeyim?
Allah ıslah etsin!
Bu makale 5.483
kez okundu
yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!
Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,
hainliğini sürdürüyor..
Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..
Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..
Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”
olmasa..
Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri
suçlamasalar..
Gider hepsinin elini öperim..
Ama her şey ortada..
“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği
ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..
Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”
ifadesinin geçirmemiş olmaları..
Suçüstü olmalarını sağlıyor..
PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,
TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..
Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”
diye sorunca..
Haksızlık mı etmiş oluyorum?
Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür
Mumcu’ya;
“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl
bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?
Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti
üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;
“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz
ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..
Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı
niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?
Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..
Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te
PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;
“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o
çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..
Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!
•
Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..
Teröristi savunayım derken..
Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..
“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..
İki çocuk ölmüş..
Haberini tabii ki versinler..
Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?
Habere baktığınızda..
Birisi göğsünden vurulmuş.
Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından
vurulmuş..
Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!
Bu nasıl bir mantıktır?
Bu nasıl bir teröristliktir?
Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.
Sonra da..
“Çocuklar öldü” deniyor..
Çocuklar ölüyor ise..
O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı
saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil
midir?
•
Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak
zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor
durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet
gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..
İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..
Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.
Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve
operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları
soruşturmalıdır.”
Bu ahlaksızlara..
Bu hainlere..
“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları
sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”
desek..
Yanlış mı söylemiş oluruz?
Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?
Teröriste, eyvallah mı edecek?
Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?
Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi
denir?
Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..
Bir tane polis vurulmamış.
Bir tane asker vurulmamış..
Buna rağmen..
Her gün, üç sivil..
Polislerin kurşunları ile ölüyor..
Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..
ABD’deki olayları bitirmiş gibi..
Türkiye’ye gelip..
Teröristlere şefkat istiyor!
Hadi ordan, ahlaksızlar.
Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka
ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık
katilleri..
•
Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..
Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?
Bir hafta önce yazmıştım..
“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan
veriyor” diye..
Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..
Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..
Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek
başına Cumhuriyet’e veriyor..
Ne diyeyim?
Allah ıslah etsin!
Bu makale 5.483
kez okundu
Atatürk olmasaydı baban kimdi bilemezdin şerefsiz!’
saçmalıklarını duymaktan bıktım!
Biz babamızdan değil, İslam’dan sorulacağız!Anadolu’nun işgal
edilemez bir coğrafya
ve bu toprakların insanlarının işgal altında kalmaya asla tahammül
etmez Müslüman bir Millet olduğunu idrak edemeyenlerin,İngiliz
İşbirlikçisi bir Diktatör’ü kurtarıcı zan etmeleri
bizi değil kendilerini bağlayan fanatik bir esarettir, çağdaş bir
yobazlıktır!
Bu cehalet ve bu resmi tarih yalanları varken sevmek normaldir
ama tapmak sapıklık, taptığı adam için başkasına hakaret ruh
hastalığıdır!
Mesele minnet duymaksa,
Alpaslan olmasa Anadolu’nun,
Fatih Sultan Mehmet olmasa İstanbul’un yüzünü dâhi göremezdiniz!
Hele peygamberler ve nihayet Muhammed aleyhisselam olmasa,
Sizi Yaratan Allah’ınızı ve Dininizi dâhi bilemezdiniz!
Arşivler açılana ve 5816 (koruma kanunu) kalkana kadar sabredin,
çok acı gerçekleri çok yakînen öğreneceksiniz…
Benim devrimciliğim Atatürk’ün resmini (babamdan) dayak yeme
pahasına evin duvarından indirmemle başladı.
Araştırmacı Yazar, Fatih Tezcan
yalanyazantarihutansinn.org
MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI
YOLSUZLUK MANYAKLARI
İŞTE SİZE MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI….
NASIL EDİNDİ BU KADAR MÜLKÜ.BİR ANANIZ KALMIŞ
TAPULAMADIĞI.
BUYRUN OKUYUN
OKUYUN DA GÖRÜN EBENİZİN BOSTANIDA VARMI
TAPULU MALLAR ARASINDA………………..
İŞTE ORJİNAL BELGELERDEKİ MAL VARLIĞI
Hazırlattığı ve altına imza attığı listeye göre Atatürk Ankara’da
Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut
ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova’daki
Millet ve Baltacı, Silifke’deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin, Hatay
Dörtyol’daki portakal bahçesi ile Karabasamak çiftliğinin, ayrıca
Tarsus’taki Piloğlu çiftliğinin sahibidir.
Atatürk, Hazine’ye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor. İlk
kalem, arazidir. Buna göre toplam 154 bin 729 dönüm araziye sahip
olduğunu öğreniyoruz.
Ayrıntılar şöyle:
A) 582 dönüm meyve bahçeleri,
B) 700 dönüm fidanlık (650 bin adet fidan),
C) 400 dönüm Amerikan asma fidanlığı (560 bin adet kök bağ
çubuğu),
D) 220 dönüm bağ (88 bin adet bağ kütüğü),
E) 375 dönüm sebze bahçesi (Fethi Naci’de 370 çıkmış),
F) 220 dönüm zeytinlik (6.600 ağaçlık),
G) 1.654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık (F. Naci 27 dönüm
demiş),
H) 15 dönem kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe ile 2.650
dönüm çayır ve yoncalık,
İ) 1.450 dönüm orman, 148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve
meralar.
Sonra bina ve tesisler geliyor. Buna göre 51 adet binanın sahibi
olduğunu yazıyor Atatürk.
A) 45 adet yönetim binası ve ikametgâhı,
B) 7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl,
C) Aydos ve Toros yaylalarında kurulan 6 adet mandıra, 8 adet at ve
sığır ahırı,
D) 7 adet ambar, 4 adet samanlık ve otluk, 6 adet hangar ve
sundurma,
E) 4 adet lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 adet fırın, 2
adet sera.
3. kısımda fabrika ve imalathanelerini sıralıyor. Belgeden Atatürk’ün
birer adet bira, malt, buz, soda ve gazoz, deri, tarım aletleri ve demir
fabrikası ile biri Ankara’da, diğeri Yalova’da olmak üzere 2 adet
modern süt fabrikası bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca yine Ankara
ve Yalova’da birer geniş yoğurt imalathanesi, yılda 80 ton şarap
üretme kapasitesine sahip bir şarap imalathanesi, elektrikli bir
değirmeni, İstanbul’daki bir çeltik fabrikasında yüzde 40 hissesi, her
biri 15’er ton kaşar, 1.000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ
yapmaya elverişli 2 imalathanesi faal haldeymiş.
“Umumi tesisat” başlığı altında şu bilgilere yer verilmiş:
A) Ankara ve Yalova’da iki tavuk çiftliği,
B) Yalova’daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,
C) 3’ü Ankara’da, 2’si İstanbul’da olmak üzere 5 adet satış mağazası,
D) Orman Çiftliği’nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektrik
tesisatı, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım
şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde de benzer tesisat.
E) Orman Çiftliği’nde çiftlik müzesi ile ufak çaplı bir hayvanat
bahçesi tesisatı.
Listenin en ilginç kısmını ise canlı hayvanlar oluşturuyor. Buna göre
Atatürk’ün,
A) Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13.100 baş
koyunu,
B) Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep ile yeni
üretilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı,
C) İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklardan 69 adet koşu ve binek atı,
D) Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2.450 adet tavuğu varmış.
Liste bitmedi henüz. Son olarak sıra cansız demirbaşlarda.
Atatürk’ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve
biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66 bin lira değerinde (bu
rakam önce yazılıp sonra karalanmış) “bilumum” ziraat alet ve
edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru (Yalova Çiftliği’nde), 5 adet
kamyon ve kamyoneti, 2 adet binek otomobili ile 19 adet çiftliklerin
servislerinde çalıştırılan binek ve yük arabası bulunuyormuş.
Özetlersek Atatürk’ün 154 bin 729 dönüm araziye; belgede 51
yazıyor ama benim hesabıma göre 91 binaya; 6 fabrika, 5 imalathane,
1 değirmen ve 1 çeltik fabrikası ortaklığına; 2 tavuk çiftliğine, iki
özel iskeleye, 5 mağazaya, çeşitli sulama vs. tesisatına, köprülere,
müzeye ve hayvanat bahçesine; binlerce koyun, sığır, at ve tavuğa;
traktör, deniz motoru, kamyon, kamyonet, otomobil ve servis
araçlarına sahip olduğunu görüyoruz.
Sen ne diyorsun? diyenlere, gidin, laik ve Kemalist olduğundan
kuşku duymadığınız İsmail Cem’in kitabını okuyun diyorum. İsmail
Cem’in, Mustafa Kemal’in 1923’te Balıkesir’de söylediği şu sözleri
sansürlemesi ne anlama geliyor, iyi düşünün:
“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Bundan dolayı biraz parası olanlara da
düşman olacak değiliz. Tersine memleketimizde birçok
milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.
yalanyazantarihutansinn.org
Gladyo: Biraderlerin Vurucu Gücü
NATO’nun İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘kısa kılıç’
anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra
NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.
Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki
Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı
zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan
istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi. İşte
Gladyo’nun bilinmeyenleri:
İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı ittifak kuran Sovyetlerin
başını çektiği Doğu Bloku ve kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak
nitelendiren ve başını ABD’nin çektiği Batı dünyası Yalta’da bir
araya geldiğinde çok az kişi aslında bir araya gelenlerin düşmanlar
olduğunu düşünüyordu. Savaş sona ermişti ancak teamüller gereği
galip devletler ile mağlupların oturup anlaşması yerine, galipler,
ABD, SSCB ve İngiltere, bir araya gelerek dünyanın paylaşımını
görüştü. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de hazır bulunduğu
Yalta adasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri
Josef Stalin dünyayı paylaşırken, birbirlerinin alanlarına müdahale
etmeme üzerine de anlaştı.
DÜŞMANLAR YENİ BİR SAVAŞ İÇİN ANLAŞTI
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra yapılan Yalta
Konferansı’nda dünyanın paylaşılması kararı, bir anlamda yeni bir
savaş anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve
Avrupa’nın neredeyse yerle bir olduğu İkinci Dünya Savaşı Almanya
ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ererken, Nazi tehdidinin ortadan
kaldırılmasıyla geleceği umut edilen barış yerini bir kez daha 45 yıl
sürecek bir ‘savaşa’ bıraktı. Adına Soğuk Savaş denilen ve 1990
yılına kadar süren ‘gerilim siyaseti’, hem Sovyetler’in himayesindeki
Doğu Bloku’nu hem de ABD’nin himayesindeki adına ‘Özgür
Dünya’ denilen ülkeleri birbirlerine karşı savunmaya itti.
NATO’YA KARŞI VARŞOVA KURULDU
Batı Avrupa ülkeleri Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa ve
İngiltere’nin1948 yılında imzaladığı Brüksel Anlaşması ile olası bir
Sovyet işgaline karşı ortak hareket etme kararı alırken, böyle bir
ortaklığa ABD’nin de dahil edilmesinin Avrupa’yı daha da
güçlendireceği görüşü benimsendi. Brüksel Anlaşması’na imza atan
ülkeler Amerika’da bir araya gelerek ABD’nin katılımıyla 1949
yılında NATO’yu kurdu. NATO’nun kurulması, Sovyetler’in başını
çektiği Doğu Bloku ülkelerini de harekete geçirdi ve Batı
Almanya’nın NATO’ya katılmasını fırsat bilen Doğu Bloku,
Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek 1955’te Varşov
Paktı’nı (Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması) kurdu.
NATO’NUN CEHPE GERİSİNDEKİ GÜÇLERİ
Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası ortaya çıkan ‘her an savaş
olabilir’ durumunun teyakkuze geçirdiği taraflar tam 45 yıl boyunca
perde arkasında büyük bir mücadele yürüttü. Batı Avrupa’da
Komünist ve diğer sol partilerin güçlenmesi, Sovyet tehdidi olarak
algılanırken NATO bu tehdidi bertaraf etmek için kendi bünyesinde
her ülkede özel birimler oluşturdu. Sovyet işgaline karşı cehpe
gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla ABD ve İngiltere tarafından
kurulan adına ‘Stay-Behind’ denilen kontrgerilla yapılanması
NATO’ya üye ülkelerin hepsinde farklı isimler altında yeniden
organize edildi.
SUİKAST, KAOS ÇIKARMA, CEHPE GERİSİNİ ÖRGÜTLEME
Örgütün İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘çift başlı kılıç’
anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra
NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.
Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki
Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı
zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan
istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi.
GRAMSCİLERİN MUSSOLİNİ’DEN İNTİKAMI
Tüm NATO ülkelerinde başta içerideki düşmana yakınlık
gösterebilecek unsurları (Komünist partiler ve sol dernekler) kontrol
eden ve NATO bünyesinde CIA tarafından yönetilen bu örgütlerin en
çok konuşulanı İtalya’daki Gladyo örgütü. İkinci Dünya Savaşı
öncesind Duçe lakaplı Benito Mussolini, İtalya’da aralarında
Antonio Gramsci’nin de bulunduğu Komünist Parti yöneticileri ve
üyelerini sert bir şekilde bastırırken, Komünistler bu sefer savaş
sırasında kaçan Mussolini’yi idam ederek intikamlarını almıştı. Sol-
sağ ayrışmasının en keskin olarak görüldüğüülkelerden biri olan
İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Fazişm’den sonra
güçlenen Komünist partiler, ABD tarafından SSCB’nin İtalya’daki
uzantıları olarak değerlendirildi. İtalya’da kurulan Gladyo, bu
sebeple sadece olası Sovyet işgaline karşı cephe gerisindeki
faaliyetlerinin dışında, içerideki ‘düşmanın’ güçlenmesini önlemek
için iç politikada büyük bir rol oynadı.
‘28 ŞUBAT STRATEJİSİ’ OLUŞTURULDU
İlk defa 1953 yılında İtalyan Savunma Bakanlığı bünyesinde
oluşturulan NATO’ya bağlı Gladyo, 1970’lı yıllarda Komünistlerin
yükselen desteğiyle İtalyan siyasetine yön vermek amacıyla
Türkiye’deki 28 Şubat ve 2007 Temmuz seçimleri öncesi üretilen
“Gerilim Stratejisi” planı benzeri planlar devreye sokuldu. 1920’li
yıllarda Mussolini’nin 1937 yılında ölene kadar hapiste tuttuğu
Komünist Parti lideri Antonio Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla
ortaya koyduğu toplum mühendisliği çalışmaları ekonomiden,
siyasete, sivil toplum örgütlerine kadar tüm kurumlar üzerinde
Gladyo eliyle gerçekleştirildi.
BAŞBAKAN, GLADYO’NUN VARLIĞINI KABUL ETTİ
İtalya’da 1970’li yıllarda meydana gelen bombalama olayları,
Başbakan Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar isimli sol bir örgüt
tarafından kaçırılıp öldürülmesi olayı (1978), Bologna tren
istasyonundaki bombalama olayı (1980) hep Gladyo ile
irtibatlandırıldı. İtalya’da siyaset-mafya ve faili meçhul cinayetleri
araştıran Yargıç Felice Casson’un Roma’daki askeri istihbarat
arşivinde elde ettiği belgelerde varlığı resmileştirilen Gladyo, 24
Ekim 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Adreotti tarafından da
kabul edildi. 7 defa İtalyan Başbakanlığı yaparak bu alandaki rekoru
Süleyman Demirel ile paylaşan Andreotti, parlamentoda yaptığı
açıklamada İtalya’nın NATO’nun cehpe gerisindeki ‘Stay Behind’
ordusuna sahip tek ülke olmadığını itiraf etti. Andreotti aynı zamanda
İtalya’da hükümet olan herkesin Gladyo’nun varlığı konusunda
bilgilendirildiğini de söyledi.
OLAĞANÜSTÜ HAL İLAN ETMEK İÇİN BOMBALI SALDIRI
DÜZENLEDİLER
Andreotti’nin açıklamalarıyla ilk defa devlet tarafından varlığı kabul
edilen Gladyo, İtalya’da 1990’lara kadar işlenen birçok siyasi
cinayet ve bombalama olayıyla irtibatlandırıldı. Gladyo’nun
İtalya’da Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Gerilim Stratejisi”
ilk defa 1964’te “Operation Solo” ismi verilen sessiz bir darbeyle
General Giovanni de Lorenzo Sosyalist bakanların hükümetten
ayrılmak zorunda bırakmasıyla uygulamaya konuldu. 1969 yılında
Milan’ın Piazza Fontana bölgesindeki Milli Tarım Bankası’na
yönelik faşist grupların gerçekletirdiği bombalama eyleminin CIA
destekli bir Gladyo operasyonu olduğu belirlendi. Bombalama
olayında 17 kişi hayatını kaybederken, 88 kişi yaralanmıştı.
Bombalama olayından çok daha sonra itiraflarda bulunan dönemin
Avanguardia Nazionale isimli neo-faşist hareketin üyelerinden
Vincenzo Vinciguerra, bombalamanın amacının siyasi ve askeri
otoriteyi olağanüstü hal ilan etmeye zorlamak amaçlı olduğunu
söyleyecekti.
P2 MASON LOCASI DEVREYE GİRİYOR
Piazza Fontana olayından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda
İtalyan ordusunda komutanlık yapmış olan ve Mussolini
taraftarlarınca ‘kahraman’ olarak görülen Junio Velrio Borghese
başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Darbenin başarısız
olmasından sonra Borghese İspanya’ya kaçarken, olayla ilgili olarak
tanıkların ifadelerinde Borghese’nin darbe planı için P2 Mason
Locası lideri Licio Gelli ve Sicilya mafyası ile işbirliği yaptığı öne
sürüldü. 1972 yılında Peteano köyü yakınlarındaki bir bombalama
olayında 3 polis hayatını kaybetti ve bu olayı olayda kullanılan
patlayıcılar dikkate alındığında Kızıl Tugaylar isimli örgütün yaptığı
açıklandı. Ancak olayı araştıran Savcı Felice Casson 1984’te
bombalama olayından sonra polisin olayın üzerini örttüğünü ve Kızıl
Tugaylar’ın kullandığı patlayıcılar kulllandığına dair açıklamaların
gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı.
İSTİHBARAT SERVİSİ YARDIM ETTİ
Olayı gerçekleştiren Komünizm karşıtı faşist bir örgütlenme olan
Avanguardia Nazionale’nin üyesi Vincenzo Vinciguerra tarafından
gerçekleştirildiği ve olaydan hemen sonra Vinciguerra’nın İspanya’ya
kaçmasında İtalyan gizli servisinin yardım ettiği belirlendi. 1984’teki
duruşmasında Vinciguerra, Peteano katliamının nasıl
gerçekleştirildiğini ve olayın devletin içindeki Gladyo
yapılanmasının nasıl organize ettiğini detaylarıyla anlattı.
P2 MASON LOCASI ÜYESİ TUTUKLANDI
“Gerilim Stratejisi”nin en yoğun yaşandığı İtalya’da Peteano
saldırısından iki yıl sonra gerçekleştirilen katliamda Gladyo’nun P2
locası ayağını deşifre etti. 1974’te Italicus Express treninde 12
kişinin öldüğü bombalama olayı ile Brescia kentinde gerçekleştirilen
ve 8 kişinin öldüğü Piazza della Loggia bombalama olayları, askeri
istihbarat lideri ve P2 Mason locası üyesi Vito Miceli’nin
tutuklanmasına sebep oldu. Miceli, devlete karşı komplo kurma
suçlamasıyla tutuklandı.
BAŞBAKAN ALDO MORO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Bombalama olayları ve suikastlerle çalkalanan İtalya belki de en
dramatik olaylarından birini 1978 yılında yaşadı. 1976 yılı
seçimlerinde yüzde 34 oranında oy alarak büyük başarı elde eden
İtalyan Komünist Partisi ile adına ‘Tarihi Uzlaşma’ adı verilen
uzlaşmayı sağlayan Hıristiyan Demokrasi Partisi lideri Başbakan
Aldo Moro, 16 Mart 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütü tarafından
kaçırıldı. Kaçırıldıktan sonra süren görüşmelerde serbest bırakılacağı
düşünülen Moro, Mayıs 1978’de öldürüldü ve cesedi bir arabanın
bagajında partisinin Roma’daki merkezi yakınlarında bulundu.Aldo
Moro
Aldo Moro ceseti
Aldo Moro
GLADYONUN BAŞINDA BİR MASON
İtalyan askeri istihbaratı, Moro’nun öldürülmemesi karşılığında 16
arkadaşlarının serbest bırakılmasını isteyen Kızıl Tugaylar’ı
dinlemedi ve aksine örgüte yönelik baskınlar düzenledi. Moro’nun
öldürülmesinden sonra P2 Mason Locası’nın üyesi olan İtalyan gizli
servisinin lideri ihmalkarlıkla suçlandı. Moro’nun öldürülmesiyle
ilgili araştırma yapan Gazeteci Mino Pecorelli, Aldo Moro’nun
kaçırılmasının devlet için gizli örgütün izin verdiğini söyledi.
BAĞLANTILARI ORTAYA ÇIKARAN GAZETECİ ÖLDÜRÜLDÜ
Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile Gladyo arasında bağlantılar
ortaya çıkaran Gazeteci Pecorelli de bir yıl sonra öldürüldü.
Dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin emriyle öldürüldüğü iddia
edilen Pecorelli ismi P2 Mason Locası’nın eski liderlerinden Licio
Gelli’nin listesinde bulundu. Pecorelli suikastinin emrini verdiği
gerekçesiyle 2002 yılında 20 yıl hapse mahkum edilen eski Başbakan
Giulio Andreotti’nin cezası yüksek mahkeme tarafından temyiz edildi
ve Andreotti hapis yatmaktan kurtuldu.
Gazeteci Pecorelli
Mino Pecorelli
BOLOGNA TREN İSTASYONU KATLİAMI VE P2 LİDERİNİN
TUTUKLANMASI
İtalya, Aldo Moro’nun öldürülmesinin şokunu yaşarken iki yol sonra
bu sefer Bologna tren istasyonuna konulan bombanın infilak etmesi
sonucu 85 kişi hayatını kaybetti. Parlamentoda terör üzerine kurulan
komisyonu, yaptığı araştırmada kanlı olayın Gladyo’ya uzandığı
sonucunu ortaya koydu. 1995 yılında Nuclei Armati Revoluzionari
isimli neo-faşist bir örgütün üyeleri Valerio Fioravanti ve Francesca
Mambro ömür boyu hapse mahkum edildi. Olayla ilgili olarak P2
Mason Locası’nın lideri Lici Gelli de soruşturmayı başka tarafa
yönlendirdiği gerekçesiyle hapis cezası aldı.
Bologna Tren İstasyonu, 1980
Bologna Patlaması, 1980
MORO’NUN MEKTUPLARINI BULAN GENERAL
ÖLDÜRÜLDÜ
Aldo Moro suikasti ve Bologna bombalamalarıyla çalkalan İtalya
1982 yılında da Aldo Moro’nun Gladyo’ya ilişkin mektuplarını
bulan ve 1979’da öldürülen Gazeteci Mino Pecorelli’nin
öldürüleceği iddiasında bulunduğu General Alberto Dalla Chiesa da
bir suikaste kurban gitti. 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio
Andreotti’nin varlığını kabul ettiği ve NATO üyesi tüm ülkelerde
benzeri yapılanmaların olduğunu itiraf ettiği Gladyo, diğer ülkelerde
farklı isimler adı altında örgütlendi.
General Alberto Dalla Chiesa
General Alberto Dalla Chiesa Suikastı
DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ GLADYO TİPİ
YAPILANMALAR
Gladyo’nun İtalya’da deşifre olmasıyla birlikte diğer Avrupa
ülkelerindeki benzeri yapılanmalar da hükümetler eliyle sessiz bir
şekilde dağıtıldı. Belçika’da askeri istihbarat servisi SGR,
Yunanistan’ta Operation Sheepskin, Fransa’da Rainbow (Plan Pleu
olarak başlamıştı), Danimarka’da Absalon isimleriyle örgütlenen
NATO’nun cephe gerisi yapılanmaları İngiltere, Almanya, İspanya,
Portekiz, Avusturya, Norveç’te istiharat örgütleri bünyesinde çalıştı.
NATO’nun Türkiye’deki Gladyo benzeri örgütlenmesinin Özel Harp
İdaresi olduğu iddia edilirken, örgütün kod isminin Ergenekon
olduğu belirtiliyor.
AVRUPA PARLAMENTOSUNUN GLADYO KARARI
İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde deşifre olan Gladyo 22 Kasım
1990 yılında Avrupa Parlamentosu’nda alınan bir kararla kınandı ve
tam bir soruşturma yapılması istendi. Kararda, 40 yıl boyunca mevcut
istihbarat örgütlerine paralel olarak Avrupa Topluluğu üyesi
ülkelerde gizli örgütlenmelerin olduğu ve bu örgütlerin demokratik
kontrolden kaçtığı belirtilerek, bu örgütlerin ABD ve NATO
tarafından kontrol edildiği kaydedildi. Tüm üye ülkelerdeki bu
illegal yapılanmaların ortadan kaldırılması çağrısı yapılan kararda,
NATO, ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler nezdinde soruşturma
yapılması çağrısı yapıldı. Avrupa Parlamentosu’nun 19 yıl önce almış
olduğu bu karar tam olarak yerine getirilmiş değil.
GLADYO VE MASON LOCASI İLİŞKİSİ
İtalya’daki Gladyo itiraflarından sonra diğer Avrupa ülkelerindeki
benzeri örgütlerin varlığı kabul edildi ve bu örgütler Sovyetler’in
yıkılmasından sonra sessiz bir şekilde dağıtıldı. Gladyo üzerine
birçok kitap yazmış ve araştırma yapmış olan İngiliz Gazeteci Philip
Willan’a göre 1990’lardan sonra Gladyo’nun ortadan kalktı. P2
Mason Locası ve Gladyo arasındaki ilişkiyi sorduğumuz ünlü
Gazeteci Willan, her iki örgütün de gizli olduğunu ve Gladyo’nun
başındaki asker ve istihbarat yöneticilerinin Mason olduğunu ifade
ediyor.
MASON LOCASININ EN ETKİLİ GAZETEYİ KONTROLÜ
Gladyo’nun gün ışığına çıkarılması konusunda medyanın İtalya’da
önemli bir rol oynadığına işaret eden Willan, aynı şekilde
Gladyo’nun gün yüzüne çıkarılmaması için de başka medya
gruplarının çalışmasına dikkat çekiyor: “Medya, birkaç dürüst ve
zeki savcıyla birlikte İtalya’daki Soğuk Savaş döneminin
komplolarını gün ışığına çıkarma konusunda önemli bir rol oynadı.
La Unita, Paese Sera, La Republica ve L’Espresso gibi gazete ve
dergiler, işlenen birçok suçun kamuoyunun gündemine taşınmasında
önemli rol oynadı. Aynı şekilde medyanın bu konudaki önemi P2
Mason locası tarafından da kavrandı ve loca İtalya’nın en etkili
gazetesi olan Corriera della Sera’nın kontrolünü ele aldılar.
Medyada kendilerine yakın bir gazeteciler ağı kurdular. P2
Locası’nın medya ve yargı üzerindeki kontrolü nedeniyle gerçeklerin
ortaya çıkmasını geciktirdi ve bu yüzden hala tam olarak ne olduğu
konusunu tam olarak bilmiyoruz” dedi.
GLADYO VE P2 MASON LOCASI: GÖRÜNMEZ BİRER ORDU
P2 Mason Locası ile Gladyo arasındaki ilişkiye dair olarak Willan,
her ikisinin gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve bu ikisi
arasındaki ilişkinin tam olarak açığa çıkarılmadığını kaydediyor:
“Her iki organizasyon da Komünizm karşıtıydı. P2 Locası’nın
Gladyo üzerinde büyük etkisi olduğu büyük bir ihtimal. Çünkü,
askeri ve istihbarat örgütünün yöneticileri locanın üyesiydiler. P2
Locası’nın başındaki eski isim Licio Gelli ile röportaj yaptığımda
bana, ‘Her ikisi de görülmez birer ordu’ demişti. Yine aynı şekilde
Gladyo’da görevli bulunanlardan bazılarının Benito Mussolini’nin
destekçileri ve İspanya İç Savaşı’nda General Franco için gönüllü
savaşmış kimseler olduğunu söylemişti.”
(Mehmet Nedim Aslan,habervaktim 11-2009)
yalanyazantarihutansinn.org
Tek devlet, tek millet
Yaklaşık bir seneden beridir, “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyoruz.
Miladi 21. yy. başlarında yaşamakta olan bir Müslüman ne yapmalı?
(Burada, anlamı daha belirgin hale getirmek için “İslamcı” da
diyebiliriz.)
Son yazımızda da “Artık Siyaset” başlığını/temasını işledik. Artık
İslam davası ve kulluk sorumluluğu, siyaseti merkeze alacak olan
yeni bir anlayış ve eylem biçimi gerektiriyor. Ama meseleyi bu
seviyede bırakırsak soyut kalacağını ve dolayısıyla birçok insan için
de anlaşılamayacağını düşünüyorum.
Öyleyse herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek en net ve somut
kavramlarla ifade edelim. Biz İslamcılar için ana hedef, “Tek İslam
Devleti”dir. Bütün dünya Müslümanlarını kapsamına alacak,
toplumsal, ekonomik, askeri, hukuki, kültürel alanlarda tek bir siyasi
birim…
Bizi bu hedefe ulaştıracak sürecin ayrıntılarını bilemeyeceğimiz gibi,
bu devletin yapısal detayları da, ister istemez şimdilik meçhuldür. Ve
onların şimdilik meçhul kalması çok da önemli değildir. Çünkü
sırada çok daha önemli ve öncelikli başka ara hedefler
bulunmaktadır.
Yani sözünü ettiğimiz geleceğin İslam devleti, sıkı bağlarla birbirine
bağlı bir “pakt” formunda olabileceği gibi konfederal bir sistem
şeklinde de olabilir. Ya da daha da heyecan verici bir ihtimalle, belki
de İslamcı düşünür ve siyaset insanlarınca geliştirilecek şimdilik ismi
meçhul yepyeni bir yapı da olabilir.
Nasıl olacak olursa olsun, meselenin bu kısmı şimdilik önemsiz…
Önemli olan ise şu:
Arakan’daki kardeşlerimiz yeni bir Budist saldırısı ile
karşılaştığında, Kayseri Hava İndirme Tugayı harekete geçecek ve
saldırıların başlamasının üzerinden daha 24 saat bile geçmeden
Budist sürüleri, bütün varlıklarıyla cehennemin yeryüzüne indiğine
inanmaya başlamış olacak.
Eğer Sırplar Bosna’da yeni bir etnik temizlik çılgınlığına cüret
edecek olurlarsa, Endonezya jetleri bir hafta içinde Belgrad’ı bir kül
yığınına çevirmiş bulunacak.
İstanbul’daki Hasan el-Benna Lisesinin müdürü Doğu Türkistanlı bir
Uygur Müslümanı, Çad’ın ücra bir çöl kasabasının kaymakamı
Tekirdağlı bir Türk olacak.
Ve bizim, bu sembolik örneklerin ifade ettiği anlamı bir ütopya
olarak değerlendirip, dudaklarında alaycı ve aşağılayan bir
tebessümle okuyacak olan Müslümanlara! da baştan bir çift lafımız
olacak:
Bir gün ALLAH’ın izni ve yardımı ile dünyanın en büyük gerçeğine
dönüşecek olan bu hayaller, sizin gibilerin elleriyle inşa edilmeyecek.
Siz rahat olun ve kendi tembellik köşelerinizde gerinmeye devam
edin.
Ama bu hayal bir gün gerçek olacak. Bir gün bütün Ümmet-i
Muhammed tek bayrak, tek devlet, tek ülke olarak bir tek millet
haline gelecek ve bütün dünyaya yön verecek.
İnsanlığın necaseti demek olan yahudi kavmi bile azmedip, gayret
gösterdikten sonra iki bin senelik bir ınkıtayı takiben Filistin
topraklarında bir araya gelip, kendi devletini kurabilmişse,
Muhammed’in Ümmeti, ALLAH’ın gerçek kulları olan bizler, neden
yapamayalım?
Yapabiliriz ve ALLAH’ın yardımıyla yapacağız.
Nasıl ki bir zamanlar bu dava, bir peygamberin etrafında bir kadın,
bir köle ve bir çocukla başlayıp, 40 sene içerisinde dünyanın en
büyük maddi/siyasi gücü haline gelmişse, kıyamet kopmadan önce
aynı destan bir kez daha yaşanacak ve Âlemlerin Rabbi, bütün bir
küfür dünyası tarafından koro halinde ileri sürülen “İslam’ın modası
geçmiş bir şey” olduğu iftirasını/iddiasını bilfiil yalanlayacaktır.
Bu mucizenin gerçekleşmesinde bize düşen ilk şart inanmaktır.
Şartların olumsuzluğuna, düşmanın gücüne, hedefin büyüklüğüne ve
kendi acziyetimizin derecesine bakarak, böyle bir hayalin gerçeğe
dönüşmesinin imkânsızlığına inanmak değil…
Hedefin yüceliğine, hâlâ tepeden tırnağa kadar ihlasla ve fedakârlık
ruhuyla dopdolu İslam erlerinin varlığına ve en önemlisi ALLAH’ın
gücünün sonsuzluğuna bakarak, bu hayalin de bir gün gelip gerçek
olacağına inanmak…
Çünkü bu güne kadar yapan, eden hep O olmuştu.
Bundan sonra da hep O olacak.
Öyleyse bütün Müslümanlar için geleceğin, adı açıkça konmuş
hedefi:
Tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet.
Türk, Kürt, Arap vs. vs. değil.
Artık “Muhammed Milleti!”
Araştırmacı yazar/Said ALPSOY
yalanyazantarihutansinn.org
İnönü’nün din düşmanlığı.
Kanal A’da yayınlanan ve Sadık Yalsızuçanlar’ın sunduğu “Resmi
Tarihten Gerçek Tarihe” programının daimi konuğu Said Alpsoy,
İnönü’nün din düşmanlığını anlattı.
CHP’nin tek parti diktatörlük döneminde, nasıl din düşmanlığı
politikası izlediklerini anlatan Alpsoy şöyle konuştu:
CHP’nin karizmatik şahsiyetlerinden din tavırlarına örnekler…
1923 senesinde İsmet Paşa, Kazım Karabekir’e konuşuyor. “Türk
milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende
olamayacaktır. İngiltere ve batının dostluğunu samimi olarak
kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım.” Bunun
kaynağı; Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” kitabı sayfa 162.
Aynı kaynaktan 19 Ağustos 1923’te Ankara istasyon binasında
yapılan “İslamı Yok Etme” toplantısında, İsmet Paşa’nın dedikleri: ”
Elimizde kuvvet varken hocaları kaldıralım.”
“Gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve
kavramlardan kurtarmış olacağız”
1933 senesinde Türkiye’nin Sofya Büyükelçisi Tevfik Kamil. Yıllık
iznine gelmiş. Aile dostu olan Başbakan İsmet Paşa’yı ziyarete
gitmiş. Sofya Büyükelçimiz sohbet ederlerken bir ara diyor ki;
“Biraz da manevi gelişmeye hizmet etseniz.” İsmet Paşa’nın
büyükelçiye cevabı: “Hala böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz 30 sene
sonra gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve
kavramlardan kurtarmış olacağız.”
Milli Şef olduğu yıllara ait bir ifade: “Eğer savaş meydanında
bulunan bir adam, başarılı olmak için arkadaşlarına dua etmeyi
söylerse o adam elbette yalan söyler.” Dinsiz olduğu, din düşmanı
olması açıktır. İsmet İnönü bilinçli bir din düşmanı. Fakat tutarlı ve
samimi değil.
1950 seçimleri yaklaşırken, muhtemelen o döneme ait ilk gizli derin
devlet provokasyonlarından birine aittir ki, Ticani isminde bir
tarikat, başlarında Kemal Pilavoğlu adında bir şeyh var. Anadolu’da
köylerde kasabalarda, kentlerde, hatta Ankara’da bile “Atatürk
büstleri kırma kampanyası” başlattılar. Bazen gece, bazen gündüz
bilerek herkesin gözün önüne bu tarikata mensup eline balyozu alıp
Atatürk büstlerini parçalıyor. Bu 1951 senesinde 5816 sayılı kanunun
çıkarılmasını başlatan süreci tetikliyor. İlginç olan şu: 1950
seçimlerinde bu tarikatın başı Kemal Pilavoğlu, CHP Çankırı’dan
milletvekili adayı oluyor. Nisan 1950’de CHP’ye resmi kaydı
yapılmış. İsmet Paşa seçimlerden birkaç ay önce onu Çankaya
Köşk’ünde akşam yemeğine davet ediyor. Bu duyuluyor.
Demokrat Parti Başkanı Celal Bayar, bu olaydan sonraki ilk
görüşmelerinde diyor ki; “Hani Paşam dini istismar etmeme
anlaşması yapmıştık?” İsmet Paşa’nın cevabı: “Bunlar önemsiz
şeyler, olur böyle şeyler” diyor.
14 Mayıs 1954’te Beyaz Devrim, yani CHP’nin halk oyuyla
yıkıldığı, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği, Beyaz Devrim denilen
o tarihi seçimin propaganda döneminde, CHP’li militanlar
Çukurova’da – o dönemde oranın yapısı, hijyen durumu itibari ile
akrep ve yılan çok fazla- üzeri fabrikasyonla inşa edilmiş CHP ve altı
ok amblemli muska dağıtıyorlar. Sebebi, akrep ve yılan sokmasına
karşı.
CHP dindarlarla barışıyor mu?
CHP menfaat hissettiği anda, dindarlıkta herkese bin basar. CHP’nin
eski CHP olmadığını ifade eden paralelcilere de söylüyorum ki,
CHP’nin değişimi bugüne mahsus, kökten bir değişimi değil, CHP
tarihi boyunca karşılığında üç beş tane oy gördüğü anda din açılımı!
zaten yapmıştır.
CHP felsefi anlamda batıcı, işlevsel anlamda din düşmanlığını
omurgasına yüklemiş, son yüz senedir bu milletin talihsizliğidir,
beynindeki urdur, vücudundaki veba tümörüdür.
CHP’nin Kur’an düşmanlığı
“Askerler Kur’an ile dövdüler”
Emekli din adamı Cemal Tunç’un hatıratından aynen okuyorum:
“Sekiz yaşında hafızlığa başladım. Sık sık ev basılıyor. Kur’an-ı
Kerim bulundurmak suç. Bir elif cüzu bulunduysa vay haline!
Korkudan evde ders çalışamadım. Fındık bahçesinde bana bir yer
yaptılar, orada Kur’an’a çalışıyorum. Bir baktım, bir onbaşı ve bir
jandarma beni bulmuşlar ‘Çabuk git babanı çağır!’ dediler. Gittim
babamı getirdim. Onbaşı babamı sakalından tuttu, elimdeki Kur’an-ı
aldı, babamın kafasına vurmaya başladı. ( Gözleri doluyor
konuşamıyor) Rahmetlinin gömleğini yırttı, sonra babam dedi ki:
“Oğlum Deli Halit Paşa’nın emir subaylığını, tabur komutanlığını
yapmış adamım. (Deli Halit Paşa CHP’li silahşörler tarafından 1925
Şubat’ında milletvekili iken meclis kulisinde sırtından tabanca ile
vurularak öldürülmüştür.) 1. Dünya Savaşı’na, İstiklal Harbi’ne
katıldım ki, bu memleketi kurtarayım da şu kitabımı rahat rahat
okuyayım diye. Keşke bu harplere girmeseydim de şimdi Kur’an-
ı’ma, dinime küfreden ‘Bulgar piçidir’ diye kendime teselli
verseydim!”
Günümüzde bu insanları müdafaa eden, bunlara sahip çıkan, bunların
tarihini övünen, üstlenen adamlarla ilgili ne konuşalım?
Mustafa Kemal Said Nursi’ye Heykelleri Sorar
kamal
Paylaş
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin 1918-1934 tarihleri
arasındaki hayatını anlatan Prof Dr.Ahmet Akgündüz“Arşiv Belgeleri
Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” adlı kitabının
ikinci cildinde Cumhuriyet dönemine ait hayli ilginç bir hatırayı ve
tarihi bilgileri şu şekilde aktarmakta.
Maalesef Ankara’nın Mustafa Kemal heykelleri şehri olarak kariyeri
1922’de, Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu, Kemalist Cumhuriyet
Gazetesinin öncüsü olan ve 1920 yılında İstanbul’dan Ankara’ya
taşınan Yeni Gün Gazetesinin sahibi ve başyazarı) ilk Millet Meclisi
geçici binasının karşısına bir “zafer abidesi” dikilmesine önayak
olmasıyla başlar.
Kararın ardından, Meclis Başkan Vekili Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy)
başkanlığında otuz kişilik bir komisyon kuruldu ve son katılım tarihi
önce 27 Temmuz 1925 olarak tesbit edilen, daha sonra 31 Aralık
1925 olarak değiştirileni bir yarışma açıldı. Avusturyalı (Heinrich
Krippel, Josef Thorak ve Anton Hanak) ve Alman (Clemens
Holzmeister) sanatçı ve mimarların Ankara’da gerçekleştirdikleri
anıtlar, Mustafa Kemal tarafından özel olarak teşvik edilen anıtlar
peyzajının en erken ve önemli örnekleridir.
Kısaca Millet Meydanı denen Hakimiyet-i Milliye Meydanı,
bugünkü adıyla Ulus Meydanı’ndaki anıtlar ile Bakanlıklardaki
Güven Park’taki anıtları birbirinden ayıranüç kilometrelik bir
mesafe ve neredeyse on yıllık bir zaman dilimi değildir yalnızca; bu
sanat eserleri – Musatafa Kemal’in kişisel hakimiyetini
meşrulaştırmak ve sistemini ebediyen ayakta tutmak gibi ortak bir
gayesi vardı– mimari-plastik olarak da birbirinden çok farklıdır.(1)
Bediüzzaman Ankara’dan ayrılırken, bazı dostları ve milletvekilleri
istasyona kadar kendisine eşlik ederler. O sıralarda istasyonun
hemen yanında ikamet edenMustafa Kemal Paşa gruba katılır ve
hatta heykellerle ilgili said nursi’ye bir soru sorar. Bediüzzaman’ın
cevabı şöyledir;
“Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya,
ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları“
“Yasaklanmış heykel ve suretler, ya cisimleşmiş bir zulmün ifadesi,
ya heva ve hevesin maddi bir tezahürü, ya da riya ve gösterişin cesed
giymiş şekilleridir.Kötü ruhları kendine çeker.”
Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılmasına bir anlam veremeyenler
arasında, yeğeni Abdurrahman da vardı. Zira o kendisine teklif edilen
meclis katipliğini kabul ederek Ankara’da kalmaya karar vermişti.
Ancak daha sonraları amcasının bu kararını çok acı tecrübelerle
onaylayacaktır. Nursi’nin Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17
Nisan 1923’tür. Bu biletir bir özelliği de Eski Said’i Yeni Said’e
götüren bilet olmasıdır.
Abdülğani Ensari Efendi bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
Mustafa Kemal Paşa heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği
sıralarda, Bediüzzaman Hazretleri ona hitaben uzun bir mektub
yazdı ve Paşa’nın yaverine verdi, Mustafa Kemal Paşa’ya vermesini
söyledi. O mektubu ben de görmüş, çok korkmuştum. Hatırımda
kalan birkaç cümlesi şöyle idi:
“Nasıl ki insanın avret yeri mestur olduğu zaman, sair insan ve
mahlukat görmezler. Amma eğer bir insan, bilerek ve kasten avret
yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Aynen öyle de,
bu sanem ve heykel dahi, Alemi İslam’ın bin seneden beri
bayraktarlığını yapmış olan bu milleti temsil etmediği gibi, gayet
ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder
misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak
heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir.”
(Badıllı,Musaffal Tarihçe s.573)
(1)İlk Mustafa Kemal heykeli 3 Ekim 1926 tarihinde dikilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, heykelinin ilk dikilişi hakkında İstanbul
Belediye Başkanı Muhiddin Bey’e teşekkür Telgrafı çekmiştir: (6
Ekim 1926)
İstanbul Şehremini [Belediye Başkanı) Muhiddin Beyefendiye,
Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi rekzetmek (dikmek)
suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşad
münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı
samimi teşekküratmı arzederim efendim. İMZA Reisicumhur Gazi
Mustafa Kemal. Bkz. Vakit Gazetesi, 7 Ekim 1926.
Kaynak : Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Cilt 2
Tarihçi Mustafa Armağan Twitter hesabından Araştırmacı-Yazar
Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu’’ adlı kitabın bir
sayfasını paylaştı üzerine şu notu düştü ve bu tweetleri attı.
Bunları yazmış olan zatın dinde hükmü nedir?
Okuyamayanlara: ‘(İkra bismi rabbi) safsatasını esas tutmuş
Araplar…’ yazıyor
Yayınladığımız Kur’an’a hakaret metninin Atatürk’ün el yazısı
olduğunu hala sökemeyenlere: Demek size Ata’nız bu kadar az
öğretilmiş
Kur’an’a hakaret eden ifade Atilla Oral’ın yayınladığı Atatürk’ün
Sansürlenen Mektubu kitabından, mektubun tamamı kitapta mevcut.
Kur’an’a hakaret edilince Danimarkalı karikatürcüyü protesto
edenler Atatürk’ün mektubundaki hakarete neden ses çıkarmazlar?
Korku Duvarı mı?
“Devlet korumasına ihtiyacı olan, sadece yanlışlardır. Hakikatin
korunmaya ihtiyacı olmaz.”-Lord Acton
O MEKTUPTA NELER YAZIYORDU?
“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar
(…)
Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak
gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır.
Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı
vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile
getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını
araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz
Türkler çok kahraman evlatlar (…) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve
başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap
imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede
güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in
halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve
iradelerine boyun eğdirmişlerdir.’’
Türkiye ile Yahudiler arasındaki ilişkiler Osmanlı döneminde kök
saldı. İlişkiler, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak artarak
devam etti.
Osmanlının mirasçısı Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke
oldu.
1950’de ilk diplomatik ilişkiler başladı. Bu adım, İsrail’in bölgesel
yalnızlığını kırmasına destek oldu.
80’lerin ortasına doğru Türkiye safını açıkça belli etti. Bu dönemde,
İsrail’in çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçti…
Ancak Mavi Marmara Türk-İsrail ilişkilerinin “11 Eylül”ü oldu.
Paniğe kapılan İsrail, yeni müttefik arayışına girdi. Türkiye’yi yakın
çevresinde kuşatmaya çalıştı. Ankara’nın hassas çizgilerini deldi.
Ancak hırsından bölgesel gelişmeleri okuyamadı…
İsrail, yıllardır destekçisi olan Türkiye’yi kaybetme tehlikesiyle yüz
yüze geldi. Oysa Türkiye, İsrail’in en kıymetli meşrulaştırıcısıdır.
İsrail’in Orta Doğu’yu kundaklayan politikasını artık Yahudi
Diaspora’sı da sorguluyor.
İsrail’i içeride ve dışarıda zayıflatan iç politik hesaplarıdır. En büyük
düşmanı da Siyonizim’dir.
Orta Doğu ile ilgili yazılarım aslında İsrail’in çöküşüne ayna tutuyor.
Savaşların tohumu adaletsiz barıştır. Hıristiyan Batı, bütün barışları
gelecekte savaş çıkartacak şekilde tasarladı.
1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’ya zorla kabul ettirilen Versailles
Anlaşması ile 2. Dünya Harbi’nin tohumları atıldı. 1948 yılında
İsrail’in kuruluşu 3. Dünya Savaşı’nın temelini attı.
Gelecekte İsrail’in felaketi siyonizm olacaktır. Ömrü olan İsrail’in
tarihten silineceği günleri görecektir…
1.10.2011.M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.
yeniakit.com.tr
M. Kemal'in cenaze namazında sadece 19 kişi vardı
İşte o yazı:
Murat Bardakçı yazdı da öğrendik: Atatürk'ün cenaze namazını
toplam 19 kişi kılmış!
Sarayda, kapalı kapılar ardında... Hazır bulunan zevatın kendi
arasında...
Milyonların önderinin Türkiye'yi inleten cenazesinde, cemaat 19 kişi.
Aslında hiç kıldırmayacaklarmış da, Makbule Hanım bastırmış.
Makbule Atadan, Atatürk'ün kızkardeşi. (Aranızda Atatürk'ün bir
kızkardeşi olduğunu bilmeyen var mıdır? Bir üvey babası ve üvey
kardeşleri olduğunu bilmeyen var da...)
Kimler mi kıldırmayacaklarmış? O günlerde Türkiye'ye
hükmedenler...
Niçin kıldırmıyorlar? "Gericilik" olur diye.
Hadi bunu "sonra gericiler sömürmeye kalkarlar diye" yapalım bari.
Soranlara öyle demişlerdir. Sormaya cesaret edebilen çıktıysa.
İsmet Paşa'nın bunda hiçbir "dahli" yoktur, kimse aklına öyle bir şey
getirmesin, çünkü İnönü o günlerde "parya" gibiydi... O kadar
gözden düşmüş, o kadar dışlanmıştı ki, çok kişi ona selam vermekten
bile kaçınır olmuştu. "Atatürk seni son bir kere görmek istiyor" diye
İstanbul'a çağırıldığı, buna karşılık Refik Saydam'ın "gitme paşam,
seni öldürecekler, vallahi kendimi trenin önüne atarım" dediği bilinir.
(Saydam bunun ödülünü iki ay sonra İnönü tarafından başbakan
yapılarak aldı.)
Atatürk'ün "naaşı" (tabutu falan demek yasak gibidir), bir süre
İstanbul halkının ziyaretine açıldı, 19 Kasım günü de saraydan
Ankara'ya nakledilmek üzere çıkarıldı, top arabasına konuldu
(taşındı falan demek yasak gibidir.)
Bu saray gerçek saraydır, Dolmabahçe... Bilindiği gibi Atatürk
sarayda ölmüştü.
Makbule Hanım "cenaze namazı kılınmadan Mustafa'mı hiçbir yere
göndermem" diye avaz avaz bağırmış. Tabutun (pardon, naaşın)
başına oturmuş.
"Hanımefendi, yapmayın, etmeyin" falan demişler, para etmemiş.
Ankara'ya telefon etmişler, ne halt edeceklerini sormuşlar.
Yarım saat sonra Ankara'dan şöyle bir izin çıkmış: "Gözlerden uzak
bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle kılınsın, kat'iyyen
fotoğraf çekilmesin ve namaz kılındığı da protokol kayıtlarına
geçirilmesin."
Bunun üzerine Şerafettin Yaltkaya imamete geçmiş, "Tanrı uludur"
diye tekbir getirmiş.
Çünkü "Allahüekber" demek yasakmış!
Biz yalnızca Arapça ezanı yasak biliyorduk, buna bağlı olarak tekbir
de yasakmış tabii.
Şerafettin Hoca cenaze namazını iki kere "esenlik üzerinize olsun"
diyerek bitirmiş.
Çünkü efendim, o dönemde "Esselamü aleyküm ve rahmetullah"
demek de yasakmış!
Hocanın çehresinde "acı bir tebessüm" varmış namazın sonunda...
İlginç olan yalnızca bu olay değildir. Daha da ilginç olan, bu
adamların altmış beş senedir "niçin seçim kazanamıyoruz" diye
şaşmalarıdır.
Bu yazı da "Anıtkabir'de dua edilmez" diyene üfleme yöntemiyle
gönderilmiştir.
"Kabir" ne demek hayvancık? Mezar demek.
Mezar başında ne yapılır, "selfie" mi çekilir?
habervaktim.com
YILBAŞI ÇILGINLIĞI - Şevket Tandoğan
Yazarın Tüm Yazıları »
Yılbaşının yaklaşması dolayısıyla Noel yortusu hazırlıkları,
hediyeleşmeler, eğlence proğramları ve diğer çılgınlıkların ortaya
çıktığı bu günlerde, işin ne denli tehlikeli noktalara vardığını
görüyoruz. Alışveriş çılgınlığı bir tarafa, Gayr-i Müslimlere özenti,
onlara sevgi, tören ve bayramlarına katılarak dostluk sergilemek çok
vahimdir.
Mânevî tatminsizlikten kaynaklı rûhî bunalım içindeki insanlar, zevk
ve rahatlama adına alışverişe saldırıyorlar. İhtiyacı olup-olmadığını
gözetmeden, müsrifçe tüketime yöneliyor para harcıyorlar. Kimileri
varki imkanlarını zorlayarak, ya da bütçesini aşarak gırtlağına kadar
borçlanmak sûretiyle, düşüncesizce ve çılgınca yılbaşı eğlence ve
alışverişine dalıyor.
İktisat, tutum, tasarruf, israf gibi kavramları unutan insanları, diğer
taraftan piyango heyecanı sarmış, haram-helal düşünmeden bilet
alıyor, ham hayaller kuruyor kendinden geçiyorlar. Yani imkânı olan
da olmayan da ifrat derecesinde ölçüsüz, dengesiz biçimde yılbaşı
hazırlığı yapıyor. Bu anormallikler bizi üzerken, bir de NOEL
BABA MASKARALIĞI çıktı ki, Müslüman Türk milletinden bazı
gâfiller, haçlı gayri-müslimlerin âyin ve yortularına özeniyor, adım
adım hıristiyanlığa, yahudiliğe kayıyor.
Benzemek, özenmek ve taklid konuları üzerinde ciddiyetle
durulmalıdır. Din ve inanç bakımından kafirleri beğenmek, özenmek
ve onlara benzemek küfürdür. Gayr-i Müslimleri yüceltmek,
sembollerini takınmak, dinlerine özenmek, onlara benzemeye
çalışmak, âdet ve geleneklerine ayak uydurmak da aynen şirktir ve
küfürdür.
Hoşgörüyü esas alan İslam dini, gayri-müslimlere benzeme ve
bilhassa onları taklid etme konusunda hiç müsamaha göstermez.
Adam öldürmek, zina etmek, içki içmek gibi fiiller çok büyük günah
olmasına rağmen küfür sayılmazken, ehl-i küfrü taklid etmek,
sembollerini kuşanmak küfür sayılmıştır. O kadar ki, dinin direği
olan namaz kılmak, güneşe tapanlara benzememek için, kerahet
vakitlerinde haram kılınmıştır.
Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): "Kim bir kavim'e benzerse, o
onlardandır." buyurmuş, konuyu daha anlaşılır kılmak üzere başka bir
Hadis'te şöyle buyurmuştur:"Bir kişi, başka bir kişinin ameline,
yoluna ve âdetine râzı olursa, muhakkak ki o onlardandır."
Haris Bin Muaviye, Medine'ye Halife Hz.Ömer'in makamına
geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Şam'da durum nasıl?
- Allah'a hamdolsun,iyi,
- İhtimal ki müşriklerle de oturup kalkıyorsunuzdur?
- Hayır, ey müminlerin emîri.
- Sizler,müşriklerle hemhal olursanız,bunun neticesinde çok sürmez
onlarla beraber yemek yer ve içersiniz. Onlarla oturup kalkmadığınız
müddetçe dâima hayır içinde olursunuz.
Tüm İslâm âleminde ikinci binin müceddidi kabul edilen, büyük
mürşit ve mütesavvıf İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "İki dini tasdik
eden, şirk ehlinden sayılır. İslam hükümleri ile küfrü bir araya
getirmeye çalışan müşriktir. Halbuki tevhit, küfürden, şirk
kokusundan uzak durmaktır." buyurur ve konuyla ilgili bir anekdot
nakleder:
"Bir hasta ziyaretine gitmiştim. Ölümü yaklaşmıştı. Baktımki şiddetli
zulmet içinde. Ne kadar dua ettiysem de zulmet üzerinden
kalkmıyordu. Murakabe ve teveccühle, bu halin kendisinde saklı
küfür sıfatından kaynaklı olduğunu anladım. Bu ise küfür ehli ile dost
geçinmesindendir ki, ancak cehennem azabı ile temizlenmesi
mümkündür. Yine anladım ki onda zerre-i iman mevcuttur. Onun
bereketiyle cehennemde ebedî kalmayacaktur."
Sonuç olarak; geçmişimizi, dar zamanları, yoksulları ve çaresizleri
düşünerek, yılbaşı alışveriş çılgınlığını dizginlemeye çalışmalı ve
gayri-müslimlere benzemekten kaçınmalıyız.
habervaktim.com
Gaz-Su-İsrail! İşte Tüm Olup Bitenlerin Özeti
HABERVAKTİM YAZARLARIŞevket TandoğanYILBAŞI
ÇILGINLIĞICemal NarKendine Yazık Etme
Türkiye ile Mavi Marmara katili İsrail’in pazarlık masasının
üzerinde bulunan şartların tamamına yakını İsrail’in taleplerini
içerirken yeni bir tehlike ise eşikte bekliyor.
Bir taraftan Türkiye üzerinden geçecek İsrail doğalgaz hattı ile
Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacı karşılanırken, diğer taraftan İsrail’in bu
kıyağı karşısında Avrupa Birliği de boş durmayacak.
AB tarafından 2009’da Türkiye’ye dayatılan ve bugüne kadar
buzdolabında bekletilen Fırat ve Dicle suyu projesi, sayesinde
Türkiye’nin su kaynakları İsrail’e akıtılacak. Böylece İsrail hem
elindeki doğalgazı Avrupa’ya satacak hem de su ihtiyacını
Türkiye’den karşılamış olacak.
Türkiye AB baskısıyla en önemli iki su kaynağını Akdeniz’den
İsrail’e pompalamak zorunda kalacak.
IRAK VE SURİYE İLE ZATEN PAYLAŞIYORUZ
Saadet Partisi GİK Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı
Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği
tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.
Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları
üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar
Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Biz bu
suları zaten Irak ve Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i
eklersek bu suyu lüzumundan fazla kullanmış oluruz” dedi.
İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak
topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları
denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor.
AB bunu yaparken bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil
ediyor. Normal şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması
imkansız. Hem bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda
değil, hem de konumu buna müsait değil.
Peki, tüm bu şartlara rağmen neden İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna
müdahil olması dayatılıyor? Geleceği su savaşları üzerinden
tasarlama plânları kuran Batı, ileride Ortadoğu’da yaşanabilecek bir
su probleminde, bu problemi geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile
çözen bir İsrail’e ihtiyaç duyuyor.
SU HIRSIZI SİYONİST
Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in
kuruluş dönemine kadar uzanıyor. İsrail yıllardır iki ana nehir olan
Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin sularından yararlanılmasını çatışma
konusu olarak kullanıyor.
1967 Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti. Çünkü
Golan Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden
Necef Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik
kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.
O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor
Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden
yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail
tarafından engelleniyordu.
FIRAT VE DİCLE ELDEN GİDİYOR
Türkiye, AB uğruna verdiği tavizlerin belki de en önemlilerinden biri
su konusu. 2009 yılında “Çevre” faslının açılması şartıyla
Türkiye’nin su kaynaklarını AB’nin ve İsrail’in kontrolüne bırakan
Türkiye, etkileri ileri ki yıllarda hissedilecek olan bir faciaya da
imza atmış oldu.
İsrail’in “dost” olarak nitelendirildiği ve ikili ilişkilerin
kuvvetlendirilmeye çalışıldığı şu günlerde önemini arttıran bir husus
olan su konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarının bir parçası olan
Fırat ve Dicle’nin altın tepside Siyonistlere teslim edilmesini
öngörüyor.
Türkiye'nin sınırı aşan su kaynaklarından Fırat ve Dicle Avrupa
Birliği kıskacında. Avrupa Birliği uğruna İsrail’in de dâhil olduğu
uluslararası bir kurula devredilmek istenen Fırat ve Dicle, gerekli
önlemler alınmazsa elimizden kayıp gidecek.
İSRAİL İLE SU İŞBİRLİĞİ
Türkiye 10-11 Aralık 2009’da gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde
“Çevre” faslında müzakerelere başlama konusunda AB ile uzlaşırken,
önemli sonuçlar doğuracak bir kriterini de kabul etti. Bu kritere
göre, Türkiye’nin “Çevre” başlığında müzakereleri tamamlamasının
ardından, AB’nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda
doğrudan müdahale hakkı bulunacaktı. AB bu konuya ilk kez 6 Ekim
2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan ‘Etki
Raporu’nda yer vermişti.
Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri
ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin
uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail
ile işbirliği yapılmasının Türkiye’den isteneceğine yer verilmişti.
SU KONUSUNDA “İSRAİL” VURGUSU
AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme
Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununun gelecek yıllarda giderek
önemi artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere
sahip olacağı kaydedilmişti. İşte o çalışmanın bir bölümünde İsrail’e
can suyu olacak Türkiye plânı şu şekilde özetlenmişti.
“Orta Doğu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde
stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla
beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri
havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve komşu
ülkeleri arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası
yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”
ifadesi yer almıştır. Belgede yer alan su kaynakları ve alt yapılarının
uluslararası yönetimi ibaresiyle Fırat ve Dicle havzalarında sınır aşan
boyutta entegre havza yönetimine gidilmesi gerektiği savunulmakta,
ayrıca Türkiye’nin kabulün aksine Dicle ve Fırat nehirleri ayrı
havzalar olarak gösteriliyor. Türkiye’nin bu su havzalarına göz diken
Avrupa Birliği, Ortadoğu’da yakın dönemde yaşanması muhtemel bir
su kıtlığında İsrail’i garantiye almak istiyor.
MANAVGAT YETMEDİ
Türkiye, Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’da su sıkıntısı çeken
ülkelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla Manavgat nehri üzerinde
1997 yılında bir arıtma ve dolum tesisi kurdu. Arıtma tesisi yılda 90
milyon m3 arıtılmış, 90 milyon m3 ham su olmak üzere toplam 180
milyon m3 su kapasitesine sahip. İsrail’e Manavgat tesisinden su
satışını öngören bir anlaşma 4 Mart 2004 tarihinde imzalandı.
Anlaşma uyarınca, Manavgat Nehrinden yılda 50 milyon m3 arıtılmış
suyun 20 yıl süre ile İsrail’e satışı ve suyun İsrail’e deniz yoluyla
tankerlerle taşınması öngörülmüştü. Eğer Fırat ver Dicle nehirlerinin
yönetiminde İsrail söz sahibi olursa, Manavgat örneğinde olduğu gibi
İsrail’e su sevkıyatının önü açılacak. İsrail bu şekilde su ihtiyacını
karşılarken, Avrupa Birliği de İsrail üzerinden Türkiye’nin su
kaynaklarını kontrol edecek.
“HANGİ SINIR HAKKI İLE İSRAİL BU MESELEYE DÂHİL
EDİLMİŞTİR?”
Saadet Partisi GİK üyesi ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı
Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği
tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.
Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları
üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar
Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Bu şartlar
arasında İsrail’in bu su kaynakları üzerinde hak sahibi olması vardır
ki, hangi sınır hakkı ile İsrail bu meseleye dâhil edilmiştir? İsrail’den
önce Irak var, Suriye var. Ki zaten onlarla bu konularda
anlaşmalarımız mevcut. Onlardan sonra Ürdün var, sonra İsrail var.
Bu su kaynakları üzerinde herhangi bir sınır bağlantısı da
bulunmuyor” diye konuştu.
İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak
topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları
denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor. AB bunu yaparken
bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil ediyor. Normal
şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması olanaksız. Hem
bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda değil, hem de
konumu buna müsait değil. Peki, tüm bu şartlara rağmen neden
İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna müdahil olması dayatılıyor?
Geleceği su savaşları üzerinden tasarlama plânları kuran Batı, ileride
Ortadoğu’da yaşanabilecek bir su probleminde, bu problemi
geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile çözen bir İsrail’e ihtiyaç
duyuyor.
“TEHLİKELİ MADDELER VAR”
Akgönenç, “Şuan su konusuna dokunmak için müsait bir ortamın
oluşması bekleniyor. Küresel ısınma artıyor ve su konusu daha da
önem arz eden bir duruma geliyor. Türkiye olarak öncelikle kendi
çıkarlarımızı düşünerek hareket etmeliyiz. Biz bu suları zaten Irak ve
Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i eklersek bu suyu
lüzumundan fazla kullanmış oluruz. Bu da bölge ülkeleri için sıkıntı
olabilir. Söz konusu maddeler Türkiye için çok tehlikeli maddeler.
Bu konularda dikkatli olunmalı” şeklinde konuştu.
SU HIRSIZI İSRAİL
İsrail tarihi, su konusunda da, diğer konularda olduğu gibi kanlı.
Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in
kuruluş dönemine kadar uzanıyor.
İsrail yıllardır iki ana nehir olan Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin
sularından yararlanılmasını çatışma konusu olarak kullanıyor. 1967
Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti.. Çünkü Golan
Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden Necef
Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik
kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.
O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor
Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden
yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail
tarafından engelleniyordu. Öte yandan, İsrail Yarmuk Nehri’nin
sularını da kendi büyük kanalına pompalayarak çalıyordu.
TÜRKİYE’DEN “YANLIŞ ANLAŞILIYOR, DÜZELTİN”
UYARISI
AB’nin bu açıklamasının ardından o dönemde harekete geçen
Türkiye, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği tarafından AB Komisyonu
nezdinde yapılan çeşitli girişimlerde, AB’nin Türkiye’nin sınırı aşan
sular meselesi ile Fırat ve Dicle Nehirleri konusuna ilgisinin ve
yaklaşımının yanlış anlamaya neden olmayacak bir çerçeveye
oturtulması istenmiştir. YaAni Türkiye Avrupa Birliği’nin Fırat ve
Dicle’ye İsrail’in rahatı için göz diktiğini fark etmiş fakat bunu
AB’ye “yakıştıramamış”, “yanlış anlamış” ve düzeltilmesini talep
etmiş. Bunun üzerine 9 Kasım 2005 tarihinde yayımlanan Katılım
Ortaklığı Belgesinde ise sınırı aşan sular konusunda işbirliğinin AB
Su Çerçeve Direktifi ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu uluslararası
anlaşmalar çerçevesinde geliştirilmesine devam edilmesi yönünde bir
ifade kullanılmıştır.
AVRUPA’NIN İSRAİL ENDİŞESİ
6 Kasım 2007 tarihinde yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde ise,
özellikle yatay ve çerçeve düzenlemelerde, sınırı aşan boyutunu da
kapsayan çevresel etki değerlendirmesi ve idari kapasite
güçlendirilmesi konularının geliştirilmesine devam edilmesi
belirtiliyor. Avrupa Komisyonu tarafından Türkiye’ye ilişkin olarak
açıklanan 2006 yılı İlerleme Raporu’nda AB su mevzuatına uyumu
da içeren “Çevre” faslı, “Çok sınırlı ilerleme” kaydedilen fasıllar
arasında sayılıyor. Raporda ayrıca, müktesebatla ilgili yatırımların
gerçekleşmesini teminen Su Çerçeve Direktifine uyum sağlanmasına
ve bu bağlamda Türkiye’nin sınır aşan sular konusunda özellikle üye
ülkelerle işbirliğinin artırılmasına yönelik adımların atılmadığı
vurgulanırken, yatay mevzuatta ise özellikle halka danışılması ve
sınır aşan konulardaki ilerleme eksikliğinin giderek artan bir endişe
kaynağı olduğu kaydedildi.
Milli Gazete
habervaktim.com
İslam şehrinden sahneler - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
BİRİNCİ SAHNE:
Güneşin doğmasına bir saat var. Evlerin ışıkları birer birer yanar.
Müslümanlar sabah namazına hazırlanır. Erkekler camilerde âlim,
faqih, muttaqi, ehliyetli, karizmatik icazetli imamların ardında
cemaatle kılar, hanımlar evlerinde eda eder. Kimisi evinin
yakınındaki bir camiye yayan gider, kimisi otomobille uzak bir
camiye… Namazdan sonra hayat ticaret iş başlar.
İKİNCİ SAHNE:
Çarşıda dükkanlar açılmadan önce Müslüman esnaf meydanda
toplanır. Çarşı şeyhi (hocası) dua ve nasihat eder, herkes âmin der. İş
sahipleri haram kazanca, müşteri kızıştırmaya, kusurunu söylemeden
mal satmaya, aşırı fiyata, aldatmaya karşı uyarılır.
ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Öğle ezanları okunmaya başlar. Şehirde hareketlilik olur. Herkes en
yakındaki camiye namaz kılmaya gider. Camilerin içleri dolar,
bazılarının avluları ve bahçeleri…
DÖRDÜNCÜ SAHNE:
Hamidiye Lisesinde öğle namazı kılınacak. Bütün öğrenciler okulun
büyük camiinde toplanır. Resmî imamın ardında namaz cemaatle eda
edilir. Okul nizamnamesine göre, bütün talebelerin namazı cemaatle
kılması mecburîdir.
BEŞİNCİ SAHNE:
Cuma ezanı okununca hayat büsbütün durur. Dükkanlar, işyerleri,
ofisler, imalathaneler kapanır, ticarete ara verilir. Bazı yerlerde
cemaatin kesretinden (çokluğundan) sokaklar dolar ve trafik durur.
Bu vakitte vasıtalar çalışmaz. Minberlerde çok müessir=etkili
hutbeler okunur, cemaatin bir kısmı ağlar, heyecandan ayılanlar
bayılanlar olur.
ALTINCI SAHNE:
İslam şehrindeki otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda, trenlerde
kadınlar için ayrı yerler olur. Onlar rahatsız edilmeden haysiyet ve
güvenle yolculuk yapar.
YEDİNCİ SAHNE:
Bir Ramazan günündeyiz. İslam şehrinde hiçbir lokanta, kahvehane
açık değildir. Açıkta yiyen içen bir kişi bile yoktur.
SEKİZİNCİ SAHNE:
Şehrin birçok yerinde dibek taşına benzeyen sadaka taşları vardır.
Bazı Müslümanlar bu taşlara para atar; ihtiyacı olanlar, taşın
deliğinden ellerini sokup, bir miktar (hepsini değil) para alır.
DOKUZUNCU SAHNE:
Şehrin mahkemeleri işsizdir, hapishaneleri ıssız… Dünyada en az suç
işlenen şehir İslam şehridir.
ONUNCU SAHNE:
İslam şehrinde en fazla kullanılan dört kelime şunlardır: Selamün
aleyküm… Teşekkür ederim… Efendim… Estağfirullah.
ON BİRİNCİ SAHNE:
Dünyanın en rahat, huzurlu, mutlu Yahudileri, Hıristiyanları İslam
şehrinde yaşayan Zimmîler ile bu şehri gezmeye gelen ecnebilerdir.
ON İKİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde alkollü içki içilmez, kumar oynanmaz, riba=faiz
muamelesi yapılmaz, karı satılmaz, açıkta büyük günah işlenmez,
itlik uğursuzluk hergelelik yapılmaz.
ON ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en mutlu ihtiyarları ve çocukları İslam şehrinde
yaşayanlardır.
ON DÖRDÜNCÜ SAHNE:
İslam şehrinde (nâdiren de olsa) hırsızlık yapan, adam öldüren, gasba
teşebbüs eden, ırz ve namusa saldıran, hilekarlık ve dolandırıcılık
eden, ticaret yaparken halkı aldatan ve diğer suçları işleyen kimseler
analarından doğduklarına pişman edilir.
ON BEŞİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde hırsızların ellerinin kesilmesine lüzum kalmaz. Çünkü
orada hırsızlığın kökü kesilmiştir.
ON ALTINCI SAHNE:
İslam şehrinde kısas uygulanır. Kasıtlı olarak adam öldüren idam
edilir.
ON YEDİNCİ SAHNE:
İslam şehrinde en iğrenç ve menfur (nefret ettirici) suç, günah,
ahlaksızlık; din sömürüsü yapmak, İslamı Kur’anı mukaddesatı şahsî
menfaatine, siyasî emellerine, prestijine, kişisel nüfuzuna alet
etmektir. Böyleleri karı satanlardan daha rezil ve hor görülür.
ON SEKİZİNCİSİ:
İslam şehrinde hutbeler İmamü’l-Müslimîn adına okunur.
ON DOKUZUNCUSU:
İslam şehrinde yaşayan Müslümanlar küfrün şeairi olan kıyafetleri,
serpuşları iksa edemezler.
YİRMİNCİSİ:
İslam şehrinde yayınlanan gazete ve dergiler müstehcen yayın
yapmaz. Şehre böyle yayınlar sokulmaz.
YİRMİ BİRİNCİSİ:
İslam şehrinde mahalle teşkilatı vardır. Küçük nizalar ve
anlaşmazlıklar mahkemeye gitmeden halledilir.
YİRMİ İKİNCİSİ:
İslam şehrinin yüzölçümünün en az üçte biri park, koru, bahçe, havuz
ve mesire yerinden oluşur. İslam şehri yeşil bir şehirdir, coğrafî
durumu ve iklimi müsait ise bir su şehridir.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en vasıflı okulları ve bilhassa liseleri İslam şehrindedir. Bu
okullarda insanlığa hizmet eden iyi insanlar, iyi Müslümanlar
yetiştirilir.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SAHNE:
Dünyanın en huzurlu, en temiz, en ahlaklı ve faziletli, en bereketli,
en ucuz şehri İslam şehridir.
YİRMİ BEŞİNCİ SAHNE:
İslam şehri başkent ise oradaki Cami-i Kebir’de cumada Halifeyi
namaz kıldırırken ve hutbe okurken görebilirsiniz. Başkent değilse,
valiyi…
YİRMİ ALTINCI SAHNE:
İslam şehrinde ucuz, mütevazı, küçük otomobiller görebilirsiniz.
Lüks, pahalı, israflı oto sahibi olmak yasaktır. Serbest olsa bile
birkaç manyak dışında böyle araba edinen olmaz.
YİRMİ YEDİNCİ SAHNE:
İslam şehrine gezmeye gelen nice gayr-i müslim ihtida ederek
(Müslüman olarak) döner.
yalanyazantarihutansinn.org
2001 Krizinin mimarı Kemal Derviş yine sahnede
Tarihi gerçeklerle herkes yüzleşmelidir
Tencere.
Bir Çin filmi izledim dün. 1940’larda Japonlar mağlup olup
çekiliyor. Çin’de çetelerle milli ordu arasında iç savaş çıkıyor.
Yerleştiği bölgeyi yağmalayıp soyan çetede birbirine ismi ile hitap
etmek yasak. Herkese numara verilmiş, rakamlar üzerinden
konuşuyorlar. “5 numara buraya gel, 6 numara oraya git” diye.
Çok beğendim bu isim yerine numara olayını. Bugün size bu ülkede
yaşayan ve BAY 5 NUMARA‘dan bahsedeceğim.
Özal dönemi zenginlerinden bir isim. Ancak onu önemli kılan Türk-
ABD ilişkilerinde kilit roller oynaması.
ABD’deki Yahudi lobisinin ve NeoConların Türkiye’yi kontrol-etki
alanında tutmak için yatırım yaptıkları kişilerin başında geliyordu
BAY 5 NUMARA. Paralel’in Afrika’daki okullarından getirdiği
yüzlerce öğrenciye nasıl BURS verdiğini övünerek anlatıyordu.
American Enterprize Institute (AEI) isimli düşünce kuruluşunun (ki
bu kuruluş NeoConların merkez karargahıdır) Türkiye uzmanı
Michael Rubin isimli Yahudidir. Ve bu Michael Rubin işte bizim
Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’ya çok yakındı.
Rubin, tüm dünyada en tetikçi NeoCon olarak tanınır. BAY 5
NUMARA’nın Türkiye’de el konulan bankasını geri alması için ABD
baskısını (lobisini) yürüten meşhur bol akçalı avukatıdır.
Sizi biraz daha gerilere götüreyim. Michael Rubin’in uzman olarak
çalıştığı NeoCon karargahı AEI’yı bir gün Türkiye’den Kara
Kuvvetleri Komutanı ziyaret ediyordu.
Türk misafir aynı zamanda da gelecekte Türkiye’nin Genelkurmay
Başkanı’ydı. Onu girişte karşılayan olmadı, asansöre kadar tek başına
gitti. Türkiye Cumhuriye’tinin Kara Kuvvetleri Komutanı asansörle
10 kat çıktıktan sonra karşısında bu Michael Rubin’i gördü ilk kez.
Halbuki kısa bir süre önce Polonyalı bir Generali tam kadro sokakta
kırmızı halı ile karşılamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Irak işgali
tezkere reddi faturasını kesme lobisinin baş tetikçisi, işte bizim
Genelkurmay Başkanımızı karşılamaya tenezzül etmeyen bu Michael
Rubin’di.
Yani Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’nın avukatı
olan adam… Bizim BAY BEŞ NUMARA bir gün Arnavutluk’ta bir
banka aldı. Ancak banka alırken ABD’de bir takım görüşmeler
yapmak lazımdı. İşte BAY 5 NUMARA’nın ABD’deki banka
temaslarını yürütecek biri de lazımdı ve o kişi de Murat Özçelik’ti.
Çin’in Şanghay Konsolosluğu’ndan ayrıldıktan sonra Murat Özçelik,
BAY 5 NUMARA’nın danışmanı olmuştu. Ve patronunu yurtdışında
banka almasında, ABD’deki ilişkilerinde kilit isimdi.
Ve dahası Murat Özçelik NeoCon Michael Rubin’in partneriydi.
Daha dahası ise şu an CHP’de tasfiye edilen Loloğlu yerine Kemal
Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığına getirilen kişiydi. Son seçimde de
milletvekili seçilen Murat Özçelik CHP’ye ABD’de ofis açtıran,
okyanus ötesinde beyaz Türkleri örgütleyen ve şu an partiyi
dönüştüren isimdi. Michael Rubin-Murat Özçelik-Paralelsever BAY
5NUMARA ve CHP… İlginç ilişkiler yumağı… Ve daha ilginci
2001’de Tuncay Özkan Milliyet’de bir yazı kaleme alıyor.
Bizim BAY 5 NUMARA’nın Avrupa’da kurduğu bankaya Dünya
Bankası’nın da ortak olduğunu yazıyor. Ve ekliyor; “Banka açılırken
Arnavutluk ekonomisini düzeltmekle görevli Dünya Bankası memuru
da tanıdık bir ad: KEMAL DERVİŞ. Yani bizim Dünya Bankası
Başkan Yardımcılığı görevini bırakıp, Türk ekonomisini düzeltmek
için kolları sıvayan bakanımız. Arnavutluk’ta tam banker
SKANDALLARI yaşanırken Kemal Derviş orada. Aslında bankanın
açılmasında o da etkin olmuş bana anlatılanlara göre.
Banka’nın Londra temsilcisi olan ve Derviş’in yakın arkadaşı İlhan
Nebioğlu’nun o dönem Arnavutluk’ta kurulacak banka konusunda
Derviş ile görüştüğü söyleniyor.
Konuyu Arnavutluk’taki bankanın eski sahibi konumunda olan BAY
5 NUMARAYA sordum, bana Nebioğlu ile Derviş’in arkadaşlığını
doğruladı.”
Evet Tuncay Özkan bu ilginç ilişkileri sorgulayarak BAY 5
NUMARA’dan giriyor, ZEVKLE ELEŞTİRDİĞİ Kemal Derviş’ten
çıkıyor. O Kemal Derviş ki, şu an Sayın Kılıçdaroğlu’nun AKIL
HOCASI ve CHP’li koalisyon hükümetinde Ekonomi Bakanlığı için
söz almış bir kişi. Tuncay Özkan da şu an CHP milletvekili… Yani
karmakarışık çorba gibi bir durum var ortada. Madem Çin filmiyle
girdik yazıya, bir Çin Atasözü ile çıkalım; “Aşırı kalabalık tavuk
kümesi, normalden az yumurta üretir. Bir kaşık bozuk yemek, bütün
tencereyi bozar”
Bekir Hazar/takvim
Bunlar da ilginizi çekebilir
kamal,yalan yazan tarih utansin,abdulhamid han
yalanyazantarihutansinn.org
TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI GERÇEĞİ
Cebimdeki irili ufaklı bütün banknotları çıkarıp, serdim masanın
üzerine. Ve bugüne kadar fark etmediğim, belki sizlerin de fark
etmediği bir şeyi fark ettim.
Bütün kâğıt paraların üzerinde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası” yazıyordu. Dikkat edin; “Türkiye Cumhuriyeti Merkez
Bankası” değil, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” !!!
İlk önce, bir baskı hatası olduğunu düşündüm. Ama, hepsi de hatalı
olamazdı ya. Gerçekten hata değilmiş. Bu durum, Merkez
Bankası’nın tarihsel gelişimi ile ilgiliymiş.
Merkez Bankası, 1930 yılında çıkan bir kanunla karma yapıda bir
anonim şirket olarak kurulmuş. Banka kurulduğunda devletin payı
sadece %15 imiş ve ilk isminde “Türkiye” ibaresi de yokmuş.
Banka kurulduğunda, hisseleri halka ilân ile satılan, çok sayıda yerli
ve yabancı ortağı olan karma yapıda bir anonim şirket
görünümündeymiş. Bankanın adına “Cumhuriyet” kelimesi, o zamana
kadar para basma hakkını elinde bulunduran Osmanlı Bankası’ndan
farklı olduğunu ve Cumhuriyet döneminde kurulduğunu göstermek
için konulmuş.,
Anlayacağınız ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” imiş.
“Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiş!
Ne var ki devlet payının sadece %15 olması ve karma yapıda bir
anonim şirket özelliği taşıması dolayısıyla, bankanın adında yer alan
“Cumhuriyet” kelimesine devlete aidiyetini gösteren “İ” harfi ilâve
edilmemiş.
Sizin anlayacağınız Merkez Bankası, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait
değil. Türk Liralarını basıyor ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil.
Karma yapıda, bir anonim şirket.
İLK ORTAKLARI KİMDİ?
1930 yılında devlet payının sadece %15 olduğu Merkez
Bankası’nda, başka pay sahipleride varmış. Merak ettim, geri kalan
%85 pay acaba kimlere aitti? Hepsi yerlimiydi, yoksa yabancılarda
var mıydı aralarında? Eğer varsa bu yabancılar hangi ülkenin
vatandaşlarıydı ve hangi dine mensuptular? Uzmanlar, orada kal
demişlerdi. Kalmıştım ama sormuştum, devlet payı hâlâ aynı oranda
mı? Öyle ya hala Cumhuriyeti değil, Cumhuriyet yazıyor
banknotların üzerinde. Hayır, demişti uzmanlar. Gerçi anonim şirket
olma özelliği aynen devam ediyor ama, devletin payı epey yükseldi!
%51’i Hazine’nin, %21’i de Ziraat Bankası’nınmış. Geri kalan %28
kimin?
Dedik ya Anonim.Yani, irili ufaklı herkesin payı var vede Merkez
Bankası’nın kararlarında az veya çok, bu ortaklar da söz sahibi.
Dolayısıyla %51 payı olmasına rağmen, tek başına hazinenin sözü
geçmiyor, geçemiyor geçirtmiyorlar !!!
HAZİNEYE “KAPİK” YOK!
Alın size bir ilginçlik daha…
1211 Sayılı Kanun”la kurulan Merkez Bankası’nın görevleri
arasında, ülke ve hükümet menfaatlerini gözetmek gibi bir ifade
varmış. Ama, yakın bir zamanda çıkarılmış bu madde. Ne zaman mı?
Kemal Derviş, ABD’den ithal edildikten sonra. Hani, Meclis’te
IMF’nin dayattığı 15 günde 15 yasa görüşmeleri vardı ya, işte o
zaman !!!
4. Maddenin, 25.4.2001 tarih ve 4651 Sayılı Kanunla değiştirilen
şeklinde, öyle bir ifade konulmuş ki, gel de dokun, dokunabilirsen
Merkeze.
O madde, şöyleymiş:
Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat
istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve
kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler.
Durun, daha bitmedi. Merkez Bankası Kanununda değişiklik
yapılmasına dair 25 Nisan 2001 tarihli ve 4651 sayılı bu Kanun’un
56. maddesi, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe girmiş. Buna göre,
Merkez Bankası, 5 Kasım 2001’den itibaren Hazine ile kamu kurum
ve kuruluşlarına avans veremeyecek, kredi açamayacak bir hüvviyete
büründürülmüş!
Düşünebiliyor musunuz?
Merkez Bankasındaki Hazinenin payı %51’dir ama, bankanın
hazineye avans vermesi, ya da kredi açması engellenmiş!
Böylece bir anlamda başına buyruk bir hüvviyete büründürülmüş
banka !!!
Bunu öğrenince, merakla sordum uzmanlara. Bu durumda hiç mi
müdahale edilemez Merkez Bankası’na? Ne yani, devletten bağımsız
bir kuruluş mu bu?
İşte dedi, olayın püf noktası bu soruda.
Devam etti;Evet, Merkez Bankası özerktir, ama bağımsız değildir.
Türk Ticaret Kanununa tabidir. Hazine büyük ortak olarak eğer bir
sakatlık görürse hesaplarını ibra etmeyebilir. Ya da olağanüstü
kongre talebinde bulunur ve hesap sorabilir. Ama, her ne hikmetse,
her kongrede ibra edilir bu hesaplar. Yani, aklarlar Merkez Bankası
yönetimini, hesap sormazlar.
HAZİNENİN PAYI %55
Haa, 1930 yılında, yani Atatürk döneminde kurulan ve o yıllarda
Devletin payının sadece %15 olduğu Merkez Bankası, hep böyle mi
kalmış?
Elbette hayır!!!
Devletin ana damarı olan Merkez Bankası’nda 1931’den 1970’e
kadar devletin %15, devlet dışındakilerin %85 hissesi vardı. 1970’de
Devletin hissesi yüzde 51’e çıkarıldı.
2002’de iktidara gelen AK Parti Hükümeti ise, devletin payını
%55”lere çıkardı.
Merkez Bankasında, Hazine ve Ziraat Bankası’nın dışında, başka
banka ve kuruluşların toplam %13 hisseleri var. Hazine ve Ziraat’in
toplam hisselerinin %74 olduğu düşünüldüğünde, geri kalan %12’lik
hissenin kimlere ait olduğu bir sır gibi saklanıyor ve asla
açıklanmıyor!!!
O hisseler, diğer bahsinde geçiyor ama o diğerler kimdir, belli
değil!!!
YÜZDE 12 KİMLERİN?
Bu %12’de meselâ İngilizler’in, yada Rotschild veya Rockefeller
ailelerinin payı var mıdır?
Yoksa niye açıklanmıyor?
Varsa niye açıklanmıyor?
Gördünüz ya, faizlerin yüksekliğinden ve cebimizdeki banknotlardan
yola çıkıp, nerelere geldik?
Doğrusu, bu para denizinde kulaç ata ata yoruldum. Ve sordum kendi
kendime,
Merkez Bankası bizim mi?
Bizimse paraların üzerinden niye “Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası” yazıyor?
Aidiyet eki olan “İ” nerede?
Ve ayrıca %55 pay sahibi olmasına rağmen, hazine, niye hesap
soramıyor, faizleri niye düşürtemiyor?
Sözün özü; Özerkliğin de ötesinde bağımsızmı bu banka? Ya da
kime, kimlere bağlı?
Hasan KARAKAYA / YENİ AKİT.
yalanyazantarihutansinn.org
Sınırımızda 100 tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.
Sistem..
Adam verem olmuştu. Tedavi görmek üzere Afrika’ya koştu. O bir
İngiliz’di, Afrika’da girip karıştırmadığı ülke, elmas için kazmadığı
toprak kalmadı. Cape Town sömürgesi Başbakanı dahi ilan edildi.
Ömrünü İngiliz çıkarlarına adayarak geçiren kişinin adı Cecil
Rhodes’ti. Öldüğünde hesaplanamayan tüm servetinin çok azını
ailesine bıraktı. Resmi vasiyetnamesi tüm mal varlığını Rotschild
Hanedanı’na bırakıyordu.
O hanedan da İngiltere’yi ve kraliyet ailesini yönetiyordu.
Tony Blair, 1993’te Bilderberg Toplantısı’na katılmıştı. Bu
toplantıdan sonra onu kimse tutamadı.
Önce Parti Başkanı, ardından Başbakan oldu. Geroge Robertson,
1988’deki Bilderberg Toplantısı’na katılma şerefine nail omuştu. Bir
yıl sonra kendini NATO Genel Sekreteri olarak buldu. En hızlı
kariyer sahibi olan ise şüphesiz Romano Prodi idi. 1999’da
Bilderberg Toplantısı’na katılıp aynı yıl içinde AB Başkanı
koltuğuna oturacak kadar hızlıydı. 2005’te AB’deki kariyeri sona
erince bir yıl sonra kendini İtalya Başbakanı olarak buldu. Vay be idi
durum… BİLDERBERG kapısından içeri girene Peri Sopası
değiyor, sırtı asla yere gelmiyordu. Mesela Bill Clinton…
Tılsımın ona değdiği yıl 1991 Bilderberg Toplantısı’ydı. O
toplantıdan döndükten bir yıl sonra kendini ABD Başkanlık
koltuğunda buldu. New York’lu işkadını Lynn Forester, 2000 yılında
çok mutluydu.
Çünkü dünyanın en zengin hanedanı, 100 trilyon dolarlık aileye gelin
gidiyordu.
Sir Evelyn de Rotschild ile evleniyordu.
DÜĞÜN YEMEĞİ Beyazsaray’da verilecek ve evsahipliğini
Bilderberg Toplantısı’ndan kendini Başkanlık koltuğunda bulan Bill
Clinton yapacaktı. Ee zaten Bilderberg’in kurucuları, yönetenleri ve
finansörleri Rotschild ve Rockefeller aileleri değil miydi? Arnold
Schwarzenegger’i bile Rotschild ailesi helikopterle İngiltere’de
Buckhingshire-Waddedson çimlerine indiriyor, Bilderberg üyeleri ile
tanıştırıyor ve ardından California Vali koltuğuna oturtuyordu.
Müthiş ilişkiler ağının kudretli BARONLARI tarafından EL
VERİLEN sayısız lider, işadamı, bürokrat ve siyasetçi vardı bu
yeryüzünde. İstediklerini alıp en tepelere getirenler, rahatsız
oldukları liderler için de acımasızdı. Dünyanın en büyük haber
ajansları, televizyonları ve gazeteleri onlarındı. Son dönemde en çok
saldırdıkları iki lider vardı; biri Erdoğan, diğeri de Putin. Rusya’ya
önceki gün ülkeden kovduğu Yahudi oligark nedeniyle Avrupa’da
yargılama yapıp milyarlarca dolar ceza kestiler, bankalardaki
paralarına el koydular. Şu anda AK Parti’nin tek başına iktidar
olamamasına en çok sevinen de onlar. Mesela İngiliz Daily Telegraph
“Lime lime oldu Erdoğan” diye yazacak ve mutluluktan uçacak
kadar kirli suratını göstermekten çekinmiyor. Daha önce “Erdoğan
Putinleşti” diye yazarak defalarca saldırmıştı. Sahibi, Kraliçe’den
Lord ünvanı almış bir Yahudi. Türkiye’de traktör satarak zengin
olmuş, medya imparatorluğundan İsrail’de Jarusselam Post’un
patronluğuna kadar yükselen bir isim. Ancak sahibi olduğu
HOLLİNGER İnternational’in içini boşaltmak ve zimmete para
geçirerek HORTUMLAMAKTAN ABD’de hapse mahkum olan bir
sahtekar aynı zamanda. Ve Soros’un da yakın ilişkiler ağına
takılanlardan. Soros, 1961’de ABD vatandaşı olduktan sonra
Rotschild hanedanı ile tanışıp onların bir numaralı tetikçisi oldu.
Uyuşturucu paralarını aklama merkezi Hollanda Antilleri’nde
Quantum adında bir şirket kuran Soros’un ilk müşterileri arasında
Kraliçe Elizabeth yer aldı. Ve EL VERENLER tarafından büyütülen
Soros’un en yakın adamı, Daily Telegraph’ın sahibi Hollinger
İnternational’ın yönetim kurulu üyesi yahudi Paul Reichman’dır.
Yani İngiliz Daily Telegraph “Niye bize saldırıyor, neden HDP’li
oldu?”dediğimizde, işin perde arkasının Antiller’e, Soros’a ve
Rotschild-Rockfeller hanedanlarına kadar uzandığını anlayamayız.
Müthiş bir boğumlarla iç içe geçen bir ahtapot ve kolları var dünya
üzerinde. Soros’un vakıfları aracılığı ile CHP’nin yarısını nasıl
teslim aldığını yazmıştım dün.
Onun içindir, CHP’nin her türlü koalisyon içinde yer alması için
yanıp tutuşuyorlar. Çünkü ortada “Bana ne Suriye’den, Irak’tan,
enerji hatlarından” diyen mükemmel bir CHP var. Sınırımızda 100
tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.
Bekir hazar/takvim
Be kahpe şerefsiz #pkk soyu,
Türk düşmanlarının olunuz kulu,
Onun bunun çocuğu,yavşağın oğlu,
#Piç oğlu piçliktir #pkk soyu.
Ne evlatlar şehit oldu,vatanı için,
Bukadar acı verdiniz,acaba niçin?
Soysuzların #köpekleri, #kahpenin dölleri,
Kahpedir adınız #pkk'nın piçleri.
#Türk ordusu ayakta nöbet tutuyor,
Polisler etrafı kol kol geziyor,
Türk halkı namazda duâ ediyor,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.
Siz baş edemezsiniz #Türkiye ile,
Öyle kahpelik etmeyin,çıkın menzile,
Pusu kurup,mayınları dizmeyin hele,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.
Çaresizi öldürmek,şerefsizin işidir,
Şerefsiz dediğimiz, #pkk'nın kendisidir,
Size bu hakaretler iltifat gibi gelir,
Anasını satanlardan,nasıl hayır beklenir
#Türkiye #Mekke #Medine #semertkan #ikra #Diyanet #ibadet
#namaz #islam
#RecepTayyipErdoğan #Reis #Usta
#AKP #CHP #HDP #MHP #PKK #Milliyetçi #ülkücü #üçhilal
#YPG #bozkurt #Türk #AlparslanTürkeş #Akparti #Kemalist
#KemalAtatürk #Kürdistan #Bakan #Sondakika #Kızılay #Devlet
#TSK #YSK #KCK #TR #Irkçılık #FatihSultanMehmet
#Erdoğan #Bayrak #şehit #polis #RecepTayyipErdoğan #katil
#Cumhurbaşkanı #Cumhuriyet #tayyip #KaçakSaray #hırsız
#mimarlık #MimarlarOdası #RteAdımız #Millet #Ülke #Ata
#Atatürk #tayin #Osmanlı #TC #YÖK #sınav #MHPGenelBaşkanı
#Türkiye #Din #Diyanet #Ekonomi #Savcı #Davutoğlu #Başbakan
#siyaset #gündem #haber #Bomba #Galatasaray #şampiyon
#Sporcu #Fenerbahçe #Beşiktaş #Alparslan #Trabzonspor #aşk
#taz #tatil #söz #edebiyat #dizi #film #şair #arkadaş #sevgili #tarih
#koalisyon #İslam #erkenseçim #enflasyon #döviz #kur #hizmet
#Hocaefendi #paralel #SamanyoluHaber #Cemaat #Güreş
#FethullahGülen #KemalKılıçdaroğlu
yeniakit.com.tr
Yolsuzluk Soruşturması... Ekrem İmamoğlu: 4 - Battal İlgezdi: 1
DTK gibi “ne idüğü belirsiz” illegal bir kuruluşun “bildiri”
yayınladığı; Selahattin Demirtaş gibi hem “devletten maaş” alan, hem
de “farklı bir devlet” isteyen birinin bu “illegal bildiri”ye imza attığı
bir günde, kalkıp da, yeniden “Beylikdüzü’nün CHP’li Belediye
Başkanı”ndan söz etmek istemezdim...
Haa, yazacaktım da;
Daha sonra yazacaktım!..
Ama, görüyorum ki;
“Ekrem İmamoğlu’nun beslediği köpekler” fena halde azmışlar,
“tasma”larını ve “zincir”lerini ha kopardılar, ha koparacaklar!..
Bu durumda, gel de yazma!..
Size bir şey söyleyeyim mi;
Aslında, “köpek”leri çok severim...
Çünkü, “sadık”tırlar...
Çünkü, “yal” yedikleri kaba, asla sıçmazlar!..
Ama, “köpek”lerin en kötü tarafı, “sahibinin sesi” olmalarıdır!..
Hikâyeyi biliyorsunuz...
Adamın biri, sokakta dalgın dalgın yürürken; farkında olmadan,
yolun ortasında yatan bir köpeğin “kuyruğuna” basmış!.. Ve tabiî, can
havliyle havlamış köpek!..
Adam şaşırmış...
“Hayret” demiş;
“Ben köpeğin kuyruğuna bastım!.. Ama ses, ağzından çıktı!”
Şöyle bir düşünüp, “teşhis”i koymuş:
“Kuyruğuna bastığım halde ağzından ses çıktığına göre, demek ki;
kuyruk ile baş arasında bir bağlantı var!”
Şirinevler’den “Muhittin Amca”mın aktardığı bu hikâye, Bedii
Faik’e ait... Yarım asır kadar önce yazmış!..
Ve fakat; hem tazeliğini, hem de güncelliğini koruyor!..
İMAMOĞLU’NUN BESLEMELERİ
Hikâye, Beylikdüzü’nde yaşıyor...
Biliyorsunuz;
24 Aralık Perşembe günkü yazımda; “Beylikdüzü’nün CHP’li
Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu” hakkında çeşitli iddialar
gündeme getirmiştim...
Sormuştum kendisine;
l “Beykonakları olayı nedir?”
l “Belediyenin amblemi niye değişti?”
l “Gül İnşaat’a bu ayrıcalık niye?”
l “Gazetecilere kaç para verdin?”
Bu sorular karşısında Başkan İmamoğlu’nun yapması gereken
nedir?.. Ya “açıklama” gönderir, ya mahkemeye müracaat edip, eğer
haklıysa “tekzip” yollar, ya da “dâvâ” açar, değil mi?..
Ama, İmamoğlu; tüm bunları yapmak yerine “besleme”lerini salmış
üzerime...
Anlayacağınız;
Ben İmamoğlu’nun kuyruğuna bastım, ses “beslemeler”den geldi!..
İmamoğlu, bunları iyi “beslemiş” olmalı ki, “çok iyi havlıyorlar” ve
tüyleri de parlak mı parlak!..
Yalnız, kendilerine bir tavsiyede bulunacağım: Tamam, “sahibinin
sesi” olarak havlıyorsunuz da; hiç olmazsa boynunuzdaki “kırlangıç”
amblemli “tasma”yı çıkarsaydınız!..
Hem “sahibinizi” ele veriyorsunuz, hem “kimin beslemesi”
olduğunuzu!..
Haa, onlar “havlıyor” diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne
“köpek”ler gördüm ben!.. Onlardan tırsmadım ki, bunlardan
tırsayım!..
Adlarını vermiyorum ki, benim üzerimden “reklâmlarını”
yapmasınlar!..
İLGEZDİ’YE 4 BASAR!
Her neyse...
Biz “İmamoğlu’nun ‘Saldır Co’ları”nı bir kenara bırakalım da,
“İmamoğlu dosyası”na yeniden dönelim...
Öncelikle şunu söyleyeyim:
Hani, adı; Türk siyasi tarihine “Rezidans Kraliçesi” olarak geçen
“devrimci”(!) Gamze Akkuş İlgezdi vardı ya... Hani, onun kocası
CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi vardı ya... İşte bu
Battal İlgezdi hakkında, “sadece bir soruşturma” açılmışken, CHP’li
Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında “4 ayrı
soruşturma” açılmış iyi mi...
“Müfettiş raporu” üzerine açılan “4 ayrı soruşturma”nın en çarpıcı
olanları da, “Beykonakları” ve “İmamoğlu Sitesi” imiş!..
Ne ilginç değil mi;
Bu iki inşaatı da, İmamoğlu İnşaat yapmış!.. İşbu İmamoğlu İnşaat;
“9 dönüm yeşil alanı” yani “Gezi Parkı’nın yarısı” kadar bir alanı
işgal etmiş!..
Bay Başkan’ın halen ikamet ettiği “Beykonakları Sitesi”nin önünde,
“3 bin metrekare yeşil alan işgali” devam ediyormuş!..
Heyy “Gezi zekâlı”lar,
Heyy “çevreci” geçinenler!..
5-6 ağaç için Türkiye’yi “yangın yeri”ne çeviren sizler, “yeşil alan
işgali”ne karşı niye suskunsunuz?..
Sizi gidi “sahtekâr”lar sizi,
Sizi gidi “ikiyüzlü”ler sizi!..
Görüyorsunuz ya;
Başkan CHP’li olunca, “tık” yok!..
DİĞER BAŞKANLAR YARGILANIYOR!
Efendim; “Beykonakları’ndaki işgal” için İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ve Danıştay’ın kararları olmasına rağmen, halen “yıkım”
yapılmamış!..
Haa, İmamoğlu’ndan önceki Başkan Yusuf Uzun döneminde sitenin
girişleri yıkılmış ama İmamoğlu, buraları “demir çitlerle” tekrar
kapatmış!..
İçişleri Bakanlığı da, bu “işgal” ve “gasp” üzerine demiş ki;
“Yeşil alanın tel çit ile kapatma işleminin Beylikdüzü Belediye
Meclisi’nin 2007-305 sayılı kararına istinaden yapıldığı beyan edilse
de, 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun belediye meclisine tanınan
görev ve yetkileri kapsamında kamuya açık yeşil alanın güvenlik
nedeniyle fiziki engellerle çevrilmesine imkan veren herhangi bir
yetkisi bulunmadığından”, sorumlular Ekrem İmamoğlu (Belediye
Başkanı), Mehmet Çakılcıoğlu (Teknik Başkan Yardımcısı), Levent
Akalın (İmar ve Şehircilik Müdürü) ve Selma Bulut (eski İmar ve
Şehircilik Müdürü) hakkında soruşturma izni verilmesine karar
verildi.”
Hayli enteresan değil mi;
“Bu işgale göz yummak ve görevini kötüye kullanmak” suçlamasıyla
eski belediye başkanları Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun yargılanıyor
ama, “işgalcilik ve gasp”la suçlanan CHP’li Başkan Ekrem
İmamoğlu yargılanmıyor!..
Adalet mi bu?..
Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun başkanlar, “işgale göz yummak”tan nasıl
yargılanıyorlarsa, Ekrem İmamoğlu da elbette yargılanmalıdır,
yargılanacaktır!..
Hem de; “kendi işgaline göz yummaktan” yargılanacaktır, iyi mi?..
ALAVİRA-DALAVİRA!
Dedik ya; İmamoğlu hakkında “4 ayrı soruşturma izni” verilmiş...
Bunlardan ilki ve en önemlisi Beykonakları meselesi.... İkincisi;
Atatürk Bulvarı üzerinde ve yıkılan Pazar Pazarı’nın karşı köşesinde
bulunan “İmamoğlu-2 Sitesi” ile ilgili... İmamoğlu, burada da “yeşil
alanı işgal etmekle” suçlanıyor!..
“Üçüncü soruşturma” konusu da, “Cumhuriyet Mah. 678 Ada, 2
Parsel” önündeki yeşil bandın, “ticari bir işletme” tarafından işgal
edilmesi... Başkan İmamoğlu, “bu gaspa göz yummakla” suçlanıyor!..
Daha bir sürü suçlama!..
Şimdi size; “beylikduzusakinleri.com” adlı internet sitesinden, Hasan
Basri Akın imzalı bir haber aktaracağım...
Buyrun, birlikte okuyalım:
“Kamunun bir metrekarelik yerini sattırmayız” diyerek halkın
teveccühünü kazanıp iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun, ilk
icraatının, kamuya ait yaklaşık 100 dönümlük araziyi hasılat
paylaşımı yöntemiyle elden çıkarmasının altında derin bir rant
hikayesi var.
İşte o meşhur ihalede söz konusu arsalardan biri olan; 142 ada 16
parselin, hem belediye kayıtlarında hem de tapu kayıtlarında
olmadığı bilgisine ulaştık.
Olmayan arsa için ÇED raporu süreci başlatılması da cabası...
Ekrem İmamoğlu’nun Belediye Başkanı seçilir seçilmez ilk icraatı
olan, kamuoyunda 100 dönümlük ihale olarak bilinen Megakent’ten
başlayan Volvo durağına kadar uzanan ve dere yatağı ile bütünleşen
92.012,23 metrekarelik arsanın hasılat paylaşımı yöntemiyle
satılması sonrası projeye “VİRA” isminin verilmesi ise işin tuzu
biberi oldu.
Vatandaşlar; geçmişte, alavere dalavere yöntemiyle takas edilen bu
projeye, yeni isminden dolayı “alaVİRA, dalaVİRA” yakıştırması
yapmakta.
(....)
Devran dönüp Ekrem İmamoğlu iş başına geldiğinde, “Sattırmayız”
diyenler (CHP’liler) aynı araziyle ilgili tüm yetkiyi -sınırsız olmak
kaydıyla- Belediye Başkanı’na vererek dümeni tam kırdılar ve
“VİRA” dediler.
İhale gerçekleşti.
Yapılan ihale herkese açıktı. Hasılatın yüzde 35’i belediyeye kalması
kaydıyla Gül İnşaat Proje A.Ş. tarafından alınan bu ihalenin
sözleşmesi kamuoyundan bugüne kadar gizlendi. Bu alana, ne kadar
kapalı inşaat yapılacağının bilgisini kamuoyuna vermekten de
“özellikle” imtina edildi.
“Beylikdüzü dosyası”nı, bugünlük, bu “haber”le noktalayalım ve
Sayın İmamoğlu’na bir uyarıda bulunalım:
“Karşıma, kendiniz çıkın... İster tekzip veya açıklama gönderin ister
mahkemeye verin!.. Ama, üzerime köpeklerinizi salmayın!.. Malûm;
havlamasını bilmeyen köpek, sürüye kurt getirirmiş!.. Köpeklerine
sahip çık!..
Haa bu arada; Akit’i bütün bayilerden toplatınca, gerçeklerin üstünün
örtüleceğini zannetme!..”
Bir çift söz de;
“Bu yazıları, Akit’e ilân verilmesi için yazdığımı” iddia eden “aptal,
gerzek ve kuşbeyinli”lere... Salak herifler; Akit, “bazı yerel
gazeteler” gibi, “tehditle ilân alan” bir gazete değildir!..
Bunu, ancak “Ekrem İmamoğlu’nun parlak tüylü beslemeleri”
söyler!..
*************************************************
“Katil Devlet”ten... “Bağımsız Devlet”e!.. Devlet, daha neyi
bekliyor?
l Ağrı Valisi Musa Işın’ın da “HDP’liler”le ilgili olarak dediği gibi;
“Sen kendi çocuklarını Amerika’daki ya da İngiltere’deki pahalı ve
lüks kolejler”de okutacak, “Diyarbakır’daki fakir-fukaranın
okulunu” yakacak, camını kıracak, evini talan edecek, 70 yaşındaki
adamı, size evini açmadı diye öldüreceksin!..
Sonra da, utanmadan; “Ben Kürdüm” diyeceksin!..
Hasss!.. Hadi ordan!..
l Selahattin Demirtaş’ından Figen Yüksekdağ’ına, Abdullah
Zeydan’ından “Samanlık Devrimcisi Ertuğrul Kürkçü”süne varıncaya
kadar, herhangi bir HDP’li, ABD’de veya Avrupa’da “devlet”e kafa
tutabilir, “terör örgütü” kabul edilen örgüt ve liderlerine böylesine
“övgü” yağdırabilir mi?..
Almanya’da “Hitler” lehinde, Amerika’da “El Kaide” lehinde,
Fransa’da “Usame Bin Laden” lehinde konuşabilir mi?..
Hadi, erkeklerse konuşsunlar!..
Konuşanı;
Bacağından sallandırırlar, bacağından!..
Türkiye’de ise;
O kadar “özgürlük” var ki, “şımarıklık” serbest!..
“Devlete küfretmek” ve hatta “Katil” demek; dahası, “Bağımsız
Devlet” demek serbest!..
Peki “devlet” ne yapıyor?..
Hiiçç... Aval aval dinliyor!..
Nereye kadar?!?..
Bu makale 21.104
kez okundu
yeniakit.com.tr
Türkiye Irak’ta Sünni ordu kurdu
Çarpıcı iddia Mesud Barzani’nin sitesi Rudaw tarafından resmi bir
kaynağa dayandırılarak duyuruldu.
Irak Hükümeti tarafından Şii milis teşkilatı Heşdi Şabi’den sonra bu
kez büyük bir kısmı Musullu Sünniler’den oluşan Heşdi Vatani
kuruldu.
İddiaya göre Irak’da Musul’u kurtarmak için kurulan bu orduda 6
bin sünni milis yer alıyor. Heşdi Vatani (Vatan Topluluğu)
milislerinden oluşan bu orduyu ise Türk Silahlı Kuvvetleri eğitiyor.
Irak hükümeti tarafından 5 aydır bütçeleri ödenmeyen Sünni
milislerin maaşlarının Türkiye tarafından sağlandığı iddia ediliyor.
Rûdaw’a konuşan Irak Parlamentosu Asayiş ve Savunma Komisyonu
Başkanı Şahavan Abdullah, “5 aydır Irak Hükümeti Heşdi Vatani’ye
para göndermiyor. Bu yüzden Türkiye’den maaş alıyorlar” dedi.
MUSUL’u kurtarmak için kurulan ordudaki milislere her ay 500
dolar maaş veriliyor. Heşdi Vatani ordusu Musul eski Valisi Esil
Nuceyfi’nin oğlu Abdullah Nuceyfi tarafından yönetiliyor.
Heşdi Vatani Başika Komutanı General Muhammed Yahya, kampta
ilk aylarda sadece 10 Türk eğitmenin olduğunu, daha sonra son bu
sayının 110’a çıktığını ifade etti.
Yahya, Türk Silahlı Kuvetleri’nin (TSK) gönderdiği ve krize neden
olan askeri birliğin görevinin, sözkonusu eğitmenleri korumak
olduğunu vurguladı. Muhammed Yahya, Musul’u Kurtarma
Operasyonu için 10 bin askerin hazır olduğunu da sözlerine ekledi
Kaynak:Anadoluhaberim
yeniakit.com.tr
Abdülhamit Han: Söyleyin onlara oyun daha bitmedi!
Osmanlı Devleti’ne karşı oyunlar oynayan İngiltere’ye büyük bir
oyun oynayan siyasi dâhi Sultan 2. Abdülhamid Han, İrlanda
Kurtuluş Örgütü’nü kurmuş ve bir asır boyunca İngiltere’nin başına
bela etmişti. Kuşçubaşı Eşref’in ise Lawrence’a verdiği bir cevap
unutulmayacak türdendi: “Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat
henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle sıkıntılar
salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz.”
Modern tarihte İngiltere’nin en büyük baş belası olan IRA’nın
kuruluşunda Türklerin de etkisi var.
Türklerin İrlandalılarla olan ilişkisi Sultan Abdülmecid zamanına
kadar gidiyor.
19. yüzyılın başlarında İrlandalılar İngilizler’e karşı mücadele
içindeydi. Katolik İrlandalılar, kabul etmedikleri Anglikan
Kilisesi’ne vergi vermeyi hazmedemiyorlardı. İngilizlerden din ve dil
ekseninde ayrılıyorlardı.
Ancak 1840’lı yıllarda İrlanda büyük bir kıtlık başgösterdi.
Yoksulların temel yiyeceği patates üretimi durma noktasına geldi.
800 bin kişi öldü, İrlandalıların hak mücadelesi zayıfladı.
İngilizler bu zayıflık durumundan faydalanırken 1847 yılında padişah
Abdülmecid’in emriyle üç gemi dolusu patates yardımı İrlanda’ya
Kraliçe Victoria’nın tüm engellemelerine rağmen ulaştı.
Geminin Dublin Limanı’na yanaşmasını İngilizler engelleyince gemi
yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. Bu tarihi an İrlanda-Osmanlı
arasında ilişkileri sıkılaştırırken başka ilginç bir gelişmeye daha yol
açtı.
Ayrıca İrlandalı soylular da padişah Abdülmecid’e şükranlarını sunan
bir teşekkür mektubu yolladı. Mektubu getiren Oberbak 1849’da
padişahın huzuruna çıkarak teşekkürlerini kabul etti.
İrlandalılar bu vefayı unutmadı. Drogheda şehrinin takımı Drogheda
United 1919’da kurulurken amblemini ay yıldız olarak seçti.
Drogheda United daha sonra İrlanda Premier Ligi’nde de top
koşturacaktı.
Bu futbol ilişkisi Abdülhamit zamanında da kendini gösterdi.
İrlandalıların yoğun ve etkin olduğu Portsmouth kentinde istihbarat
çalışması yürüten padişah Abdülhamit’in şehre büyük katkıları oldu.
Bazı tarihçiler kulübün kurulmasında Abdülhamit’in ön ayak
olduğunu bile iddia etti. Bugün Portsmouth’un amblemindeki ay
yıldızı halen İngilizler bile tartışıyor.
1800’lü yılların ikinci yarısında II. Abdülhamit iktidardayken
dünyayı birinci dünya savaşına götüren saflaşmalar yavaş yavaş
belirleniyor ve uluslararası camiada Osmanlı ve İngiltere arasındaki
gerilim giderek tırmanıyordu. Abdülhamit İrlanda ile ilişkilerin
güçlendirilmesi yolunu tercih etti.
1880 yılına gelindiğinde ise Abdülhamit Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı
kurdu. Bu önemli olay İrlandalıları da etkileyecekti. Abdülhamit’in
kurduğu bu yapı onu yıkan İttihat Terakki Cemiyeti’ne miras oldu.
Teşkilat-ı Mahsusa bu yapı üzerine kuruldu.
Teşkilat-ı Mahsusa cemiyetinin kritik isimlerinden biri ise Kuşçubaşı
Eşref’ti. Gençliğinde Abdülhamit’e muhalif olan bu yüzden Hicaz’a
sürgüne gönderilen Kuşçubaşı Eşref ile Abdülhamit’in siyasi çizgisi
İngiliz karşıtlığında birleşti.
Abdülhamit Hicaz demiryolunu kendi kaynaklarıyla inşa ederken
İngilizler bu yolun Müslümanları birleştireceğinden endişe etti ve
bölgede karışıklık çıkarmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda
bölge cepheye dönüşünce ünlü İngiliz casus Lawrence bölgede
çıkarılan karışıklıklarda başrolü oynadı.
Kuşçubaşı Eşref bizzat Lawrence ile mücadeleye tutuştu. Teşkilat-e
Mahsusa üyesiyken Hayber’de yaralı olarak İngilizlere tutsak oldu.
Bu sırada Kuşçubaşı Eşref Lawrence’a tarihe not düşülecek bir cevap
verdi:
“Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi.
Hükümetinin başına öyle sıkıntılar salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız
bitiremeyeceksiniz.” Bazı tarihçilere göre Kuşçubaşı Eşref’in kast
ettiği İrlanda bağımsızlık mücadelesinden başka birşey değildi.
Bazı tarihçiler Kuşçubaşı Eşref’in de dahil olduğu Teşkilat-ı
Mahsusa’nın özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda İrlanda bağımsızlık
mücadelesinde etkili olduğunu söylüyor. Eşref’in sözü bu iddiayı
doğrularken Teşkilat-ı Mahsusa’nın İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun
örgütlenmesinde önemli rol oynadığı tarihe not düşüldü.
Sonunda 1800’lü yıllarda son derece kötü koşullarda, açlığın vurdu
İrlanda’da 1900’lü yıllara geldiğinde bağımsızlık mücadelesi
olgunlaştı. İrlanda İngiltere’nin kontrolü altında iken, 1916 yılında
büyük ayaklanma çıktı. Ayaklanmayı hareketin liderlerinden James
Connolly başlatmış, İngilizler tarafından sert şekilde bastırıldı.
Connolly ile birlikte 15 yönetici idam edilince İrlanda milliyetçilik
damarı giderek kuvvetlendi 1919’da İrlanda gönüllüleri İrlanda
Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
1922’de ise Irish Republican Army (IRA) artık resmen kurulmuştu.
Bu örgüt 20. yüzyıl boyunca İngiltere’nin en büyük karın ağrısı oldu.
Uluslararası platformlarda da İngiltere’yi çok zor durumlarda
bıraktı.
Osmanlı-İrlanda ilişkisini teyid eden başka kaynakları popüler kültür
ürünlerinde de görmek mümkün. Örneğin ünlü yazar Trevanian’ın
Shibumi eseri… Bu eserde “bu İrlandalılar para için eşlerini bile
Osmanlı sultanlarına satarlar” diye bir cümle geçiyor.
Sonuç olarak İrlanda bağımsızlık mücadelesine Türkler bu yollarla
katkıda bulunurken Eşref Kuşçubaşı Lawrance’a verdiği cevapta
haklı çıkmış oldu. Sonunda IRA’nın tanınmasına kadar uzun süren ve
İngiltere’nin başını çok ağrıtacak mücadele başlamış oldu.
Kaynak:Anadoluhaberim
facebook.com
(24) ULUSALCILIK=NASYONALİZM...NASYONAL
SOSYALİZM NEDİR ?
*****Nasyonal Sosyalizm ya da Nazizm, Almanya'da Adolf Hitler
tarafından kurulan yönetim sistemi ve siyasi bir akımdır. Temel
felsefesi milliyetçilik, sosyalizm, ırkçılık, anti-semitizm ve popülizm
üzerine kuruludur. Bunların yanını sıra antikomünizm ve
antikapitalizm sunmaktadır. Nasyonal sosyalizm beyaz ırkın diğer
ırklardan (siyah-melez) üstün olduğunu ve ırklar arasında varolup
süregelen mücadelenin (ırksal kazanımlarını fark edip
kullanabilirlerse) üstün olan beyaz ırkın kazanacağını savunur.
******Nasyonal Sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında,
ilk teorisyeni Maurice Barrès tarafından yapıldı. Fransız Barrès,
sosyalist bir milliyetçilik fikrini, yabancı egemen Almanya'ya karşı,
seçmenleri kazanmak üzere yaydı ve sosyalizm'in "liberal bir zehir",
ancak, nasyonal sosyalizmin, kollektif milliyetçiliğin
gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler
kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve
Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi.
******Nazi kelimesi, Adolf Hitler'in ideolojisini benimseyen kişi ya
da kurumlara verilen genel adı ifade eder. Nazi Partisi'nin Almanca
adı, NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) idi.
Avusturya vatandaşı Adolf Hitler tarafından faaliyete geçirildi."Nazi"
kelimesi, köken olarak "National" ve "Sozialismus" kelimelerinden
meydana gelmekteydi. (Almanca: Nationalsozialismus)
***************Nazizm'in II. Dünya Savaşı'ndan Sonraki Durumu
*******************
İki dünya savaşı arasında ortaya çıkan bu ideoloji, bugün
milletlerarası siyasi ve toplumda kabul görmemektedir. Bugün halen
açık ve gizli eylemlerle faaliyetini çeşitli ülkelerde sürdürmeye
çalışmaktadır. Bunlar arasında Almanlar'ın NPD ve Skinheads'leri
(dazlaklar), İngiliz Skinheads ve holiganları yanında Amerika'da Ku
Klux Klan üyeleri gibi daha birçok ufak tefek grup ve akımlar
mevcuttur. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede Nazi'lerin
açıkça siyasi ve dernek çalışmaları sınırlandırılmış veya
yasaklanmıştır.
*****1933'te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nde örgütlenen
Nasyonal Sosyalistler Weimar Cumhuriyeti'nin (Almanya) seçimlerini
kazanıp hükümeti kurarak totaliter diktatörlüklerini ilan ettiler. Bu
yeni Nazi devletinin adı III. Reich'ti ve 1945'e kadar devam etti.****
---------------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------
SERBEST DÜŞÜNME ZAMANI :
Ülkemizde bazı sol fraksiyondan siyasi görüşteki kişiler
kendilerini ULUSALCI= yani NASYONALİST olarak
nitelendiriyorlar .BU tarifi mümkün olmayan bir durumdur .Çünkü
NASYONALİZMİN sol görüşle yakından uzaktan alakası yoktur .
ASlında bu durum ,kendisini SOLcu sanan KEMALİSTLER in
düştüğü tuhaf durumun bir başka örneğidir .
SOLCULUK düşüncesi aslında BAŞKA ÜLKELERLE
ENTEGRASYONU VE PROLETARYA (İŞÇİ ) YÖNETİMİNİ
savunur .Ve düsturu da şudur : " DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ
BİRLEŞİN "
Ama ULUSALCILIK bu mantığa ters bir düşüncedir . VE
olabildiğince içe kapanmayı benimser.KUZEY KORE modeli gibi .
EZİLEN İNSANALIRN VE İŞÇİNİN yanında olduğunu
söyleyenlerin GÜCÜ ELİNDE tutan bir azınlığın hükümranlığını
savunması da ayrı bir çelişkidir . MAlum ülkemizde EGEMEN sınıf
gerçekte hiçbir zaman BURJUVAZİ olmamış olamamıştır .
EGEMEN sınıf BÜROKRASİ ve ASKERİ bir oligarşi şeklinde
görünmektedir.
EGEMENLERİN en çok ezdikleri sınıf da malum
kendisini savunacak apolotlerden mahrum ve savaşlarda LAİK bir
dünyanın bekçiliği CANI pahasına yaptırılan HALKTIR .
TÜM bu gerçekler ortadayken ULUSALCI kimliğiyle
SÖZDE KAPİTALİZME savaş açtığını iddia eden bir kesim sözde
solcularımızın ülkedeki DARBELERE ses çıkarmmış olmaları
nedendir ?
BUNUN SEBEBİ ONLARIN NASYONAL SOSYALİST YANİ
FAŞİST OLMALARINDANDIR . Halkın acısının devam etmesi için
bazen DAĞDAKİ EŞKİYA BAŞINI KARANFİLLERLE ziyaret
ederler.Ertesi gün gelip halka şirin görünmek için ona küfrederler.
EŞKİYE partisiyle ortak hareket ederek beraber iki şekilde ülkeyi
germe STRATEJİLERİ kurgularlar .
ÖZGÜRLÜK maskesi altında İNSANLARI susturmayı maharet
sayarlar . HRANT DİNK in dava edilmesi için çabalar,o davaya
giderken grup halinde onu linç etmeye kalkarlar .HRANT DİNK i
adamları vasıtasıyla haklanınca .HRANT DİNKE sahip çıkarlar
...VE tüm bunları yaparken gayet doğal davranılrlar ve bu hareketleri
ACAR GAZETECİLER tarafından asla HABER KONUSU
yapılmaz.
ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN
HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR
.ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN
HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR .
habervaktim.com
İrademiz Yok Mudur? - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
Vakit namazı ezanı okunuyor. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinin fıkhına
göre, (yirmi kadar “şer’î özrü” bulunmayan) bütün hür ve mukim
erkeklerin farz namazını cemaatle kılması gerekir. Ya camiye
giderek, yahut kendi aralarında. Bu konudaki irademiz nerede?
**
Cuma ezanı okunuyor. Dört mezhebin fıkhına göre, ezanla birlikte
ticaretin, alış verişin, dünya işlerinin durması, dükkanların
işyerlerinin atölyelerin ofislerin kapanması ve Rahman’a ibadet
etmek için camiye gidilmesi gerekir. Bu konudaki irademiz nerede?
**
Sekiz yüz öğrencisi olan İmam-Hatip mektebinde namaz vakti
gelince ezan okunması ve bütün öğrencilerin idareciler ve
öğretmenlerle birlikte cemaatle namaz kılması gerekir. Bu konuda
bir irademiz var mıdır?
**
Ayasofya Câmi-i Kebiri hâlâ kapalı. En az beş milyon Müslümanın,
siyasî iktidara dilekçe vererek, ulu mâbedin açılmasını istemesi,
açmazsanız oy vermeyiz tehdidinde bulunması gerekiyor. Bizde niçin
bu irade yok?
**
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bedava Osmanlıca kursları açtı. En az
beş milyon vatandaşın bu kurslara kayd olarak Osmanlıca öğrenmesi
gerekirdi. Böyle bir irade niçin yok?
**
Latin/Frenk alfabesi devrimi caduc oldu. Müslümanların, yazı
hürriyetinden istifade ederek Osmanlıca günlük gazeteler, haftalık ve
aylık dergiler, kitaplar yayınlamaları gerekirken bu konuda dişe
dokunur bir gayret ve faaliyet yok. İsrail Yahudileri kendi İbranî
yazılarını, alfabelerini korurken biz Türkiyeli Müslümanlar niçin
millî ve dinî Kur’an ve İslam alfabemizi korumuyoruz? Bizde böyle
bir irade niçin mevcut değil?
**
Kadın tesettür kıyafeti konusunda bozukluklar sergileniyor. Kur’ana
Sünnete Şeriata uygun olmayan şeytanî Süslüman kıyafeti yaygın hale
geldi. Bu çarpıklığı düzeltecek irademiz nerededir?
**
Alevî kardeşlerimiz canla başla, dişleriyle tırnaklarıyla Cem evleri
için çalışırken, Sünnî çoğunluk İslam medreselerinin tekrar açılması
için çalışmıyor. Böyle hayırlı bir iş konusunda bizim yeterli irademiz
yok mudur?
**
Ehl-i tasavvuf, sûfiyan-ı kiram, tarikatların tekrar açılması ve
Meclis-i Meşayih denetiminde hizmet etmeleri için niçin siyasî
iktidara baskı yapmıyor. Biz bu kadar iradesiz miyiz?
**
Bütün mü’minlerin tek bir Ümmet çatısı altında toplanması
konusundaki irademiz var mıdır, yok mudur?
**
Ehl-i sünnet camiası niçin reformcularla, dinde yenilik ve değişim
isteyenlerle, İslamın içini boşaltmaya çalışan münafıklarla yeteri
kadar mücadele etmiyor, onların sapıklıklarını ve bozukluklarını red,
cerh ve ibtal etmiyor. Bu kadar iradesiz miyiz?
**
Ehl-i Sünnet karşıtlarının baş tacı olan şu mâlum adam, İslam Şinasi
isimli kitabında “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, kemal sıfatlarla
sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Hak Tealayı iki çehreli bir
Roma putuna benzetiyor, hem de hakikî sıfatını ekleyerek. Peki Ehl-i
Sünnetin buna karşı bir iradesi yok mudur ki, bu adam hâlâ tutuluyor
ve gençliğe bir İslam önderi olarak tanıtılabiliyor. Biz bu kadar
iradesiz miyiz?
**
Diyanet yayınevlerinde, Allah’ı Roma putuna benzeten adamın
kitapları satılıyor. Ümmetin bunu protesto edecek iradesi yok mudur?
(İkinci yazı)
Tedbir Almak
BÜYÜK depreme, üçüncü dünya savaşına, âhir zaman âfet ve
musibetlerine hazırlanıyor muyuz, bunlara karşı tedbirler alıyor
muyuz?
Neler yapabiliriz? Bunları önleyemeyiz, olacaklar olacaktır ama
cüz’î iradelerimizle yine de bir şeyler yapabiliriz. Bu
yapılabileceklerin bazısını sayayım:
1. Tevbe ve istiğfar etmek. Günahlarına cürümlerine pişman olmak,
Hak Tealadan afv ve bağışlanma dilemek.
2. Zekat vermek. Zekat vermek ne demektir? Malının kırkta birini
her yıl Allah rızası için, Kur’anda zikr edilen sekiz sınıf (bazıları bu
devirde mevcut değildir) Müslümana, temlik etmek suretiyle
dağıtmaktır. Zekatın ne olduğu, nasıl verileceği, Ehl-i sünnetin fıkıh
kitaplarından yazılıdır. Derneklere, vakıflara, Çocukları Koruma
Derneğine, Cami Yaptırma Derneğine, Ağaç Dikme Derneğine, öteki
hükmî şahsiyetlere (tüzel kişilere) zekat verilmez. Şeriata ve fıkha
uygun olmayan şekilde verilen zekatlar zekat olmaz, tekrar verilmesi
gerekir.
3. Sadaka vermek, yardım etmek.
4. Namaz kılmayanların namaza başlaması.
5. Namaz kılanların, daha ciddî, daha itinalı, daha doğru kılmaları.
6. Farz namazların cemaatle kılınması. Ardında namaz kılınabilecek
ehliyetli imamlar aranması…
7. Deprem bölgesinden, deprem olmayacak bölgelere hicret edilmesi.
8. Oturduğu binanın mühendislere kontrol ettirilmesi, bina çürükse, 7
şiddetinde bir depremde yıkılacaksa, başka bir yere taşınılması.
9. Bir haftalık su, yiyecek depolanması.
10. Tıbbî ilk yardım seti edinilmesi.
11. Elektrik feneri, mum, lamba…
İnsanların çok büyük bir çoğunluğu maalesef büyük gaflet içindedir.
Büyük şehir depremini bekliyor… Depremin ayak sesleri duyuluyor
ve insanlar gaflette.
1999 depreminden ibret almadık.
Üniversiteli düzgün ve akıllı bir gence sordum.: 1999 depremini
hatırlıyor musun? Hatırlamıyorum… Bu konuda yeterli bilgin var
mı?.. Yok!..
Zelzelede yıkılacağı, belki de yassı kadayıf gibi olacağı mühendis
raporuyla bilenen bir binada oturan aile reisine sordum: Buradan
taşınmayı düşünmüyor musunuz?.. Donuk gözleriyle yüzüme baktı ve
cevap bile vermedi.
Cenab-ı Hak bizlere akıl, sağduyu, fikir nasip etsin de, felaket
gelmeden önce, cüz’î de olsa tedbir alalım.
29.12.2015
habervaktim.com
Faciasız hac için seferberlik - Ahmet Taşgetiren
Yazarın Tüm Yazıları »
Diyanet İşleri Bakanı Prof. Dr. MehmetGörmez’in İran temasları çok
yoğun geçiyor. Tahran’daki ilk güne, Vahdet Konferansından sonra
iki görüşme sığdı.
İlki İran Hac Bakanı Gazi Asker’le Hac Bakanlığında gerçekleşti.
İkincisi ise İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer İbrahimi
Türkmani ile.
Gazi Asker’le geçen sene Hac’da da bir görüşme olmuş, ben orada da
bulunmuştum. Bu seneki görüşme, hem Türk - İran ilişkilerinin
gerildiği bir zamanda hem de Hac esnasındaki vinç ve Mina
Faciasının üzerine gerçekleşiyor.
Mina’da vefat eden Türk hacı sayısı 7, oysa İranlı hacı sayısı 400’ün
üzerinde.
İran çok dertli ve Suudiler’in bunun bedelini ödemesini istiyor.
Bakan Gazi Asker “Diyet”i seslendiriyor. Kendilerinin hacıları
sigortaladıklarını, herhangi bir kişisel kusur olmaksızın böyle bir
ölüm gerçekleştiğinde İslam fıkhının neye hükmettiğine bakılması
gerektiğini söylüyor.
Orada morgdan İranlı hacıları alıp memleketlerine getiren bir yetkili
gözlemlerini aktardı ki, gerçekten yürekler acısı. Cesetlerin
konteynırlara üst üste istif edildiğini vs. vs. gözleriyle gördüğünü
anlatıyor ki, yürek dayanmaz. Bu arada Mina şehitleri için her sırada
350 ceset olmak üzere 15 sıra halinde morgun yakınında bir
Makberetüşşüheda oluşturulduğunu, bir kısmının da Arafat’ın
doğusunda oluşturulan bir şehitliğe defnedildiğini öğreniyoruz.
- Bundan sonra, diyor Bakan Gazi Asker, hac sıcak aylara doğru
geliyor, sıcaklara karşı ve su ihtiyacını görmek için özel tedbirler
almak lazım. Ayrıca ambulansların ihtiyaç halinde seyrüseferini
kolaylaştıracak tedbirlere ihtiyaç var. Bütün bunların Suudilerle
görüşülmesi gerekir. Mina’da ölenlerin sayısı üz erinde de konuşuldu
ki, bu rakam hala çok net değil, 5500 ile 7460 rakamlarından söz
ediliyor.
Söz Mehmet Görmez Hoca’ya gelince o, vinç hadisesinde insanlar
orada can vermiş, yaralı, çırpınırken, tavafa devam edilmesi
konusundaki sorgulamasını da sürdürüyor, karıncanın ezilmesinin
yasaklandığı bir ibadet ortamında binlerce insanın havasızlıktan,
susuzluktan, birbirinin üzerine düşerek can vermesine de deyim
yerindeyse isyan ediyor.
Hem Görmez Hoca, hem Gazi Asker, adeta “Bu bize ders olsun”
yaklaşımı içinde, önümüzdeki hacların sıcak aylara gelmesini de
dikkate alarak, “Tedbir alınması”nda ısrar ediyorlar.
Görmez Hoca, önümüzdeki Hac mevsiminde Arafat’ta bütün
çadırları yüksek çadırlardan yapmayı, her çadırda klima ve soğuk su
bulundurmayı planladıklarını söyledikten sonra şu teklifte bulundu:
- Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya, Malezya ve Suudi Arabistan
yetkilileri bir araya gelelim ve bu faciaların bir daha yaşanmaması
için neler yapılması gerektiğini konuşalım. Bunu yakında
görüşeceğim Suudi Hac Bakanı’na teklif etmek istiyorum.
İranlı Bakan Gazi Asker, bu teklife aynen katıldıklarını ifade etti.
Hem Gazi Asker, hem Görmez Hoca, Mina ve vinç hadiselerinin
dünya kamuoyunda İslam’a zarar verdiği düşüncesinde de
birleşiyorlar.
İranlı bakan “Amacımız Suudileri eleştirmek değil, tedbir alınmasını
sağlamak” derken Görmez Hoca da “Suçu bütünüyle Suudilere
yüklemek doğru değil” dedikten sonra “Mekke ve Medine’de
mekanları genişletmek kadar gönlümüzü de genişletmeye ihtiyaç var.
Hacılara verilen eğitim sadece Hac menasikini öğretmek öğretmekle
sınırlı olmamalı, aynı zamanda oraya gelen kardeşlerle ilişkiyi de
öğretmek lazım” sözlerini de ekledi.
İkinci görüşme İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer
Türkmani ile gerçekleşti, demiştim. Bu kurum, bizdeki Yunus Emre
Enstitüsü’nün daha İrancası. Yani daha dini muhtevada olanı. Yurt
dışında İran fikriyatını taşıyor dersem yanlış olmaz sanırım. Görmez
Hoca’nın burada söylediklerinden şunların altını çizdim:
“Türkiye ve İran, her türlü stratejiyi bir kenara bırakıp insaniyette,
islamiyette ve samimiyette buluşmalıdır. Bu coğrafyada yaşananların
başka yerlere taşınmaması için birlikte çaba göstermeliyiz.”
Yarın izlenimlere devam ederiz inşaallah.