yeniakit.com.tr İçeride ve dışarıda ihanetin aktörleri

Q


yeniakit.com.tr
İçeride ve dışarıda ihanetin aktörleri

Akan kanın durdurulması için “şiddetsiz bir çözüm arayışı” için

uzlaşma ve siyasallaşma çerçevesinde başlayan “Çözüm Süreci”nde

Türkiye sınırları dışına çekilmek ve silah bırakmak yönünde bölücü

örgüt tarafından bir arpa boyu sayılacak adımlar atılmadı. Aksine

süreçte şehir, ilçe, köy ve mezralarda özel silah depoları ve halk

ayaklanmasını başlatacak eğitim kampları kuruldu. Binlerce genç

okul yerine bu kamplarda hainleştirilip, silahlı eğitimden geçirildi.

Şehirlerde ‘kurtarılmış bölgeler ve mahalleler’ ilan edilerek devlet

güçlerine meydan okunması ihanet derecesinde istismar edilen o

Çözüm Süreci’nin eseridir.

Bugün “Kara gücü” olan silahlı bir terör örgütü var.

Bu örgüt, mahallelerde hendekler kazıp yollara mayın döşüyor,

askere ve polise pusular kurup bombalı saldırılarda bulunuyor. Yol

kesiyor, haraç topluyor, çarşı yakıyor, ev basıyor, gençleri zorla dağa

götürüyor. Ve bu örgüt, ısrarla ‘silah bırakmayacağını’ ilan ediyor.

Artık ok yaydan çıktı ve 24 Temmuz’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin

ve polisimizin iflah olmaz bu ‘Bölücü Terör Örgütü’ne karşı

kapsamlı harekâtı başladı. Hükümetin kararlılığı ve güvenlik

birimlerimizin zor şartlarda verilen mücadele sonucu bölücü terör

örgütüne ağır darbeler indiriliyor.

Hedef; “Terörsüz bir Türkiye”.

Kandil’de ağır kayıplar veren PKK bölücü terör örgütü şimdi şehir

yapılanması olan KCK’nın desteğiyle PKK Gençlik Yapılanması,

Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ni (YDG-H) sahaya sürüyor.

Sivil halk kalkan olarak kullanılırken, okul çağındaki çocuklar

ölüme gönderiliyor. Esnaf kan ağlıyor, eğitim ve sağlık hizmetleri

engelleniyor ve hayat durdu. Halk terör baskısından kurtulmak için

bölgeyi terk ediyor.

Bütün bu ihanet eylemlerine rağmen terör örgütünü sorgulayıp

suçlama yerine ülke içinde HDP ile CHP’li bazı siyasiler ve medya

çevrelerinden oluşan bir zümre, terör örgütünü masum gösterme,

eylemlerini meşrulaştırma propagandasına öncülük etmeleri ayrı bir

ihanettir.

HDP, İHANETİ

MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR

TBMM çatısı altında yer aldığı halde Bölücü Terör Örgütüyle aynı

cephede ihanet içinde olanlar vardır.

HDP, ağır kayıplar veren PKK terör örgütüne yönelik operasyonları

engellemek için önce operasyonların sürdüğü şehir ve mahallelere

girmeye uğraştı. Milletvekilliğinin dokunulmazlık zırhına güvenen

HDP’li vekiller Türk Polisinin engelini aşamayınca, TBMM’de

oturma eylemi başlattı.

HDP, bir taraftan ülke içinde PKK’nın hendek eylemlerini

meşrulaştırma desteğine devam ederken diğer yandan da Türkiye

dışında gerçekleştirilen ziyaretlerle; “müdahale edin, aracı olun,

bölgeye heyetler gönderin” çağrıları yapıyor.

Ortadoğu bağlamında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç ve AB’nin aşmakta

zorlandığı mülteci sorunu nedeniyle ABD ve AB’nin “Türkiye’nin

terörle mücadele etme hakkıdır” açıklamalarına karşı hayal

kırıklığına uğrayan HDP Eş Başkanı Demirtaş şimdi Moskova’ya

gidiyor. Rus jetinin Türk jetleri tarafından düşürülmesi sonrası

başlayan krizden istifade etmek için Rus milliyetçileriyle buluşacak

ve Rusya Dışişleri Bakanı ve bazı siyasilerle de görüşmeye çalışacak.

Demirtaş, Rus dostlarının katılımıyla birlikte HDP

MoskovaTemsilciliği’nin açılışı yapılacak.

ABD VE AB’DEN SONRA RUSYA DESTEĞİ

ABD ve Avrupa Birliği’nden terör örgütleri DHKP-C ve PKK çok

ciddi destek almaktadır. PKK’yı ABD silahlandırıyor. ABD,DAEŞ’i

bahane ederek PKK/PYD’ye 50 ton silah ve mühimmat sevkıyatında

bulundu.

Kısacası PKK terör örgütünün kendi başına silah bırakmaya karar

verme özgürlüğü yok. Silah bırakmaya kalksa, ABD, AB ve İran

başta olmak üzere ilişkide olduğu ülkelerin istihbarat servisleri izin

vermez. PKK’yı taşeron olarak kullanmak üzere şimdi Rusya

devrede. Demirtaş’ın Moskova ziyareti ve HDP Moskova

Temsilciliğinin açılması PKK adına Demirtaş’ın yürüttüğü karanlık

ilişkilerin eseridir.

TÜRKİYE DÜŞMANI BİR TÜRK

Türk asıllı Alman vatandaşı ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem

Özdemir, PKK terör örgütünün okulları ve kamu binalarını ateşe

vermesinden, asker ve polislere pusu kurarak bombalı saldırılar

düzenlemesinden, kanlı eylemleriyle sivil halkı göçe mecbur

etmesinden tek kelime söz etmeden, “Türkiye’de hükümet kendi

halkına karşı bir tür savaş yürütüyor. Burada insan haklarından ve

hukuk devletinden bahsetmek mümkün değildir”şeklinde küstahça ve

düşmanca açıklamalarda bulundu.

Cem Özdemir, Türkiye’nin ali menfaatlerine değil Almanya’nın

çıkarlarına hizmet ettiği gibi sürekli Türkiye - AB ilişkilerinde

Türkiye karşıtı tutumuyla bilinmektedir.

Alman Meclisinde ve Avrupa Parlamentosunda çok sayıda Türk asıllı

Alman, Hollanda, Fransız ve Belçika vatandaşı milletvekillerimiz

var. Onların da büyük bir kesimi Türkiye’nin haklarına kavuşmasını

savunurken Cem Özdemir gibi bazıları da Türkiye karşıtlarının

oluşturduğu cephede yer almaktadır.

Cem Özdemir’i yazarken, Nobel ödüllü olan Orhan Pamuk’u hem

Türk ve hem de ABD vatandaşı olan Nobel Ödülü sahibi Aziz

Sancar’ı düşündüm. Orhan Pamuk da Nobel aldı, Aziz Sancar da

ancak aralarında bir fark var, birisi milletini yüceltmeyi seçti öbürü

ise milletine sövmeyi, ihanet etmeyi kendine uygun gördü.

Tarih bunun acı örnekleriyle doludur. Ülkesine ve milletine hizmet

edenler şan ve şerefle yâd edilir. İhanet edenler ise hain olarak anılır.

Bunlar da hain olarak anılacaktır.

Bu makale 16.192

kez okundu





yeniakit.com.tr
Yeniden Şah İsmail dönemi: Türkiye-İran savaşı

İşte o yazı:

Türkiye hiçbir zaman bu kadar sıcak çatışmaya yakın olmamıştı. Hiç

bir zaman böylesine kuşatılmamış, içeriden ve dışarıdan çevrelenip

acımasız bir saldırı ile tehdit edilmemişti.

Hiç bir zaman aynı anda birkaç ülkenin hedefi haline gelmemişti. Bu

ülkelerin doğrudan müdahalesiyle Türkiye içindeki çevreler harekete

geçirilmemişti.

Yirmi yıldır bölgemizi günü gününe takip etmeye çalışıyorum.

Türkiye'nin bölgedeki pozisyonunu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini

izliyorum. Savaşın bu kadar bölgeselleştiğine, bölge ülkelerinin

birbirini bu kadar açıktan hedef aldığına, birbirine karşı ilan

edilmemiş bir savaş yürüttüğüne tanık olmadım.

Rusya-İran ekseninin Türkiye ve Müslüman ülkeleri böylesine

açıktan tehdit ettiğine tanık olmadım. İki ülkenin Türkiye ile

ilişkileri hep kontrollü, çoğu zaman ortaklığa varan örnek ilişkilerdi.

Sadece birkaç ay içinde iki ülkenin Türkiye ile açık savaş

pozisyonuna geldiği bir başka örnek yoktur.

Yeniden Şah İsmail dönemi

Bugün bu iki ülkenin bölgesel işgal ve yayılma hırsıyla böylesine

saldırganlaştığı bir dönem de olmamıştı. Bu iki ülkenin doğrudan ve

örgütler üzerinden coğrafyaya böylesine müdahil oldukları, bu

çerçevede Türkiye içindeki terör ve siyasi çevreleri böylesine

harekete geçirdikleri dönem de olmadı. Tahran, Müslüman dünyada

imajının ağır tahribata uğrayacağını bildiği için bütün örtülü

operasyonlarını Moskova kamuflajıyla yapıyor.

Tekrar edeyim; Şah İsmail'den bu yana Şiilik hiçbir zaman böylesine

bir devlet saldırganlığının siyasi dili olmamıştı ve İran bugün bunu

yaparak Sünni dünyaya nefretini İsrail düşmanlığının da ötesine

taşıdı.

Bugüne kadar bölgeye müdahaleler ülkelerle sınırlıydı, münferitti.

İran ya Irak'la savaşıyordu, ya ABD işgalinin üstüne konup Irak'ı

denetim altına alıyordu, ya Yemen'de kendi macerasını yürütüyordu,

ya Afganistan'daki Şiileri kendine yönelen tehditler için kalkan

olarak kullanıyordu ya da kendini korumak için Hizbullah'ı İsrail ile

savaştırıyordu.

Ama bugün bütün coğrafyadaki Şii çevreleri cephe olarak kullanıp

bütün ülkeleri karıştırır bir duruma geldi. Sadece Suriye değil, Basra

Körfezi ülkeleri ve Türkiye de buna dahil.

Cizre'de İran-Rus işgali

İran ve Rusya, Suriye'de Türkiye ile savaşıyor. Bu, açık ama ilan

edilmemiş bir savaştır. PKK ve PYD üzerinden hem Türkiye'de hem

de Kuzey Suriye'de yine Türkiye'ye karşı savaşıyorlar. PYD/YPG'nin

Suriye'de kurduğu Türkiye karşıtı cephenin arkasında yine aynı iki

ülke vardır. Ama ABD ile, bazı Avrupa ülkeleriyle ortak hareket

etmektedirler.

PKK'nın aylardır Güneydoğu illerimizde ve ilçelerimizde yürüttüğü

işgal girişiminin arkasında yine bu ülkeler var. Suriye savaşını

Türkiye'nin içlerine taşımışlardır. Türkiye topraklarında açık açık

Türkiye ile savaşmaktadırlar. Çok yakında bu ülkedeki uzantılarını

daha açık biçimde harekete geçirdiklerini göreceğiz.

Bu yüzden Cizre ve Silopi gibi bölgelerde yürütülen operasyonlar

sadece PKK'ya karşı değil, bu ülkelere karşı savunma

operasyonlarıdır. Bir işgali sona erdirme, evin içini temizleme, bizi

içeriye mahkum eden o dış müdahaleyi kırma operasyonlarıdır.

Çünkü bu aşamadan sonra PKK, terörle sınırlı bir yapı değil, Türkiye

içlerine yönelik işgal projelerinin Truva Atı'dır.

Sonu gelmez savaşlar başlar

Eğer bu kontrolsüz saldırganlık durdurulmazsa, bu ülkeler

sakinleşmezse, yayılmacı ve işgalci girişimlerini devam ettirirse

Süveyş Kanalı'dan Doğu Akdeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadar bütün

bölge sonu gelmez savaşlara sürüklenecektir. Şaşırtıcı biçimde hızlı

gelişecek bu çatışmaları kimse durduramayacaktır. Çünkü böyle bir

çatışma münferit ve dar bölge için olmayacak, iki ana cephe arasında

yayılıp bütün ülkeleri içine çekecektir.

Bu yüzden dünya Rusya'yı bir yerde durdurmanın yolunu bulmalıdır.

Aynı zamanda Rusya'nın kanatları arasına gizlenen İran'ın ihtirasları

dengelenmelidir. Tahran Müslüman dünyayı yüzyıllar sonra iki büyük

cepheye ayırmakta, o “İslam kendi içinde savaşacak” tezini kendi

elleriyle gerçeğe dönüştürmektedir.

Burada İran'ı hedef alarak çatışmacı psikolojiye güç verme niyetinde

değiliz. Ama İran kamuoyu, Tahran'ın bu ihtiraslarını eleştirmeyi

bilmelidir. Çünkü bu ihtirasın İran halkına da çok ağır bedeller

ödetme ihtimali vardır.

Rusya ile birlikte Türkiye'nin hemen güney sınırına yerleşmesini,

orada da rahat durmayıp PYD/PKK üzerinden Türkiye'yi taciz

etmelerini, hatta daha ileri gidip PKK üzerinden bir iç işgale

girişmelerini hoş görmemizi kimse beklemesin. Hiçbir ülkenin böyle

bir tehdidi hazmetmesi mümkün değildir. Burada, çok daha kötü

fotoğraflar şekillenmeden bir tehlikeye dikkat çekmeye, can sıkıcı

bir durumu tahlil etmeye, anlamaya çalışıyoruz.

Doğulu istilacılar, “İslam iç savaşı”

Maalesef, Batılı istilacılardan sonra şimdi de Doğulu istilacılar İslam

yurdunu harabeye çevirmeye hazırlanıyor. Yıllar yılı endişe ettiğimiz,

“son hedefleri Türkiye-İran savaşı” korkusunun gerçeğe dönmesi için

bütün senaryo tamamlanmış sanki. “Savaş İslam'ın kalbine

yerleşecek, İslam iç savaşı yaşanacak” şeklindeki sözlerin mimarları

bizim basiretsizliğimiz üzerinden bunu başarmak üzere. Başarırlarsa

savaş sadece ülkelerimize değil, evlerimizin içlerine kadar gelecek

demektir ve bizler bir yüz yıl ayağa kalkacak mecal bulamayacağız.

Tam da bu dönemde, içeride kimlerin nerede durduğuna dikkat

etmek gerekiyor. Artık normal bir dönemde yaşamıyoruz ve bu

sorunlar Türkiye'nin iç sorunlarıyla sınırlı olmaktan çıkmıştır. PKK

ve PYD artık bir Kürt meselesinin değil, bölgesel harita projelerinin

parçasıdır. İçeride bu çevrelere destek verenler, içeride iç iktidar

hesaplaşması için Türkiye'ye yönelen işgal girişimlerinin yanında yer

tutanlar açık bir savaşın parçasıdır ve bu savaş Türkiye'yi hedef

almaktadır.

Moskova'ya talimat almak için gidiyor

Selahattin Demirtaş'ın Moskova ziyareti bu çerçevede

yorumlanmalıdır. Bu şahsın, siyasi kimliği bitmiştir ve doğrudan

Türkiye ile silahlı bir çatışmanın, ülkemize yönelen savaş tehdidinin

parçası olmuştur. Kendisiyle ilgili hukuki süreç işletilmeli, siyasi

kimliğini bir kamuflaj olarak kullanması engellenmelidir.

İran Müslüman örgütlerle ilişkisini doğrudan ya da Bağdat üzerinden,

seküler yapılarla ilişkisini ise Moskova üzerinden yürütmektedir.

Demirtaş Moskova'ya savaş için yeni talimatları almak için

gitmektedir. O ve İstanbul'daki karargahlarından pozisyon alıp karşı

tarafta yer alan “iç işgalciler” için vatan hainliği kavramı yeniden

yorumlanmalıdır.

HDP, PKK'nın siyasi uzantısı olarak siyasi kimliğinden iyice

uzaklaşıp silahlı kimliğe daha çok yakınlaşırken, Türkiye'nin kurucu

partisi CHP hızla HDP'leşmekte, Türkiye karşıtları için bir barınak,

bir sığınma yeri haline gelmektedir. Kamuoyunun ağır eleştirilerine

rağmen bu unsurları içinde barındırmakta hatta sorgulamaya bile

gerek duymamaktadır. Bu durum, yaklaşan gerilimli günlerde CHP

için de çok ciddi bir meşruiyet sorgulamasına yol açabilir.

Sen Şah İsmail olursan ortaya bir Yavuz çıkar

Türkiye bu tehditlere boyun eğmeyecek, “acımasız direnişe” devam

edecek hatta meydan okuyacaktır. Türkiye bunların üstesinden

gelecek kadar güçlü bir ülkedir. Toplumsal idrak tehditlerin de

Türkiye'nin gücünün de farkındadır.

Kuşatma yarılacaktır, harita çalışmaları boşa çıkarılacaktır. Bugün

sınırlarımızı zorlayan tehdit, sınırların çok ötesine itilecek, bugün

Türkiye haritasını değiştirmeye çalışanlara karşı Türkiye'nin kendi

haritası belirleyici olacaktır. Yüz yıl önce coğrafyanın haritası bizim

çözülmemize göre şekillenmişti, yüz yıl sonra yeni harita bizim

toparlanmamıza göre şekillenecektir.

Ama ihanet edenle ülkesini seven ayrışacaktır. O kurucu irade yine

tarihi şekillendirirken, onlar 20. yüzyıl başlarındaki emsalleri gibi

utançla anılacaktır.

Ve son söz İran'a: Hep korktuğumuz ve asla istemediğimiz Türkiye

ile İran'ın hesaplaşmasıdır. Ancak;

Eğer sen Şah İsmail'liğe soyunuyorsan, Türkiye'yi de Yavuz olmaya

zorluyorsun demektir.








yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!

Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,

hainliğini sürdürüyor..

Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..

Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..

Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”

olmasa..

Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri

suçlamasalar..

Gider hepsinin elini öperim..

Ama her şey ortada..

“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği

ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..

Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”

ifadesinin geçirmemiş olmaları..

Suçüstü olmalarını sağlıyor..

PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,

TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..

Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”

diye sorunca..

Haksızlık mı etmiş oluyorum?

Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür

Mumcu’ya;

“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl

bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?

Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti

üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;

“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz

ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..

Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı

niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?

Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..

Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te

PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;

“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o

çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..

Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!



Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..

Teröristi savunayım derken..

Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..

“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..

İki çocuk ölmüş..

Haberini tabii ki versinler..

Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?

Habere baktığınızda..

Birisi göğsünden vurulmuş.

Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından

vurulmuş..

Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!

Bu nasıl bir mantıktır?

Bu nasıl bir teröristliktir?

Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.

Sonra da..

“Çocuklar öldü” deniyor..

Çocuklar ölüyor ise..

O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı

saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil

midir?



Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak

zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor

durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet

gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..

İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..

Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.

Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve

operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları

soruşturmalıdır.”

Bu ahlaksızlara..

Bu hainlere..

“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları

sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”

desek..

Yanlış mı söylemiş oluruz?

Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?

Teröriste, eyvallah mı edecek?

Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün

merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?

Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi

denir?

Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..

Bir tane polis vurulmamış.

Bir tane asker vurulmamış..

Buna rağmen..

Her gün, üç sivil..

Polislerin kurşunları ile ölüyor..

Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..

ABD’deki olayları bitirmiş gibi..

Türkiye’ye gelip..

Teröristlere şefkat istiyor!

Hadi ordan, ahlaksızlar.

Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka

ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık

katilleri..



Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..

Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?

Bir hafta önce yazmıştım..

“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan

veriyor” diye..

Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..

Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..

Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek

başına Cumhuriyet’e veriyor..

Ne diyeyim?

Allah ıslah etsin!

Bu makale 5.483

kez okundu







yeniakit.com.tr
Bu apaçık kahpeliktir, bu apaçık hainliktir!

Sabancı’nın hâlâ tam sayfa ilanlarla beslediği Cumhuriyet gazetesi,

hainliğini sürdürüyor..

Dünkü nüshalarında, “44 çocuk öldü” diyorlar..

Dertleri gerçekten “çocuklar” olsa..

Asıl amaçları, “çocukları kalkan yapıp, PKK’lı teröristleri korumak”

olmasa..

Çocuklar üzerinden, devletin güvenlik güçlerini, polisi, askeri

suçlamasalar..

Gider hepsinin elini öperim..

Ama her şey ortada..

“Güneydoğu’daki çatışmaların bedelini Türkiye’nin geleceği

ödüyor” üst başlığı, her şeyi ispatlıyor..

Onlarca satırlık haberde, tek bir yerde, “PKK terör örgütü”

ifadesinin geçirmemiş olmaları..

Suçüstü olmalarını sağlıyor..

PKK terör örgütünü tek bir yerde suçlamazken, birinci sayfada,

TOMA’nın bir kuşu vurması resmedilerek, polis suçlanıyordu..

Ben şimdi, Sabancı Holding’e, “Siz teröre sponsor mu oluyorsunuz”

diye sorunca..

Haksızlık mı etmiş oluyorum?

Babasını bombalı bir saldırıda kaybeden Cumhuriyet yazarı Özgür

Mumcu’ya;

“Bombaları patlatanı suçlamadan, devletin askerini suçlamak nasıl

bir kafanın ürünü” diye sorsak, yanlış mı yapmış oluruz?

Dünkü Cumhuriyet’te yayınladığı yazısına, “Kitaptan suç aleti

üretemezsiniz” diye başlık koyan Metin Celal’a;

“Siz zaten bombaları, keleşleri, mayınları da suç aleti saymıyorsunuz

ki.. Bombalar teröristlerin elinde ise, özgürlük aracı sayıyorsunuz..

Devletin askerinde tabanca olunca, suç aleti sayıyorsunuz.. Kitabı

niye hatırlatıyorsunuz ki?” desek, olayı abartmış mı oluruz?

Haftada bir CNN ekranlarına çıkıp dindar düşmanlığı yapan..

Agos’ta Ermeni sempatizanlığından vakit buldukça, Cumhuriyet’te

PKK avukatlığına soyunan Aydın Engin’e;

“Manşetinizdeki çocukların katili PKK değil mi? PKK olmasa, o

çocuklar hangi kurşunla ölecekti?” diye sorsak..

Makul bir cevap alabilir miyiz acaba!



Cumhuriyet’te iç sayfadaki haber de..

Teröristi savunayım derken..

Nasıl bir ahlaksızlığa imza atıldığını ayan beyan gösteriyor..

“Son iki kurban: Şiyar ve Davut” demişler..

İki çocuk ölmüş..

Haberini tabii ki versinler..

Ama bu iki çocuk, acaba nasıl ölmüş?

Habere baktığınızda..

Birisi göğsünden vurulmuş.

Diğeri de, polise yönelik molotoflu protesto sırasında karnından

vurulmuş..

Bunlardan da sorumlu, devlet imiş!

Bu nasıl bir mantıktır?

Bu nasıl bir teröristliktir?

Çocuklar resmen, ateşe atılıyorlar.

Sonra da..

“Çocuklar öldü” deniyor..

Çocuklar ölüyor ise..

O çocukların katilleri, öncelikle, çocukların polise silahlı

saldırılarını masum gibi gösteren, bu eli kalem tutan hainler, değil

midir?



Yazarlarına, “Ekonomik zorluk içindeyiz. Yazılarınızı azaltmak

zorundayız, sayfalarımızı azaltmak zorundayız” diyen ve o zor

durumdan Sabancı’nın parası ile kurtulmaya çalışan Cumhuriyet

gazetesi, kendisine bir de dış destek bulmuş..

İnsan Hakları İzleme Örgütü açıklama yapmış..

Demişler ki, “Türkiye hükümeti güvenlik güçlerini dizginlemeli.

Gücün orantısız ve kötüye kullanılmasını derhal sona erdirmeli ve

operasyonlar sırasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları

soruşturmalıdır.”

Bu ahlaksızlara..

Bu hainlere..

“Ülkenin ortasına, hendek kazıp, mahalleye istemediği insanları

sokmayan bir terör örgütüne tek sözünüz yok mu, akıl fukaraları”

desek..

Yanlış mı söylemiş oluruz?

Güvenlik güçleri nasıl dizginlenecek?

Teröriste, eyvallah mı edecek?

Hendek kazan teröristlere, sizin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün

merkezinin olduğu New York’ta ne yapılır?

Teröristlere tek söz etmeden, “Güvenlik güçleri, dizginlenmeli” mi

denir?

Görmüyor muyuz, ABD’de her gün, polis asgari üç sivili öldürüyor..

Bir tane polis vurulmamış.

Bir tane asker vurulmamış..

Buna rağmen..

Her gün, üç sivil..

Polislerin kurşunları ile ölüyor..

Ama ordaki İnsan Hakları İzleme Örgütü..

ABD’deki olayları bitirmiş gibi..

Türkiye’ye gelip..

Teröristlere şefkat istiyor!

Hadi ordan, ahlaksızlar.

Hadi ordan, kendi devletinin cinayetlerini örtmek için, başka

ülkelerdeki terörü kutsayan, teröristlere yataklık eden insanlık

katilleri..



Elin gavuru.. Gavurluğunu yapacak da..

Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, niye azıcık hassasiyet göstermiyorlar?

Bir hafta önce yazmıştım..

“Sabancı, sadece Cumhuriyet gazetesine, hem de ikişer sayfa ilan

veriyor” diye..

Adamların yayınlayabildikleri reklam sayfası zaten 3 veya 3.5 sayfa..

Bunun yarısı Sabancı’dan geliyor..

Sabancı da, gazetelere verdiği toplam reklamın yarıdan fazlasını, tek

başına Cumhuriyet’e veriyor..

Ne diyeyim?

Allah ıslah etsin!

Bu makale 5.483

kez okundu






Atatürk olmasaydı baban kimdi bilemezdin şerefsiz!’
saçmalıklarını duymaktan bıktım!
Biz babamızdan değil, İslam’dan sorulacağız!Anadolu’nun işgal

edilemez bir coğrafya
ve bu toprakların insanlarının işgal altında kalmaya asla tahammül

etmez Müslüman bir Millet olduğunu idrak edemeyenlerin,İngiliz

İşbirlikçisi bir Diktatör’ü kurtarıcı zan etmeleri
bizi değil kendilerini bağlayan fanatik bir esarettir, çağdaş bir

yobazlıktır!

Bu cehalet ve bu resmi tarih yalanları varken sevmek normaldir
ama tapmak sapıklık, taptığı adam için başkasına hakaret ruh

hastalığıdır!

Mesele minnet duymaksa,
Alpaslan olmasa Anadolu’nun,

Fatih Sultan Mehmet olmasa İstanbul’un yüzünü dâhi göremezdiniz!
Hele peygamberler ve nihayet Muhammed aleyhisselam olmasa,
Sizi Yaratan Allah’ınızı ve Dininizi dâhi bilemezdiniz!
Arşivler açılana ve 5816 (koruma kanunu) kalkana kadar sabredin,
çok acı gerçekleri çok yakînen öğreneceksiniz…

Benim devrimciliğim Atatürk’ün resmini (babamdan) dayak yeme

pahasına evin duvarından indirmemle başladı.

Araştırmacı Yazar, Fatih Tezcan




yalanyazantarihutansinn.org
MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI

YOLSUZLUK MANYAKLARI

İŞTE SİZE MUSTAFA KEMALİN MAL VARLIĞI….
NASIL EDİNDİ BU KADAR MÜLKÜ.BİR ANANIZ KALMIŞ

TAPULAMADIĞI.
BUYRUN OKUYUN
OKUYUN DA GÖRÜN EBENİZİN BOSTANIDA VARMI

TAPULU MALLAR ARASINDA………………..

İŞTE ORJİNAL BELGELERDEKİ MAL VARLIĞI

Hazırlattığı ve altına imza attığı listeye göre Atatürk Ankara’da

Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut

ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova’daki

Millet ve Baltacı, Silifke’deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin, Hatay

Dörtyol’daki portakal bahçesi ile Karabasamak çiftliğinin, ayrıca

Tarsus’taki Piloğlu çiftliğinin sahibidir.

Atatürk, Hazine’ye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor. İlk

kalem, arazidir. Buna göre toplam 154 bin 729 dönüm araziye sahip

olduğunu öğreniyoruz.

Ayrıntılar şöyle:

A) 582 dönüm meyve bahçeleri,

B) 700 dönüm fidanlık (650 bin adet fidan),

C) 400 dönüm Amerikan asma fidanlığı (560 bin adet kök bağ

çubuğu),

D) 220 dönüm bağ (88 bin adet bağ kütüğü),

E) 375 dönüm sebze bahçesi (Fethi Naci’de 370 çıkmış),

F) 220 dönüm zeytinlik (6.600 ağaçlık),

G) 1.654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık (F. Naci 27 dönüm

demiş),

H) 15 dönem kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe ile 2.650

dönüm çayır ve yoncalık,

İ) 1.450 dönüm orman, 148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve

meralar.

Sonra bina ve tesisler geliyor. Buna göre 51 adet binanın sahibi

olduğunu yazıyor Atatürk.

A) 45 adet yönetim binası ve ikametgâhı,

B) 7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl,

C) Aydos ve Toros yaylalarında kurulan 6 adet mandıra, 8 adet at ve

sığır ahırı,

D) 7 adet ambar, 4 adet samanlık ve otluk, 6 adet hangar ve

sundurma,

E) 4 adet lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 adet fırın, 2

adet sera.

3. kısımda fabrika ve imalathanelerini sıralıyor. Belgeden Atatürk’ün

birer adet bira, malt, buz, soda ve gazoz, deri, tarım aletleri ve demir

fabrikası ile biri Ankara’da, diğeri Yalova’da olmak üzere 2 adet

modern süt fabrikası bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca yine Ankara

ve Yalova’da birer geniş yoğurt imalathanesi, yılda 80 ton şarap

üretme kapasitesine sahip bir şarap imalathanesi, elektrikli bir

değirmeni, İstanbul’daki bir çeltik fabrikasında yüzde 40 hissesi, her

biri 15’er ton kaşar, 1.000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ

yapmaya elverişli 2 imalathanesi faal haldeymiş.

“Umumi tesisat” başlığı altında şu bilgilere yer verilmiş:

A) Ankara ve Yalova’da iki tavuk çiftliği,

B) Yalova’daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,

C) 3’ü Ankara’da, 2’si İstanbul’da olmak üzere 5 adet satış mağazası,

D) Orman Çiftliği’nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektrik

tesisatı, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım

şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde de benzer tesisat.

E) Orman Çiftliği’nde çiftlik müzesi ile ufak çaplı bir hayvanat

bahçesi tesisatı.

Listenin en ilginç kısmını ise canlı hayvanlar oluşturuyor. Buna göre

Atatürk’ün,

A) Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13.100 baş

koyunu,

B) Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep ile yeni

üretilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı,

C) İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklardan 69 adet koşu ve binek atı,

D) Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2.450 adet tavuğu varmış.

Liste bitmedi henüz. Son olarak sıra cansız demirbaşlarda.

Atatürk’ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve

biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66 bin lira değerinde (bu

rakam önce yazılıp sonra karalanmış) “bilumum” ziraat alet ve

edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru (Yalova Çiftliği’nde), 5 adet

kamyon ve kamyoneti, 2 adet binek otomobili ile 19 adet çiftliklerin

servislerinde çalıştırılan binek ve yük arabası bulunuyormuş.

Özetlersek Atatürk’ün 154 bin 729 dönüm araziye; belgede 51

yazıyor ama benim hesabıma göre 91 binaya; 6 fabrika, 5 imalathane,

1 değirmen ve 1 çeltik fabrikası ortaklığına; 2 tavuk çiftliğine, iki

özel iskeleye, 5 mağazaya, çeşitli sulama vs. tesisatına, köprülere,

müzeye ve hayvanat bahçesine; binlerce koyun, sığır, at ve tavuğa;

traktör, deniz motoru, kamyon, kamyonet, otomobil ve servis

araçlarına sahip olduğunu görüyoruz.

Sen ne diyorsun? diyenlere, gidin, laik ve Kemalist olduğundan

kuşku duymadığınız İsmail Cem’in kitabını okuyun diyorum. İsmail

Cem’in, Mustafa Kemal’in 1923’te Balıkesir’de söylediği şu sözleri

sansürlemesi ne anlama geliyor, iyi düşünün:

“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Bundan dolayı biraz parası olanlara da

düşman olacak değiliz. Tersine memleketimizde birçok

milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.







yalanyazantarihutansinn.org
Gladyo: Biraderlerin Vurucu Gücü

NATO’nun İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘kısa kılıç’

anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra

NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.

Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki

Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı

zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan

istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi. İşte

Gladyo’nun bilinmeyenleri:

İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı ittifak kuran Sovyetlerin

başını çektiği Doğu Bloku ve kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak

nitelendiren ve başını ABD’nin çektiği Batı dünyası Yalta’da bir

araya geldiğinde çok az kişi aslında bir araya gelenlerin düşmanlar

olduğunu düşünüyordu. Savaş sona ermişti ancak teamüller gereği

galip devletler ile mağlupların oturup anlaşması yerine, galipler,

ABD, SSCB ve İngiltere, bir araya gelerek dünyanın paylaşımını

görüştü. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de hazır bulunduğu

Yalta adasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri

Josef Stalin dünyayı paylaşırken, birbirlerinin alanlarına müdahale

etmeme üzerine de anlaştı.

DÜŞMANLAR YENİ BİR SAVAŞ İÇİN ANLAŞTI

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra yapılan Yalta

Konferansı’nda dünyanın paylaşılması kararı, bir anlamda yeni bir

savaş anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve

Avrupa’nın neredeyse yerle bir olduğu İkinci Dünya Savaşı Almanya

ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ererken, Nazi tehdidinin ortadan

kaldırılmasıyla geleceği umut edilen barış yerini bir kez daha 45 yıl

sürecek bir ‘savaşa’ bıraktı. Adına Soğuk Savaş denilen ve 1990

yılına kadar süren ‘gerilim siyaseti’, hem Sovyetler’in himayesindeki

Doğu Bloku’nu hem de ABD’nin himayesindeki adına ‘Özgür

Dünya’ denilen ülkeleri birbirlerine karşı savunmaya itti.

NATO’YA KARŞI VARŞOVA KURULDU

Batı Avrupa ülkeleri Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa ve

İngiltere’nin1948 yılında imzaladığı Brüksel Anlaşması ile olası bir

Sovyet işgaline karşı ortak hareket etme kararı alırken, böyle bir

ortaklığa ABD’nin de dahil edilmesinin Avrupa’yı daha da

güçlendireceği görüşü benimsendi. Brüksel Anlaşması’na imza atan

ülkeler Amerika’da bir araya gelerek ABD’nin katılımıyla 1949

yılında NATO’yu kurdu. NATO’nun kurulması, Sovyetler’in başını

çektiği Doğu Bloku ülkelerini de harekete geçirdi ve Batı

Almanya’nın NATO’ya katılmasını fırsat bilen Doğu Bloku,

Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek 1955’te Varşov

Paktı’nı (Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması) kurdu.

NATO’NUN CEHPE GERİSİNDEKİ GÜÇLERİ

Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası ortaya çıkan ‘her an savaş

olabilir’ durumunun teyakkuze geçirdiği taraflar tam 45 yıl boyunca

perde arkasında büyük bir mücadele yürüttü. Batı Avrupa’da

Komünist ve diğer sol partilerin güçlenmesi, Sovyet tehdidi olarak

algılanırken NATO bu tehdidi bertaraf etmek için kendi bünyesinde

her ülkede özel birimler oluşturdu. Sovyet işgaline karşı cehpe

gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla ABD ve İngiltere tarafından

kurulan adına ‘Stay-Behind’ denilen kontrgerilla yapılanması

NATO’ya üye ülkelerin hepsinde farklı isimler altında yeniden

organize edildi.

SUİKAST, KAOS ÇIKARMA, CEHPE GERİSİNİ ÖRGÜTLEME

Örgütün İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘çift başlı kılıç’

anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra

NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı.

Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki

Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı

zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan

istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi.

GRAMSCİLERİN MUSSOLİNİ’DEN İNTİKAMI

Tüm NATO ülkelerinde başta içerideki düşmana yakınlık

gösterebilecek unsurları (Komünist partiler ve sol dernekler) kontrol

eden ve NATO bünyesinde CIA tarafından yönetilen bu örgütlerin en

çok konuşulanı İtalya’daki Gladyo örgütü. İkinci Dünya Savaşı

öncesind Duçe lakaplı Benito Mussolini, İtalya’da aralarında

Antonio Gramsci’nin de bulunduğu Komünist Parti yöneticileri ve

üyelerini sert bir şekilde bastırırken, Komünistler bu sefer savaş

sırasında kaçan Mussolini’yi idam ederek intikamlarını almıştı. Sol-

sağ ayrışmasının en keskin olarak görüldüğüülkelerden biri olan

İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Fazişm’den sonra

güçlenen Komünist partiler, ABD tarafından SSCB’nin İtalya’daki

uzantıları olarak değerlendirildi. İtalya’da kurulan Gladyo, bu

sebeple sadece olası Sovyet işgaline karşı cephe gerisindeki

faaliyetlerinin dışında, içerideki ‘düşmanın’ güçlenmesini önlemek

için iç politikada büyük bir rol oynadı.

‘28 ŞUBAT STRATEJİSİ’ OLUŞTURULDU

İlk defa 1953 yılında İtalyan Savunma Bakanlığı bünyesinde

oluşturulan NATO’ya bağlı Gladyo, 1970’lı yıllarda Komünistlerin

yükselen desteğiyle İtalyan siyasetine yön vermek amacıyla

Türkiye’deki 28 Şubat ve 2007 Temmuz seçimleri öncesi üretilen

“Gerilim Stratejisi” planı benzeri planlar devreye sokuldu. 1920’li

yıllarda Mussolini’nin 1937 yılında ölene kadar hapiste tuttuğu

Komünist Parti lideri Antonio Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla

ortaya koyduğu toplum mühendisliği çalışmaları ekonomiden,

siyasete, sivil toplum örgütlerine kadar tüm kurumlar üzerinde

Gladyo eliyle gerçekleştirildi.

BAŞBAKAN, GLADYO’NUN VARLIĞINI KABUL ETTİ

İtalya’da 1970’li yıllarda meydana gelen bombalama olayları,

Başbakan Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar isimli sol bir örgüt

tarafından kaçırılıp öldürülmesi olayı (1978), Bologna tren

istasyonundaki bombalama olayı (1980) hep Gladyo ile

irtibatlandırıldı. İtalya’da siyaset-mafya ve faili meçhul cinayetleri

araştıran Yargıç Felice Casson’un Roma’daki askeri istihbarat

arşivinde elde ettiği belgelerde varlığı resmileştirilen Gladyo, 24

Ekim 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Adreotti tarafından da

kabul edildi. 7 defa İtalyan Başbakanlığı yaparak bu alandaki rekoru

Süleyman Demirel ile paylaşan Andreotti, parlamentoda yaptığı

açıklamada İtalya’nın NATO’nun cehpe gerisindeki ‘Stay Behind’

ordusuna sahip tek ülke olmadığını itiraf etti. Andreotti aynı zamanda

İtalya’da hükümet olan herkesin Gladyo’nun varlığı konusunda

bilgilendirildiğini de söyledi.

OLAĞANÜSTÜ HAL İLAN ETMEK İÇİN BOMBALI SALDIRI

DÜZENLEDİLER

Andreotti’nin açıklamalarıyla ilk defa devlet tarafından varlığı kabul

edilen Gladyo, İtalya’da 1990’lara kadar işlenen birçok siyasi

cinayet ve bombalama olayıyla irtibatlandırıldı. Gladyo’nun

İtalya’da Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Gerilim Stratejisi”

ilk defa 1964’te “Operation Solo” ismi verilen sessiz bir darbeyle

General Giovanni de Lorenzo Sosyalist bakanların hükümetten

ayrılmak zorunda bırakmasıyla uygulamaya konuldu. 1969 yılında

Milan’ın Piazza Fontana bölgesindeki Milli Tarım Bankası’na

yönelik faşist grupların gerçekletirdiği bombalama eyleminin CIA

destekli bir Gladyo operasyonu olduğu belirlendi. Bombalama

olayında 17 kişi hayatını kaybederken, 88 kişi yaralanmıştı.

Bombalama olayından çok daha sonra itiraflarda bulunan dönemin

Avanguardia Nazionale isimli neo-faşist hareketin üyelerinden

Vincenzo Vinciguerra, bombalamanın amacının siyasi ve askeri

otoriteyi olağanüstü hal ilan etmeye zorlamak amaçlı olduğunu

söyleyecekti.

P2 MASON LOCASI DEVREYE GİRİYOR

Piazza Fontana olayından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda

İtalyan ordusunda komutanlık yapmış olan ve Mussolini

taraftarlarınca ‘kahraman’ olarak görülen Junio Velrio Borghese

başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Darbenin başarısız

olmasından sonra Borghese İspanya’ya kaçarken, olayla ilgili olarak

tanıkların ifadelerinde Borghese’nin darbe planı için P2 Mason

Locası lideri Licio Gelli ve Sicilya mafyası ile işbirliği yaptığı öne

sürüldü. 1972 yılında Peteano köyü yakınlarındaki bir bombalama

olayında 3 polis hayatını kaybetti ve bu olayı olayda kullanılan

patlayıcılar dikkate alındığında Kızıl Tugaylar isimli örgütün yaptığı

açıklandı. Ancak olayı araştıran Savcı Felice Casson 1984’te

bombalama olayından sonra polisin olayın üzerini örttüğünü ve Kızıl

Tugaylar’ın kullandığı patlayıcılar kulllandığına dair açıklamaların

gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı.

İSTİHBARAT SERVİSİ YARDIM ETTİ

Olayı gerçekleştiren Komünizm karşıtı faşist bir örgütlenme olan

Avanguardia Nazionale’nin üyesi Vincenzo Vinciguerra tarafından

gerçekleştirildiği ve olaydan hemen sonra Vinciguerra’nın İspanya’ya

kaçmasında İtalyan gizli servisinin yardım ettiği belirlendi. 1984’teki

duruşmasında Vinciguerra, Peteano katliamının nasıl

gerçekleştirildiğini ve olayın devletin içindeki Gladyo

yapılanmasının nasıl organize ettiğini detaylarıyla anlattı.

P2 MASON LOCASI ÜYESİ TUTUKLANDI

“Gerilim Stratejisi”nin en yoğun yaşandığı İtalya’da Peteano

saldırısından iki yıl sonra gerçekleştirilen katliamda Gladyo’nun P2

locası ayağını deşifre etti. 1974’te Italicus Express treninde 12

kişinin öldüğü bombalama olayı ile Brescia kentinde gerçekleştirilen

ve 8 kişinin öldüğü Piazza della Loggia bombalama olayları, askeri

istihbarat lideri ve P2 Mason locası üyesi Vito Miceli’nin

tutuklanmasına sebep oldu. Miceli, devlete karşı komplo kurma

suçlamasıyla tutuklandı.

BAŞBAKAN ALDO MORO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ

Bombalama olayları ve suikastlerle çalkalanan İtalya belki de en

dramatik olaylarından birini 1978 yılında yaşadı. 1976 yılı

seçimlerinde yüzde 34 oranında oy alarak büyük başarı elde eden

İtalyan Komünist Partisi ile adına ‘Tarihi Uzlaşma’ adı verilen

uzlaşmayı sağlayan Hıristiyan Demokrasi Partisi lideri Başbakan

Aldo Moro, 16 Mart 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütü tarafından

kaçırıldı. Kaçırıldıktan sonra süren görüşmelerde serbest bırakılacağı

düşünülen Moro, Mayıs 1978’de öldürüldü ve cesedi bir arabanın

bagajında partisinin Roma’daki merkezi yakınlarında bulundu.Aldo

Moro

Aldo Moro ceseti

Aldo Moro

GLADYONUN BAŞINDA BİR MASON

İtalyan askeri istihbaratı, Moro’nun öldürülmemesi karşılığında 16

arkadaşlarının serbest bırakılmasını isteyen Kızıl Tugaylar’ı

dinlemedi ve aksine örgüte yönelik baskınlar düzenledi. Moro’nun

öldürülmesinden sonra P2 Mason Locası’nın üyesi olan İtalyan gizli

servisinin lideri ihmalkarlıkla suçlandı. Moro’nun öldürülmesiyle

ilgili araştırma yapan Gazeteci Mino Pecorelli, Aldo Moro’nun

kaçırılmasının devlet için gizli örgütün izin verdiğini söyledi.

BAĞLANTILARI ORTAYA ÇIKARAN GAZETECİ ÖLDÜRÜLDÜ

Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile Gladyo arasında bağlantılar

ortaya çıkaran Gazeteci Pecorelli de bir yıl sonra öldürüldü.

Dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin emriyle öldürüldüğü iddia

edilen Pecorelli ismi P2 Mason Locası’nın eski liderlerinden Licio

Gelli’nin listesinde bulundu. Pecorelli suikastinin emrini verdiği

gerekçesiyle 2002 yılında 20 yıl hapse mahkum edilen eski Başbakan

Giulio Andreotti’nin cezası yüksek mahkeme tarafından temyiz edildi

ve Andreotti hapis yatmaktan kurtuldu.

Gazeteci Pecorelli

Mino Pecorelli

BOLOGNA TREN İSTASYONU KATLİAMI VE P2 LİDERİNİN

TUTUKLANMASI

İtalya, Aldo Moro’nun öldürülmesinin şokunu yaşarken iki yol sonra

bu sefer Bologna tren istasyonuna konulan bombanın infilak etmesi

sonucu 85 kişi hayatını kaybetti. Parlamentoda terör üzerine kurulan

komisyonu, yaptığı araştırmada kanlı olayın Gladyo’ya uzandığı

sonucunu ortaya koydu. 1995 yılında Nuclei Armati Revoluzionari

isimli neo-faşist bir örgütün üyeleri Valerio Fioravanti ve Francesca

Mambro ömür boyu hapse mahkum edildi. Olayla ilgili olarak P2

Mason Locası’nın lideri Lici Gelli de soruşturmayı başka tarafa

yönlendirdiği gerekçesiyle hapis cezası aldı.

Bologna Tren İstasyonu, 1980

Bologna Patlaması, 1980

MORO’NUN MEKTUPLARINI BULAN GENERAL

ÖLDÜRÜLDÜ

Aldo Moro suikasti ve Bologna bombalamalarıyla çalkalan İtalya

1982 yılında da Aldo Moro’nun Gladyo’ya ilişkin mektuplarını

bulan ve 1979’da öldürülen Gazeteci Mino Pecorelli’nin

öldürüleceği iddiasında bulunduğu General Alberto Dalla Chiesa da

bir suikaste kurban gitti. 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio

Andreotti’nin varlığını kabul ettiği ve NATO üyesi tüm ülkelerde

benzeri yapılanmaların olduğunu itiraf ettiği Gladyo, diğer ülkelerde

farklı isimler adı altında örgütlendi.

General Alberto Dalla Chiesa

General Alberto Dalla Chiesa Suikastı

DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ GLADYO TİPİ

YAPILANMALAR

Gladyo’nun İtalya’da deşifre olmasıyla birlikte diğer Avrupa

ülkelerindeki benzeri yapılanmalar da hükümetler eliyle sessiz bir

şekilde dağıtıldı. Belçika’da askeri istihbarat servisi SGR,

Yunanistan’ta Operation Sheepskin, Fransa’da Rainbow (Plan Pleu

olarak başlamıştı), Danimarka’da Absalon isimleriyle örgütlenen

NATO’nun cephe gerisi yapılanmaları İngiltere, Almanya, İspanya,

Portekiz, Avusturya, Norveç’te istiharat örgütleri bünyesinde çalıştı.

NATO’nun Türkiye’deki Gladyo benzeri örgütlenmesinin Özel Harp

İdaresi olduğu iddia edilirken, örgütün kod isminin Ergenekon

olduğu belirtiliyor.

AVRUPA PARLAMENTOSUNUN GLADYO KARARI

İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde deşifre olan Gladyo 22 Kasım

1990 yılında Avrupa Parlamentosu’nda alınan bir kararla kınandı ve

tam bir soruşturma yapılması istendi. Kararda, 40 yıl boyunca mevcut

istihbarat örgütlerine paralel olarak Avrupa Topluluğu üyesi

ülkelerde gizli örgütlenmelerin olduğu ve bu örgütlerin demokratik

kontrolden kaçtığı belirtilerek, bu örgütlerin ABD ve NATO

tarafından kontrol edildiği kaydedildi. Tüm üye ülkelerdeki bu

illegal yapılanmaların ortadan kaldırılması çağrısı yapılan kararda,

NATO, ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler nezdinde soruşturma

yapılması çağrısı yapıldı. Avrupa Parlamentosu’nun 19 yıl önce almış

olduğu bu karar tam olarak yerine getirilmiş değil.

GLADYO VE MASON LOCASI İLİŞKİSİ

İtalya’daki Gladyo itiraflarından sonra diğer Avrupa ülkelerindeki

benzeri örgütlerin varlığı kabul edildi ve bu örgütler Sovyetler’in

yıkılmasından sonra sessiz bir şekilde dağıtıldı. Gladyo üzerine

birçok kitap yazmış ve araştırma yapmış olan İngiliz Gazeteci Philip

Willan’a göre 1990’lardan sonra Gladyo’nun ortadan kalktı. P2

Mason Locası ve Gladyo arasındaki ilişkiyi sorduğumuz ünlü

Gazeteci Willan, her iki örgütün de gizli olduğunu ve Gladyo’nun

başındaki asker ve istihbarat yöneticilerinin Mason olduğunu ifade

ediyor.

MASON LOCASININ EN ETKİLİ GAZETEYİ KONTROLÜ

Gladyo’nun gün ışığına çıkarılması konusunda medyanın İtalya’da

önemli bir rol oynadığına işaret eden Willan, aynı şekilde

Gladyo’nun gün yüzüne çıkarılmaması için de başka medya

gruplarının çalışmasına dikkat çekiyor: “Medya, birkaç dürüst ve

zeki savcıyla birlikte İtalya’daki Soğuk Savaş döneminin

komplolarını gün ışığına çıkarma konusunda önemli bir rol oynadı.

La Unita, Paese Sera, La Republica ve L’Espresso gibi gazete ve

dergiler, işlenen birçok suçun kamuoyunun gündemine taşınmasında

önemli rol oynadı. Aynı şekilde medyanın bu konudaki önemi P2

Mason locası tarafından da kavrandı ve loca İtalya’nın en etkili

gazetesi olan Corriera della Sera’nın kontrolünü ele aldılar.

Medyada kendilerine yakın bir gazeteciler ağı kurdular. P2

Locası’nın medya ve yargı üzerindeki kontrolü nedeniyle gerçeklerin

ortaya çıkmasını geciktirdi ve bu yüzden hala tam olarak ne olduğu

konusunu tam olarak bilmiyoruz” dedi.

GLADYO VE P2 MASON LOCASI: GÖRÜNMEZ BİRER ORDU

P2 Mason Locası ile Gladyo arasındaki ilişkiye dair olarak Willan,

her ikisinin gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve bu ikisi

arasındaki ilişkinin tam olarak açığa çıkarılmadığını kaydediyor:

“Her iki organizasyon da Komünizm karşıtıydı. P2 Locası’nın

Gladyo üzerinde büyük etkisi olduğu büyük bir ihtimal. Çünkü,

askeri ve istihbarat örgütünün yöneticileri locanın üyesiydiler. P2

Locası’nın başındaki eski isim Licio Gelli ile röportaj yaptığımda

bana, ‘Her ikisi de görülmez birer ordu’ demişti. Yine aynı şekilde

Gladyo’da görevli bulunanlardan bazılarının Benito Mussolini’nin

destekçileri ve İspanya İç Savaşı’nda General Franco için gönüllü

savaşmış kimseler olduğunu söylemişti.”

(Mehmet Nedim Aslan,habervaktim 11-2009)





yalanyazantarihutansinn.org
Tek devlet, tek millet

Yaklaşık bir seneden beridir, “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyoruz.

Miladi 21. yy. başlarında yaşamakta olan bir Müslüman ne yapmalı?

(Burada, anlamı daha belirgin hale getirmek için “İslamcı” da

diyebiliriz.)

Son yazımızda da “Artık Siyaset” başlığını/temasını işledik. Artık

İslam davası ve kulluk sorumluluğu, siyaseti merkeze alacak olan

yeni bir anlayış ve eylem biçimi gerektiriyor. Ama meseleyi bu

seviyede bırakırsak soyut kalacağını ve dolayısıyla birçok insan için

de anlaşılamayacağını düşünüyorum.

Öyleyse herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek en net ve somut

kavramlarla ifade edelim. Biz İslamcılar için ana hedef, “Tek İslam

Devleti”dir. Bütün dünya Müslümanlarını kapsamına alacak,

toplumsal, ekonomik, askeri, hukuki, kültürel alanlarda tek bir siyasi

birim…

Bizi bu hedefe ulaştıracak sürecin ayrıntılarını bilemeyeceğimiz gibi,

bu devletin yapısal detayları da, ister istemez şimdilik meçhuldür. Ve

onların şimdilik meçhul kalması çok da önemli değildir. Çünkü

sırada çok daha önemli ve öncelikli başka ara hedefler

bulunmaktadır.

Yani sözünü ettiğimiz geleceğin İslam devleti, sıkı bağlarla birbirine

bağlı bir “pakt” formunda olabileceği gibi konfederal bir sistem

şeklinde de olabilir. Ya da daha da heyecan verici bir ihtimalle, belki

de İslamcı düşünür ve siyaset insanlarınca geliştirilecek şimdilik ismi

meçhul yepyeni bir yapı da olabilir.

Nasıl olacak olursa olsun, meselenin bu kısmı şimdilik önemsiz…

Önemli olan ise şu:

Arakan’daki kardeşlerimiz yeni bir Budist saldırısı ile

karşılaştığında, Kayseri Hava İndirme Tugayı harekete geçecek ve

saldırıların başlamasının üzerinden daha 24 saat bile geçmeden

Budist sürüleri, bütün varlıklarıyla cehennemin yeryüzüne indiğine

inanmaya başlamış olacak.

Eğer Sırplar Bosna’da yeni bir etnik temizlik çılgınlığına cüret

edecek olurlarsa, Endonezya jetleri bir hafta içinde Belgrad’ı bir kül

yığınına çevirmiş bulunacak.

İstanbul’daki Hasan el-Benna Lisesinin müdürü Doğu Türkistanlı bir

Uygur Müslümanı, Çad’ın ücra bir çöl kasabasının kaymakamı

Tekirdağlı bir Türk olacak.

Ve bizim, bu sembolik örneklerin ifade ettiği anlamı bir ütopya

olarak değerlendirip, dudaklarında alaycı ve aşağılayan bir

tebessümle okuyacak olan Müslümanlara! da baştan bir çift lafımız

olacak:

Bir gün ALLAH’ın izni ve yardımı ile dünyanın en büyük gerçeğine

dönüşecek olan bu hayaller, sizin gibilerin elleriyle inşa edilmeyecek.

Siz rahat olun ve kendi tembellik köşelerinizde gerinmeye devam

edin.

Ama bu hayal bir gün gerçek olacak. Bir gün bütün Ümmet-i

Muhammed tek bayrak, tek devlet, tek ülke olarak bir tek millet

haline gelecek ve bütün dünyaya yön verecek.

İnsanlığın necaseti demek olan yahudi kavmi bile azmedip, gayret

gösterdikten sonra iki bin senelik bir ınkıtayı takiben Filistin

topraklarında bir araya gelip, kendi devletini kurabilmişse,

Muhammed’in Ümmeti, ALLAH’ın gerçek kulları olan bizler, neden

yapamayalım?

Yapabiliriz ve ALLAH’ın yardımıyla yapacağız.

Nasıl ki bir zamanlar bu dava, bir peygamberin etrafında bir kadın,

bir köle ve bir çocukla başlayıp, 40 sene içerisinde dünyanın en

büyük maddi/siyasi gücü haline gelmişse, kıyamet kopmadan önce

aynı destan bir kez daha yaşanacak ve Âlemlerin Rabbi, bütün bir

küfür dünyası tarafından koro halinde ileri sürülen “İslam’ın modası

geçmiş bir şey” olduğu iftirasını/iddiasını bilfiil yalanlayacaktır.

Bu mucizenin gerçekleşmesinde bize düşen ilk şart inanmaktır.

Şartların olumsuzluğuna, düşmanın gücüne, hedefin büyüklüğüne ve

kendi acziyetimizin derecesine bakarak, böyle bir hayalin gerçeğe

dönüşmesinin imkânsızlığına inanmak değil…

Hedefin yüceliğine, hâlâ tepeden tırnağa kadar ihlasla ve fedakârlık

ruhuyla dopdolu İslam erlerinin varlığına ve en önemlisi ALLAH’ın

gücünün sonsuzluğuna bakarak, bu hayalin de bir gün gelip gerçek

olacağına inanmak…

Çünkü bu güne kadar yapan, eden hep O olmuştu.

Bundan sonra da hep O olacak.

Öyleyse bütün Müslümanlar için geleceğin, adı açıkça konmuş

hedefi:

Tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet.

Türk, Kürt, Arap vs. vs. değil.

Artık “Muhammed Milleti!”

Araştırmacı yazar/Said ALPSOY






yalanyazantarihutansinn.org
İnönü’nün din düşmanlığı.

Kanal A’da yayınlanan ve Sadık Yalsızuçanlar’ın sunduğu “Resmi

Tarihten Gerçek Tarihe” programının daimi konuğu Said Alpsoy,

İnönü’nün din düşmanlığını anlattı.

CHP’nin tek parti diktatörlük döneminde, nasıl din düşmanlığı

politikası izlediklerini anlatan Alpsoy şöyle konuştu:

CHP’nin karizmatik şahsiyetlerinden din tavırlarına örnekler…

1923 senesinde İsmet Paşa, Kazım Karabekir’e konuşuyor. “Türk

milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende

olamayacaktır. İngiltere ve batının dostluğunu samimi olarak

kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım.” Bunun

kaynağı;  Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” kitabı sayfa 162.

Aynı kaynaktan 19 Ağustos 1923’te Ankara istasyon binasında

yapılan “İslamı Yok Etme” toplantısında, İsmet Paşa’nın dedikleri: ”

Elimizde kuvvet varken hocaları kaldıralım.”

“Gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve

kavramlardan kurtarmış olacağız”

1933 senesinde Türkiye’nin Sofya Büyükelçisi Tevfik Kamil. Yıllık

iznine gelmiş. Aile dostu olan Başbakan İsmet Paşa’yı ziyarete

gitmiş. Sofya Büyükelçimiz sohbet ederlerken bir ara diyor ki;

“Biraz da manevi gelişmeye hizmet etseniz.” İsmet Paşa’nın

büyükelçiye cevabı: “Hala böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz 30 sene

sonra gençliğin kafasını Allah ve peygamber gibi boş laflardan ve

kavramlardan kurtarmış olacağız.”

Milli Şef olduğu yıllara ait bir ifade: “Eğer savaş meydanında

bulunan bir adam, başarılı olmak için arkadaşlarına dua etmeyi

söylerse o adam elbette yalan söyler.” Dinsiz olduğu, din düşmanı

olması açıktır. İsmet İnönü bilinçli bir din düşmanı. Fakat tutarlı ve

samimi değil.

1950 seçimleri yaklaşırken, muhtemelen o döneme ait ilk gizli derin

devlet provokasyonlarından birine aittir ki, Ticani isminde bir

tarikat, başlarında Kemal Pilavoğlu adında bir şeyh var. Anadolu’da

köylerde kasabalarda, kentlerde, hatta Ankara’da bile “Atatürk

büstleri kırma kampanyası” başlattılar. Bazen gece, bazen gündüz

bilerek herkesin gözün önüne bu tarikata mensup eline balyozu alıp

Atatürk büstlerini parçalıyor. Bu 1951 senesinde 5816 sayılı kanunun

çıkarılmasını başlatan süreci tetikliyor. İlginç olan şu: 1950

seçimlerinde bu tarikatın başı Kemal Pilavoğlu, CHP Çankırı’dan

milletvekili adayı oluyor. Nisan 1950’de CHP’ye resmi kaydı

yapılmış. İsmet Paşa seçimlerden birkaç ay önce onu Çankaya

Köşk’ünde akşam yemeğine davet ediyor. Bu duyuluyor.

Demokrat Parti Başkanı Celal Bayar, bu olaydan sonraki ilk

görüşmelerinde diyor ki; “Hani Paşam dini istismar etmeme

anlaşması yapmıştık?” İsmet Paşa’nın cevabı: “Bunlar önemsiz

şeyler, olur böyle şeyler” diyor.

14 Mayıs 1954’te Beyaz Devrim, yani CHP’nin halk oyuyla

yıkıldığı, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği, Beyaz Devrim denilen

o tarihi seçimin propaganda döneminde, CHP’li militanlar

Çukurova’da – o dönemde oranın yapısı, hijyen durumu itibari ile

akrep ve yılan çok fazla- üzeri fabrikasyonla inşa edilmiş CHP ve altı

ok amblemli muska dağıtıyorlar. Sebebi, akrep ve yılan sokmasına

karşı.

CHP dindarlarla barışıyor mu?

CHP menfaat hissettiği anda, dindarlıkta herkese bin basar. CHP’nin

eski CHP olmadığını ifade eden paralelcilere de söylüyorum ki,

CHP’nin değişimi bugüne mahsus, kökten bir değişimi değil, CHP

tarihi boyunca karşılığında üç beş tane oy gördüğü anda din açılımı!

zaten yapmıştır.

CHP felsefi anlamda batıcı, işlevsel anlamda din düşmanlığını

omurgasına yüklemiş, son yüz senedir bu milletin talihsizliğidir,

beynindeki urdur, vücudundaki veba tümörüdür.

CHP’nin Kur’an düşmanlığı

“Askerler Kur’an ile dövdüler”

Emekli din adamı Cemal Tunç’un hatıratından aynen okuyorum:

“Sekiz yaşında hafızlığa başladım. Sık sık ev basılıyor. Kur’an-ı

Kerim bulundurmak suç. Bir elif cüzu bulunduysa vay haline!

Korkudan evde ders çalışamadım. Fındık bahçesinde bana bir yer

yaptılar, orada Kur’an’a çalışıyorum. Bir baktım, bir onbaşı ve bir

jandarma beni bulmuşlar ‘Çabuk git babanı çağır!’ dediler. Gittim

babamı getirdim. Onbaşı babamı sakalından tuttu, elimdeki Kur’an-ı

aldı, babamın kafasına vurmaya başladı. ( Gözleri doluyor

konuşamıyor) Rahmetlinin gömleğini yırttı, sonra babam dedi ki:

“Oğlum Deli Halit Paşa’nın emir subaylığını, tabur komutanlığını

yapmış adamım. (Deli Halit Paşa CHP’li silahşörler tarafından 1925

Şubat’ında milletvekili iken meclis kulisinde sırtından tabanca ile

vurularak öldürülmüştür.) 1. Dünya Savaşı’na, İstiklal Harbi’ne

katıldım ki, bu memleketi kurtarayım da şu kitabımı rahat rahat

okuyayım diye. Keşke bu harplere girmeseydim de şimdi Kur’an-

ı’ma, dinime küfreden ‘Bulgar piçidir’ diye kendime teselli

verseydim!”

Günümüzde bu insanları müdafaa eden, bunlara sahip çıkan, bunların

tarihini övünen, üstlenen adamlarla ilgili ne konuşalım?




Mustafa Kemal Said Nursi’ye Heykelleri Sorar
kamal
Paylaş

Bediüzzaman  Said Nursi hazretlerinin 1918-1934 tarihleri

arasındaki hayatını anlatan Prof Dr.Ahmet Akgündüz“Arşiv Belgeleri

Işığında Bediüzzaman  Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” adlı kitabının

ikinci cildinde Cumhuriyet dönemine ait hayli ilginç bir hatırayı ve

tarihi bilgileri şu şekilde aktarmakta.
Maalesef Ankara’nın Mustafa Kemal heykelleri şehri olarak kariyeri

1922’de, Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu, Kemalist Cumhuriyet

Gazetesinin öncüsü olan ve 1920 yılında İstanbul’dan Ankara’ya

taşınan Yeni Gün Gazetesinin sahibi ve başyazarı) ilk Millet Meclisi

geçici binasının karşısına bir “zafer abidesi” dikilmesine önayak

olmasıyla başlar.
Kararın ardından, Meclis Başkan Vekili Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy)

başkanlığında otuz kişilik bir komisyon kuruldu ve son katılım tari­hi

önce 27 Temmuz 1925 olarak tesbit edilen, daha sonra 31 Aralık

1925 olarak değiştirileni  bir yarışma açıldı. Avusturyalı (Heinrich

Krippel, Josef Thorak ve Anton Hanak) ve Alman (Clemens

Holzmeister) sanatçı ve mimarların Ankara’da gerçekleştirdikleri

anıtlar, Mustafa Kemal tarafından özel olarak teşvik edilen anıtlar

peyzajının en erken ve önemli örnekleridir.
Kısaca Millet Meydanı denen Hakimiyet-i Milliye Meydanı,

bugünkü adıyla Ulus Meydanı’ndaki anıtlar ile Bakanlıklardaki

Güven Park’taki anıtları birbirinden ayıranüç kilomet­relik bir

mesafe ve neredeyse on yıllık bir zaman dilimi değildir yalnızca; bu

sanat eserleri  – Musatafa Kemal’in kişisel hakimiyetini

meşrulaştırmak ve sistemini ebediyen ayakta tutmak gibi ortak bir

gayesi vardı–  mimari-plastik olarak da birbirinden çok farklıdır.(1)
Bediüzzaman Ankara’dan ayrılırken, bazı dostları ve milletvekilleri

istasyona kadar ken­disine eşlik ederler. O sıralarda istasyonun

hemen yanında ikamet edenMustafa Kemal Paşa gruba katılır ve

hatta heykellerle ilgili said nursi’ye bir soru sorar. Bediüzzaman’ın

cevabı şöyledir;
“Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya,

ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları“
“Yasaklanmış heykel ve suretler, ya cisimleşmiş bir zulmün ifadesi,

ya heva ve hevesin maddi bir tezahürü, ya da riya ve gösterişin cesed

giymiş şekilleridir.Kötü ruhları kendine çeker.”
Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılmasına bir anlam veremeyenler

arasında, yeğeni Abdurrahman da vardı. Zira o kendisine teklif edilen

meclis katipliğini kabul ederek Ankara’da kalmaya karar vermişti.

Ancak daha sonraları amcasının bu kararını çok acı tecrübelerle

onaylayacaktır. Nursi’nin Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17

Nisan 1923’tür. Bu biletir bir özelliği de Eski Said’i Yeni Said’e

götüren bilet olmasıdır.
Abdülğani Ensari Efendi bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
Mustafa Kemal Paşa heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği

sıralarda, Bediüzzaman Haz­retleri ona hitaben uzun bir mektub

yazdı ve Paşa’nın yaverine verdi, Mustafa Kemal Paşa’ya vermesini

söyledi. O mektubu ben de görmüş, çok korkmuştum. Hatırımda

kalan birkaç cümlesi şöyle idi:
“Nasıl ki insanın avret yeri mestur olduğu zaman, sair insan ve

mahlukat görmezler. Amma eğer bir insan, bilerek ve kasten avret

yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Ay­nen öyle de,

bu sanem ve heykel dahi, Alemi İslam’ın bin seneden beri

bayraktarlığını yapmış olan bu milleti temsil etmediği gibi, gayet

ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder

misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak

heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir.”

(Badıllı,Musaffal Tarihçe s.573)
(1)İlk Mustafa Kemal heykeli 3 Ekim 1926 tarihinde dikilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, heykelinin ilk di­kilişi hakkında İstanbul

Belediye Başkanı Muhiddin Bey’e teşekkür Telgrafı çekmiştir: (6

Ekim 1926)
İstanbul Şehremini [Belediye Başkanı) Muhiddin Beyefendiye,
Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi rekzetmek (dikmek)

suretiyle gösterdiği yüksek ka­dirşinaslıktan ve resm-i küşad

münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı

sa­mimi teşekküratmı arzederim efendim. İMZA Reisicumhur Gazi

Mustafa Kemal. Bkz. Vakit Gazetesi, 7 Ekim 1926.

 Kaynak : Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Cilt 2






Tarihçi Mustafa Armağan Twitter hesabından Araştırmacı-Yazar

Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu’’ adlı kitabın bir

sayfasını paylaştı üzerine şu notu düştü ve bu tweetleri attı.

Bunları yazmış olan zatın dinde hükmü nedir?
Okuyamayanlara: ‘(İkra bismi rabbi) safsatasını esas tutmuş

Araplar…’ yazıyor
Yayınladığımız Kur’an’a hakaret metninin Atatürk’ün el yazısı

olduğunu hala sökemeyenlere: Demek size Ata’nız bu kadar az

öğretilmiş
Kur’an’a hakaret eden ifade Atilla Oral’ın yayınladığı Atatürk’ün

Sansürlenen Mektubu kitabından, mektubun tamamı kitapta mevcut.
Kur’an’a hakaret edilince Danimarkalı karikatürcüyü protesto

edenler Atatürk’ün mektubundaki hakarete neden ses çıkarmazlar?

Korku Duvarı mı?
“Devlet korumasına ihtiyacı olan, sadece yanlışlardır. Hakikatin

korunmaya ihtiyacı olmaz.”-Lord Acton
O MEKTUPTA NELER YAZIYORDU?

“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar

(…)
Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak

gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır.
Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı

vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile

getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını

araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz

Türkler çok kahraman evlatlar (…) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve

başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap

imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede

güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in

halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve

iradelerine boyun eğdirmişlerdir.’’







Türkiye ile Yahudiler arasındaki ilişkiler Osmanlı döneminde kök

saldı. İlişkiler, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak artarak

devam etti.
Osmanlının mirasçısı Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke

oldu.
1950’de ilk diplomatik ilişkiler başladı. Bu adım, İsrail’in bölgesel

yalnızlığını kırmasına destek oldu.
80’lerin ortasına doğru Türkiye safını açıkça belli etti. Bu dönemde,

İsrail’in çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçti…
Ancak Mavi Marmara Türk-İsrail ilişkilerinin “11 Eylül”ü oldu.

Paniğe kapılan İsrail, yeni müttefik arayışına girdi. Türkiye’yi yakın

çevresinde kuşatmaya çalıştı. Ankara’nın hassas çizgilerini deldi.

Ancak hırsından bölgesel gelişmeleri okuyamadı…
İsrail, yıllardır destekçisi olan Türkiye’yi kaybetme tehlikesiyle yüz

yüze geldi. Oysa Türkiye, İsrail’in en kıymetli meşrulaştırıcısıdır.
İsrail’in Orta Doğu’yu kundaklayan politikasını artık Yahudi

Diaspora’sı da sorguluyor.
İsrail’i içeride ve dışarıda zayıflatan iç politik hesaplarıdır. En büyük

düşmanı da Siyonizim’dir.
Orta Doğu ile ilgili yazılarım aslında İsrail’in çöküşüne ayna tutuyor.

Savaşların tohumu adaletsiz barıştır. Hıristiyan Batı, bütün barışları

gelecekte savaş çıkartacak şekilde tasarladı.
1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’ya zorla kabul ettirilen Versailles

Anlaşması ile 2. Dünya Harbi’nin tohumları atıldı. 1948 yılında

İsrail’in kuruluşu 3. Dünya Savaşı’nın temelini attı.
Gelecekte İsrail’in felaketi siyonizm olacaktır. Ömrü olan İsrail’in

tarihten silineceği günleri görecektir…

1.10.2011.M.Necati Özfatura.Türkiye Gazetesi.












yeniakit.com.tr
M. Kemal'in cenaze namazında sadece 19 kişi vardı

İşte o yazı:

Murat Bardakçı yazdı da öğrendik: Atatürk'ün cenaze namazını

toplam 19 kişi kılmış!
Sarayda, kapalı kapılar ardında... Hazır bulunan zevatın kendi

arasında...
Milyonların önderinin Türkiye'yi inleten cenazesinde, cemaat 19 kişi.
Aslında hiç kıldırmayacaklarmış da, Makbule Hanım bastırmış.
Makbule Atadan, Atatürk'ün kızkardeşi. (Aranızda Atatürk'ün bir

kızkardeşi olduğunu bilmeyen var mıdır? Bir üvey babası ve üvey

kardeşleri olduğunu bilmeyen var da...)
Kimler mi kıldırmayacaklarmış? O günlerde Türkiye'ye

hükmedenler...
Niçin kıldırmıyorlar? "Gericilik" olur diye.
Hadi bunu "sonra gericiler sömürmeye kalkarlar diye" yapalım bari.

Soranlara öyle demişlerdir. Sormaya cesaret edebilen çıktıysa.
İsmet Paşa'nın bunda hiçbir "dahli" yoktur, kimse aklına öyle bir şey

getirmesin, çünkü İnönü o günlerde "parya" gibiydi... O kadar

gözden düşmüş, o kadar dışlanmıştı ki, çok kişi ona selam vermekten

bile kaçınır olmuştu. "Atatürk seni son bir kere görmek istiyor" diye

İstanbul'a çağırıldığı, buna karşılık Refik Saydam'ın "gitme paşam,

seni öldürecekler, vallahi kendimi trenin önüne atarım" dediği bilinir.

(Saydam bunun ödülünü iki ay sonra İnönü tarafından başbakan

yapılarak aldı.)
Atatürk'ün "naaşı" (tabutu falan demek yasak gibidir), bir süre

İstanbul halkının ziyaretine açıldı, 19 Kasım günü de saraydan

Ankara'ya nakledilmek üzere çıkarıldı, top arabasına konuldu

(taşındı falan demek yasak gibidir.)
Bu saray gerçek saraydır, Dolmabahçe... Bilindiği gibi Atatürk

sarayda ölmüştü.
Makbule Hanım "cenaze namazı kılınmadan Mustafa'mı hiçbir yere

göndermem" diye avaz avaz bağırmış. Tabutun (pardon, naaşın)

başına oturmuş.
"Hanımefendi, yapmayın, etmeyin" falan demişler, para etmemiş.

Ankara'ya telefon etmişler, ne halt edeceklerini sormuşlar.
Yarım saat sonra Ankara'dan şöyle bir izin çıkmış: "Gözlerden uzak

bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle kılınsın, kat'iyyen

fotoğraf çekilmesin ve namaz kılındığı da protokol kayıtlarına

geçirilmesin."
Bunun üzerine Şerafettin Yaltkaya imamete geçmiş, "Tanrı uludur"

diye tekbir getirmiş.
Çünkü "Allahüekber" demek yasakmış!
Biz yalnızca Arapça ezanı yasak biliyorduk, buna bağlı olarak tekbir

de yasakmış tabii.
Şerafettin Hoca cenaze namazını iki kere "esenlik üzerinize olsun"

diyerek bitirmiş.
Çünkü efendim, o dönemde "Esselamü aleyküm ve rahmetullah"

demek de yasakmış!
Hocanın çehresinde "acı bir tebessüm" varmış namazın sonunda...
İlginç olan yalnızca bu olay değildir. Daha da ilginç olan, bu

adamların altmış beş senedir "niçin seçim kazanamıyoruz" diye

şaşmalarıdır.
Bu yazı da "Anıtkabir'de dua edilmez" diyene üfleme yöntemiyle

gönderilmiştir.
"Kabir" ne demek hayvancık? Mezar demek.
Mezar başında ne yapılır, "selfie" mi çekilir?





habervaktim.com
YILBAŞI ÇILGINLIĞI - Şevket Tandoğan
Yazarın Tüm Yazıları »

Yılbaşının yaklaşması dolayısıyla Noel yortusu hazırlıkları,

hediyeleşmeler, eğlence proğramları ve diğer çılgınlıkların ortaya

çıktığı bu günlerde, işin ne denli tehlikeli noktalara vardığını

görüyoruz. Alışveriş çılgınlığı bir tarafa, Gayr-i Müslimlere özenti,

onlara sevgi, tören ve bayramlarına katılarak dostluk sergilemek çok

vahimdir.

Mânevî tatminsizlikten kaynaklı rûhî bunalım içindeki insanlar, zevk

ve rahatlama adına alışverişe saldırıyorlar. İhtiyacı olup-olmadığını

gözetmeden, müsrifçe tüketime yöneliyor para harcıyorlar. Kimileri

varki imkanlarını zorlayarak, ya da bütçesini aşarak gırtlağına kadar

borçlanmak sûretiyle, düşüncesizce ve çılgınca yılbaşı eğlence ve

alışverişine dalıyor.

İktisat, tutum, tasarruf, israf gibi kavramları unutan insanları, diğer

taraftan piyango heyecanı sarmış, haram-helal düşünmeden bilet

alıyor, ham hayaller kuruyor kendinden geçiyorlar. Yani imkânı olan

da olmayan da ifrat derecesinde ölçüsüz, dengesiz biçimde yılbaşı

hazırlığı yapıyor. Bu anormallikler bizi üzerken, bir de NOEL

BABA MASKARALIĞI çıktı ki, Müslüman Türk milletinden bazı

gâfiller, haçlı gayri-müslimlerin âyin ve yortularına özeniyor, adım

adım hıristiyanlığa, yahudiliğe kayıyor.

Benzemek, özenmek ve taklid konuları üzerinde ciddiyetle

durulmalıdır. Din ve inanç bakımından kafirleri beğenmek, özenmek

ve onlara benzemek küfürdür. Gayr-i Müslimleri yüceltmek,

sembollerini takınmak, dinlerine özenmek, onlara benzemeye

çalışmak, âdet ve geleneklerine ayak uydurmak da aynen şirktir ve

küfürdür.

Hoşgörüyü esas alan İslam dini, gayri-müslimlere benzeme ve

bilhassa onları taklid etme konusunda hiç müsamaha göstermez.

Adam öldürmek, zina etmek, içki içmek gibi fiiller çok büyük günah

olmasına rağmen küfür sayılmazken, ehl-i küfrü taklid etmek,

sembollerini kuşanmak küfür sayılmıştır. O kadar ki, dinin direği

olan namaz kılmak, güneşe tapanlara benzememek için, kerahet

vakitlerinde haram kılınmıştır.

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): "Kim bir kavim'e benzerse, o

onlardandır." buyurmuş, konuyu daha anlaşılır kılmak üzere başka bir

Hadis'te şöyle buyurmuştur:"Bir kişi, başka bir kişinin ameline,

yoluna ve âdetine râzı olursa, muhakkak ki o onlardandır."

Haris Bin Muaviye, Medine'ye Halife Hz.Ömer'in makamına

geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Şam'da durum nasıl?

- Allah'a hamdolsun,iyi,

- İhtimal ki müşriklerle de oturup kalkıyorsunuzdur?

- Hayır, ey müminlerin emîri.

- Sizler,müşriklerle hemhal olursanız,bunun neticesinde çok sürmez

onlarla beraber yemek yer ve içersiniz. Onlarla oturup kalkmadığınız

müddetçe dâima hayır içinde olursunuz.

 Tüm İslâm âleminde ikinci binin müceddidi kabul edilen, büyük

mürşit ve mütesavvıf İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "İki dini tasdik

eden, şirk ehlinden sayılır. İslam hükümleri ile küfrü bir araya

getirmeye çalışan müşriktir. Halbuki tevhit, küfürden, şirk

kokusundan uzak durmaktır." buyurur ve konuyla ilgili bir anekdot

nakleder:

"Bir hasta ziyaretine gitmiştim. Ölümü yaklaşmıştı. Baktımki şiddetli

zulmet içinde. Ne kadar dua ettiysem de zulmet üzerinden

kalkmıyordu. Murakabe ve teveccühle, bu halin kendisinde saklı

küfür sıfatından kaynaklı olduğunu anladım. Bu ise küfür ehli ile dost

geçinmesindendir ki, ancak cehennem azabı ile temizlenmesi

mümkündür. Yine anladım ki onda zerre-i iman mevcuttur. Onun

bereketiyle cehennemde ebedî kalmayacaktur."

Sonuç olarak; geçmişimizi, dar zamanları, yoksulları ve çaresizleri

düşünerek, yılbaşı alışveriş çılgınlığını dizginlemeye çalışmalı ve

gayri-müslimlere benzemekten kaçınmalıyız.





habervaktim.com
Gaz-Su-İsrail! İşte Tüm Olup Bitenlerin Özeti
HABERVAKTİM YAZARLARIŞevket TandoğanYILBAŞI

ÇILGINLIĞICemal NarKendine Yazık Etme

Türkiye ile Mavi Marmara katili İsrail’in pazarlık masasının

üzerinde bulunan şartların tamamına yakını İsrail’in  taleplerini

içerirken yeni bir tehlike ise eşikte bekliyor.

Bir taraftan Türkiye üzerinden geçecek İsrail doğalgaz hattı ile

Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacı karşılanırken, diğer taraftan İsrail’in bu

kıyağı karşısında Avrupa Birliği de boş durmayacak.

 AB tarafından 2009’da Türkiye’ye dayatılan ve bugüne kadar

buzdolabında bekletilen Fırat ve Dicle suyu projesi, sayesinde

Türkiye’nin su kaynakları İsrail’e akıtılacak. Böylece İsrail hem

elindeki doğalgazı Avrupa’ya satacak hem de su ihtiyacını

Türkiye’den karşılamış olacak.

Türkiye AB baskısıyla en önemli iki su kaynağını Akdeniz’den

İsrail’e pompalamak zorunda kalacak.

IRAK VE SURİYE İLE ZATEN PAYLAŞIYORUZ

Saadet Partisi GİK Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı

Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği

tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.

Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları

üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar

Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Biz bu

suları zaten Irak ve Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i

eklersek bu suyu lüzumundan fazla kullanmış oluruz” dedi.

İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?

Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak

topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları

denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor.

AB bunu yaparken bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil

ediyor. Normal şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması

imkansız. Hem bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda

değil, hem de konumu buna müsait değil.

Peki, tüm bu şartlara rağmen neden İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna

müdahil olması dayatılıyor? Geleceği su savaşları üzerinden

tasarlama plânları kuran Batı, ileride Ortadoğu’da yaşanabilecek bir

su probleminde, bu problemi geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile

çözen bir İsrail’e ihtiyaç duyuyor.

SU HIRSIZI SİYONİST

Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in

kuruluş dönemine kadar uzanıyor. İsrail yıllardır iki ana nehir olan

Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin sularından yararlanılmasını çatışma

konusu olarak kullanıyor.

1967 Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti. Çünkü

Golan Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden

Necef Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik

kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.

O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor

Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden

yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail

tarafından engelleniyordu.

FIRAT VE DİCLE ELDEN GİDİYOR

Türkiye, AB uğruna verdiği tavizlerin belki de en önemlilerinden biri

su konusu. 2009 yılında “Çevre” faslının açılması şartıyla

Türkiye’nin su kaynaklarını AB’nin ve İsrail’in kontrolüne bırakan

Türkiye, etkileri ileri ki yıllarda hissedilecek olan bir faciaya da

imza atmış oldu.

İsrail’in “dost” olarak nitelendirildiği ve ikili ilişkilerin

kuvvetlendirilmeye çalışıldığı şu günlerde önemini arttıran bir husus

olan su konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarının bir parçası olan

Fırat ve Dicle’nin altın tepside Siyonistlere teslim edilmesini

öngörüyor.

Türkiye'nin sınırı aşan su kaynaklarından Fırat ve Dicle Avrupa

Birliği kıskacında. Avrupa Birliği uğruna İsrail’in de dâhil olduğu

uluslararası bir kurula devredilmek istenen Fırat ve Dicle, gerekli

önlemler alınmazsa elimizden kayıp gidecek.

İSRAİL İLE SU İŞBİRLİĞİ

Türkiye 10-11 Aralık 2009’da gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde

“Çevre” faslında müzakerelere başlama konusunda AB ile uzlaşırken,

önemli sonuçlar doğuracak bir kriterini de kabul etti. Bu kritere

göre, Türkiye’nin “Çevre” başlığında müzakereleri tamamlamasının

ardından, AB’nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda

doğrudan müdahale hakkı bulunacaktı. AB bu konuya ilk kez 6 Ekim

2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan ‘Etki

Raporu’nda yer vermişti.

Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri

ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin

uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail

ile işbirliği yapılmasının Türkiye’den isteneceğine yer verilmişti.

SU KONUSUNDA “İSRAİL” VURGUSU

AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme

Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununun gelecek yıllarda giderek

önemi artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere

sahip olacağı kaydedilmişti. İşte o çalışmanın bir bölümünde İsrail’e

can suyu olacak Türkiye plânı şu şekilde özetlenmişti.

“Orta Doğu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde

stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla

beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri

havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve komşu

ülkeleri arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası

yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”

ifadesi yer almıştır. Belgede yer alan su kaynakları ve alt yapılarının

uluslararası yönetimi ibaresiyle Fırat ve Dicle havzalarında sınır aşan

boyutta entegre havza yönetimine gidilmesi gerektiği savunulmakta,

ayrıca Türkiye’nin kabulün aksine Dicle ve Fırat nehirleri ayrı

havzalar olarak gösteriliyor. Türkiye’nin bu su havzalarına göz diken

Avrupa Birliği, Ortadoğu’da yakın dönemde yaşanması muhtemel bir

su kıtlığında İsrail’i garantiye almak istiyor.

MANAVGAT YETMEDİ

Türkiye, Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’da su sıkıntısı çeken

ülkelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla Manavgat nehri üzerinde

1997 yılında bir arıtma ve dolum tesisi kurdu. Arıtma tesisi yılda 90

milyon m3 arıtılmış, 90 milyon m3 ham su olmak üzere toplam 180

milyon m3 su kapasitesine sahip. İsrail’e Manavgat tesisinden su

satışını öngören bir anlaşma 4 Mart 2004 tarihinde imzalandı.

Anlaşma uyarınca, Manavgat Nehrinden yılda 50 milyon m3 arıtılmış

suyun 20 yıl süre ile İsrail’e satışı ve suyun İsrail’e deniz yoluyla

tankerlerle taşınması öngörülmüştü. Eğer Fırat ver Dicle nehirlerinin

yönetiminde İsrail söz sahibi olursa, Manavgat örneğinde olduğu gibi

İsrail’e su sevkıyatının önü açılacak. İsrail bu şekilde su ihtiyacını

karşılarken, Avrupa Birliği de İsrail üzerinden Türkiye’nin su

kaynaklarını kontrol edecek.

“HANGİ SINIR HAKKI İLE İSRAİL BU MESELEYE DÂHİL

EDİLMİŞTİR?”

Saadet Partisi GİK üyesi ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler

Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç konuyla alakalı

Millî Gazete’ye yaptığı açıklamada, “2004 yılında Avrupa Birliği

tarafından bizim su kaynaklarımız hakkında garip şartlar öne sürüldü.

Hâlihazırda Irak ve Suriye ile paylaştığımız Fırat ve Dicle suları

üzerinde Avrupa Birliği’nin de tasarrufunu öngören bu şartlar

Türkiye’nin dikkatle üzerine eğilmesi gereken hususlardır. Bu şartlar

arasında İsrail’in bu su kaynakları üzerinde hak sahibi olması vardır

ki, hangi sınır hakkı ile İsrail bu meseleye dâhil edilmiştir? İsrail’den

önce Irak var, Suriye var. Ki zaten onlarla bu konularda

anlaşmalarımız mevcut. Onlardan sonra Ürdün var, sonra İsrail var.

Bu su kaynakları üzerinde herhangi bir sınır bağlantısı da

bulunmuyor” diye konuştu.

İSRAİL’İN FIRAT VE DİCLE İLE NE İLGİSİ VAR?

Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Suriye ve Irak

topraklarından akıp Basra Körfezi’ne dökülüyor. AB bu akarsuları

denetlemek istiyor ve bunun için baskı yapıyor. AB bunu yaparken

bölgedeki en büyük ortağı İsrail’i de bu işe dahil ediyor. Normal

şartlarda İsrail’in bu su kaynaklarından yararlanması olanaksız. Hem

bunlar üzerinde bir hak iddia edebilecek durumda değil, hem de

konumu buna müsait değil. Peki, tüm bu şartlara rağmen neden

İsrail’in Fırat ve Dicle konusuna müdahil olması dayatılıyor?

Geleceği su savaşları üzerinden tasarlama plânları kuran Batı, ileride

Ortadoğu’da yaşanabilecek bir su probleminde, bu problemi

geçmişte yıkım ile, kan ile, gözyaşı ile çözen bir İsrail’e ihtiyaç

duyuyor.

“TEHLİKELİ MADDELER VAR”

Akgönenç, “Şuan su konusuna dokunmak için müsait bir ortamın

oluşması bekleniyor. Küresel ısınma artıyor ve su konusu daha da

önem arz eden bir duruma geliyor. Türkiye olarak öncelikle kendi

çıkarlarımızı düşünerek hareket etmeliyiz. Biz bu suları zaten Irak ve

Suriye ile paylaşıyoruz. Bir de buna İsrail’i eklersek bu suyu

lüzumundan fazla kullanmış oluruz. Bu da bölge ülkeleri için sıkıntı

olabilir. Söz konusu maddeler Türkiye için çok tehlikeli maddeler.

Bu konularda dikkatli olunmalı” şeklinde konuştu.

SU HIRSIZI İSRAİL

İsrail tarihi, su konusunda da, diğer konularda olduğu gibi kanlı.

Ürdün Havzası’ndaki su kaynaklarının çekişme konusu oluşu İsrail’in

kuruluş dönemine kadar uzanıyor.

İsrail yıllardır iki ana nehir olan Ürdün ve Yarmuk nehirlerinin

sularından yararlanılmasını çatışma konusu olarak kullanıyor. 1967

Savaşı’ndan sonra bu gerilim daha da yükselmişti.. Çünkü Golan

Tepelerini ele geçirip Ürdün sularını Galile Denizi’nden Necef

Çölü’ne çevirerek bu nehrin suları üzerinde mutlak egemenlik

kuruyordu. Ürdün’ün kayıpları Yarmuk Nehri’nde de ortaya çıkıyor.

O sıralarda inşa edilmekte oklan Mukeyba Barajı ve Doğu Gor

Kanalı da İsrail ordusu tarafından yıkılıyordu. Bunların yeniden

yapımı için gerekli olan yardımlar da Dünya Bankası’nda İsrail

tarafından engelleniyordu. Öte yandan, İsrail Yarmuk Nehri’nin

sularını da kendi büyük kanalına pompalayarak çalıyordu.

TÜRKİYE’DEN “YANLIŞ ANLAŞILIYOR, DÜZELTİN”

UYARISI

AB’nin bu açıklamasının ardından o dönemde harekete geçen

Türkiye, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği tarafından AB Komisyonu

nezdinde yapılan çeşitli girişimlerde, AB’nin Türkiye’nin sınırı aşan

sular meselesi ile Fırat ve Dicle Nehirleri konusuna ilgisinin ve

yaklaşımının yanlış anlamaya neden olmayacak bir çerçeveye

oturtulması istenmiştir. YaAni Türkiye Avrupa Birliği’nin Fırat ve

Dicle’ye İsrail’in rahatı için göz diktiğini fark etmiş fakat bunu

AB’ye “yakıştıramamış”, “yanlış anlamış” ve düzeltilmesini talep

etmiş. Bunun üzerine 9 Kasım 2005 tarihinde yayımlanan Katılım

Ortaklığı Belgesinde ise sınırı aşan sular konusunda işbirliğinin AB

Su Çerçeve Direktifi ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu uluslararası

anlaşmalar çerçevesinde geliştirilmesine devam edilmesi yönünde bir

ifade kullanılmıştır.

 AVRUPA’NIN İSRAİL ENDİŞESİ

6 Kasım 2007 tarihinde yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde ise,

özellikle yatay ve çerçeve düzenlemelerde, sınırı aşan boyutunu da

kapsayan çevresel etki değerlendirmesi ve idari kapasite

güçlendirilmesi konularının geliştirilmesine devam edilmesi

belirtiliyor. Avrupa Komisyonu tarafından Türkiye’ye ilişkin olarak

açıklanan 2006 yılı İlerleme Raporu’nda AB su mevzuatına uyumu

da içeren “Çevre” faslı, “Çok sınırlı ilerleme” kaydedilen fasıllar

arasında sayılıyor. Raporda ayrıca, müktesebatla ilgili yatırımların

gerçekleşmesini teminen Su Çerçeve Direktifine uyum sağlanmasına

ve bu bağlamda Türkiye’nin sınır aşan sular konusunda özellikle üye

ülkelerle işbirliğinin artırılmasına yönelik adımların atılmadığı

vurgulanırken, yatay mevzuatta ise özellikle halka danışılması ve

sınır aşan konulardaki ilerleme eksikliğinin giderek artan bir endişe

kaynağı olduğu kaydedildi.

Milli Gazete





habervaktim.com
İslam şehrinden sahneler - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

BİRİNCİ SAHNE:

Güneşin doğmasına bir saat var. Evlerin ışıkları birer birer yanar.

Müslümanlar sabah namazına hazırlanır. Erkekler camilerde âlim,

faqih, muttaqi, ehliyetli, karizmatik icazetli imamların ardında

cemaatle kılar, hanımlar evlerinde eda eder. Kimisi evinin

yakınındaki bir camiye yayan gider, kimisi otomobille uzak bir

camiye… Namazdan sonra hayat ticaret iş başlar.

İKİNCİ SAHNE:

Çarşıda dükkanlar açılmadan önce Müslüman esnaf meydanda

toplanır. Çarşı şeyhi (hocası) dua ve nasihat eder, herkes âmin der. İş

sahipleri haram kazanca, müşteri kızıştırmaya, kusurunu söylemeden

mal satmaya, aşırı fiyata, aldatmaya karşı uyarılır.

ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Öğle ezanları okunmaya başlar. Şehirde hareketlilik olur. Herkes en

yakındaki camiye namaz kılmaya gider. Camilerin içleri dolar,

bazılarının avluları ve bahçeleri…

DÖRDÜNCÜ SAHNE:

Hamidiye Lisesinde öğle namazı kılınacak. Bütün öğrenciler okulun

büyük camiinde toplanır. Resmî imamın ardında namaz cemaatle eda

edilir. Okul nizamnamesine göre, bütün talebelerin namazı cemaatle

kılması mecburîdir.

BEŞİNCİ SAHNE:

Cuma ezanı okununca hayat büsbütün durur. Dükkanlar, işyerleri,

ofisler, imalathaneler kapanır, ticarete ara verilir. Bazı yerlerde

cemaatin kesretinden (çokluğundan) sokaklar dolar ve trafik durur.

Bu vakitte vasıtalar çalışmaz. Minberlerde çok müessir=etkili

hutbeler okunur, cemaatin bir kısmı ağlar, heyecandan ayılanlar

bayılanlar olur.

ALTINCI SAHNE:

İslam şehrindeki otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda, trenlerde

kadınlar için ayrı yerler olur. Onlar rahatsız edilmeden haysiyet ve

güvenle yolculuk yapar.

YEDİNCİ SAHNE:

Bir Ramazan günündeyiz. İslam şehrinde hiçbir lokanta, kahvehane

açık değildir. Açıkta yiyen içen bir kişi bile yoktur.

SEKİZİNCİ SAHNE:

Şehrin birçok yerinde dibek taşına benzeyen sadaka taşları vardır.

Bazı Müslümanlar bu taşlara para atar; ihtiyacı olanlar, taşın

deliğinden ellerini sokup, bir miktar (hepsini değil) para alır.

DOKUZUNCU SAHNE:

Şehrin mahkemeleri işsizdir, hapishaneleri ıssız… Dünyada en az suç

işlenen şehir İslam şehridir.

ONUNCU SAHNE:

İslam şehrinde en fazla kullanılan dört kelime şunlardır: Selamün

aleyküm… Teşekkür ederim… Efendim… Estağfirullah.

ON BİRİNCİ SAHNE:

Dünyanın en rahat, huzurlu, mutlu Yahudileri, Hıristiyanları İslam

şehrinde yaşayan Zimmîler ile bu şehri gezmeye gelen ecnebilerdir.

ON İKİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde alkollü içki içilmez, kumar oynanmaz, riba=faiz

muamelesi yapılmaz, karı satılmaz, açıkta büyük günah işlenmez,

itlik uğursuzluk hergelelik yapılmaz.

ON ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en mutlu ihtiyarları ve çocukları İslam şehrinde

yaşayanlardır.

ON DÖRDÜNCÜ SAHNE:

İslam şehrinde (nâdiren de olsa) hırsızlık yapan, adam öldüren, gasba

teşebbüs eden, ırz ve namusa saldıran, hilekarlık ve dolandırıcılık

eden, ticaret yaparken halkı aldatan ve diğer suçları işleyen kimseler

analarından doğduklarına pişman edilir.

ON BEŞİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde hırsızların ellerinin kesilmesine lüzum kalmaz. Çünkü

orada hırsızlığın kökü kesilmiştir.

ON ALTINCI SAHNE:

İslam şehrinde kısas uygulanır. Kasıtlı olarak adam öldüren idam

edilir.

ON YEDİNCİ SAHNE:

İslam şehrinde en iğrenç ve menfur (nefret ettirici) suç, günah,

ahlaksızlık; din sömürüsü yapmak, İslamı Kur’anı mukaddesatı şahsî

menfaatine, siyasî emellerine, prestijine, kişisel nüfuzuna alet

etmektir. Böyleleri karı satanlardan daha rezil ve hor görülür.

ON SEKİZİNCİSİ:

İslam şehrinde hutbeler İmamü’l-Müslimîn adına okunur.

ON DOKUZUNCUSU:

İslam şehrinde yaşayan Müslümanlar küfrün şeairi olan kıyafetleri,

serpuşları iksa edemezler.

YİRMİNCİSİ:

İslam şehrinde yayınlanan gazete ve dergiler müstehcen yayın

yapmaz. Şehre böyle yayınlar sokulmaz.

YİRMİ BİRİNCİSİ:

İslam şehrinde mahalle teşkilatı vardır. Küçük nizalar ve

anlaşmazlıklar mahkemeye gitmeden halledilir.

YİRMİ İKİNCİSİ:

İslam şehrinin yüzölçümünün en az üçte biri park, koru, bahçe, havuz

ve mesire yerinden oluşur. İslam şehri yeşil bir şehirdir, coğrafî

durumu ve iklimi müsait ise bir su şehridir.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en vasıflı okulları ve bilhassa liseleri İslam şehrindedir. Bu

okullarda insanlığa hizmet eden iyi insanlar, iyi Müslümanlar

yetiştirilir.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SAHNE:

Dünyanın en huzurlu, en temiz, en ahlaklı ve faziletli, en bereketli,

en ucuz şehri İslam şehridir.

YİRMİ BEŞİNCİ SAHNE:

İslam şehri başkent ise oradaki Cami-i Kebir’de cumada Halifeyi

namaz kıldırırken ve hutbe okurken görebilirsiniz. Başkent değilse,

valiyi…

YİRMİ ALTINCI SAHNE:

İslam şehrinde ucuz, mütevazı, küçük otomobiller görebilirsiniz.

Lüks, pahalı, israflı oto sahibi olmak yasaktır. Serbest olsa bile

birkaç manyak dışında böyle araba edinen olmaz.

YİRMİ YEDİNCİ SAHNE:

İslam şehrine gezmeye gelen nice gayr-i müslim ihtida ederek

(Müslüman olarak) döner.









yalanyazantarihutansinn.org
2001 Krizinin mimarı Kemal Derviş yine sahnede
Tarihi gerçeklerle herkes yüzleşmelidir

Tencere.

Bir Çin filmi izledim dün. 1940’larda Japonlar mağlup olup

çekiliyor. Çin’de çetelerle milli ordu arasında iç savaş çıkıyor.
Yerleştiği bölgeyi yağmalayıp soyan çetede birbirine ismi ile hitap

etmek yasak. Herkese numara verilmiş, rakamlar üzerinden

konuşuyorlar. “5 numara buraya gel, 6 numara oraya git” diye.
Çok beğendim bu isim yerine numara olayını. Bugün size bu ülkede

yaşayan ve BAY 5 NUMARA‘dan bahsedeceğim.
Özal dönemi zenginlerinden bir isim. Ancak onu önemli kılan Türk-

ABD ilişkilerinde kilit roller oynaması.
ABD’deki Yahudi lobisinin ve NeoConların Türkiye’yi kontrol-etki

alanında tutmak için yatırım yaptıkları kişilerin başında geliyordu

BAY 5 NUMARA. Paralel’in Afrika’daki okullarından getirdiği

yüzlerce öğrenciye nasıl BURS verdiğini övünerek anlatıyordu.
American Enterprize Institute (AEI) isimli düşünce kuruluşunun (ki

bu kuruluş NeoConların merkez karargahıdır) Türkiye uzmanı

Michael Rubin isimli Yahudidir. Ve bu Michael Rubin işte bizim

Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’ya çok yakındı.

Rubin, tüm dünyada en tetikçi NeoCon olarak tanınır. BAY 5

NUMARA’nın Türkiye’de el konulan bankasını geri alması için ABD

baskısını (lobisini) yürüten meşhur bol akçalı avukatıdır.
Sizi biraz daha gerilere götüreyim. Michael Rubin’in uzman olarak

çalıştığı NeoCon karargahı AEI’yı bir gün Türkiye’den Kara

Kuvvetleri Komutanı ziyaret ediyordu.
Türk misafir aynı zamanda da gelecekte Türkiye’nin Genelkurmay

Başkanı’ydı. Onu girişte karşılayan olmadı, asansöre kadar tek başına

gitti. Türkiye Cumhuriye’tinin Kara Kuvvetleri Komutanı asansörle

10 kat çıktıktan sonra karşısında bu Michael Rubin’i gördü ilk kez.

Halbuki kısa bir süre önce Polonyalı bir Generali tam kadro sokakta

kırmızı halı ile karşılamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Irak işgali

tezkere reddi faturasını kesme lobisinin baş tetikçisi, işte bizim

Genelkurmay Başkanımızı karşılamaya tenezzül etmeyen bu Michael

Rubin’di.
Yani Türkiye’nin en zenginlerinden BAY 5 NUMARA’nın avukatı

olan adam… Bizim BAY BEŞ NUMARA bir gün Arnavutluk’ta bir

banka aldı. Ancak banka alırken ABD’de bir takım görüşmeler

yapmak lazımdı. İşte BAY 5 NUMARA’nın ABD’deki banka

temaslarını yürütecek biri de lazımdı ve o kişi de Murat Özçelik’ti.

Çin’in Şanghay Konsolosluğu’ndan ayrıldıktan sonra Murat Özçelik,

BAY 5 NUMARA’nın danışmanı olmuştu. Ve patronunu yurtdışında

banka almasında, ABD’deki ilişkilerinde kilit isimdi.
Ve dahası Murat Özçelik NeoCon Michael Rubin’in partneriydi.

Daha dahası ise şu an CHP’de tasfiye edilen Loloğlu yerine Kemal

Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığına getirilen kişiydi. Son seçimde de

milletvekili seçilen Murat Özçelik CHP’ye ABD’de ofis açtıran,

okyanus ötesinde beyaz Türkleri örgütleyen ve şu an partiyi

dönüştüren isimdi. Michael Rubin-Murat Özçelik-Paralelsever BAY

5NUMARA ve CHP… İlginç ilişkiler yumağı… Ve daha ilginci

2001’de Tuncay Özkan Milliyet’de bir yazı kaleme alıyor.
Bizim BAY 5 NUMARA’nın Avrupa’da kurduğu bankaya Dünya

Bankası’nın da ortak olduğunu yazıyor. Ve ekliyor; “Banka açılırken

Arnavutluk ekonomisini düzeltmekle görevli Dünya Bankası memuru

da tanıdık bir ad: KEMAL DERVİŞ. Yani bizim Dünya Bankası

Başkan Yardımcılığı görevini bırakıp, Türk ekonomisini düzeltmek

için kolları sıvayan bakanımız. Arnavutluk’ta tam banker

SKANDALLARI yaşanırken Kemal Derviş orada. Aslında bankanın

açılmasında o da etkin olmuş bana anlatılanlara göre.
Banka’nın Londra temsilcisi olan ve Derviş’in yakın arkadaşı İlhan

Nebioğlu’nun o dönem Arnavutluk’ta kurulacak banka konusunda

Derviş ile görüştüğü söyleniyor.
Konuyu Arnavutluk’taki bankanın eski sahibi konumunda olan BAY

5 NUMARAYA sordum, bana Nebioğlu ile Derviş’in arkadaşlığını

doğruladı.”
Evet Tuncay Özkan bu ilginç ilişkileri sorgulayarak BAY 5

NUMARA’dan giriyor, ZEVKLE ELEŞTİRDİĞİ Kemal Derviş’ten

çıkıyor. O Kemal Derviş ki, şu an Sayın Kılıçdaroğlu’nun AKIL

HOCASI ve CHP’li koalisyon hükümetinde Ekonomi Bakanlığı için

söz almış bir kişi. Tuncay Özkan da şu an CHP milletvekili… Yani

karmakarışık çorba gibi bir durum var ortada. Madem Çin filmiyle

girdik yazıya, bir Çin Atasözü ile çıkalım; “Aşırı kalabalık tavuk

kümesi, normalden az yumurta üretir. Bir kaşık bozuk yemek, bütün

tencereyi bozar”

Bekir  Hazar/takvim
Bunlar da ilginizi çekebilir

kamal,yalan yazan tarih utansin,abdulhamid han





yalanyazantarihutansinn.org
TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI GERÇEĞİ

Cebimdeki irili ufaklı bütün banknotları çıkarıp, serdim masanın

üzerine. Ve bugüne kadar fark etmediğim, belki sizlerin de fark

etmediği bir şeyi fark ettim.

Bütün kâğıt paraların üzerinde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez

Bankası” yazıyordu. Dikkat edin; “Türkiye Cumhuriyeti Merkez

Bankası” değil, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” !!!

İlk önce, bir baskı hatası olduğunu düşündüm. Ama, hepsi de hatalı

olamazdı ya. Gerçekten hata değilmiş. Bu durum, Merkez

Bankası’nın tarihsel gelişimi ile ilgiliymiş.

Merkez Bankası, 1930 yılında çıkan bir kanunla karma yapıda bir

anonim şirket olarak kurulmuş. Banka kurulduğunda devletin payı

sadece %15 imiş ve ilk isminde “Türkiye” ibaresi de yokmuş.

Banka kurulduğunda, hisseleri halka ilân ile satılan, çok sayıda yerli

ve yabancı ortağı olan karma yapıda bir anonim şirket

görünümündeymiş. Bankanın adına “Cumhuriyet” kelimesi, o zamana

kadar para basma hakkını elinde bulunduran Osmanlı Bankası’ndan

farklı olduğunu ve Cumhuriyet döneminde kurulduğunu göstermek

için konulmuş.,

Anlayacağınız ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” imiş.

“Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiş!

Ne var ki devlet payının sadece %15 olması ve karma yapıda bir

anonim şirket özelliği taşıması dolayısıyla, bankanın adında yer alan

“Cumhuriyet” kelimesine devlete aidiyetini gösteren “İ” harfi ilâve

edilmemiş.

Sizin anlayacağınız Merkez Bankası, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait

değil. Türk Liralarını basıyor ama Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil.

Karma yapıda, bir anonim şirket.

İLK ORTAKLARI KİMDİ?
1930 yılında devlet payının sadece %15 olduğu Merkez

Bankası’nda, başka pay sahipleride varmış. Merak ettim, geri kalan

%85 pay acaba kimlere aitti? Hepsi yerlimiydi, yoksa yabancılarda

var mıydı aralarında? Eğer varsa bu yabancılar hangi ülkenin

vatandaşlarıydı ve hangi dine mensuptular? Uzmanlar, orada kal

demişlerdi. Kalmıştım ama sormuştum, devlet payı hâlâ aynı oranda

mı? Öyle ya hala Cumhuriyeti değil, Cumhuriyet yazıyor

banknotların üzerinde. Hayır, demişti uzmanlar. Gerçi anonim şirket

olma özelliği aynen devam ediyor ama, devletin payı epey yükseldi!

%51’i Hazine’nin, %21’i de Ziraat Bankası’nınmış. Geri kalan %28

kimin?
Dedik ya Anonim.Yani, irili ufaklı herkesin payı var vede Merkez

Bankası’nın kararlarında az veya çok, bu ortaklar da söz sahibi.

Dolayısıyla %51 payı olmasına rağmen, tek başına hazinenin sözü

geçmiyor, geçemiyor geçirtmiyorlar !!!

HAZİNEYE “KAPİK” YOK!
Alın size bir ilginçlik daha…
1211 Sayılı Kanun”la kurulan Merkez Bankası’nın görevleri

arasında, ülke ve hükümet menfaatlerini gözetmek gibi bir ifade

varmış. Ama, yakın bir zamanda çıkarılmış bu madde. Ne zaman mı?

Kemal Derviş, ABD’den ithal edildikten sonra. Hani, Meclis’te

IMF’nin dayattığı 15 günde 15 yasa görüşmeleri vardı ya, işte o

zaman !!!

4. Maddenin, 25.4.2001 tarih ve 4651 Sayılı Kanunla değiştirilen

şeklinde, öyle bir ifade konulmuş ki, gel de dokun, dokunabilirsen

Merkeze.

O madde, şöyleymiş:
Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat

istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve

kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler.

Durun, daha bitmedi. Merkez Bankası Kanununda değişiklik

yapılmasına dair 25 Nisan 2001 tarihli ve 4651 sayılı bu Kanun’un

56. maddesi, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe girmiş. Buna göre,

Merkez Bankası, 5 Kasım 2001’den itibaren Hazine ile kamu kurum

ve kuruluşlarına avans veremeyecek, kredi açamayacak bir hüvviyete

büründürülmüş!

Düşünebiliyor musunuz?
Merkez Bankasındaki Hazinenin payı %51’dir ama, bankanın

hazineye avans vermesi, ya da kredi açması engellenmiş!
Böylece bir anlamda başına buyruk bir hüvviyete büründürülmüş

banka !!!

Bunu öğrenince, merakla sordum uzmanlara. Bu durumda hiç mi

müdahale edilemez Merkez Bankası’na? Ne yani, devletten bağımsız

bir kuruluş mu bu?
İşte dedi, olayın püf noktası bu soruda.
Devam etti;Evet, Merkez Bankası özerktir, ama bağımsız değildir.

Türk Ticaret Kanununa tabidir. Hazine büyük ortak olarak eğer bir

sakatlık görürse hesaplarını ibra etmeyebilir. Ya da olağanüstü

kongre talebinde bulunur ve hesap sorabilir. Ama, her ne hikmetse,

her kongrede ibra edilir bu hesaplar. Yani, aklarlar Merkez Bankası

yönetimini, hesap sormazlar.

HAZİNENİN PAYI %55
Haa, 1930 yılında, yani Atatürk döneminde kurulan ve o yıllarda

Devletin payının sadece %15 olduğu Merkez Bankası, hep böyle mi

kalmış?
Elbette hayır!!!
Devletin ana damarı olan Merkez Bankası’nda 1931’den 1970’e

kadar devletin %15, devlet dışındakilerin %85 hissesi vardı. 1970’de

Devletin hissesi yüzde 51’e çıkarıldı.

2002’de iktidara gelen AK Parti Hükümeti ise, devletin payını

%55”lere çıkardı.
Merkez Bankasında, Hazine ve Ziraat Bankası’nın dışında, başka

banka ve kuruluşların toplam %13 hisseleri var. Hazine ve Ziraat’in

toplam hisselerinin %74 olduğu düşünüldüğünde, geri kalan %12’lik

hissenin kimlere ait olduğu bir sır gibi saklanıyor ve asla

açıklanmıyor!!!
O hisseler, diğer bahsinde geçiyor ama o diğerler kimdir, belli

değil!!!

YÜZDE 12 KİMLERİN?
Bu %12’de meselâ İngilizler’in, yada Rotschild veya Rockefeller

ailelerinin payı var mıdır?
Yoksa niye açıklanmıyor?
Varsa niye açıklanmıyor?
Gördünüz ya, faizlerin yüksekliğinden ve cebimizdeki banknotlardan

yola çıkıp, nerelere geldik?
Doğrusu, bu para denizinde kulaç ata ata yoruldum. Ve sordum kendi

kendime,
Merkez Bankası bizim mi?

Bizimse paraların üzerinden niye “Türkiye Cumhuriyet Merkez

Bankası” yazıyor?
Aidiyet eki olan “İ” nerede?
Ve ayrıca %55 pay sahibi olmasına rağmen, hazine, niye hesap

soramıyor, faizleri niye düşürtemiyor?

Sözün özü; Özerkliğin de ötesinde bağımsızmı bu banka? Ya da

kime, kimlere bağlı?

Hasan KARAKAYA / YENİ AKİT.






yalanyazantarihutansinn.org
Sınırımızda 100 tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.

Sistem..

Adam verem olmuştu. Tedavi görmek üzere Afrika’ya koştu. O bir

İngiliz’di, Afrika’da girip karıştırmadığı ülke, elmas için kazmadığı

toprak kalmadı. Cape Town sömürgesi Başbakanı dahi ilan edildi.
Ömrünü İngiliz çıkarlarına adayarak geçiren kişinin adı Cecil

Rhodes’ti. Öldüğünde hesaplanamayan tüm servetinin çok azını

ailesine bıraktı. Resmi vasiyetnamesi tüm mal varlığını Rotschild

Hanedanı’na bırakıyordu.
O hanedan da İngiltere’yi ve kraliyet ailesini yönetiyordu.
Tony Blair, 1993’te Bilderberg Toplantısı’na katılmıştı. Bu

toplantıdan sonra onu kimse tutamadı.
Önce Parti Başkanı, ardından Başbakan oldu. Geroge Robertson,

1988’deki Bilderberg Toplantısı’na katılma şerefine nail omuştu. Bir

yıl sonra kendini NATO Genel Sekreteri olarak buldu. En hızlı

kariyer sahibi olan ise şüphesiz Romano Prodi idi. 1999’da

Bilderberg Toplantısı’na katılıp aynı yıl içinde AB Başkanı

koltuğuna oturacak kadar hızlıydı. 2005’te AB’deki kariyeri sona

erince bir yıl sonra kendini İtalya Başbakanı olarak buldu. Vay be idi

durum… BİLDERBERG kapısından içeri girene Peri Sopası

değiyor, sırtı asla yere gelmiyordu. Mesela Bill Clinton…
Tılsımın ona değdiği yıl 1991 Bilderberg Toplantısı’ydı. O

toplantıdan döndükten bir yıl sonra kendini ABD Başkanlık

koltuğunda buldu. New York’lu işkadını Lynn Forester, 2000 yılında

çok mutluydu.
Çünkü dünyanın en zengin hanedanı, 100 trilyon dolarlık aileye gelin

gidiyordu.
Sir Evelyn de Rotschild ile evleniyordu.
DÜĞÜN YEMEĞİ Beyazsaray’da verilecek ve evsahipliğini

Bilderberg Toplantısı’ndan kendini Başkanlık koltuğunda bulan Bill

Clinton yapacaktı. Ee zaten Bilderberg’in kurucuları, yönetenleri ve

finansörleri Rotschild ve Rockefeller aileleri değil miydi? Arnold

Schwarzenegger’i bile Rotschild ailesi helikopterle İngiltere’de

Buckhingshire-Waddedson çimlerine indiriyor, Bilderberg üyeleri ile

tanıştırıyor ve ardından California Vali koltuğuna oturtuyordu.

Müthiş ilişkiler ağının kudretli BARONLARI tarafından EL

VERİLEN sayısız lider, işadamı, bürokrat ve siyasetçi vardı bu

yeryüzünde. İstediklerini alıp en tepelere getirenler, rahatsız

oldukları liderler için de acımasızdı. Dünyanın en büyük haber

ajansları, televizyonları ve gazeteleri onlarındı. Son dönemde en çok

saldırdıkları iki lider vardı; biri Erdoğan, diğeri de Putin. Rusya’ya

önceki gün ülkeden kovduğu Yahudi oligark nedeniyle Avrupa’da

yargılama yapıp milyarlarca dolar ceza kestiler, bankalardaki

paralarına el koydular. Şu anda AK Parti’nin tek başına iktidar

olamamasına en çok sevinen de onlar. Mesela İngiliz Daily Telegraph

“Lime lime oldu Erdoğan” diye yazacak ve mutluluktan uçacak

kadar kirli suratını göstermekten çekinmiyor. Daha önce “Erdoğan

Putinleşti” diye yazarak defalarca saldırmıştı. Sahibi, Kraliçe’den

Lord ünvanı almış bir Yahudi. Türkiye’de traktör satarak zengin

olmuş, medya imparatorluğundan İsrail’de Jarusselam Post’un

patronluğuna kadar yükselen bir isim. Ancak sahibi olduğu

HOLLİNGER İnternational’in içini boşaltmak ve zimmete para

geçirerek HORTUMLAMAKTAN ABD’de hapse mahkum olan bir

sahtekar aynı zamanda. Ve Soros’un da yakın ilişkiler ağına

takılanlardan. Soros, 1961’de ABD vatandaşı olduktan sonra

Rotschild hanedanı ile tanışıp onların bir numaralı tetikçisi oldu.

Uyuşturucu paralarını aklama merkezi Hollanda Antilleri’nde

Quantum adında bir şirket kuran Soros’un ilk müşterileri arasında

Kraliçe Elizabeth yer aldı. Ve EL VERENLER tarafından büyütülen

Soros’un en yakın adamı, Daily Telegraph’ın sahibi Hollinger

İnternational’ın yönetim kurulu üyesi yahudi Paul Reichman’dır.

Yani İngiliz Daily Telegraph “Niye bize saldırıyor, neden HDP’li

oldu?”dediğimizde, işin perde arkasının Antiller’e, Soros’a ve

Rotschild-Rockfeller hanedanlarına kadar uzandığını anlayamayız.

Müthiş bir boğumlarla iç içe geçen bir ahtapot ve kolları var dünya

üzerinde. Soros’un vakıfları aracılığı ile CHP’nin yarısını nasıl

teslim aldığını yazmıştım dün.
Onun içindir, CHP’nin her türlü koalisyon içinde yer alması için

yanıp tutuşuyorlar. Çünkü ortada “Bana ne Suriye’den, Irak’tan,

enerji hatlarından” diyen mükemmel bir CHP var. Sınırımızda 100

tane Kürdistan kursa birileri, CHP’den gık çıkmaz.

Bekir  hazar/takvim




Be kahpe şerefsiz #pkk soyu,
Türk düşmanlarının olunuz kulu,
Onun bunun çocuğu,yavşağın oğlu,
#Piç oğlu piçliktir #pkk soyu.

Ne evlatlar şehit oldu,vatanı için,
Bukadar acı verdiniz,acaba niçin?
Soysuzların #köpekleri, #kahpenin dölleri,
Kahpedir adınız #pkk'nın piçleri.

#Türk ordusu ayakta nöbet tutuyor,
Polisler etrafı kol kol geziyor,
Türk halkı namazda duâ ediyor,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.

Siz baş edemezsiniz #Türkiye ile,
Öyle kahpelik etmeyin,çıkın menzile,
Pusu kurup,mayınları dizmeyin hele,
Kahpe'dir adınız #pkk'a soyu.

Çaresizi öldürmek,şerefsizin işidir,
Şerefsiz dediğimiz, #pkk'nın kendisidir,
Size bu hakaretler iltifat gibi gelir,
Anasını satanlardan,nasıl hayır beklenir

#Türkiye #Mekke #Medine #semertkan #ikra #Diyanet #ibadet

#namaz #islam
#RecepTayyipErdoğan #Reis #Usta
#AKP #CHP #HDP #MHP #PKK #Milliyetçi #ülkücü #üçhilal

#YPG #bozkurt #Türk #AlparslanTürkeş #Akparti #Kemalist

#KemalAtatürk #Kürdistan #Bakan #Sondakika #Kızılay #Devlet

#TSK #YSK #KCK #TR #Irkçılık #FatihSultanMehmet
#Erdoğan #Bayrak #şehit #polis #RecepTayyipErdoğan #katil

#Cumhurbaşkanı #Cumhuriyet #tayyip #KaçakSaray #hırsız

#mimarlık #MimarlarOdası #RteAdımız #Millet #Ülke #Ata

#Atatürk #tayin #Osmanlı #TC #YÖK #sınav #MHPGenelBaşkanı

#Türkiye #Din #Diyanet #Ekonomi #Savcı #Davutoğlu #Başbakan
#siyaset #gündem #haber #Bomba #Galatasaray #şampiyon

#Sporcu #Fenerbahçe #Beşiktaş #Alparslan #Trabzonspor #aşk

#taz #tatil #söz #edebiyat #dizi #film #şair #arkadaş #sevgili #tarih

#koalisyon #İslam #erkenseçim #enflasyon #döviz #kur #hizmet

#Hocaefendi #paralel #SamanyoluHaber #Cemaat #Güreş

#FethullahGülen #KemalKılıçdaroğlu




yeniakit.com.tr
Yolsuzluk Soruşturması... Ekrem İmamoğlu: 4 - Battal İlgezdi: 1

DTK gibi “ne idüğü belirsiz” illegal bir kuruluşun “bildiri”

yayınladığı; Selahattin Demirtaş gibi hem “devletten maaş” alan, hem

de “farklı bir devlet” isteyen birinin bu “illegal bildiri”ye imza attığı

bir günde, kalkıp da, yeniden “Beylikdüzü’nün CHP’li Belediye

Başkanı”ndan söz etmek istemezdim...

Haa, yazacaktım da;

Daha sonra yazacaktım!..

Ama, görüyorum ki;

“Ekrem İmamoğlu’nun beslediği köpekler” fena halde azmışlar,

“tasma”larını ve “zincir”lerini ha kopardılar, ha koparacaklar!..

Bu durumda, gel de yazma!..

Size bir şey söyleyeyim mi;

Aslında, “köpek”leri çok severim...

Çünkü, “sadık”tırlar...

Çünkü, “yal” yedikleri kaba, asla sıçmazlar!..

Ama, “köpek”lerin en kötü tarafı, “sahibinin sesi” olmalarıdır!..

Hikâyeyi biliyorsunuz...

Adamın biri, sokakta dalgın dalgın yürürken; farkında olmadan,

yolun ortasında yatan bir köpeğin “kuyruğuna” basmış!.. Ve tabiî, can

havliyle havlamış köpek!..

Adam şaşırmış...

“Hayret” demiş;

“Ben köpeğin kuyruğuna bastım!.. Ama ses, ağzından çıktı!”

Şöyle bir düşünüp, “teşhis”i koymuş:

“Kuyruğuna bastığım halde ağzından ses çıktığına göre, demek ki;

kuyruk ile baş arasında bir bağlantı var!”

Şirinevler’den “Muhittin Amca”mın aktardığı bu hikâye, Bedii

Faik’e ait... Yarım asır kadar önce yazmış!..

Ve fakat; hem tazeliğini, hem de güncelliğini koruyor!..

İMAMOĞLU’NUN BESLEMELERİ

Hikâye, Beylikdüzü’nde yaşıyor...

Biliyorsunuz;

24 Aralık Perşembe günkü yazımda; “Beylikdüzü’nün CHP’li

Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu” hakkında çeşitli iddialar

gündeme getirmiştim...

Sormuştum kendisine;

l “Beykonakları olayı nedir?”

l “Belediyenin amblemi niye değişti?”

l “Gül İnşaat’a bu ayrıcalık niye?”

l “Gazetecilere kaç para verdin?”

Bu sorular karşısında Başkan İmamoğlu’nun yapması gereken

nedir?.. Ya “açıklama” gönderir, ya mahkemeye müracaat edip, eğer

haklıysa “tekzip” yollar, ya da “dâvâ” açar, değil mi?..

Ama, İmamoğlu; tüm bunları yapmak yerine “besleme”lerini salmış

üzerime...

Anlayacağınız;

Ben İmamoğlu’nun kuyruğuna bastım, ses “beslemeler”den geldi!..

İmamoğlu, bunları iyi “beslemiş” olmalı ki, “çok iyi havlıyorlar” ve

tüyleri de parlak mı parlak!..

Yalnız, kendilerine bir tavsiyede bulunacağım: Tamam, “sahibinin

sesi” olarak havlıyorsunuz da; hiç olmazsa boynunuzdaki “kırlangıç”

amblemli “tasma”yı çıkarsaydınız!..

Hem “sahibinizi” ele veriyorsunuz, hem “kimin beslemesi”

olduğunuzu!..

Haa, onlar “havlıyor” diye, elbette susacak değilim... Öyle ya; ne

“köpek”ler gördüm ben!.. Onlardan tırsmadım ki, bunlardan

tırsayım!..

Adlarını vermiyorum ki, benim üzerimden “reklâmlarını”

yapmasınlar!..

İLGEZDİ’YE 4 BASAR!

Her neyse...

Biz “İmamoğlu’nun ‘Saldır Co’ları”nı bir kenara bırakalım da,

“İmamoğlu dosyası”na yeniden dönelim...

Öncelikle şunu söyleyeyim:

Hani, adı; Türk siyasi tarihine “Rezidans Kraliçesi” olarak geçen

“devrimci”(!) Gamze Akkuş İlgezdi vardı ya... Hani, onun kocası

CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi vardı ya... İşte bu

Battal İlgezdi hakkında, “sadece bir soruşturma” açılmışken, CHP’li

Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında “4 ayrı

soruşturma” açılmış iyi mi...

“Müfettiş raporu” üzerine açılan “4 ayrı soruşturma”nın en çarpıcı

olanları da, “Beykonakları” ve “İmamoğlu Sitesi” imiş!..

Ne ilginç değil mi;

Bu iki inşaatı da, İmamoğlu İnşaat yapmış!.. İşbu İmamoğlu İnşaat;

“9 dönüm yeşil alanı” yani “Gezi Parkı’nın yarısı” kadar bir alanı

işgal etmiş!..

Bay Başkan’ın halen ikamet ettiği “Beykonakları Sitesi”nin önünde,

“3 bin metrekare yeşil alan işgali” devam ediyormuş!..

Heyy “Gezi zekâlı”lar,

Heyy “çevreci” geçinenler!..

5-6 ağaç için Türkiye’yi “yangın yeri”ne çeviren sizler, “yeşil alan

işgali”ne karşı niye suskunsunuz?..

Sizi gidi “sahtekâr”lar sizi,

Sizi gidi “ikiyüzlü”ler sizi!..

Görüyorsunuz ya;

Başkan CHP’li olunca, “tık” yok!..

DİĞER BAŞKANLAR YARGILANIYOR!

Efendim; “Beykonakları’ndaki işgal” için İstanbul Büyükşehir

Belediyesi ve Danıştay’ın kararları olmasına rağmen, halen “yıkım”

yapılmamış!..

Haa, İmamoğlu’ndan önceki Başkan Yusuf Uzun döneminde sitenin

girişleri yıkılmış ama İmamoğlu, buraları “demir çitlerle” tekrar

kapatmış!..

İçişleri Bakanlığı da, bu “işgal” ve “gasp” üzerine demiş ki;

“Yeşil alanın tel çit ile kapatma işleminin Beylikdüzü Belediye

Meclisi’nin 2007-305 sayılı kararına istinaden yapıldığı beyan edilse

de, 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun belediye meclisine tanınan

görev ve yetkileri kapsamında kamuya açık yeşil alanın güvenlik

nedeniyle fiziki engellerle çevrilmesine imkan veren herhangi bir

yetkisi bulunmadığından”, sorumlular Ekrem İmamoğlu (Belediye

Başkanı), Mehmet Çakılcıoğlu (Teknik Başkan Yardımcısı), Levent

Akalın (İmar ve Şehircilik Müdürü) ve Selma Bulut (eski İmar ve

Şehircilik Müdürü) hakkında soruşturma izni verilmesine karar

verildi.”

Hayli enteresan değil mi;

“Bu işgale göz yummak ve görevini kötüye kullanmak” suçlamasıyla

eski belediye başkanları Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun yargılanıyor

ama, “işgalcilik ve gasp”la suçlanan CHP’li Başkan Ekrem

İmamoğlu yargılanmıyor!..

Adalet mi bu?..

Vehbi Orakçı ve Yusuf Uzun başkanlar, “işgale göz yummak”tan nasıl

yargılanıyorlarsa, Ekrem İmamoğlu da elbette yargılanmalıdır,

yargılanacaktır!..

Hem de; “kendi işgaline göz yummaktan” yargılanacaktır, iyi mi?..

ALAVİRA-DALAVİRA!

Dedik ya; İmamoğlu hakkında “4 ayrı soruşturma izni” verilmiş...

Bunlardan ilki ve en önemlisi Beykonakları meselesi.... İkincisi;

Atatürk Bulvarı üzerinde ve yıkılan Pazar Pazarı’nın karşı köşesinde

bulunan “İmamoğlu-2 Sitesi” ile ilgili... İmamoğlu, burada da “yeşil

alanı işgal etmekle” suçlanıyor!..

“Üçüncü soruşturma” konusu da, “Cumhuriyet Mah. 678 Ada, 2

Parsel” önündeki yeşil bandın, “ticari bir işletme” tarafından işgal

edilmesi... Başkan İmamoğlu, “bu gaspa göz yummakla” suçlanıyor!..

Daha bir sürü suçlama!..

Şimdi size; “beylikduzusakinleri.com” adlı internet sitesinden, Hasan

Basri Akın imzalı bir haber aktaracağım...

Buyrun, birlikte okuyalım:

“Kamunun bir metrekarelik yerini sattırmayız” diyerek halkın

teveccühünü kazanıp iş başına gelen Ekrem İmamoğlu’nun, ilk

icraatının, kamuya ait yaklaşık 100 dönümlük araziyi hasılat

paylaşımı yöntemiyle elden çıkarmasının altında derin bir rant

hikayesi var.

İşte o meşhur ihalede söz konusu arsalardan biri olan; 142 ada 16

parselin, hem belediye kayıtlarında hem de tapu kayıtlarında

olmadığı bilgisine ulaştık.

Olmayan arsa için ÇED raporu süreci başlatılması da cabası...

Ekrem İmamoğlu’nun Belediye Başkanı seçilir seçilmez ilk icraatı

olan, kamuoyunda 100 dönümlük ihale olarak bilinen Megakent’ten

başlayan Volvo durağına kadar uzanan ve dere yatağı ile bütünleşen

92.012,23 metrekarelik arsanın hasılat paylaşımı yöntemiyle

satılması sonrası projeye “VİRA” isminin verilmesi ise işin tuzu

biberi oldu.

Vatandaşlar; geçmişte, alavere dalavere yöntemiyle takas edilen bu

projeye, yeni isminden dolayı “alaVİRA, dalaVİRA” yakıştırması

yapmakta.

(....)

Devran dönüp Ekrem İmamoğlu iş başına geldiğinde, “Sattırmayız”

diyenler (CHP’liler) aynı araziyle ilgili tüm yetkiyi -sınırsız olmak

kaydıyla- Belediye Başkanı’na vererek dümeni tam kırdılar ve

“VİRA” dediler.

İhale gerçekleşti.

Yapılan ihale herkese açıktı. Hasılatın yüzde 35’i belediyeye kalması

kaydıyla Gül İnşaat Proje A.Ş. tarafından alınan bu ihalenin

sözleşmesi kamuoyundan bugüne kadar gizlendi. Bu alana, ne kadar

kapalı inşaat yapılacağının bilgisini kamuoyuna vermekten de

“özellikle” imtina edildi.

“Beylikdüzü dosyası”nı, bugünlük, bu “haber”le noktalayalım ve

Sayın İmamoğlu’na bir uyarıda bulunalım:

“Karşıma, kendiniz çıkın... İster tekzip veya açıklama gönderin ister

mahkemeye verin!.. Ama, üzerime köpeklerinizi salmayın!.. Malûm;

havlamasını bilmeyen köpek, sürüye kurt getirirmiş!.. Köpeklerine

sahip çık!..

Haa bu arada; Akit’i bütün bayilerden toplatınca, gerçeklerin üstünün

örtüleceğini zannetme!..”

Bir çift söz de;

“Bu yazıları, Akit’e ilân verilmesi için yazdığımı” iddia eden “aptal,

gerzek ve kuşbeyinli”lere... Salak herifler; Akit, “bazı yerel

gazeteler” gibi, “tehditle ilân alan” bir gazete değildir!..

Bunu, ancak “Ekrem İmamoğlu’nun parlak tüylü beslemeleri”

söyler!..

 *************************************************

“Katil Devlet”ten... “Bağımsız Devlet”e!.. Devlet, daha neyi

bekliyor?

l Ağrı Valisi Musa Işın’ın da “HDP’liler”le ilgili olarak dediği gibi;

“Sen kendi çocuklarını Amerika’daki ya da İngiltere’deki pahalı ve

lüks kolejler”de okutacak, “Diyarbakır’daki fakir-fukaranın

okulunu” yakacak, camını kıracak, evini talan edecek, 70 yaşındaki

adamı, size evini açmadı diye öldüreceksin!..

Sonra da, utanmadan; “Ben Kürdüm” diyeceksin!..

Hasss!.. Hadi ordan!..

l Selahattin Demirtaş’ından Figen Yüksekdağ’ına, Abdullah

Zeydan’ından “Samanlık Devrimcisi Ertuğrul Kürkçü”süne varıncaya

kadar, herhangi bir HDP’li, ABD’de veya Avrupa’da “devlet”e kafa

tutabilir, “terör örgütü” kabul edilen örgüt ve liderlerine böylesine

“övgü” yağdırabilir mi?..

Almanya’da “Hitler” lehinde, Amerika’da “El Kaide” lehinde,

Fransa’da “Usame Bin Laden” lehinde konuşabilir mi?..

Hadi, erkeklerse konuşsunlar!..

Konuşanı;

Bacağından sallandırırlar, bacağından!..

Türkiye’de ise;

O kadar “özgürlük” var ki, “şımarıklık” serbest!..

“Devlete küfretmek” ve hatta “Katil” demek; dahası, “Bağımsız

Devlet” demek serbest!..

Peki “devlet” ne yapıyor?..

Hiiçç... Aval aval dinliyor!..

Nereye kadar?!?..

Bu makale 21.104

kez okundu






yeniakit.com.tr
Türkiye Irak’ta Sünni ordu kurdu

Çarpıcı iddia Mesud Barzani’nin sitesi Rudaw tarafından resmi bir

kaynağa dayandırılarak duyuruldu.

Irak Hükümeti  tarafından Şii milis teşkilatı Heşdi Şabi’den sonra bu

kez büyük bir kısmı Musullu Sünniler’den oluşan Heşdi Vatani

kuruldu.

İddiaya göre Irak’da Musul’u kurtarmak için kurulan bu orduda 6

bin sünni milis yer alıyor. Heşdi Vatani (Vatan Topluluğu)

milislerinden oluşan bu orduyu ise Türk Silahlı Kuvvetleri eğitiyor.

Irak hükümeti tarafından 5 aydır bütçeleri ödenmeyen Sünni

milislerin maaşlarının Türkiye tarafından sağlandığı iddia ediliyor.

Rûdaw’a konuşan Irak Parlamentosu Asayiş ve Savunma Komisyonu

Başkanı Şahavan Abdullah, “5 aydır Irak Hükümeti Heşdi Vatani’ye

para göndermiyor. Bu yüzden Türkiye’den maaş alıyorlar” dedi.

MUSUL’u kurtarmak için kurulan ordudaki milislere her ay 500

dolar maaş veriliyor. Heşdi Vatani ordusu Musul eski Valisi Esil

Nuceyfi’nin oğlu Abdullah Nuceyfi tarafından yönetiliyor.

Heşdi Vatani Başika Komutanı General Muhammed Yahya, kampta

ilk aylarda sadece 10 Türk eğitmenin olduğunu, daha sonra son bu

sayının 110’a çıktığını ifade etti.

Yahya, Türk Silahlı Kuvetleri’nin (TSK) gönderdiği ve krize neden

olan askeri birliğin görevinin, sözkonusu eğitmenleri korumak

olduğunu vurguladı. Muhammed Yahya, Musul’u Kurtarma

Operasyonu için 10 bin askerin hazır olduğunu da sözlerine ekledi

Kaynak:Anadoluhaberim





yeniakit.com.tr
Abdülhamit Han: Söyleyin onlara oyun daha bitmedi!

Osmanlı Devleti’ne karşı oyunlar oynayan İngiltere’ye büyük bir

oyun oynayan siyasi dâhi Sultan 2. Abdülhamid Han, İrlanda

Kurtuluş Örgütü’nü kurmuş ve bir asır boyunca İngiltere’nin başına

bela etmişti. Kuşçubaşı Eşref’in ise Lawrence’a verdiği bir cevap

unutulmayacak türdendi: “Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat

henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle sıkıntılar

salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz.”

Modern tarihte İngiltere’nin en büyük baş belası olan IRA’nın

kuruluşunda Türklerin de etkisi var.

Türklerin İrlandalılarla olan ilişkisi Sultan Abdülmecid zamanına

kadar gidiyor.

19. yüzyılın başlarında İrlandalılar İngilizler’e karşı mücadele

içindeydi. Katolik İrlandalılar, kabul etmedikleri Anglikan

Kilisesi’ne vergi vermeyi hazmedemiyorlardı. İngilizlerden din ve dil

ekseninde ayrılıyorlardı.

Ancak 1840’lı yıllarda İrlanda büyük bir kıtlık başgösterdi.

Yoksulların temel yiyeceği patates üretimi durma noktasına geldi.

800 bin kişi öldü, İrlandalıların hak mücadelesi zayıfladı.

İngilizler bu zayıflık durumundan faydalanırken 1847 yılında padişah

Abdülmecid’in emriyle üç gemi dolusu patates yardımı İrlanda’ya

Kraliçe Victoria’nın tüm engellemelerine rağmen ulaştı.

Geminin Dublin Limanı’na yanaşmasını İngilizler engelleyince gemi

yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. Bu tarihi an İrlanda-Osmanlı

arasında ilişkileri sıkılaştırırken başka ilginç bir gelişmeye daha yol

açtı.

Ayrıca İrlandalı soylular da padişah Abdülmecid’e şükranlarını sunan

bir teşekkür mektubu yolladı. Mektubu getiren Oberbak 1849’da

padişahın huzuruna çıkarak teşekkürlerini kabul etti.

İrlandalılar bu vefayı unutmadı. Drogheda şehrinin takımı Drogheda

United 1919’da kurulurken amblemini ay yıldız olarak seçti.

Drogheda United daha sonra İrlanda Premier Ligi’nde de top

koşturacaktı.

Bu futbol ilişkisi Abdülhamit zamanında da kendini gösterdi.

İrlandalıların yoğun ve etkin olduğu Portsmouth kentinde istihbarat

çalışması yürüten padişah Abdülhamit’in şehre büyük katkıları oldu.

Bazı tarihçiler kulübün kurulmasında Abdülhamit’in ön ayak

olduğunu bile iddia etti. Bugün Portsmouth’un amblemindeki ay

yıldızı halen İngilizler bile tartışıyor.

1800’lü yılların ikinci yarısında II. Abdülhamit iktidardayken

dünyayı birinci dünya savaşına götüren saflaşmalar yavaş yavaş

belirleniyor ve uluslararası camiada Osmanlı ve İngiltere arasındaki

gerilim giderek tırmanıyordu. Abdülhamit İrlanda ile ilişkilerin

güçlendirilmesi yolunu tercih etti.

1880 yılına gelindiğinde ise Abdülhamit Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı

kurdu. Bu önemli olay İrlandalıları da etkileyecekti. Abdülhamit’in

kurduğu bu yapı onu yıkan İttihat Terakki Cemiyeti’ne miras oldu.

Teşkilat-ı Mahsusa bu yapı üzerine kuruldu.

Teşkilat-ı Mahsusa cemiyetinin kritik isimlerinden biri ise Kuşçubaşı

Eşref’ti. Gençliğinde Abdülhamit’e muhalif olan bu yüzden Hicaz’a

sürgüne gönderilen Kuşçubaşı Eşref ile Abdülhamit’in siyasi çizgisi

İngiliz karşıtlığında birleşti.

Abdülhamit Hicaz demiryolunu kendi kaynaklarıyla inşa ederken

İngilizler bu yolun Müslümanları birleştireceğinden endişe etti ve

bölgede karışıklık çıkarmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda

bölge cepheye dönüşünce ünlü İngiliz casus Lawrence bölgede

çıkarılan karışıklıklarda başrolü oynadı.

Kuşçubaşı Eşref bizzat Lawrence ile mücadeleye tutuştu. Teşkilat-e

Mahsusa üyesiyken Hayber’de yaralı olarak İngilizlere tutsak oldu.

Bu sırada Kuşçubaşı Eşref Lawrence’a tarihe not düşülecek bir cevap

verdi:

“Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi.

Hükümetinin başına öyle sıkıntılar salacağız ki, 2 Asır uğraşsanız

bitiremeyeceksiniz.” Bazı tarihçilere göre Kuşçubaşı Eşref’in kast

ettiği İrlanda bağımsızlık mücadelesinden başka birşey değildi.

Bazı tarihçiler Kuşçubaşı Eşref’in de dahil olduğu Teşkilat-ı

Mahsusa’nın özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda İrlanda bağımsızlık

mücadelesinde etkili olduğunu söylüyor. Eşref’in sözü bu iddiayı

doğrularken Teşkilat-ı Mahsusa’nın İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun

örgütlenmesinde önemli rol oynadığı tarihe not düşüldü.

Sonunda 1800’lü yıllarda son derece kötü koşullarda, açlığın vurdu

İrlanda’da 1900’lü yıllara geldiğinde bağımsızlık mücadelesi

olgunlaştı. İrlanda İngiltere’nin kontrolü altında iken, 1916 yılında

büyük ayaklanma çıktı. Ayaklanmayı hareketin liderlerinden James

Connolly başlatmış, İngilizler tarafından sert şekilde bastırıldı.

Connolly ile birlikte 15 yönetici idam edilince İrlanda milliyetçilik

damarı giderek kuvvetlendi 1919’da İrlanda gönüllüleri İrlanda

Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

1922’de ise Irish Republican Army (IRA) artık resmen kurulmuştu.

Bu örgüt 20. yüzyıl boyunca İngiltere’nin en büyük karın ağrısı oldu.

Uluslararası platformlarda da İngiltere’yi çok zor durumlarda

bıraktı.

Osmanlı-İrlanda ilişkisini teyid eden başka kaynakları popüler kültür

ürünlerinde de görmek mümkün. Örneğin ünlü yazar Trevanian’ın

Shibumi eseri… Bu eserde “bu İrlandalılar para için eşlerini bile

Osmanlı sultanlarına satarlar” diye bir cümle geçiyor.

Sonuç olarak İrlanda bağımsızlık mücadelesine Türkler bu yollarla

katkıda bulunurken Eşref Kuşçubaşı Lawrance’a verdiği cevapta

haklı çıkmış oldu. Sonunda IRA’nın tanınmasına kadar uzun süren ve

İngiltere’nin başını çok ağrıtacak mücadele başlamış oldu.

Kaynak:Anadoluhaberim





facebook.com
(24) ULUSALCILIK=NASYONALİZM...NASYONAL

SOSYALİZM NEDİR ?

   *****Nasyonal Sosyalizm ya da Nazizm, Almanya'da Adolf Hitler

tarafından kurulan yönetim sistemi ve siyasi bir akımdır. Temel

felsefesi milliyetçilik, sosyalizm, ırkçılık, anti-semitizm ve popülizm

üzerine kuruludur. Bunların yanını sıra antikomünizm ve

antikapitalizm sunmaktadır. Nasyonal sosyalizm beyaz ırkın diğer

ırklardan (siyah-melez) üstün olduğunu ve ırklar arasında varolup

süregelen mücadelenin (ırksal kazanımlarını fark edip

kullanabilirlerse) üstün olan beyaz ırkın kazanacağını savunur.

******Nasyonal Sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında,

ilk teorisyeni Maurice Barrès tarafından yapıldı. Fransız Barrès,

sosyalist bir milliyetçilik fikrini, yabancı egemen Almanya'ya karşı,

seçmenleri kazanmak üzere yaydı ve sosyalizm'in "liberal bir zehir",

ancak, nasyonal sosyalizmin, kollektif milliyetçiliğin

gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler

kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve

Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi.

******Nazi kelimesi, Adolf Hitler'in ideolojisini benimseyen kişi ya

da kurumlara verilen genel adı ifade eder. Nazi Partisi'nin Almanca

adı, NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) idi.

Avusturya vatandaşı Adolf Hitler tarafından faaliyete geçirildi."Nazi"

kelimesi, köken olarak "National" ve "Sozialismus" kelimelerinden

meydana gelmekteydi. (Almanca: Nationalsozialismus)

***************Nazizm'in II. Dünya Savaşı'ndan Sonraki Durumu

*******************

İki dünya savaşı arasında ortaya çıkan bu ideoloji, bugün

milletlerarası siyasi ve toplumda kabul görmemektedir. Bugün halen

açık ve gizli eylemlerle faaliyetini çeşitli ülkelerde sürdürmeye

çalışmaktadır. Bunlar arasında Almanlar'ın NPD ve Skinheads'leri

(dazlaklar), İngiliz Skinheads ve holiganları yanında Amerika'da Ku

Klux Klan üyeleri gibi daha birçok ufak tefek grup ve akımlar

mevcuttur. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede Nazi'lerin

açıkça siyasi ve dernek çalışmaları sınırlandırılmış veya

yasaklanmıştır.

*****1933'te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nde örgütlenen

Nasyonal Sosyalistler Weimar Cumhuriyeti'nin (Almanya) seçimlerini

kazanıp hükümeti kurarak totaliter diktatörlüklerini ilan ettiler. Bu

yeni Nazi devletinin adı III. Reich'ti ve 1945'e kadar devam etti.****

---------------------------------------------------------------------------------------

-------------------------------------------------------------

   SERBEST DÜŞÜNME ZAMANI :   

           Ülkemizde bazı sol fraksiyondan siyasi görüşteki kişiler

kendilerini ULUSALCI= yani NASYONALİST olarak

nitelendiriyorlar .BU  tarifi mümkün olmayan bir durumdur .Çünkü

NASYONALİZMİN sol görüşle yakından uzaktan alakası yoktur .

       ASlında bu durum ,kendisini SOLcu sanan KEMALİSTLER in

düştüğü tuhaf durumun bir başka örneğidir .

  SOLCULUK düşüncesi aslında BAŞKA ÜLKELERLE

ENTEGRASYONU VE PROLETARYA (İŞÇİ ) YÖNETİMİNİ

savunur .Ve düsturu da şudur  : " DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ

BİRLEŞİN "

    Ama ULUSALCILIK bu mantığa ters bir düşüncedir . VE

olabildiğince içe kapanmayı benimser.KUZEY KORE modeli gibi .

               EZİLEN İNSANALIRN VE İŞÇİNİN yanında olduğunu

söyleyenlerin GÜCÜ ELİNDE tutan bir azınlığın hükümranlığını

savunması da ayrı bir çelişkidir . MAlum ülkemizde EGEMEN sınıf

gerçekte hiçbir zaman BURJUVAZİ olmamış olamamıştır .

   EGEMEN sınıf BÜROKRASİ ve ASKERİ bir oligarşi şeklinde

görünmektedir.

                  EGEMENLERİN en çok ezdikleri sınıf da malum

kendisini savunacak apolotlerden mahrum ve savaşlarda LAİK bir

dünyanın bekçiliği CANI pahasına yaptırılan HALKTIR .

             TÜM bu gerçekler ortadayken ULUSALCI kimliğiyle

SÖZDE KAPİTALİZME savaş açtığını iddia eden bir kesim sözde

solcularımızın ülkedeki DARBELERE ses çıkarmmış olmaları

nedendir ?

  BUNUN SEBEBİ ONLARIN NASYONAL SOSYALİST YANİ

FAŞİST OLMALARINDANDIR . Halkın acısının devam etmesi için

bazen DAĞDAKİ EŞKİYA BAŞINI KARANFİLLERLE ziyaret

ederler.Ertesi gün gelip halka şirin görünmek için ona küfrederler.

EŞKİYE partisiyle ortak hareket ederek beraber iki şekilde ülkeyi

germe STRATEJİLERİ kurgularlar .

   ÖZGÜRLÜK maskesi altında İNSANLARI susturmayı maharet

sayarlar . HRANT DİNK in dava edilmesi için çabalar,o davaya

giderken grup halinde onu linç etmeye kalkarlar .HRANT DİNK i

adamları vasıtasıyla haklanınca .HRANT DİNKE sahip çıkarlar

...VE tüm bunları yaparken gayet doğal davranılrlar ve bu hareketleri

ACAR GAZETECİLER tarafından asla HABER KONUSU

yapılmaz.

ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN

HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR

.ULUSALCILAR YANİ NASYONAL SOSYALİSTLER TARİHİN

HER DÖNEMİNDE ASKER DEVLETİNİ SAVUNMUŞLARDIR .





habervaktim.com
İrademiz Yok Mudur? - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

Vakit namazı ezanı okunuyor. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinin fıkhına

göre, (yirmi kadar “şer’î özrü” bulunmayan) bütün hür ve mukim

erkeklerin farz namazını cemaatle kılması gerekir. Ya camiye

giderek, yahut kendi aralarında. Bu konudaki irademiz nerede?

**

Cuma ezanı okunuyor. Dört mezhebin fıkhına göre, ezanla birlikte

ticaretin, alış verişin, dünya işlerinin durması, dükkanların

işyerlerinin atölyelerin ofislerin kapanması ve Rahman’a ibadet

etmek için camiye gidilmesi gerekir. Bu konudaki irademiz nerede?

**

Sekiz yüz öğrencisi olan İmam-Hatip mektebinde namaz vakti

gelince ezan okunması ve bütün öğrencilerin idareciler ve

öğretmenlerle birlikte cemaatle namaz kılması gerekir. Bu konuda

bir irademiz var mıdır?

**

Ayasofya Câmi-i Kebiri hâlâ kapalı. En az beş milyon Müslümanın,

siyasî iktidara dilekçe vererek, ulu mâbedin açılmasını istemesi,

açmazsanız oy vermeyiz tehdidinde bulunması gerekiyor. Bizde niçin

bu irade yok?

**

Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bedava Osmanlıca kursları açtı. En az

beş milyon vatandaşın bu kurslara kayd olarak Osmanlıca öğrenmesi

gerekirdi. Böyle bir irade niçin yok?

**

Latin/Frenk alfabesi devrimi caduc oldu. Müslümanların, yazı

hürriyetinden istifade ederek Osmanlıca günlük gazeteler, haftalık ve

aylık dergiler, kitaplar yayınlamaları gerekirken bu konuda dişe

dokunur bir gayret ve faaliyet yok. İsrail Yahudileri kendi İbranî

yazılarını, alfabelerini korurken biz Türkiyeli Müslümanlar niçin

millî ve dinî Kur’an ve İslam alfabemizi korumuyoruz? Bizde böyle

bir irade niçin mevcut değil?

**

Kadın tesettür kıyafeti konusunda bozukluklar sergileniyor. Kur’ana

Sünnete Şeriata uygun olmayan şeytanî Süslüman kıyafeti yaygın hale

geldi. Bu çarpıklığı düzeltecek irademiz nerededir?

**

Alevî kardeşlerimiz canla başla, dişleriyle tırnaklarıyla Cem evleri

için çalışırken, Sünnî çoğunluk İslam medreselerinin tekrar açılması

için çalışmıyor. Böyle hayırlı bir iş konusunda bizim yeterli irademiz

yok mudur?

**

Ehl-i tasavvuf, sûfiyan-ı kiram, tarikatların tekrar açılması ve

Meclis-i Meşayih denetiminde hizmet etmeleri için niçin siyasî

iktidara baskı yapmıyor. Biz bu kadar iradesiz miyiz?

**

Bütün mü’minlerin tek bir Ümmet çatısı altında toplanması

konusundaki irademiz var mıdır, yok mudur?

**

Ehl-i sünnet camiası niçin reformcularla, dinde yenilik ve değişim

isteyenlerle, İslamın içini boşaltmaya çalışan münafıklarla yeteri

kadar mücadele etmiyor, onların sapıklıklarını ve bozukluklarını red,

cerh ve ibtal etmiyor. Bu kadar iradesiz miyiz?

**

Ehl-i Sünnet karşıtlarının baş tacı olan şu mâlum adam, İslam Şinasi

isimli kitabında “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, kemal sıfatlarla

sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Hak Tealayı iki çehreli bir

Roma putuna benzetiyor, hem de hakikî sıfatını ekleyerek. Peki Ehl-i

Sünnetin buna karşı bir iradesi yok mudur ki, bu adam hâlâ tutuluyor

ve gençliğe bir İslam önderi olarak tanıtılabiliyor. Biz bu kadar

iradesiz miyiz?

**

Diyanet yayınevlerinde, Allah’ı Roma putuna benzeten adamın

kitapları satılıyor. Ümmetin bunu protesto edecek iradesi yok mudur?

(İkinci yazı)

Tedbir Almak

BÜYÜK depreme, üçüncü dünya savaşına, âhir zaman âfet ve

musibetlerine hazırlanıyor muyuz, bunlara karşı tedbirler alıyor

muyuz?

Neler yapabiliriz? Bunları önleyemeyiz, olacaklar olacaktır ama

cüz’î iradelerimizle yine de bir şeyler yapabiliriz. Bu

yapılabileceklerin bazısını sayayım:

1. Tevbe ve istiğfar etmek. Günahlarına cürümlerine pişman olmak,

Hak Tealadan afv ve bağışlanma dilemek.

2. Zekat vermek. Zekat vermek ne demektir? Malının kırkta birini

her yıl Allah rızası için, Kur’anda zikr edilen sekiz sınıf (bazıları bu

devirde mevcut değildir) Müslümana, temlik etmek suretiyle

dağıtmaktır. Zekatın ne olduğu, nasıl verileceği, Ehl-i sünnetin fıkıh

kitaplarından yazılıdır. Derneklere, vakıflara, Çocukları Koruma

Derneğine, Cami Yaptırma Derneğine, Ağaç Dikme Derneğine, öteki

hükmî şahsiyetlere (tüzel kişilere) zekat verilmez. Şeriata ve fıkha

uygun olmayan şekilde verilen zekatlar zekat olmaz, tekrar verilmesi

gerekir.

3. Sadaka vermek, yardım etmek.

4. Namaz kılmayanların namaza başlaması.

5. Namaz kılanların, daha ciddî, daha itinalı, daha doğru kılmaları.

6. Farz namazların cemaatle kılınması. Ardında namaz kılınabilecek

ehliyetli imamlar aranması…

7. Deprem bölgesinden, deprem olmayacak bölgelere hicret edilmesi.

8. Oturduğu binanın mühendislere kontrol ettirilmesi, bina çürükse, 7

şiddetinde bir depremde yıkılacaksa, başka bir yere taşınılması.

9. Bir haftalık su, yiyecek depolanması.

10. Tıbbî ilk yardım seti edinilmesi.

11. Elektrik feneri, mum, lamba…

İnsanların çok büyük bir çoğunluğu maalesef büyük gaflet içindedir.

Büyük şehir depremini bekliyor… Depremin ayak sesleri duyuluyor

ve insanlar gaflette.

1999 depreminden ibret almadık.

Üniversiteli düzgün ve akıllı bir gence sordum.: 1999 depremini

hatırlıyor musun? Hatırlamıyorum… Bu konuda yeterli bilgin var

mı?.. Yok!..

Zelzelede yıkılacağı, belki de yassı kadayıf gibi olacağı mühendis

raporuyla bilenen bir binada oturan aile reisine sordum: Buradan

taşınmayı düşünmüyor musunuz?.. Donuk gözleriyle yüzüme baktı ve

cevap bile vermedi.

Cenab-ı Hak bizlere akıl, sağduyu, fikir nasip etsin de, felaket

gelmeden önce, cüz’î de olsa tedbir alalım.

29.12.2015








habervaktim.com
Faciasız hac için seferberlik - Ahmet Taşgetiren
Yazarın Tüm Yazıları »

Diyanet İşleri Bakanı Prof. Dr. MehmetGörmez’in İran temasları çok

yoğun geçiyor. Tahran’daki ilk güne, Vahdet Konferansından sonra

iki görüşme sığdı.

İlki İran Hac Bakanı Gazi Asker’le Hac Bakanlığında gerçekleşti.

İkincisi ise İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer İbrahimi

Türkmani ile.

Gazi Asker’le geçen sene Hac’da da bir görüşme olmuş, ben orada da

bulunmuştum. Bu seneki görüşme, hem Türk - İran ilişkilerinin

gerildiği bir zamanda hem de Hac esnasındaki vinç ve Mina

Faciasının üzerine gerçekleşiyor.

Mina’da vefat eden Türk hacı sayısı 7, oysa İranlı hacı sayısı 400’ün

üzerinde.

İran çok dertli ve Suudiler’in bunun bedelini ödemesini istiyor.

Bakan Gazi Asker “Diyet”i seslendiriyor. Kendilerinin hacıları

sigortaladıklarını, herhangi bir kişisel kusur olmaksızın böyle bir

ölüm gerçekleştiğinde İslam fıkhının neye hükmettiğine bakılması

gerektiğini söylüyor.

Orada morgdan İranlı hacıları alıp memleketlerine getiren bir yetkili

gözlemlerini aktardı ki, gerçekten yürekler acısı. Cesetlerin

konteynırlara üst üste istif edildiğini vs. vs. gözleriyle gördüğünü

anlatıyor ki, yürek dayanmaz. Bu arada Mina şehitleri için her sırada

350 ceset olmak üzere 15 sıra halinde morgun yakınında bir

Makberetüşşüheda oluşturulduğunu, bir kısmının da Arafat’ın

doğusunda oluşturulan bir şehitliğe defnedildiğini öğreniyoruz.

- Bundan sonra, diyor Bakan Gazi Asker, hac sıcak aylara doğru

geliyor, sıcaklara karşı ve su ihtiyacını görmek için özel tedbirler

almak lazım. Ayrıca ambulansların ihtiyaç halinde seyrüseferini

kolaylaştıracak tedbirlere ihtiyaç var. Bütün bunların Suudilerle

görüşülmesi gerekir. Mina’da ölenlerin sayısı üz erinde de konuşuldu

ki, bu rakam hala çok net değil, 5500 ile 7460 rakamlarından söz

ediliyor.

Söz Mehmet Görmez Hoca’ya gelince o, vinç hadisesinde insanlar

orada can vermiş, yaralı, çırpınırken, tavafa devam edilmesi

konusundaki sorgulamasını da sürdürüyor, karıncanın ezilmesinin

yasaklandığı bir ibadet ortamında binlerce insanın havasızlıktan,

susuzluktan, birbirinin üzerine düşerek can vermesine de deyim

yerindeyse isyan ediyor.

Hem Görmez Hoca, hem Gazi Asker, adeta “Bu bize ders olsun”

yaklaşımı içinde, önümüzdeki hacların sıcak aylara gelmesini de

dikkate alarak, “Tedbir alınması”nda ısrar ediyorlar. 

Görmez Hoca, önümüzdeki Hac mevsiminde Arafat’ta bütün

çadırları yüksek çadırlardan yapmayı, her çadırda klima ve soğuk su

bulundurmayı planladıklarını söyledikten sonra şu teklifte bulundu:

- Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya, Malezya ve Suudi Arabistan

yetkilileri bir araya gelelim ve bu faciaların bir daha yaşanmaması

için neler yapılması gerektiğini konuşalım. Bunu yakında

görüşeceğim Suudi Hac Bakanı’na teklif etmek istiyorum.

İranlı Bakan Gazi Asker, bu teklife aynen katıldıklarını ifade etti. 

Hem Gazi Asker, hem Görmez Hoca, Mina ve vinç hadiselerinin

dünya kamuoyunda İslam’a zarar verdiği düşüncesinde de

birleşiyorlar.

İranlı bakan “Amacımız Suudileri eleştirmek değil, tedbir alınmasını

sağlamak” derken Görmez Hoca da “Suçu bütünüyle Suudilere

yüklemek doğru değil” dedikten sonra “Mekke ve Medine’de

mekanları genişletmek kadar gönlümüzü de genişletmeye ihtiyaç var.

Hacılara verilen eğitim sadece Hac menasikini öğretmek öğretmekle

sınırlı olmamalı, aynı zamanda oraya gelen kardeşlerle ilişkiyi de

öğretmek lazım” sözlerini de ekledi.

İkinci görüşme İslami Kültür ve İlişkiler Başkanlığı’nda Ebuzer

Türkmani ile gerçekleşti, demiştim. Bu kurum, bizdeki Yunus Emre

Enstitüsü’nün daha İrancası. Yani daha dini muhtevada olanı. Yurt

dışında İran fikriyatını taşıyor dersem yanlış olmaz sanırım. Görmez

Hoca’nın burada söylediklerinden şunların altını çizdim:

“Türkiye ve İran, her türlü stratejiyi bir kenara bırakıp insaniyette,

islamiyette ve samimiyette buluşmalıdır. Bu coğrafyada yaşananların

başka yerlere taşınmaması için birlikte çaba göstermeliyiz.”

Yarın izlenimlere devam ederiz inşaallah.